- Çağını kuracak bir çağrı

Adsense kodları


Çağını kuracak bir çağrı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafiza aise
Fri 20 July 2012, 01:54 pm GMT +0200
[Fütûhât-ı medeniyye yolculuğu] Çağını kuracak bir çağrı
Yusuf Kaplan • 76. Sayı / DİĞER YAZILAR


Bir çağrı, ancak çağını kurabilmişse bağlayıcı olabilir, bağlayıcılığını koruyabilir, hatta çağlayana dönüşebilecek koridorları sonuna kadar açabilir. Eğer bir çağrının, içinde yaşanılan çağda herhangi bir bağlayıcılığı kalmamışsa, o takdirde, hakiki bağlısının kalabileceğini, olabileceğini, varolabileceğini düşünmek çok zordur.

Bir çağrının bağlayıcı olabilmesinin olmazsa olmaz şartı, o çağrının insanlara hayat sunabilecek kadar hayatiyetini koruyabiliyor olmasından geçer. Hayati önem arz etmeyen bir çağrının insanlar tarafından hayat haline getirilebilmesi söz konusu olamaz.

Bir çağrının insanlara hayat sunabilecek bir hayatiyet arzetmesi, ancak o çağrıya “sözde” değil, “öz”de bağlanılmasıyla mümkündür. Eğer içinde yaşanılan çağ, çağrınızın çağırdığı, şekillendirdiği bir çağ değilse, çağrınızın o çağda hayat hâline getirilemediğine ve insanlar için hayatiyet arz etmediğine hükmedebiliriz rahatlıkla.

Başka bir ifadeyle, çağı olmayan, çağını kuramayan, çağa yön, şekil ve anlam veremeyen bir çağrı, insanları kendisine çağırabilecek, çekebilecek, cezbedebilecek bir ruhtan yoksun demektir. O hâlde, çağrınızın insanları cezbedebilmesini, kendisine çekebilmesini, çağırabilmesini mümkün kılacak ruhu ancak çağrının öz çağırıcıları doğrudan çağa konuşabildikleri, çağla konuşabildikleri ve çağı konuşabildikleri zaman, dolayısıyla başka çağlara ve çağrılara seslenebilecek kadar derin nefes alabilmeleri sözkonusuysa, çağrı, doğurgan bir çağlayana dönüşmeye başlayabilir.

Çağa teslim olmak mı, çağı teslim almak mı?
Oysa yakıcı bir gerçek var önümüzde: Dünyaya, insanlığa söylenecek esaslı bir “söz” var; o sözü söyleyecek yalnızca “biz”iz; ama “biz” yokuz.

Hâlbuki içinde yaşadığımız çağ, kanatlandırıcı, insanlığa ve bütün varlığa ruh üfleyebilecek bir çağrıya gebe. Zira insanlık tarihinde ilk defa nebevi soluğun, ilâhi çağırıcının sözünün, sesinin ve nefesinin tarihten çekildiği bir çağ, içinde yaşadığımız ya da yaşadığımızı sandığımız çağ içindeyiz. Bir çağın içindeyiz ama bu çağ bizim çağımız değil; içinde yaşadığımızı sandığımız çağ bizim çağrımızın şekillendirdiği bir çağ değil. O yüzden “içinde yaşadığımızı sandığımız çağ” diyorum. Eğer gerçekten biz bu çağda yaşıyor olsaydık, bu çağa çağrımızı söyleyebiliyor ve söyletebiliyor olurduk.

Aksine biz bu çağda yaşamıyoruz; çağ tarafından kuşatılmış, çağa teslim olmuş durumdayız. Çağa teslim olmak yerine, çağı teslim alabildiğimiz zaman, hem bizim bu çağda yaşayabildiğimizi, hem de çağrımızı bu çağa söyleyebildiğimizi ve söyletebildiğimizi; dolayısıyla çağın bizim çağımız olduğunu, yani çağın çağrımızın kurduğu bir çağ olduğunu söyleyebilecek konuma ulaşabiliriz ancak.

Başka bir deyişle, daha önce de dikkat çektiğim gibi, asrın idrakini İslâm’a söyletmek yerine, İslâm’ın idrakini asra söyleyebildiğimiz zaman çağın bizim çağımız olduğuna, çağrımızın karşılık bulduğuna hükmedebiliriz ancak.

Asrın idrakini İslâm’a söyletmenin, İslâm’ı, asrın/çağın duyuş, düşünüş ve varoluş kalıplarına büründürmemiz, dolayısıyla tanınamaz hâle getirmemiz anlamına gelebildiğini görebildiğimiz zaman, çağa teslim olmaktan kurtulmaya ve çağı teslim almaya başlayabileceğimizi fark edebileceğiz.

İçinde yaşadığımızı söylediğimiz ya da sandığımız çağ, bizim çağımız değil; bilakis, bizi ağlarına bağlayan, kuşatan, çağrımızı da kuşa çevir/t/en bir çağ.

Çağın bize konuşması mı, bizim çağa konuşmamız mı?
Peki, bu çağın ağlarına ve bağlarına düşmekten nasıl kurtulacağız ve bu çağa teslim olmak yerine, bu çağı nasıl teslim alacağız?

Bunun tek yolu var: Çağrımızı çağa söyleyerek; çağı çağrımızın rengine boyayarak, büründürerek çağ’a ve çağ’la konuşabilmek...

Yalnızca çağın bize konuştuğu bir zillet durumundan kurtularak, bizim çağ’a ve çağ’la konuşabileceğimiz bir izzet durumuna yükselmemizle mümkün olabilir bu.

İyi de, nasıl olacak bu? Ümmileşerek. Peki, ümmileşmek ne demek ve nasıl ümmileşilecek?

Ümmileşmek, hatırlamak demek. Fıtratın hatırlanması demek. Fıtratın hatırlanması, bir çağın tabii kıldığı sahte tabiatlardan kurtulup, kişinin asli tabiatına dönmesi, yaratılış çağrısına sözünü, gözünü ve özünü açması demek.

Bugün içinde yaşadığımız çağ, insana ezel ve ebed sözünü unutturan, ezel ve ebed gözünü körleştiren, ezel ve ebed özünü kaybettiren bir ağ ve insanı kıskıvrak yakalayan bir bağ aslında.

İçinde yaşadığımız seküler çağ, insanı, nisyan’la/unutma’yla malul kılan bir ağ’a ve bu nisyanın farkına varılamadığı için de insanı isyan çukuruna fırlatan bir bağ’a mahkûm ve mahpus ediyor. Oysa nisyan hâlinde ve isyan hâlinde olan bir varlığın insani özelliklerini koruyabilmesi bile imkânsızdır.

İşte o yüzden insana ‘ilâhi söz’ü, kalp gözünü ve hakikatin özünü armağan edecek yegâne yol, övülen yol olarak tarif edilen Sünnet-i Seniyye’dir; Efendimiz’in (s.a.v) hayat hâline getirdiği ve hayatiyet kazandırdığı yegâne varoluş ve hakikat yoludur.

İçinde yaşadığımız seküler çağın insanı nisyana ve isyana mahkûm eden ağlarının ve bağlarının, bizi de ağlarına ve bağlarına mahkûm ve mahpus ettiği açık. Bu çağ bütün insanlığın duyuş, düşünüş ve varoluş biçimlerini, güzergâhlarını ve şekillerini belirlediği için, fıtratın yitirildiği bir fetret süreci olduğu için, çağın insanı ifratla tefrit arasında sürüklenip durmaktan kurtulamıyor.

O yüzden çağın ağlarına ve bağlarına mahkûm olan, fıtratını yitiren insanı, hakikati ve saadeti bütünüyle benliğini tahrip eden kötülüğü emreden nefsinin ayartılarında, egosunun hazlarının, arzularının ve iğvalarının saplantılarında arıyor. Ya da benliğini tahrif eden transandantal meditasyon, yoga gibi tecrübelerde; kültür, medya, sinema, spor endüstrisinin sahte kaçış yolları sunan new age’vârî sapkınlıklarda bulmaya çalışıyor. Böylelikle insanın iç dünyası da, dış dünyası da tam bir kuşatmaya maruz kalıyor.

Seküler Batı uygarlığının, sinema, televizyon ve internet gibi artık sınır tanımayan ve aynı seküler, ruhsuz duyuş, düşünüş ve varoluş biçimlerini bütün dünya ölçeğinde dolaşıma sunan küresel iletişim araçları vasıtasıyla gerçekleştirilen bu iç ve dış kuşatmadan bütün insanlık ve bu arada Müslümanlar da nasiplerini alıyorlar, ne yazık ki.

Ümmileşmeden asla!
Çift yönlü işleyen ve insanın kulağını, gözünü ve kalbini körleştiren, ifrat ve tefrit biçimlerinde gerçekleşen bu kuşatmayı yarabilmenin yolu, ümmileşmekten, ümmileşmenin yolu da Sünnet-i Seniyye’nin, hakikatin, hayatımıza yön, şekil ve anlam vermesini sağlayabilecek ölçüde hayatımızda hayatiyet kazanabilmesinden geçiyor.

Ümmileşmenin çağ’ın ağlarından ve bağlarından arınma, fıtratla donanma çabası olduğunu söyledim. Ve bu arınmanın ve fıtratla donanmanın Sünnet-i Seniyye’ye uymaktan geçtiğini vurguladım.

Ama burada bir sorunumuz var. Yakıcı bir sorun ve açmaz bu: Sünnet-i Seniyye’nin gerçek anlamda ne olduğunu da, nasıl hayatımız hâline getirilebileceğini de bilmiyoruz. Eğer hakikaten biliyor olsaydık, hakikat yere düşmezdi ve biz de matah bir şeymiş gibi sekülerleşmek için can atıp durmazdık. Sekülerleşmenin Batı uygarlığının omurgasını oluşturduğunu; insanlığın başına gelen en büyük felâket olan metafizik felâketin kaynağının sekülerleşmenin bizatihî kendisi ve ürünü olduğunu bilmiyoruz. Eğer biliyor olsaydık, sekülerleşmenin, bütün kutsallarımızı çözen, bütün ilkelerimizi yerle bir eden, kulağımızı işitmez hâle getiren, gözümüzü körleştiren ve kalbimizi öldüren yıkıcı saldırısına karşı korunaklı alanlar icat ederdik.

Çağrı’yı, çağırıcı’sız/elçisiz bırakmak
Oysa sekülerleşmenin başarısı, çağrı ile o çağrıya insanları çağıracak olan çağırıcı/elçi arasına kalın duvarlar örebilmesinde gizlidir: Çünkü çağrı; ancak çağırıcısı/elçisi bu dünyadan göçtüğünde bile canlılığını koruyabiliyorsa, çağrıya muhatap olan insanlar çağrıya çağırıcının canlı bir nümûne-i imtisal olan varlığı/hayatı, yani hem sûreti, hem de sîreti üzerinden muhatap oluyorlar ve çağrı’yla çağırıcı aracılığıyla irtibat kurabiliyorlarsa hayat haline gelebilir, hayatiyetini sürdürebilir.

Bu yakıcı gerçeği tam olarak kavrayamadığımız için Batılıların öncelikli olarak Kur’an’a değil de, neden Hz. Peygamber’e (s.a.v) saldırdıklarını bir türlü kavrayamıyoruz. Batılılar, bizzat kendi Protestanlaşma/sekülerleşme tarihlerinden de çok iyi biliyorlar ki, bir dinin temelleri o dinin elçisi ile müntesipleri arasındaki muhkem bağ, rabıta yok edildiği zaman yerle bir edilebilir ancak. Elçisi, aracısı, çağırıcısı olmayan bir çağrı’nın her daim, bütün zamanlarda ve mekânlarda kendi çağını kurabilmesi de, çağa kendi rengini verebilmesi de, kendi ruhunu üfleyebilmesi de imkânsızdır.

İşte bir çağrı; canlı, yaşayan bir varlık olarak, bir nümûne-i imtisal olarak çağırıcısı vasıtasıyla çağrıya bizi muhatap kılıp önce içimizde bir çağlayana dönüşebildiği zaman yerinde duramaz, insanı kabına sığmaz bir aşkla, vecd’le, neşve’yle donatarak dışarıya, dış dünyaya ruh üflemek için can atar durur. İşte o zaman, çağrı, çağrıya muhatap olan insanın, zamanı, bütün zamanları durdurmasına imkân tanır ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak da, evvelemirde içinde yaşadığı çağa, sonra da bütün çağlara çağrı’yı ulaştırabilecek uzun bir yolculuğa çıkarır insanı.

İşte o zaman, hakikat, hakikatin çağrısı insan için hayatiyet arzeden bir kıvama ulaşmış olur.

O’nunla epistemolojik değil, ontolojik irtibat kurmak…
Özetle söylemek gerekirse, çağrıya muhatap olanlar eğer çağırıcı/elçi ile şimdiye kadar olduğu gibi sadece epistemolojik olarak (yalnızca söz ve bilgilenme düzeyinde) ilişki kurmayı sürdürürlerse, çağrının bize doğrudan ve doğurgan bir söz söyleyebilmesi imkânsızdır. Çağrı’nın bize doğrudan ve doğurgan bir söz söyleyebilmesi için, Bediüzzaman Hazretleri’nin enfes bir şekilde dikkat çektiği gibi, çağırıcı/elçi ile ontolojik (bilfiil ve bilhâl) olarak irtibat kurmamız gerekir.

İşte âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (s.a.v) bu gerçeği bilfiil müdrik olduğu için Veda Hutbesi’nin en son cümlesi olarak orada hazır bulunan sahabe üzerinden aslında bize hitap etmiş ve aynen şöyle buyurmuştur: “Size iki şey bırakıyorum: Kur’ân ve Sünnet. Umulur ki, sizden sonra gelenler, bunu, sizden daha iyi anlayabilirler.”

Sahabeden sonra gelenlerin vahyin hakikatini sahabeden daha iyi anlayabilmesinin yegâne yolu, Efendimiz’le (s.a.v) epistemolojik değil, ontolojik olarak irtibat kurabilmekten geçiyor.

İşte Müslümanların farkına varamadıkları yakıcı gerçek burada gizli: Efendimiz’le (s.a.v) kurduğumuz irtibat, yalnızca epistemolojik alan’la yani ilme’l-yakîn düzlemiyle sınırlı. Eğer Efendimiz’le ayne’l-yakîn (frenkçesiyle fenomenolojik) ve hakka’l-yakîn (ontolojik) düzlemlerde de irtibat kurabildiğimiz zaman, çağın ağlarına ve bağlarına mahpus olmaktan kurtulacağız . Böylelikle çağı teslim alarak ilâhi çağrı’nın bugün de kendi çağını kuracağı arınma tecrübesiyle ve fıtratla donanmamız mümkün olacak. İşte o zaman, İslâm’ı çağın idrakine söyletmek yerine, İslâm’ın idrakini çağa söylememiz ve çağla İslâm’ın idrakiyle söyleşmemiz imkân dâhiline girecek.

Bu nedenledir ki, Batılıların, neden önce oryantalist araştırmalarla, İncillerden bile daha güvenilir olan hadisleri, dolayısıyla Efendimiz’i (s.a.v) hayatımızdan çıkarmamıza yol açacak büyük bir akademik çaba ve çalışma ortaya koyduklarını, sonra da birkaç yıldan bu yana gözlemlediğimiz gibi doğrudan Efendimiz’e saldırdıklarını çok iyi düşünmemiz gerekiyor. Böylece genelde yeni bir medeniyet fikrinin, özelde ise insanın insanca bir hayat inşa edebilmesinin vazgeçilmez oluş, oluşum ve varoluş süreçlerinin temellerini, aşamalarını oluşturan Sünnet-i Seniyye’nin güzergâhları demek olan kavl/söz/ilme’l-yakîn, fiil/ayne’l-yakîn ve ikrar/hâl/hakka’l-yakîn süreçlerini nasıl hem eşzamanlı olarak hem de ardışık olarak hayata geçirmemiz gerektiği meselesi üzerinde kafa patlatmamızın yegâne yükümlülüğümüz olduğunu anlayabileceğiz.


melda 6D
Sat 15 November 2014, 11:05 am GMT +0200
çağrı ile hayatımız düzelmiştir

MEHMET/8/A/ENES
Sat 15 November 2014, 12:40 pm GMT +0200
Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuh,  Doğru çağrıyı yapmak lazım yaşanılan çağ yanlış olsa bile.