- Büyük Günahlar(Kebâir) Niyetle İlgili Meseleler Amellerin Terki İnkar Edenlerin

Adsense kodları


Büyük Günahlar(Kebâir) Niyetle İlgili Meseleler Amellerin Terki İnkar Edenlerin

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Sat 9 January 2010, 02:20 pm GMT +0200
Büyük Günahlar(Kebâir) Niyetle İlgili Meseleler Amellerin Terki İnkar Edenlerin Hesabı
Bu bölümde amelleri boşa çıkartan ve amel ehlini helaka sürükle­yen büyük günahları açıklanacaktır. Büyük günah sahiplen farklı derecelere sahiptirler. Küfür ehlinin çekilecekleri hesap da bu fasıl­da ele alınacak ayrı bir konudur.

Yüce Allah buyurdu ki: "Eğer size yasaklanan günahların bü­yüklerinden kaçınırsanız, öbür günahlarınızı örtüp bağışlarız". (Ni­sa/31) Görüldüğü üzere küçük günahların bağışlanma şartı; büyük ve kulu helake itecek nitelikteki günahlardan sakınmaktır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Beş vakit namaz ve Cuma´dan Cu-ma´ya kılman namaz, -büyük günahlardan sakınan kimseler için-bu vakitler arasında işlenen günahların kefareti olur". Bu hadisin diğer bir lafzı ise şu şekildedir: "Bu namazlar, büyük günahlar dı­şındakiler için kefarettirler [1]

Kılman namazların günahlar için kefaret olma hususiyetinden tek müstesna, büyük günahlardır.

Sahabe ve Tabiun alimleri büyük günahların mikdarı hakkında farklı rivayetlerde bulunmuşlardır. Kimine göre dört, kimine göre yedi, dokuz, on bir veya daha fazladır.

Ibni Mesud (ra) büyük günahların dört olduğunu bildirmiştir. Ibni Ömer (ra) ise yedi olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Amr (ra) ise büyük günahların dokuz tane olduğunu bildirmiştir.

Ibni Abbas (ra), İbni Ömer´in (ra) rivayeti kendisine ulaştığında şöyle demiştir: Büyük günahların yetmiş olması, bana göre yedi olmasından daha muhtemeldir. Yine o, bir defasında şöyle demiştir
: Allah Teala´nm nehyettiği her şey büyük günahlardandır. O ve baş­kaları tarafından nakledilen bir başka tasnif de şu esasa dayanır: Allah Teala´nm cehennem azabı ile tehdit ettiği her günah büyük günahlardandır.

Selef-i Salih´ten bir zat ise şöyle demiştir: Dünyada had cezası tatbik edilen her suç büyük günahtır. Küçük günahlar zelle türü günahlardır. Ona göre had tatbik edilmeyen ve azap tehdidi bulun­mayan suçlar küçük günahlardır. Bu tasnif, Ebu Hüreyre (ra) ve diğerlerinden rivayet edilmiştir.

Abdürrezzak şöyle derdi:
Büyük günahlar onbir adettir. Büyük günahların sayısıyla ilgili olarak gelen rivayetler arasında en yük­sek sayı bu rivayette yeralmaktadır. Başka bir zat ise, büyük gü­nahların müphem yani belirsiz olduklarını ifade ederek bunların sayısının hakiki manada bilinemediğini söylemiş ve bunların müp-hemliğini Kadir Gecesi´nin, Cuma günündeki en faziletli saatinin ve Orta Namaz´ın (=Salat-ı Vustâ) müphemliğine benzetmiştir.

Bilindiği üzere bunların müphem kılınması, kulların korku ve ümit hallerinin devamının temin edilmesine matuftur. Bu hususla­rı kat´i suretleriyle bilmeyen kulların korku ve ümitleri devamlı olacak, rehavete kapılmayacaklardır.

İbni Mesud (ra) büyük günahlar hakkında istinbât yoluyla gü­zel bir görüş beyan etmiştir. Onun bu beyanı şudur: İbni Mesud´a (ra) büyük günahların neler olduğu sorulmuştu. O, soru sahibine şöyle dedi: Nisa suresinin başından "Eğer size yasaklanan günah­ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin öbür günahlarınızı örtüp bağışlarız". (Nisa/31) ayetine kadar olan kısmı oku. Allah Teala´nm bu surenin başından bu ayetine kadar indirdiği surelerde yasakla­dığı şeyler büyük günahlardır.

Bu istidlalin bir benzerini de İbni Abbas´m (ra) Kadir Gecesi´yle ilgili istinbâtmda görmekteyiz. O, bu mübarek gecenin Ramazan ayının yirmiyedinci gecesi olduğunu söylemiş ve bunu da Kadr su­resinin ihtiva ettiği kelimelerin sayısından çıkarmıştır. Suredeki kelime sayısı yirmi yedidir. İbni Abbas (ra) Allah Teala´ya sığınarak Kadir Gecesi´nin Ramazan ayının yirmiyedinci gecesi olabileceğini söylemiştir. .Doğrusunu en iyi bilen hiç şüphesiz Allah Teala´dır.geri dönmeyi düşünmeyen savaşçılar için geçerlidir. Büyük günahla­rın sonuncusu ise bütün bedenle işlenen bir günahtır:

Anne babaya isyan; ebeveyne isyanı şöyle açıklayabiliriz: Evladın anne babanın kendisi için yaptığı taksime rıza gösterme­mesi, ondan bir istekte bulunduklarında karşılık vermemesi, bir şeyi emanet ettiklerinde ona ihanet etmesi, aç kaldıklarında ken­disi tok iken onlara yemek vermemesi ve kendisini azarladıkların­da onlara el kaldırması.

Yemenli Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Tevrat´a göre anne babaya iyiliğin aslı şudur: Onların malını kendi malınla koruman, onların mallarına dokunmayarak kendi malından yedirmen. Anne babaya isyanın aslı ise şudur: Onların malını harcayarak kendi malına dokunmaman, kendi malını tasarruf ederek onların malla­rını yemen.

Ebu Hüreyre (ra) Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir:
"Kılman bir namaz; kılınacak diğer namaza kadar işlenen günahlar için, tutulan Ramazan orucu; diğer Ramazan ayı­na kadar işlenen günahlar için kefarettir. Bunun istisnası şu üç gü­nahtır: Allah Teala´ya şirk koşmak; sünneti terketmek; yapılan alışverişi bozmak. Bu da, alıveriş yaptığınız kişiye kılıç çekerek onunla mücadeleye girmeniz şeklindedir".

Alâ b. Abdürrahman babası kanalıyla Ebu Hüreyre´den (ra) şu hadis-i şerifi rivayet etmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Bü­yük günahlardan biri müslümanın ırzına haksız yere uzanmaktır. Büyük günahlardan biri de, bir küfüre iki küfürle mukabelede bu­lunmaktır [2]

Ibade b. Samit (ra), Ebu Said el-Hudri (ra) ve sahabenin diğer büyükleri şöyle demişlerdir
: Bugün kıldan daha hafif gördüğünüz hususları biz Allah Resulü´nün (sav) devrinde büyük günahlar sa­yardık. Bu sözde geçen ´kebâir=büyük günahlar1 ifadesi bazı riva­yetlerde mûbikât helak ediciler" olarak geçmiştir. Bir topluluğa göre ise, kasıdla işlenen her günah, büyük günahlardandır.

Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demiştir
: Dört şey müphemdir ve bunların hakikatlerini kimse bilemez: Orta Namaz, Kadir Gecesi, Cuma günü duaların kabul edildiği saat ve büyük günahlar. Bunun sebebi; insanların günahtan sakınması için korku halinde olmala­rı, elde etmek için de ilahi vaatlerden ümitvâr tutulmalarıdır. Böy­lelikle bu hususlardan hiçbiri hakkında kesin bilgi sahibi olamaz ve rehavete kapılmazlar. İşlerin sonu Allah´a dönecektir.

Büyük günahlarla ilgili zikrettiğimiz hususlar, bu konu hakkın­da söylenenlerin ortası ve en mutedil olanlarıdır. Alimler bu onye-di günah üzerinde ittifak etmişlerdir. Konuyla ilgili rivayetlerin çokluğu dikkat çekicidir. Netice itibarıyla büyük günahlar, onlar­dan sakınan kimseler için diğer günahlara kefaret olurlar. Bunla­ra dikkat edilmesi durumunda İslam´ın bina edildiği beş temel farz da sebat bulacaktır. Çünkü İslam´ın temelleri ve zikredilen büyük günahlar birbirleriyle çelişen, çatışan ve birbirlerine direnen hu­suslardır.

Büyük günahlar, öylesine büyüktürler ki bunlardan sakınmak dahi küçük günahlar için kefaret sayılmıştır. İslam´ın temelleri olan beş farz da, öylesine mühimdirler ki bunlar eda edildiğinde kendilerinden sonra işlenecek günahlar için kefaret sayılmışlardır.

Kul, nafile ibadetlerini ifa ettiğinde, günah ve kötülüklerinin, sevap ve güzelliklerle değiştirileceği vaad edilmiştir. Bunları hak­kıyla yerine getiren kul için, Allah Teala´dan büyük bir lütuf söz konusu olup cennete gitmesi ve orada amel ehlinin makamlarında ikamet etmesi ümid edilir. O, hayırlarda öne geçmiş bir kuldur. Al­lah Teala buyurdu ki: "Eğer size yasaklanan günahların büyükle­rinden kaçınırsanız, sizin öbür günahlarınızı Örtüp bağışlarız". (Ni­sa/31)

Denildi ki: Büyük günahlardan ancak tevbe edip salih amel iş­leyen kişi uzak durur. Onun gibiler, Allah Teala´nm günahlarını se­vaplarla değiştirdiği kimselerdir. Allah Resulü (sav) de şöyle bu­yurmuştur: "Büyük günahlardan uzak durduğunuz takdirde beş vakit namaz, vakit aralarında işlenen günahlar için kefaret olur" [3]

islam´ın temelleri olan dört farz da, Özünde beş vakit namaza dayanmaktadır. Diğerleri, ancak namaz ile sıhhat bulurlar ve dört şey sanki tek bir şey gibidir. Beş vakit namaz, Kelime-i Şehadet ile irtibatlıdır. Onunla ilgili her hangi bir hususun terki, beş temel far­zın terki gibidir. Çünkü bunlar İslam´ın esasları ve imanın temelleri mesabesindedir. Büyük günahlardan sakınma ise, Kelime-i Şe-hadet´e dayanmaktadır. Bunlar hakkındaki yasaklara uyulması Kelime-i Şehadet ile mümkün olabilir. Büyük günahlarla ilgili ya­saklar ihlal edildiğinde ameller boşa gider.

Beş vakit namaz, vakit aralarında işlenen büyük günahlar dı­şındaki günahlar için kefaret olmaktadır. Bu günahlar fazlasıyla büyük oldukları için beş vakit namaz bunları örtemez. Kıyamet gü­nü büyük günah işleyen kullar için hesaba dahil edilecek tek ka­zanç, beş temel farizadır. Kul, işlediği büyük günahlarla yaptığı na­fileleri yiyip bitirmiş olur. Bu durumdaki kullar için, cehennem azabına düçâr olma endişesi mevcuttur. Bunlar, kendi kendilerine zulmeden insanlardır.
Allah Teala müminleri bu duruma düşmeme hususunda ikaz ederek şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, Allah´a itaat edin, Re-sul´e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın". (Nisa/59); "Hayır, durum hiç de öyle değil. Günah işleyip de günahın kendisini her ta­raftan kuşatıp sardığı kimseler var ya! İşte onlar cehennemliktir". (Bakara/81)

Ayetteki ´günah´ ile kasdedilenin, büyük günahlar olduğu söy­lenmiştir. Buna göre büyük günahlar, kulun iyilik ve sevaplarını kuşatarak imha etmiştir. Bu, tercih ettiğimiz manadır. Ayetin ma­nasıyla ilgili ikinci görüş ise şudur: Kulun iyilik ve sevaplarını ku­şatan, içine düştüğü şirktir.

Son hali şirk olan kişinin, Önceden yapmış olduğu ameller boşa gider ve kendisine hiç bir fayda vermez.

İslam´ın temelleri olan farzlarda kusur eden kimse büyük gü­nahlardan sakınırsa sözkonusu farzlar onun küçük günahları için kefaret olur. Onun nafile ibadetleri de, farzlarıyla birlikte tamam bulur. Çünkü nafile ibadetlerin verimli olması, kulun imanındaki sıhhate ve kişiyi İslam dairesinden çıkaran büyük günah ve bidat­lerden uzak durmasına bağlıdır. Bu durum, günahları ile sevapla­rı birbirine denk olanlar için geçerlidir.

Bu gibi kimselerin hesapları uzun sürer. Onlar, ahiretin zelzele ve belalarına şahit olurlar. Böylelikle hasenatları ağır basar ve Araf ehlinden olurlar. A´raf, cennet ve cehennemin görülebildiği bir noktadır. O aynı zamanda, cennet ehli ile cehennem ehli arasında­ki perdedir. Allah Teala lütufta bulununcaya kadar orada kalırlar.

Allah Teala, rahmeti ile lütfedip hoşgörüsü ile müsamaha gös­terdikten sonra kendilerini affettiğinde cennete dahil edilir ve as-hab-ı yeminin arasına katılırlar. Bu durumdakiler, nefsine zulme­denler ile Rableri´ne koşanlar arasında yer alırlar.

Farzlarında eksiklikle beraber nafile ibadetleri de mevcut değil­se ve lehindeki ameller olarak eksik farzları ile büyük günahlardan uzak durmasından başka bir şeyi yoksa şöyle hareket edilir: Eğer büyük günahlardan uzak duruşu zerre mikdarı ağır basar ve ken­disine bir hasene olsun kalırsa Allah Teala kendisini lütfuyla affe­der ve günahlarını görmezden gelerek cennetlikler arasına girme­sine müsaade eder. Ancak onun için ne mukarrebun makamları, ne de sabikun zümresinin dereceleri sözkonusu olabilir.

Bu gibi kimseler, Allah Teala´nın şu buyruğuna dahil olanlardır
: "Muhakkak Allah zerre mikdarı zulmetmez. Bir hasene varsa onu misliyle arttırır ve katından büyük bir ecir verir". (Nisa/40) Bura­daki büyük ecir ile kasdedilenin cennet olduğu söylenmiştir.

Kulun farzları eda etmeme noktasındaki hali hafif ise, uzun he­saba yakini iman ile inanır ve şefaat ehlinin şefaatine muhtaç olur. Kulun beş temel farzında eksiklik varsa ve büyük günahları da iş­lemiş ise, helak olanlar arasında yer alır. Çünkü o, tartısı hafif ka­lan müminlerdendir. Allah Teala´nın koyduğu sınırları çiğneyen bu kimseler, cehennem ehlidirler. Bunlar, islamlarmın eksikliğinden dolayı cehenneme girerler.

Bu zümrenin günahları, iyilikleri tarafından silinemeyecek ka­dar ağırdır. İşledikleri büyük günahlar yüzünden yaptıkları nafile ibadetlerin de bir faydası olmaz. Çünkü o nafilelerin, dinar mikta­rı ağırlığı yoktur. Böyle kullar, imanlarının sıhhatinden dolayı ce­hennemde ebedi kalmazlar. Kalbinde zerre mikdarı iman bulunan­lar, cehennemden ilk çıkacaklar arasında yer alırlar. Müminler, kalplerindeki imanın derecesine göre cehennemden çıkacaklardır.

Cehennemden en son çıkacak müminler, kalplerinde kıl mikda-nnca iman bulunanlardır. Allah Teala onları hiç beklemedikleri şey­lere muhatap edecek ve hiç bilmedikleri şeyler kendilerine görüne­cektir. Bazıları affedilecek ve haklarında cehennem vaadi kesinleş­miş olanlardan kılınmayacaklardır. Çünkü onlar, Allah Teala´nm haklarında güzel sözünün vaki olduğu kimselerdir. Allah Teala gü­nahlarını bağışlayarak kendilerini cennetlikler arasına koyar.

Denildi ki: Bu ümmetten her ferde bir şey verilir ve o, onunla cehhennem deliklerinden birini tıkar. Başka bir rivayette ise şöyle denilmiştir: Kul, Allah Deala´nın huzurunda durdurulur: Onun dağlar büyüklüğünde iyilik ve hasenatı vardır. Eğer bunlar sıhhat­li olursa cennet ehlinden olmasına hiçbir mani yoktur.

Ancak son olarak şikayet sahipleri ayağa kalkar ve şikayetleri­ni dile getirirler: Bu adam falanın namusuna sövmüştü. Falan kişi­nin malını yemişti. Falan kişiyi dövmüştü. Her şikayetle birlikte onun hasenatı eksiltilir. Sonunda hiçbir hasenesi kalmayınca me­lekler şöyle derler: Ey Rabbimiz, kulunun hasenatı bitti ve hâla on­dan hak talep edenler var. Bunun üzerine şöyle buyrulur: Hak sa­hiplerinin günahlarını ona yükleyin ve onu cehenneme kilitleyin. İlim ehlinden de şöyle bir söz rivayet edilmiştir: îman ehlinden ce­hennemde kalacak son kimsenin orada kalış süresi yedi bin senedir.

Ebu Said el-Hudri (ra) ve sahabeden diğer zatların şöyle dedik­leri rivayet edilmiştir: Allah´a yemin olsun ki, cehenneme giren kul, orada yedi bin yıl kalmadıkça oradan çıkamayacaktır. Kuşkusuz Allah Teala en iyi bilendir, ancak bize göre bu süre, oradan son çı­kacak müminler için belirlenen süredir. Çünkü müminlerin oradan çıkışları farklı zamanlarda olacaktır.

Kimi girdiği gün çıkacak, kimi Cuma´dan Cuma´ya, kimi bir ay, kimi de bir yıldan altı bin yıla kadar orada kalacaktır. İman bakı­mından en güçlü olanları, orada en az kalanlar olacaktır. Orada en az kalanlar ise, oradan en önce çıkacak olanlardır.

Cehennemden ilk çıkacak zümre, kalplerinde zerre mikdarı iman bulunanlardır. Bunlar, cehennemde en kısa süre kalacak ve oradan en çabuk çıkacak olanlardır. İmanı en az olanlar ise, orada en uzun süre kalacak olanlardır. Bunlar, ´Ey Hannân, ey Mennân!´ (ey en çok şefkat gösteren, ey en çok iyilik eden) diye nida ederler.

Bu rivayet kendisine nakledildiğinde Hasan el-Basri (ra) şöyle demiştir:


Keşke ben de bu kimselerden olabilsem! Bunu söyleme nedeni, cehenneme girmekten duyduğu büyük endişe idi. Cehenneme gir­mekten korkardı. Bu korkusu o kadar büyüktü ki, zamanla oradan çıkamamaktan korkmaya başlamıştı. O, cehenneme girdikten son­ra en çok bin yıl azaptan sonra çıkabilmeyi temenni ederdi.

Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmiştir: Cehennemden son çıkan kişi, cennete de son giren kimsedir. Allah en iyi bilendir, bize göre son çıkan kul, yedi bin yıl sonra cehennemden çıkacaktır. Ona, dünyanın on misli kadar nimet verilecektir. Ebu Said el-Hud­ri (ra) ve Ebu Hüreyre (ra) Allah Resulü´nden (sav) bu manada bir hadis rivayet etmişlerdir.

İnsanların cehenneme sokulmasının hikmeti şu olabilir
: Bilin­diği üzere insanın yaratılışında bir tertib sözkonusudur. Önce su­dan yaratılan insan, ardından heva denilen unsurlarla karıştırıl­mıştır. Onun bu karışımlardan arındırılması ancak ateş ile müm­kündür. Suyuna karışmış olan heva unsurları ateşte imha edilecek ve insanın saflaşması temin edilecektir.

İnsanın yaratılışındaki bir unsur da, tahta hükmündeki yeryü­zü toprağıdır. Bu toprak ateşle dağlanarak düzeltilecektir. Tam ola­rak düzelip temizlendiğinde de ateş kesilecektir. İnsan, ancak bu muamelelerden sonra ateşten başka nimetler için uygun hale gele­bilecektir.

Küfür ehli ve şeytanların cehennemde ebedi kalışlarının hikme­ti de şu olabilir: Bunların ruhları ateş cevherinden yaratılmıştır. Cehennem, bunlar için asıllarına ve özlerine dönüştür. Yine onların ruhları, siyah ve karanlık bir yapıya sahiptir. Cehennem de bu özelliklere sahip olduğu için cehennem onlara çok uygundur. Onlar cehenneme odun, çıra ve yakıt olmaktan başka bir işe yaramazlar. Yüceler yücesi Allah Teala´nın eşya ile alakalı hikmetleri tamamen mutedil, hükmü de bunlarda gizlidir. O, adalet gözüyle bakar ve herşeyi eksiklik ve fazlalık derecelerine göre yerli yerine koyar.

Buraya kadar anlattıklarımızın hülasası şudur:
Kul için hayır olarak vasfedilebilecek her husus, -nafile ibadetleri bulunmasa da-onun günahları için kefaret olabilir. Diğer taraftan, onun için şer olarak vasfedilebilecek hususlar varolan nafile ibadetlerini boşa çı-kartmayacaktır. İşlediği serlere rağmen nafile ibadetleri sabit ola­rak kalacaktır. Hasenat işlemesine rağmen büyük günahlardan bir kısmını da sahip olan kimsenin hayır ve hasenatının kabulü tevbe-ye bağlıdır. Kul eğer tevbe etmiş ve doğru yola girmiş ise ettiği tev-be, işlediği büyük günahlara kefaret olabilir. Onun itaat üzerinde sebat etmesi, günahlarının hasenata dönüşmesine vesile olabilir.

İnsanları helaka sürükleyecek günahların çoğunluğu, kul hak­larıyla ilgilidir. Onların cehenneme düşmelerine yol açan sebeple­rin başlıcası ise başkalarına ait olmasına rağmen onların üzerine yüklenen günahlardır. Cennete girenlerin çoğunluğu da, başkaları­na ait olan hasenatın kendilerine verilmesiyle sevabı artanlardır. Çünkü hayır ve hasenat asla zayi olmaz. Hasenatın boşa gidişinin nedeni, birtakım kusurlar taşımasıdır. Böyle olmadıkça, onların zayi olması düşünülemez.

Ebu Abdullah b. Cela hakkında şöyle bir hadise nakledilmişti: Dostlarından biri Ebu Abdullah´ı gıybet etmiş, bilahare kendisine adam göndererek helallik istemişti. Ebu Abdullah ona şöyle cevap verdi: Hakkımı helal etmeyeceğim. Çünkü benim amel defterimde, onun hasenatından daha güzel bir hasene yoktur. Amel defterimi, onun hasenatı ile süslemek istiyorum.

Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
"Günah vardır bağışlanır, günah vardır, peşi bırakılmaz. Bağışlanan gü­nah, kendi nefsine zulmetmendir. Peşi bırakılmayan günah ise, kul haklarıdır". Tevbe, hepsinin yolu ve rahmet-i ilahi de onları kuşa­tacak kadar büyüktür.

Tevbe kapısı, güneşin batışından doğuşuna kadar herkes için açıktır. Can çıkmadıkça ve ölüm meleği ile karşılaşılmadıkça, her kulun tevbesi kabul edilebilir. Can çıkma noktasına gelip melekler göründüğünde artık tevbe kapısı kapatılır ve kul, olduğu hal üzere Ölür. Ruhunu kimin yükselteceğini sorar: Rahmet melekleri mi, yoksa azap melekleri mi? Kul, artık dünyadan ayrılığın kesinleşti­ğini bilir. O, artık ahireti görmektedir. Aileden ve diğer insanlardan ayrılmıştır. Eğer tevbe etmeksizin ölmüşse, Allah Teala´nın hakla­rında şöyle buyurduğu kullar arasına girer: "Tıpkı daha önce ben­zerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzu ettikleri şey arasına sed çekilir". (Sebe/54) Buradaki ´sed çekme´ ile kasdedilenin, tevbe ol­duğu söylenmiştir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Mak­bul tevbe, kötülükleri yapıp edip de sonra kendilerinden birine ölüm gelip çattığında: İşte ben şimdi tevbe etiim´ diyenlerin tevbe­si değildir". (Nİsa/18)

Ölümün gelişi, ölüm meleğinin görülmesiyle kesinlesin Ruh, be­denden tamamen çıktığında, kalp ile gözler arasındaki an kalır ki bu an hakkında Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Melekleri gördük­leri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur". (Furkan/22) Allah Te­ala, şu buyruğu ile kullarını o gün hakkında korkutmuştur: "Me­leklerin kendilerine gelmelerinden başka bir şey mi bekliyorlar?".

(Nahl/33)

Bu, ölüm anında gerçekleşecek bir durumdur. Bazı ayetlerde ge­çen ´Rabb´in gelmesi´ ise, kıyamet günü için geçerli olup Berzah eh­li içindir. "Rabbi´nin alametlerinden biri geldiği gün" (En´am/158) ayetindeki durum ise, dünyadan umudun kesildiği günü ifade et­mektedir. O gün, güneşin bir daha doğmasından umut kesilir. Bu, tevbenin son sınırıdır. O gün her inkarcı imana gelir.

Halbuki Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"Rabbinin alametlerin­den biri geldiği gün, daha önce iman etmeyen yahut imanıyla ha­yır kazanmayan hiçbir kimseye o günki imanı asla fayda vermez". (En´am/158) Eğer kişinin imam, bu alametlerin görünmesinden ön­ce değilse, son andaki imanın hiçbir faydası olmayacaktır. İmanın­da bir hayır elde etmemiş olanların durumu da böyledir. Buradaki ´hayr´m tevbe olduğu söylenmiştir. Ayette geçen ´gün´ ise, şu ayet-i kerimede tarif edilen vakittir: "Onlar Bizim şiddetimizi görür gör­mez, ´Allah´ın birliğine iman ettik. O´na ortak saydığımız putları da red ve inkar ettik´ dediler". (Mü´min/84)

Ayetteki ´şiddet´ ile kasdedilenin, örtünün kaldırılması olduğu söylenmiştir. İnsanların Allah Teala´nın şiddetini açıkça görmele­rinden sonra iman etmelerinin onlara hiçbir faydası olmaz. Bu, Al­lah Teala´nın kullarıyla ilgili değişmez sünnetlerinden biridir. O´nun yarattığı insanlar hakkında takip ettiği yol budur ve bu yol­da asla değişme olmaz.

"Allah´ın sünnetinde asla değişme bulamazsınız". (Fatır/43) Kullar, bütünüyle Allah Teala´ya döneceklerdir. O, işledikleri suç­lar sebebiyle onlara azap edebilir. Yahut günahlarından birçoğunu affedebilir. Eğer dilerse onlara mağfiret eder. Çünkü O, en çok mağfiret eden ve en merhametli olandır.

Kullar, gerek farzların edası, gerek günah işleme, gerek ehli dünyanın nefsâni ahlakıyla ahlaklanma gibi hususlarda farklı de­recelerde yer almışlardır. Ehli dünyanın ahlakını benimseyen ve onlarla içice olan kimselerin durumu, gaflet ehlinin hali olarak tarif edilmiştir. Bu, aynı zamanda cahillerin makamı olarak da tav­sif edilmiştir. Bunları bekleyen son, kesinlikle hayırlı ve gıpta edi­lecek bir son değildir.

Salih amellerin, kusursuz olmaları şart değildir. Kul, salih bir amel işlerken şeytan onun ibadetini ifsad etmek için çaba sarfeder. Ama kulun ibadeti, ilk niyeti üzere dikkate alınır, ibadete herhan­gi bir kusur bulaştığı zaman, kul bunu ortadan kaldırmak ve uzak­laştırmak için çalışır. Böyle yaptığı sürece, ameli hüsnü niyet ve sa­lahı üzere sabit kalır.

Kul, amellerden hiçbirini insanlardan çekindiği veya hoşgörme-dikleri için terketmemelidir. Çünkü insanlar için amel işlemek şirk­tir. Onları memnun etmek uğruna herhangi bir ameli terketmek de riyadır. Ameli, bir afet sebebiyle terketmek cehaletten uzak değildir. Bir illet sebebiyle terketmek ise, zaafiyetten doğan bir haldir.

Ameline Allah Teala´nın rızası için başlayan ve O´nun rızası için bitiren kimse, şeytanı başından uzaklaştırdığı ve onunla hemhal olmadığı sürece bu iki vakit arasında hiçbir şeyden zarar görmez. Ama ameli bitirdikten sonra, muttali kılındığı bir sırrı açıklamak gibi bir davranışından dolayı zarar görebilir. Böyle yapmakla, sır defterindeki bir bilgiyi aşikâr deftere aktarmış olur.

Amelle övünmek, gurura kapılmak ve onunla kibirlenmek tü­ründen hareketler ameli boşa çıkartır. Çünkü kul, böyle davranmak­la amelini ifsad etmiş olur. Allah Teala da fesad ehlinin amellerini İs­lah edecek değildir. Kul, Allah rızası için bir amele başlayıp, amel es­nasında bir kusur ortaya çıkıp da ameli bu kusurla işlememek için onu terkettiğinde ameli boşa gitmiş olur. Amele bir afetle başlayıp amel esnasında onu izale ettiğinde ise ameli sahih kabul edilir.

Amelin sonu, başım belirler. Amellerin en faziletlisi, Allah rıza­sı için başlanılıp Allah rızası ile bitirilen ameldir. Amelin başlangı­cı ile bitişi arasında kalbi bir afet ortaya çıkarsa amelin başına iti­bar edilir ve Allah rızası için eda edilmiş sayılır. Amelin sonu da yi­ne Allah Teala için ve O´nun katındadır. Ancak kulun, amelini iz­har etmemesi ve onunla gösterişte bulunmaması gerekir.

Niyetlerin en faziletlisi, yaptığınız amellerde Allah Teala´nın rı­zasından başka bir şey murad etmemenizdir. Rububiyet hakkına duyulan saygıve nefsi kulluğun icabına zorlamanın gereği budur.

Bu makamdaki kişinin, Allah Teala´nm Zatı´na dair bir müşahede­si yoksa, ahirete dair arzu ettiği ve özlediği şeylerin müşahedesi ye­terli olur. Bunu ´ümit´ makamı olarak görebiliriz.

Kul, ilmine vakıf olmadığı hiçbir fiile girişmemelidir. Yaptığı şe­yi öğrendiği zaman, yaptığını bilerek yapmış olacaktır. Unutmama-* hdır ki Allah Teala´nın her konuda belli bir hükmü mevcuttur. Kul bu hükmü bildiği zaman Allah Teala onu ve amelini över. Kul, bil­mediği hususları daha bilgili kimselere sorarak öğrenmelidir. Şüp­heye kapıldığı hususlarda -kesinliğe ulaşıncaya kadar- beklemeli­dir. Konu açıklık kazanınca, ya yapmalı ya da geri durmalıdır.

Kul, herhangi bir şeyi yaparken, ondan geri dururken veya te­reddütte iken Allah Teala´mn rızasını daima önde tutmalıdır. Bu, Allah Teala´ya yakınlaşma için yapılması gerekendir. Niyetlerin en ulvisi ve İhlasın zirvesi de budur.

Kul, amelleri ile Allah Tfeala´nın ahirette vaadettiği nefsâni haz-ları, arzulan, cennet nimetlerinden istifadeyi ve övülerek anlatılan hurileri eş edinmeyi de murad edebilir. Bu, onun ihlasına halel ge-´tirmediği gibi niyetinin sıhhatini de bozmaz. Çünkü Allah Teala bunları övmüş, tafsilatıyla anlatarak kullarını oraya Özendirmiştir.

Emsali arasında ziyade sevaba vesile olacak bu niyet, muhib-ban makamı için bir eksiklik olarak görülmüştür. Muhibbana göre bu tür bir niyet, dünyevi çıkarı için amelde bulunan kimsenin ay-bına benzer bir ayıptır. Bu, ubudiyyette ihtisası olan tevhid ehlinin ihlası noktasında şirk olarak görülmüştür. Onlar, sahip oldukları hürriyetle arzu ve nevanın esaretinden kurtulmuş kullardır.

Rububiyetin özüne şahit olmalarından dolayı onları esir alabi­len tek kuvvet vahdaniyyet olmuştur. Kulluğun Rububiyet´e halis kılınması, amelin ihlasından daha ağırdır. Ancak kendisine ma­kam bahşedilenler bunun dışındadır. Onlar amelin ihlasına bir ha­kikat ile ulaşırlar. Bu bir zarurettir. Hiçbir amel onları arındırama-dığı gibi hiçbir mücâhede de onları durultamaz. Çünkü onlar, özde ihlas sahibidirler. Bu, muhibban makamıdır.

Sade kulların bu arıtma ve durultmalarla yorulmasının sebebi, taşıdıkları gizli şirk ve gizli şehvetlerden arındırılmalarıdır. Bü yorgunluk, dünyalık toplama peşinde koşan dünya köleleri için de geçerlidir. Çünkü onlar, nevaları tarafından esir alınmışlardır.

Hürlere gelince, onlar halka hizmetten azade olan kimselerdir. Çünkü halka hizmet ihlası götürür ve niyeti ifsad ederek amele ek­siklik getirir. Kulun telef olan bir şeyi veya uğradığı haksızlık, eğer Allah´a havale ederse O´nun katında birikir. Kul, amellerini Allah yolunda kılmalı ve O´na duyduğu hüsnü zanm muhafaza ederek imanını tasdik etmelidir. O, bütün bu hususlarda niyet ettiğinin karşılığını görecektir.

Rivayete göre bir adam ölümünden sonra rüyada görülmüş ve şu soru sorulmuştu:
Amellerini nasıl gördün? O, bu soruyu şöyle ce­vaplamıştı: Yoldan kaldırdığım bir nar tanesi kadar küçük dahi ol­sun, Allah Teala´nm rızası için yaptığım her ameli karşımda bul­dum. Hatta ölmüş bir kedi yavrumuzu dahi gördüm. Bütün bunla­ra terazinin hasenat kefesinde şahit oldum. Buna karşılık takkem­de varolan tek bir ipek ipinin de günahlar kefesinde olduğunu gör­düm. İnfak edilmiş bir hayvanım vardı.

Yüz dinar değerindeki bu hayvanı infak etmemden dolayı bir sevap verilmediğini gördüm ve sordum: Ölü bir kedi dahi hasenat arasında iken yüz dinar kıymetindeki hayvan neden mevcut değil? Bana şöyle denildi: Onu gönderirken ifade ettiğin yönden dolayı orada yer almamıştır. Sana hayvanının öldüğü söylendiği zaman, ´Allah´ın lanetine gitsin´ demiştin. Bu nedenle de sevabın boşa git­ti. Halbuki ´Allah yolunda gitsin* deseydin, onu da sevaplarının arasında görecektin.

armi
Sat 9 January 2010, 02:25 pm GMT +0200
Bu rivayetin başka bir naklinde ise, sözkonusu kişinin şöyle de­diği rivayet edilmiştir: Birgün halkın içinde bir sadaka vermiştim. Onların bakışları hoşuma gitmiştim. Bu sadakanın ne hasenat, ne de günahlarım arasında bulunmadığını gördüm. Süfyan-ı Sevri de­di ki: Bu, hallerin en güzelidir. Çünkü o amelin ne lehinde ne de aleyhinde sayılmadığını görmüştür. Allah Teala ona ihsanda bulun­muştur. Kendisine eziyet edilen veya gıybete maruz kalan kişi, beklentisini Allah katında ummalıdır. Belki de bu davranışı onun kurtuluşuna vesile olabilir.

Rivayet edildi ki: Kul, bütün amellerinden dolayı hesaba çekilir. Amelleri, onlara bulaşmış olan afetlerden dolayı boşa gider ve so­nunda cehenneme mahkum edilir. Bunun ardından onun için hase­natla dolu bir defter açılır. Aslen kendisine ait olmayan bu hasenat sebebiyle cennete girmesine karar verilir. Kul, buna şaşarak şöyle der: Ey Rabbim, ben bu amellerin hiçbirini yapmadım, bu nasıl olur? Kendisine şöyle buyrulur: Bunlar, sana gıybet eden, canını yakan ve sana haksızlık edenlerin amelleridir. Onların hasenatı da sana verildi.

Ne kadar küçük ve Önemsiz olursa olsun amelleri hakir görme­mek gerekir. Aksini yaparak amele niyet etmemek veya ameli kü­çük görmek,-bilmediği halde- kulun helak sebebi dahi olabilir.

İbnu Mübarek Hasan el-Basri´den (ra) şunu nakletmiştir:
Kıya­met günü kişi başka bir kişiye sarılır ve şöyle der: Allah, seninle be­nim aramda hüküm verecektir. O kişi, ´Ben seni tanımıyorum ki´ deyince adam şöyle der: Hayır, tanıyorsun. Sen benim duvarımda-ki kerpiçten saman çöpleri almıştın. Aynı şekilde kişi, başka birinin yakasına sarılarak ´Bu adam benim elbisemden düşen bir ipi almış­tı´ diyecektir.

Küfe alimlerinin önde gelenlerinden biri olan Hammad b. Ebu Süleyman (ra) vefat ettiğinde, yine Küfe ulemasından Süfyan-ı Sev-ri´ye (ra) ´Hammad´m cenazesine katılmayacak mısın?´ diye sorul­muştu. O da şöyle karşılık verdi: Eğer niyetim olsaydı, yapardım.

Hasan el-Basri (ra) vefat ettiğinde Muhammed b. Şirin (ra) onun cenazesine katılmamıştı. Kendisine bunun sebebi soruldu­ğunda, ´Niyet etmemiştim´ karşılığını vermişti. Ulema, herhangi bir ameli yapmaları veya onun için çaba sarfetmeleri istendiği za­man şöyle derlerdi: Allah Teala niyet nasip ettiyse onu yaparız. Yahya b. Kesir şöyle demiştir: Amel için yapılan güzel niyet, amel­den daha etkilidir.

Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demiştir: Selef, yaptıkları herşey-de niyetlerinin bulunmasını müstehap görürlerdi. Fudayl b. Iyaz (ra) dedi ki: Biz, ancak niyete dayanarak konuşuruz. Yine Seleften bir zat şöyle demişti: Niyetin bozulması veya değişmesinden duyu­lan endişe, amellerin terkedilmesinden daha ağırdır.

Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: Her kim bir kimseyi yemeğe davet eder ve o kimse de yemek yeme niyeti olmaksızın onun dave­tine icabet ederse, davet sahibi için iki günah sözkonusu olur. Da­vete icabet etmediği takdirde ise, sadece bir günah sözkonusu olur. ilkinde iki günah yüklenmesinin sebebi, öfkeye uğraması ve din

kardeşini istemediği bir şeyi yapmaya zorlamasıdır. Çünkü o, du­rumu bilse o davete icabet etmeyecekti.

Allah Teala´nm niyette İhlasın önemini kafasına nakşettiği ve ihlas bilgisi bakımından güçlendirdiği kimse, bu sayede insanlar­dan uzak durmaya çalışır. Onun hedefi, amellerini yalnız Allah´a has kılmaktır. Çünkü o, ayne´l-yakin gözüyle bakmakta ve Allah Teala ile arasındaki şeyler dışında, hiçbir şeyin kendisine fayda ge­tirmeyeceğini bilmektedir. O, hiçbir işinde başka bir varlığı O´na ortak koşmamaya özen gösterir.

Abdal zümresinin mağaralara kaçmasının arkasındaki sebep de işte budur. Onlar, ehli dünyadan uzaklaşarak amellerini kurtar­ma peşinde olmuşlardır. Cemaatla namaz kılmak gibi faziletli amelleri iyi bilmelerine rağmen tek bir günahtan sakınmanın da­hi, yetmiş amel işlemekten daha hayırlı olduğuna inanmış insan­lardı. Onlar, sırf günaha düşme endişesiyle birtakım amellerin fa­ziletlerinden feragat etmişlerdir.

Allah Teala´yı hakkıyla tanımayanlar ise, devamlı faziletler ar­dında koşar ve hafif sayılabilecek günahları önemsemezler. Halbu­ki bu tür günahlarda bile Allah Teala´dan uzaklaşma sözkonusu-dur. Bu, hiç şüphesiz O´na yakın kılman mukarrebun zümresinin takip ettikleri bir yol değildir.

Niyetler, maksadlara bağlı olarak farklılık arzedebilir. Zahirde Allah Teala´dan uzaklaşma gibi görülen bir fiil, güdülen niyetten dolayı bir yakınlık vesilesi olabilir. Buna mukabil, hasene olarak gö­rülen bir fiil de, niyetteki bozukluktan dolayı günaha dönüşebilir.

Bu meyanda şu hadiseyi misal verebiliriz:
Davud, Kitâbü´l-amel adlı kitabını tasnif ettiği zaman imam Ahmed b. Hanbel ona gide­rek kitabını görmek istemişti. İmam Ahmed kitabı mütalaa ettik­ten sonra kendisine geri vermiş ve şöyle demişti: Ne yapıyorsun? Kitapta zayıf ravilere dayanan birçok sened var.

Bunun üzerine Davud kendisine şöyle cevap verdi:
Kitabı se-nedleri esas alarak oluşturmadım ki ondaki hadislerin isnad zin­cirlerine bakayım. Ben onlara amel gözüyle baktım ve istifade et­tim. İmam Ahmed kitabı ondan rica ederek şöyle dedi: Onu bana ver de, ben de senin baktığın gözle bir bakayım. Davud, kitabı ken­disine verdi. Kitab İmam Ahmed b. Hanbel´in yanında o kadar uzun süre kaldı ki, Davud oğlunu göndererek istemek zorunda kal­dı. İmam Ahmed onunla karşılaştığında şöyle dedi: Allah seni bol hayırla mükafaatlandırsın. Kitabından çok istifade ettim.

Hasan el-Basri (ra) şöyle demiştir: Niyet, amelden daha etkili­dir. Yine o şunu ifade etmiştir: Adem oğlu kalbi üzerindeki etkile­rin hayırlı olanını önemsemez. Halbuki bunda iki nur vardır. Bu iki nurdan ilki Allah Teala´nın rızası istikametinde ise, ikincinin ken­disine zararı dokunmaz. Yani kul, bir hayra niyet ettiği zaman kal­binde hakim olan duygu ihlas ise, niyetten sonra ortaya çıkabilecek vesvese türü duygular o amelin ihlasını zedelemez. Çünkü sonra­dan ortaya çıkan duygu zayıftır. Baştaki karar ve iradenin kuvve­ti, sonradan doğacak vesvese ile sarsılmaz.

Yusuf b. Esbat şöyle demiştir: Amel ehli için niyeti kusurlardan an tutmak, sürekli mücâhededen çok daha zordur. Sufilerden bir zatın şöyle dediği nakledilmiştir: Ebu Ubeyd el-Tüsteri ile birlik­teydim. Arefe günü ikindi vaktiydi ve arazisini sürüyordu. Abdal dostlarından biri yanımıza uğradı. Ebu Ubeyd´e birşeyler fısıldadı. O da ´Hayır dedi.

Bunun üzerine o zat, toprağın üzerinde süzülen bir bulut gibi uzaklaştı. Gözümden kaybolduğunda Ebu Ubeyd´e o zatın ne dedi­ğini sordum. O da, ´Benden kendisiyle beraber hacca gitmemi iste­di. Ben de hacca niyet etmediğimi söyledim. Akşama kadar burayı sürmeye niyet etmiştim. Eğer onunla hacca gitmiş olsaydım, Allah için niyet edilen bir amele başka bir şeyi katmaktan dolayı Allah Teala´nm buğzuna maruz kalmaktan korktum. Çünkü benim için niyetimde durmak, yetmiş kez haccetmekten daha mühimdir dedi.

Mubah bir fiil için niyeti olan kimsenin nafile yönünde bir niye­ti yoksa, onun için en uygunu mubah fiildir. Niyetin o istikamette olmasından dolayı mubah, muhteva bakımından nafile hükmüne taşınmıştır. Nafile ise, niyetin bulunmayışından dolayı kusur dere­cesine düşmüştür. Bu, ancak ilm-i batını hakkıyla bilen alimler ta­rafından anlaşılabilecek bir husustur. Bu, tasarrufun gizli yanla­rından biridir.

Buna misal olarak şunu zikredebiliriz: Kendisine haksızlık ya­pılan biri, hakkını alma hakkına sahiptir. Ancak hakkından fera­gat etmesi onun için daha hayırlıdır. Ama aynı kişinin, hakkını alma yönünde sabık bir niyeti mevcut olup affetme yönünde niyeti yoksa, onun için hakkını alması daha hayırlıdır.

Buna verebileceğimiz bir diğer misal de şu olabilir: Allah Te-ala´nın emirlerini yerine getirebilmek için kuvvet kazanmak veya nefsini dinlendirmek için yeme, içme ve uyumaya niyet eden kim­seye, gece namaza kalkma veya oruç tutma gibi bir niyeti bulunma­ması halinde yeme, içme ve uyuma daha hayırlı olur. Ebu´d-Derda (ra) şöyle derdi: Nefsimi hoşuna giden bazı şeylerle doldururum ki hakk karşısında bana destek olabilsin.

Kul, mubah olan herhangi bir amel için niyetlendiği zaman, bu amelden dolayı sevap kazanır. Öte taraftan fuzuli babından olsa dahi, niyet etmediği bir ameli işlediği zaman en iyi şartta kendini kurtarmış olur. Böyle bir durumda lehinde veya aleyhinde bir şeyin yazılmaması dahi onun kazancıdır. Bu tür bir amelde dünyevi bir niyetinin bulunması durumunda vebal altında da kalabilir.

Kulun niyetinin bulunmadığı her türlü mubah veya nafile türü amel, kul için hiçbir faydayı ihtiva etmeyen bir fiilden ibarettir. Hatta bu tür bir amelde geçirdiği boş vakitten dolayı hesaba çeki­lir. Kulun niyetinin bulunduğu her türlü fuzuli iş batıldır. Böyle bir işe dönük niyeti de hevadan ibarettir. Bu fiile dönük niyetinin bu­lunmasının sebebi, kulun kusuru veya sözkonusu fiilin hükmünü tam olarak bilmiyor olması olabilir. Kul, bu fiiliyle Allah Teala´run rızasını umuyorsa, o fiilin kötü akıbetinden kurtulabilir. Ancak yaptığı fiilden dolayı hiçbir fazilet kazanamaz.

Niyetteki nevanın gizli kalması veya ilmi eksikliğinden dolayı niyetindeki dünya sevgisini farkedememesi halinde üzerine farz olan ilmi öğrenmede gösterdiği kusurdan dolayı günahkar olur. Kendisini kusura sevkeden cehalet karşısında sükut etmesi kulu günahkar kılar. Bu konuda hiçbir özür ileri sürülemez.

Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Muhakkak ki Allah Teala cehaletten dolayı mazur görmez. Cahilin, cehaleti kar­şısındaki suskunluğu helal olmadığı gibi, alimin ilmini saklayarak susması da helal değildir. Konuyla ilgili olarak Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Bilmiyorsanız zikir ehline sorun". (NahJ/43)

Şehre (ra) şöyle bir soru sorulmuştu: Allah Teala´ya karşı işle­nen masiyetler içinde cehaletten daha ağırı var mıdır? O, ´Evet´ dedi. Bu masiyetin ne olduğu sorulduğunda ise şöyle dedi: Cehaletin cehaleti! Yani kulun cahil olmasına rağmen cahil olduğunu bilme­mesi veya cehaletine rağmen kendini bilgili sanması neticesinde cehaletini dile getirmemesi ve buna rıza göstererek doğruyu öğren­meye çalışmamasıdır.

Böyle yapan kul, farzların farzı ve bütün farzların temeli olan ilim öğrenmeyi gözardı etmektedir. Bu durumdaki biri, muhtemelen bilgisizce fetva verecek, ve şüpheli hususları dile getirecektir. O, ha­kikat sandığı bu şüpheleri insanlara anlatacak ve kendisi de tatbik edecektir. Onun bu hali, sükut etmesinden daha ağır bir günahtır.

Allah Teala´ya itaatin en güzeli de ilim üzere yapılan şeklidir. İl­min bir türü de ilmi bilmektir. Neyin ilim olup neyin olmadığını bil­mek de ilimdir ve ilmin vücûbiyeti gibi o da vaciptir. Böylelikle ki­şinin ilim öğrenme noktasında da basiret üzere olması mümkün olacaktır.

Bunun önemi, kelamcılann farklı mezheplerinin, hatalı yollara sapmış sufi ve kıssacıların bilgilerinin de şüpheli ilimler dairesine girmiş olmasıdır. Bunlar, süslü sözler ve ilme benzeyen bir takım kuruntulardır. Manaların birbirine karışması, ilmi inceliklerin ka­palılığı ve Selef ulemasından gelen sünnette birtakım gizli yönlerin bulunması sebebiyle gerçek alimlerle kelamcılar ve kıssacılar bir­birlerine karışmıştır.

Neyin ilim olduğunu ve kimin hakiki alim olduğunu bilmek de ayrı bir ilimdir. Hakiki ilmi bilen ve onu süslü sözlerden ayırtede-bilen kimse de alim gibidir. İlmi bilmek de, ilim gibi fazilete ve onun gibi vücûbiyete sahiptir. Bunu, cehaletin cehaletinin mücer-redd cehaletten ağır olmasına da benzetebiliriz.

Sehl (ra) şöyle demiştir: Kalbin cehaletten dolayı katılaşması, günahlar sebebiyle katılaşmasından daha ileridir. Çünkü cehalet, karanlıktır. Onda göz asla göremez. İlmin ise, sahibine rehberlik eden bir ışığı vardır. Kişi o yolda yürümese de ışığından istifade eder.

"O gün onların hiç hesaba katmadıkları öyle şeyler AHah tara­ntıdan ortaya dökülür ki tarife sığmaz" (Zümer/47) ayetinin tefsi­rinde şöyle denilmiştir: Bu kimseler, bir takım amellerde bulun­muş ve cehaletleri nedeniyle bunları da hasenat olarak görmüşlerdi. Ama Hesap Günü bunların günaha dönüştüğünü gördüler. Bun­ların, başkalarına ait olmakla birlikte bunlara isnad edilen ve aza­bını bu kimselerin yükleneceği günahlar olduğu da söylenmiştir. Onlar, dünya hayatında iken böyle günahları bulunduğunu asla hesap etmemişlerdir.

Bunu, Allah Resulü´nden (sav) rivayet edilen şu hadiste anlatı­lan kimselerin durumuna benzetebiliriz: "Kul, cennette yüksek de­recelere girebileceğini umduğu güzel amellerini görür. Ama kendi işlemediği kötülükler ona yüklenir ve bunlar bütün hasenatından daha ağır basar ve cehenneme girmesini gerektirir. Bunun üzerine o, ´Ey Rabbim! Bunlar benim işlediğim hasenattı ama bunlar yü­zünden helak oldum?´ der. Allah Teala da kendisine şöyle buyurur: Bunlar, senin gıybet ettiğin, eziyet verdiğin ve haksızlık ettiğin kimselerin günahlarıdır. Onlar da senin üzerine atıldı ve onlar kur­tuldular".

Benzer manada rivayet edilmiş müsned bir hadis-i şerif de şöy­ledir: "Kul, Kıyamet´i dağlar dolusu hasenat ile karşılar. Bunlar ha­lis olsa cennete girecektir. Ama ardından ´Bu adam şuna zulmetti, şuna sövdü, şu kimseyi dövdü´ denerek işlediği suçlar getirilir. Her suçu için hasenatından bir parça kopardır. Nihayet, hiçbir hasene-si kalmaz. Bunun üzerine melekler, ´Ey Rabbimiz! Kulunun hase­natı tükendi, hala hak sahipleri var!´ derler. Allah Teala da şöyle buyurur: O halde, hak sahiplerinin günahlarını ona yükleyin! Son­ra da onu cehenneme kilitleyin!"

Kul, bir amelin kendisi için geçerli olmasını sağlamak için, gü-z.el niyetini sürekli tazelemelidir. Sonra durup amelinde herhangi bir illet ve kusurun bulunup bulunmadığını derin derin düşünüp araştırmalıdır. Yakini müşahedesi ile, olabilecek kusurları bertaraf etmelidir. Ardından da niyetlendiği ameli, sırf Allah rızası için eda etmelidir. Kasdmda, vecdinde, sevabında ve talebinde O´ndan baş­ka hiçbir şeye ve varlığa yer vermemelidir. Sonra da bu amel üze­re istikametini korumalıdır. Amel esnasında bir illete müptela ol­duğunda onu derhal dışlayarak şahitliğini hakkıyla ifa etmelidir.

İhlasın özü işte budur. İhlaslı kimse, ihlasmda iki şeye ihtiyaç duyar. Bu ikisi arasında tercih de yapılamaz. İlki, kasd yani yönel­menin yalnız ve yalnız Allah Teala´ya olması ve O´nun ahirette vaadettiğini talep etmesidir. İkincisi ise, amelini tehlikeye atabilecek bütün kusur ve afetleri ondan uzaklaştırması, ona bulaşabilecek afetlere karşı uyanık ve dikkatli olmasıdır. Bu şekilde amelin ihla-sı kemale erer ve heva bulanıklığından uzak kalır. Gizli arzudan sıyrılarak riyadan da halis olur.

Riya ve arzudan uzak olan amel sahibi, ameline herhangi bir il­letin bulaşmaması için sürekli endişe içinde olur. Bu meyanda Al­lah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ümme­tim için en çok korktuğum şey, riya ve gizli arzudur" [4] Gizli arzu (=şehvet-i hafiyye) için, dünya sevgisi denilmiştir. Bir diğer açıkla­mada ise, ecir verilme ve övülme maksadıyla amelde bulunma de­nilmiştir.

Kul, bir amel için hareket geçtiği zaman önce durup onun üze­rinde tefekkür etmeli ve içerdiği niyetlerin kaç tane olduğunu dü­şünmelidir. Bazan tek bir amelde on değişik niyet bulunabilir. Ba-zan da beş veya bu ikisi arasında bir sayı kadar niyet bulunabilir. Ameldeki niyetlerin sayısı, ondaki hayır ve iyilik yönlerine göredir. Buna göre de her niyette ayrı bir amel bulunabilir. Buna göre tek bir amel için on ecir verilebilir. Çünkü o tek amel, aynı zamanda on amel ihtiva etmektedir. Her niyet için bir amel, her amel için de bir ecir sayılır.

Bu da amellerin faziletlerinden ve hasenatın katlarındandır. Bunu da ancak Allah Teala´yı ve O´nun hükümlerini hakkıyla bilen alimler bilebilir. Bu, hal ehlinin salihlerinden olan abdal zümerisi-nin yoludur. İşte bu ilim sayesinde onların amelleri tertemiz olur, makamları yükselir, ecirleri çoğalır ve halleri de güzelleşir. Onlar, amellerin çokluğu ile değil onları güzelleştirmeleri ve amellerle il­gili niyetleri çoğaltmaları sayesinde buna ulaşırlar.

Rivayete göre şöyle denilmiştir: Her kim Allah Teala´nm rızası­nı ummadığı bir amelde bulunursa, onu bitirinceye kadar Allah Te­ala´nm gazabına maruz kalır.

Ediblerden biri de niyetle ilgili olarak şöyle demiştir:
Niyetinin güzelliğinden dolayı şükranda bulunmayan, amelin güzelliğinden dolayı da şükranda bulunmaz. Aynı edib, bu anlamda şöyle bir be­yit söylemiştir:

Himmette bulunduğun bir iyilikten dolayı Sana şükran duyarım, Çünkü iyiliğe gösterdiğin himmet ve alaka da bir iyiliktir. Kader onu yapmayı nasip etmediğinde de Seni kınamam, Çünkü yazılı kader ile yaptırılmayan, benden alınmıştır.

Kul, güzel niyetini tazelemese ve yüksek himmeti hakkında en­dişe duymasa dahi kalbi ve kaygısıyla Allah Teala´mn ihlaslı amil kullarından biri olmaya devam edebilir. Kader o kimseye, bedenle yapılan amelleri eda etmeyi nasip etmese bile ebedi olarak ecirlen-meye devam eder. Öte yandan niyeti kötü ve himmeti düşük olma­sa bile, kendisi ziyan ve boşluk içindeyse ve kader de kendisini be­deniyle kötü işler yapma fırsatından mahrum etmişse ebedi olarak ziyanda ve vebal altında olmaktan kurtulamaz. Böyle bir hale düş­mekten Allah´a sığınırız.

Bir zat şöyle demiştir: Ben, her amelde ona başlamadan önce ni­yet hazırlığına girerim. Yememde, uykumda, hatta helaya girerken dahi bunu ihmal etmem. Bu gibi hususlarda niyet, ibadette takvanın ve hizmette bulunmak için O´nun yardımına başvurmanın gereğidir. Çünkü nefs, binek hayvanınız gibidir. Onu keserseniz, o da sizi keser. Din uğruna insanlara şrin görünme ve amelleri çoğaltma çaba­sından da uzak durmak gerekir. Salih insanlar, amellerinin sıhha­ti hakkındaki derin endişeleri ve itinalarının güzelliğinden ötürü, sıdk hallerini koruyarak iyi amellerden birçoğunu terkederlerdi. Böyle davranmalarının sebebi, niyetlerinde gördükleri zaaflardı. Onlar, herşeyden çok temeli sağlamlaştırmaya çalışırlardı.

Ibni Uyeyne şöyle demiştir: Birçoklarının vusule yani İlahi rıza­ya ulaşamamalarının sebebi, usulü gözden kaçırmalarıdır. Niyet, usulün yani temellerin başıdır. Çünkü o, farzların farzıdır.

Konuyla ilgili olarak bir zat da şöyle demiştir:
Kalbi Allah Te-ala´dan uzaklaştıran; sıhhatli bir niyetin bulunmayışından dolayı kalp ile uzlaşmayan bedenî amel tezahürleridir. Bunu şöyle açıkla­yabiliriz: Niyette gösterilen samimiyetsizlik, amelin Allah Teala´ya halis kılınması noktasında eksiklik ve zaafa yol açacak, bu da kal­bin soğumasına neden olacaktır.

Nikah, dinimizin en çok önemsediği muamelelerden biridir. Ku­lun nikahla ilgili niyeti herhangi bir kadınla, güzelliği, malı veya soyu sebebiyle değil sırf dindarlığı ve akıllılığı sebebiyle evlenmesi yönünde olmalıdır. Ardından sünnete uymaya, iffete ve aile namu­sunu korumaya niyetlenmen, güzellik, mal ve hasep bakımından aşağıda olan kadınla kanaat etmelidir.

Konuyla ilgili bir hadiste Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir:
"Kim Allah için evlenir ve Allah için evlendi-rirse, Allah´ın dostluğuna hak kazanmış olur"

Amellerin en faziletlisi, Allah Teala´mn rızası için başlanıp yine O´nun rızası bitirilen ve sonrasında hiçbir bela ile ihlal edilmeyen ameldir. Bundan daha yüce olanı ise kulun amele Allah Teala ile başlaması, amel esnasında Allah Teala ile birlikte sebat etmesi ve yine Allah Teala ile bitirmesidir. Bu da yakin sahipleri ve arifler arasında yeralan muvahhidlerin makamıdır.

Amellerin en halisi ve en sıhhatlisi, sırf Allah Teala için yapı­landır. O; amelin başında olduğu gibi, ortasında da amel sahibi ile birlikte olmasıdır. Kul, amel esnasında O´nun katında olmalıdır. Amelin sonunda da yine Allah Teala bulunmalıdır. Kul, ameli bu şekilde eda ettikten sonra onu izhar etmemeli, onunla gösterişte bulunmamalı ve ona karşılık ulular ulusu Allah Teala´dan bir bedel ummamalıdır. Hatta o ameli unutmak ve Allah´ın zikri ile meşgul olarak amelini gözardı etmelidir.

Mescidlerde oturmak, dinin en faziletli amellerinden biri ve takva ehlinin en faziletli saydığı amelledendir. Kul, mescidlerde oturma noktasında şu on niyete sahip olmalıdır:


. Rabbini evinde ziyaret etmek. Bu hususta şöyle bir hadis ri­vayet edilmiştir: "Her kim mescidde oturursa Allah Teala´yı ziyaret etmiş olur". Ziyaret edilenin, konuğuna ikramda bulunması haktır.

2. Namazın ardından müteakip namazı beklemek. Bununla il­gili olarak "Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışında düşmanla­rınızı geçin, hazırlıklı ve uyanık bulunun (murâbata edin)" (Al-i Inaran/200) ayetinin tefsirinde şöyle denilmiştir: Burada kasdedi-len Allah Teala ile rabıta kurmaktır.

3. Kulağını ve gözünü haramdan uzak tutarak Allah Teala´nın ulühıyeti karşısında korkuya kapılmak. Bu hususta da Allah Resu­lü nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ümmetimin ruh-kaniyeti, mescidlerde oturmaktır".

4. İtikafta bulunmak. İtikafm aslı, kaygı ve tasanın kalbe yönel­mesi ve kulun iç dünyasının Allah Teala´nın kulluğuna açılmasıdır.

5. Allah Teala´yı zikretmek, O´nun zikrine kulak vermek ve O´nun zikrine vesile olmak. Bu konuda da şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Teala´yı zikretmek ve O´nu zikrettirmek için mes­cide giden kimse, Allah yolunda cihad eden gibidir". Bunun benze­ri de, ilim öğrenmek veya öğretmek gayesiyle oturan kimsenin de cihad edene benzetilmesidir.

Bir din kardeşinin istifadesi, Allah Teala´nın rahmetinin inme­si, korku ve haya sebebiyle günahların terkedilmesi için mescidde oturanların hali de aynı konumda değerlendirilmiştir.

Konuyla ilgili olarak Hasan b. Ali


"Mescidlere sık gitmeye alışan kimseye Allah Teala yedi nimet­ten birini lütfeder: İstifade edilen bir din kardeşi. Allah Teala tara-findan indirilen bir rahmet. Kazandırılan bir ilim. Kulu hidayete sevkedecek veya alçalmadan alıkoyacak bir kelime. Korku veya ha­ya sebebiyle günahları terketme".

Niyette ihlas, ona karşık olan duygu ve düşüncelerin kalpten çı­karılmasıyla mümkün olabilir. Kişinin yönelişi ve himmeti de aynı şekilde benzer duygulardan arınmış olmalıdır. Kulun ihlas için ha­zırlığı yeterli olduğunda, niyet onun yönelişiyle aynılaşır ve amel de niyetin saflaşmasından dolayı Allah Teala´ya halis olur. Çünkü kul, yalnız Tek ve Ferd olan Zat-ı İlahî´ye yönelmiş bulunmaktadır.

Bu konuda şöyle bir hadise nakledilmiştir: Allah yolunda ciha­da giden gazilerden biri şunu anlatmıştır: Bir deniz savaşma git­miştim. Limanlardan birinde bir orak teklif edildi. Kendi kendime, ´Şunu satın alsam ne iyi olur, savaşlarımda bundan istifade ede­rim, filan şehire gittiğimde de orada satar ve kâr ederim* dedim. Bu düşünceyle orağı satın aldım.

O gece rüyamda gökyüzünden iki şahsın indiğini gördüm. On­lardan biri arkadaşına şöyle dedi: Savaşa çıkanları yaz. Sonra sö­züne devam ederek şunları söyledi: Falan gezmeye geldi, falan ri­yakârlık için geldi, falan ticaret için geldi, falan da Allah yolunda cihad için geldi. Sonra bana doğru baktılar ve yazı yazdıran kimse, ´Bu da ticaret için yola çıkanlardan biri, bunu da yaz´ dedi.

Ben şaşkınlık içinde, ´Allah Allah, Allah´a yemin ederim ki ben ticaret için yola çıkmadım. Tek gayem Allah yolunda cihaddır* de­dim. O da bana şöyle dedi: Behey adam, dün bir orak satın alıp on­dan kâr elde etmek istemedin mi? Gözlerim yaşla doldu ve ´Beni tüccar olarak yazmayın´ dedim O, arkadaşına döndü ve ´Ne dersin?´ dedi. O da şu cevabı verdi: Şöyle yaz: Falan Allah yolunda cihad için çıkmış ama yolda kâr etmek için bir orak satın almıştır. Allah leala onun hakkında hükmünü verinceye kadar böyle yazılsın.

Bir takım kusurlar vardır ki, bunlar fazilet ehlinin kafalarında karışıklığa yol açarak olmadıkları halde faziletlere benzetilmişler­dir. Bu karışıklığın sebebi, sözkonusu amellerin fazilet olarak şöh­ret bulması, akılların bunlarla uğraşmaktan korkması ve bunlar karşısında sabrın tercih edilmesidir. Bu gibi ameller, Allah Teala´yı hakkıyla bilen alimler için gayet açıktır.

Bunu açıklamak için geçmiş hıristiyan ümmetine dair anlatılan şu hadiseyi zikredebiliriz: Meryem oğlu İsa (as) göğe çekildikten sonra ona tâbi ve din kardeşi olan iki kişiden biri ruhbanlık yolu­na girmiş, diğeri de mabedlere gitmeyi, cemaatle birlikteliği ve in­sanların içinde olmayı seçmişti.

armi
Sat 9 January 2010, 02:30 pm GMT +0200
İlkinin adı Sarkis idi. Diğeri ondan daha bilgiliydi. Onunla her karşılaşmasında şöyle derdi: Ey kardeşim, girdiğin bu yol, bidattir. O yolda, hakkını veremediğin bir mesuliyet vardır. O yolda Allah rızası mevcut değildir. Benimle olup cemaate katılsan ve insanlar­la kaynaşsan, böylesi Allah rızasına hiç kuşkusuz daha yakındır. Böylelikle İsa´nın (as) sünnetini de takip etmiş olursun.

Ruhbanlığı seçen Sarkis, ondan yüz çevirmekte ve fikrini Önem­semeyerek şöyle demekteydi: Sen dünyaya meylettin ve halk ile kaynaştın. Sarkis´in bu tavrı onu iyice bıktırınca şöyle dedi: Bu ge­ce bende kal ve işin doğrusunun ortaya çıkmasını sağlayalım. Sar­kis de kabul etti. Bunun üzerine dışarıdan iki kuş getirdi ve onları keserek kızarttı. Sonra da Sarkis´i çağırarak, ´Bu iki kuşu aramız­da hakem yapalım, ikimiz de Allah Teala´ya dua edelim. Hangimi­zin izlediği yol O´na ve peygamberine daha sevimli geliyorsa, Allah onun duası sayesinde bu kuşlara can versin ve kanatlarını çırparak gitsinler* dedi. Ruhban Sarkis bunu kabul etti ve dua ederek şöyle dedi: Ey Allahım! Senin nzanı umarak girdiğim bu yol, hakka şu kardeşimin beni davet ettiği yoldan daha yakın ise bu iki kuşa can ver! Allah Teala onun duasına icabet etmedi. Ardından diğeri dua etti: Allahım! Eğer sıkı sıkı sarıldığım, böyle yaparak bu kardeşim ve diğerlerine aykırı düştüğüm şu yol hakka daha yakınsa ve onla­rın davet ettiği cemaati terketme ve insanlardan uzaklaşma fikrin­den daha çok rızana layıksa, bunun hürmetine şu iki kuşa can ver! Duasının ardından kuşlar Allah Teala´nın izniyle canlandı ve uçup gittiler. Bunun üzerine Sarkis, girdiği yolda Al lah Teala´nın rızası­nın bulunmadığını gördü ve cemaate katılmaya başladı.

Ulvi faziletlerin kafalarda karışmasına bir örnek de, kulun fa­zilet umarak makamındaki halini terketme sidir. O, böyle davran­makla Allah Teala´ya daha yakın olacağını sanabilir. Halbuki bu davranışıyla geriler ve şeytanın telkiniyle helaka uğrayabilir. Ko­nuyla ilgili olarak İsm-i Azam´ı diğerlerine öğreten abidin başına gelenler iyi bilinir.

Gerçek alim, iki hayır arasında daha hayırlısını tercih ederek onu vaktinde eda eden, iki hayır arasında kötü olanı da bilerek kendisini daha hayırlısından mahrum etmemesi için ondan yüz çe­virendir. Yine o, iki şer arasında daha hafif olanım bilerek, zaruret halinde onu yapmakla kurtulan, iki şer arasında daha kötüsünü bi­lerek ondan uzak duran ve ona karşı çift perdeyle kendini müdafaa edendir. Bütün bunlar ilmin inceliklerindendir.[5]


Niyetle İlgili Meseleler



Niyet kuruntu ile karışarak gizlenebildiği gibi, himmet de vesvese ile karışabilir. Niyet, kendisiyle Allah Teala´nın rızasının murad edildiği ve O´nun katındaki sevabın talep edildiği şeydir. Kuruntu ise, daha çok insanlarla bağlantılı ve kendisiyle fâni mülkten bir takım arzuların beklendiği şeydir. Diğer taraftan irade sevgi ile, ih­tiyaç da arzu ile karışabilir. İrade, bir şeyin vuku bulmasını iste­mektir. Haddi zatında bu şeyin olması istenmeyebilir veya onun aksinin gerçeklemesi de istenebilir. İrade, bütün bunlara rağmen o şeyin vuku bulmasını istemektir. Muhabbet ise, aklı ezen, vicdana baskın gelen ve kalbin yöneldiği şeydir. Muhabbet, sözkonusu şe­yin aksinin olmasını hoş görmemek, onun yitirilmesini asla isteme­mektir.

İhtiyaç, onsuz olunamayacak derecede zaruri ve telafi edileme­yecek bir gerekliliktir. Arzu (=şehvet) ise, daha fazla lezzet almak, ihtiyaçtan fazlası için temennide bulunmak ve genelde önde olma isteğidir.

Zikir, kalpte Allah Teala´ya yakın olma yolları bakımından fikir ile karışabilir. Zikir, unutulanı açığa çıkarmak, sapmayı açığa vur­mak ve şükrü hatırlatmaktır. Fikir ise, herhangi bir şeyi beyinde tasavvur etmek ve bilgiyi ortaya koymaktır. Ümit sevgi ile, heva da niyet ile karışabilir. Ümit (=recâ´), herhangi bir sebepten dolayı bir şeye tamah etmektir. Sevgi (=muhabbet) ise, zevk almak için ta­mah ettiğiniz şeydir. Bu duyguya herhangi bir sebebe bağlı kal­maksızın sahip olabilirsiniz.

Yaratılmışlara duyulan tamah sebebiyle zaafa kapılması veya katılaşması yüzünden kalbin içine düştüğü zillet hali, Yüce Yara-tan´m müşahedesi sebebiyle nefsin içine düştüğü zelülikle karıştı-nlabilir. Himmet ve nefsin bayahğı sebebiyle tamahın düştüğü zil­let, Hakk´ı tanıması ve ilmin boyun eğmesi sebebiyle aklın içine düştüğü zelillik haliyle birbirine karışabilir. Hevanm baskısı ve ak­lı ezmesi neticesinde nefsin kapıldığı zillet hali de, tahkik sahibi alime süratle bağlanan kalbin zelillik haliyle karıştırılabilir.

Kendini kalıptan kalıba sokan Hak Teala´yı sürekli gözeten kal­bin izzet hali, ilmini sürekli büyük gören aklın izzet haliyle karış-tırıîabilir. Zorba niteliğiyle nefsin sahiplendiği izzet hali de, gaybî yakin ile yüceltilen imamn izzetiyle karıştırıiabilir.

Yukarıda sıraladığımız karışma ve karıştırma hallerinin hepsi de arifler tarafından iyi bilinen hususlardır. Bunlar, gafilleri de ür­küten derin meselelerdir. Bunlar iyice bilinmeden yapılan ibadet­ler, -Allah korusun- alışkanlıklara dönüşebilir. Bir şeyi öğrenme, bir amelde bulunma, sadaka verme, ayın veya yılın zekatını verme yönünde niyeti bulunan bir kul, halis niyetinin kaybolması netice­sinde bütün bunları bir alışkanlık veya adet gereği yapıyor olabilir.

O, böyle yapmakla, halkın kendisinden beklediği davranışı gös­termiş olmakla kalır. Zira aksini yapması halinde, halkın tepkisini çekmekten korkar. O, bütün bunları gönülsüz de olsa yaparak ha­linin istikrarlı olarak devamını sağlamaya çalışır. Onun için niyet gitmiş, yerine adet ve alışkanlık kalmıştır. Böylelikle yaptığı amel  veya verdiği parayla ahireti ummaktan ve onun için çaba göster­mekten uzaklaşmış, dünyevi isteklerinin ve konumunun devamını sağlamaya çalışmış olur.

Bütün bunlar, kendisi için kulluk ve ibadet dairesinden çıkıp adet ve alışkanlık halini almış olur. Böyle biri, liderlik talebi türün­den dünyevi bakışlarla ahiret için de arzulu olabilir. İlim ve amel noktasında ahiret yollarına rağbet gösterebilir. Selefin amellerin­den yapılmak istenenler, nefsin terbiyesi ve kula dünyada zühdü Öğretme mahiyetinde olup ahirete götüren yolları teşkil ederler. Bunların karşıtı olanlar da, dünyanın yollarıdır, çünkü onlara ta­mamen zıttırlar.

Konuyla ilgili olarak Selef-i Salih hakkında şöyle bir söz nakle­dilmiştir:
Onlar öğrendiklerinde amel ederler, amel ettiklerinde ta­mamen meşgul olurlar, tamamen meşgul olduklarında da halktan kaçarlardı. Başka bir söz de şöyledir: Öğrendi, sonra (insanları) ter-ketti.

Amellerin açığa vurulması, gizlenen birtakım hallerin, nefsi terbiye, takip edilme veya Kudret-i İlahî´yi gösterme gayesi ile açıklanmasıyla karıştırılabilir. Bu hallerin açıklanması, işitenlerin imanlarını ve ilimlerini arttırabilir. Ama amellerin açıklanması, in­sanlara güzel görünme, övünme, ameller sebebiyle övülme ve halk nezdinde sürekli anılma gibi niyetlere dayanabilir.

Ebu Süleyman ed-Daranî´ye, kendisi hakkında konuşan kimse­nin durumu sorularak şöyle denilmişti
: Böyle biri imam olsa, na­mazda ona uyulur mu? O da, ´Evet, uyulur demişti. Bir defasında da şöyle demişti: O veya başka biri, bunu nefsi terbiye maksadıyla sınırlı derecede yapıyorsa sakıncası olmaz. Bu da, nefsin devreye girmesi veya yakîni müşahede edenin kayyümiyetinde fena bulma­sıyla karıştırılabilir. [6]


Amellerin Terki




Herhangi bir amelin terki de, bizatihi birçok amelden ibarettir. Bir yasak veya mekruhu, farziyet veya vera sebebiyle terkeden kimse de iyi bir niyete sahip olmalıdır. O, terkettiği amel veya fiili de, yine Al­lah Teala için terketmelidir. O, bu terkle Allah Teala´mn vaadettiği güvenliği aramalı veya O´nun katındaki ödülleri arzulamahdır.

Herhangi bir şeyin halkın kınaması sebebiyle, halini düzeltme gayesiyle veya insanlar nezdinde iftihar etme maksadıyla terket-mesi makbul görülmemiştir. Çünkü herhangi bir masiyetin terki, en faziletli ameller arasında sayılmıştır. Böyle olduğu için de elbet­te niyetlerin en güzelini gerektirir. Nefsin imtihana tabi tutulması ve bunun doğrudan nefse yönelmesi sebebiyle masiyetin terkine çok büyük sevap vaadedilmiştir.

Bu konuda bir zatın şöyle dediği nakledilmiştir:
Vera´ halini Al­lah Teala´dan başkasının bilmesini isteyen kimse için O´nun katın­da hiçbir ödül yoktur. Zekeriya (as) hakkında da şöyle bir hadise nakledilmiştir: Bir gün inşaatın tekinde duvar örerken birkaç kişi onu ziyaret etmişti. O, emeğiyle geçinen bir inşaat ustasıydı. Misa­firleri yamndayken ona iki çörek getirildi.

Zekeriya (as) işine ara vererek, çörekleri yemeye başladı. Misa­firlerini buyur etmedi. Çörekleri yedikten sonra misafirleri bu tav­rının sebebini öğrenmek istediler. Çünkü onun ne büyük bir zahid olduğunu iyi bilen kimselerdi. O, şöyle dedi: Bu inşaatın sahipleri beni belli bir ücretle istihdam ediyorlar. Verdikleri iki çöreği de iş­lerini yapabilme gücünü kazanmam için veriyorlar. Eğer onları si­zinle paylaşmaya kalksam, ne size, ne de bana yetecekti. Ayrıca işim için gerekli kuvvetten de mahrum olacaktım. Görüldüğü gibi burada, bir farzın ifası için bir menduptan vazgeçme sözkonusudur.

Kul, bir ameli yapmaya niyet edebileceği gibi bir şeyin terki için de önceden niyet sahibi olabilir. Geçmişlerden bir zat şunu anlat­mıştır: Süfyan b. Ebu Asım´ı ziyaret etmiştim. Kendisi yemek ye­mekteydi. Yemeğe devam ederek benimle hiç konuşmadı. Yemeği bitirip elleri temizledikten sonra bana dönerek şöyle dedi: Eğer borçla almamış olsaydım, yemeğimi seninle paylaşmak isterdim.

Konuyla ilgili olarak anlatılan bir hadise de şudur: Yabancının alay ve eğlenceye dair konuşan bir topluluğa uğramış ve onla­rın Allah Teala´ya dua ettiklerini sanmıştı. Yüce Allah onun hüsnü niyetinden dolayı, konuşmalarını öyle gördü ve bu yabancının hüs­nü niyetinden dolayı onları bağışladı.

Hasan el-Basrî (ra) dedi ki:
Müslümanm alameti, dilini tutması, gözünü kısması ve niyetinin zaafa kapılarak Allah Teala´ya yakınlık sağlayacak ibadetlere koşmaktan alıkoymamasıdır. Niyet, her zaman güçlenmeli ve artmalıdır. Amelleri, niyetlerine göre az veya be­deninin takati yetersiz olabilir. Buna rağmen niyet, büyük ve kuv­vetli olmalıdır. Yine o şöyle demiştir: Mümin, niyeti kuvvetli, takati az olan kimsedir. Münafık ise niyeti zayıf, takati çok olan kimsedir.

Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Her hakkın bir hakikati vardır. Kul, Allah için yaptığı amelden dolayı övülmeyi istemez hale gelmedikçe İhlasın hakikatine ermiş olmaz".

Havariler İsa´ya (as), ´Ey Ruhullah! İhlasın aslı nedir?´ diye sor­muşlardı. O da şöyle demişti: İhlas, ameli yalnız Allah Teala için yapıp ondan dolayı halk tarafından övülmeyi asla arzu etmemek­tir. ´Peki Allah için dürüst olan kimdir?´ diye sordular. O, şu cevabı verdi: O, insanların hakkından önce Allah´ın hakkıyla başlayandır. Biri dünyalık, diğeri ahiretlik iki husus kendisine sunulduğunda, dünyalık olanı bırakıp Allah Teala´nın emrine girişir.

İnsanlar tarafından övülmeyi sevmek, dünya sevgisinin temeli­ni oluşturur. Böyle biri, yerinin ve konumunun bilinmesinden hoş­lanıp tanınmak ister. Kalbinden kendisinin ululanması niyetini ge­çirir. O, yaptığının karşılığını ancak insanlardan görecek, bu tür ni­yetlerden ahirette hiçbir fayda görmeyecektir. Ameli de makbul de­ğildir.

Rivayete göre İsrailoğulları´ndan abid bir zat, kırk yıl boyunca mağarada ibadet etmiş, melekler bu amellerini semaya çıkardıkla­rında kabul görmeyerek geri çevrilmişti. Melekler şöyle nida etti­ler: Ey Rabbimiz! İzzetin hakkı için, bizim Sana sunduğumuz amel­ler aynen haktır. Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: Doğru söylüyorsunuz meleklerim. Ama o, kaldığı yerin bilinmesini çok is­teyen biridir. Selef-i Salih´ten bir zat da şöyle demiştir: Kibir, riya ve şöhret tutkusundan kurtulan kimse selamettedir.

Süfyan-ı Sevrî (ra) şöyle demiştir
: Nefsimle ilgili olarak tedavi­si bana en ağır gelen şey, niyetimdir. Çünkü o, hercaidir. Yani sağa sola kayar veya zaaf gösterir. Bu yüzden de onunla sürekli ilgilenip sahip çıkmaya çalışmanız gerekir. el-Mansur da şöyle demiştir: Amel ihlaslı oluncaya kadar ona devam etmek, amelin kendinden daha zordur.

Süfyan-ı Sevrî´nin (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir
: Ben ame­limden zahir olan kısma itibar etmem. Ali´nin (kv) ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: Amelinizin kabulüne, amelinize gösterdiğiniz­den daha fazla ilgi gösterin. Çünkü amel, takva ile eksümediği gi­bi kabul edilmeyle de eksilmez. Bir zatın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Her kim sırf yalnız kalmaktan dolayı yalnızlık hissine kapılır ve cemaate karışırsa, riyadan emin olamaz.

Abdülaziz b. Ebi Ruvvad şöyle demiştir:
Karşılaştığım büyükle­rin salih amele ulaşmak için çok çabaladıklarını gördüm. Onu eda etmek kendilerine nasip olduğunda ise kabul edilip edilmediğini düşünerek tasalanırlardı. Malik b. Dinar´ın (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Amelin kabul edilmediği yönündeki endişe, amelin biz­zat kendisi için duyulan endişeden daha büyüktür.

İbni Aclan´m şöyle dediği nakledilmiştir: Amel, ancak şu üçüyle kemale erer: Allah korkusu, güzel niyet ve isabetli olma. el-Fudayl, Allah Teala´nın "Hanginizin amelce daha güzel olduğunu sınamak için" (Mülk/2) buyruğunu tefsir ederken şöyle demiştir: Yani amel­lerin en ihlaslı ve en isabetli olanının kimde olduğunu sınamak için. Bunun üzerine kendisine, ´Peki bu nasıl olur?´ diye soruldu.

O da şu cevabı verdi: Amel, halis olsa da isabetli olmadığı tak­dirde yine kabul edilmez. et-Tiyahî şöyle demiştir:
Amelde bulun­ması gereken dört husus vardır ve amel ancak bunlarla tamam bu­lur: Allah Teala´yı bilmek, hakkı bilmek, amelde ihlaslı olmak ve sünnete uygun olmak. Bunlara riayet edilmeden eda edilen hiçbir amel fayda vermez.

Farzları en sıhhatli şekilde ifa edip günaha düşmekten aşın de­recede korkan kimselerin hali, hallerin en güzelidir. Farzları eda­sında kusurlu, işlediği günahlar için çok az üzüntü ve pişmanlık duyan kimselere gelince, bunların hali de hallerin en kötüsüdür. Bu haldekiler yaslanacak bir kıyas da bulamazlar. Ama Allah Teala dilediği kimse için en ağır günahları dahi bağışlayabilir. Dilediği Kimseye de, küçük bir günahtan dolayı azap edebilir.

Bunların durumu, Allah Teala´nın sabık ilmine, O´nun irade ve «ukmünde kararlaştırılan karara göre şekillenir. İki kişi aynı gü-Tianı işlemiş olmakla birlikte, farklı karşılıklar görebilirler. Allah feala, onlardan dilediğinin tevbesini kabul eder.

Allah Teala, dilediği kulunun amelini kabul eder. Kabul, amelin Kendinden farklı bir husustur. Kula düşen amelde bulunmak, Mevla´ya düşen de kabul veya rettir. O, istediğini kabu ederken, diledi­ği ameli de reddeder. Kişinin sabıkası da, günahtan farklıdır. Sabı­ka, Allah Teala´nm iradesinde yazılıdır.

O, hakkında güzel son yazılı olan kulunun bütün günahlarını bağışlar. Hakkında azap kelimesi kesinleşmiş olana da azap eder ve onun güzel amellerini boşa çıkartır. İnsanlar, sabıkalarına yani geçmişteki yazgılarına göre değerlendirilirler. Onlar hakkında Al­lah Teala´nm sabık ilmine uygun şekilde hükümler verilmiştir.

Geçmişlerden şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
"Israrcılar ate­şe hızla giderek helak oldular" [7]

Buradaki ´ısrar ile kasdedilen, kişinin gücü yettiğinde günah iş­lemek istemesi veya işlediği herhangi bir günahtan dolayı ne piş­manlık duyması, ne de tevbeye yönelmesidir.

Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Al­lah Teala´nm zikrine aşırı düşkün olan ve kendilerini ona adayan­lar öne geçtiler. Zikir onların (günah) yüklerini kaldırdığı için Kı­yamet günü hafif bir halde gelirler. İşte onlar, haklarında güzel hü­küm kesinleşmiş olan mukarrebundur [8]

Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) onların dahi günah yükleri­nin bulunduğunu ancak sürekli Allah´ı zikretmeleri sebebiyle yük­lerinin kaldırıldığını haber vermiştir.

Yüce Allah buyurdu ki
: "Öne geçenler, Öne geçenler, işte onlar yakın kılınanlar (mukarrebun)dur". (Vakıa/10) Konuyla ilgili ola­rak, ilmi delillerden ve ayetlerin tefsirinden anladığımız budur. Yi­ne de Allah Teala´nm affi, iradesi ve Kadîm İlmi bütün bunların da­ha ötesindedir. İşlerin tümü Allah´a döndürülür. [9]


İnkar Edenlerin Hesabı



inkar edenlerin hesaba çekilmeleri konusunda alimler ihtilafa düş-müşlerdir.Bir topluluğa göre hesaba çekileceklerdir. Bir diğer top­luluğa göre ise hesaba çekilmeyeceklerdir. Konuyla ilgili rivayetler­de de ihtilaf mevcuttur. Gelen rivayetlerin bir bölümünde hesaba çekilecekleri bildirilir ki bu görüşte olanlar bu rivayetlere sarılırken, bir bölümünde de hesaba çekilmeyecekleri bildirilmiş ve bu görüşü savunanlar da aynı rivayetlere dayanmışlardır.

Bu ihtilaf, ancak Allah Teala´nın Kitabı´na dönerek giderilebilir. Böylelikle mesele açığa çıkacak ve başkasına ihtiyaç kalmayacak­tır. Allah´ın Kelamı, meseleyle ilgili kapalı hususları açıklamıştır. Biz de bu sağlam açıklamaya dayanmayı uygun görüyoruz. Allah Tfeala hiç kuşkusuz en iyi bilendir.

Kur´an-ı Kerim´de bu meseleyle ilgili iki ayet-i kerime mevcut­tur. Bu ikisinde inkar ehlinin Tevhid´e bulaştırdıkları şirk sebebiy­le ve peygamberlerin çağrılarına icabet etmemeleri ve onları yalan­lamalarından dolayı hesaba çekilecekleri haber verilmektedir:

"Ve onlara nida ettiği gün şöyle buyurur: Hani Benim için (va­rolduğunu) iddia ettiğiniz ortaklarım neredeler?". (Kasas/62) Diğer ayet-i kerime de şöyledir: "Ve onlara nida ettiği gün şöyle buyurur: Peygamberlere ne cevap verdiniz?". (Kasas/65) Bu iki ayete göre, inkarcılar sırf tevhidi çiğneme ve peygamberleri yalanlama suçla­rından dolayı hesaba çekileceklerdir.

Meseleyle ilgili diğer iki ayet de şöyledir: "Ama azılı suçlulara artık soru sorulmaz". (Kasas/78); "İşte o gün ne bir insan, ne de bir cinne günahından dolayı (hesap) sorulur". (Rahman/39) Allah Teala ´günahkarlar´ hakkında da şöyle buyurmuştur: "Günahkarlar sima­larından tanınır ve perçemleri ve ayaklarından tutulup alınırlar". (Rahman/41)

Görüldüğü üzere bu naslarla, inkarcılarımı günahları ve amel­lerinden dolayı hesaba çekilmeyecekleri beyan edilmektedir. Biz de buna dayanarak, onların amellerinden dolayı hesaba çekilmeye­ceklerini düşünüyoruz. Hesaba çekme, ancak aralarında belli bir muamele ve hukuk bulunan iki tarafın fiillerinden dolayı olabilir. Hasenatı sabit olan kimse de bunlar sayesinde tercihe ve tartıya muhatap olur.

Enes b. Malik´ten (ra) "Hem tutuklaym onları, çünkü hesaba çe­kilecekler" (Saffat/24) ayetinin tefsiriyle ilgili olarak şu görüş nak­ledilmiştir: Onlara ´Allah´tan başka ilah yoktur sözü hakkında so­ru sorulacaktır. Allah Resulü´nün (sav) de merfu´ bir hadiste bu ma-fcada buyurduğu ve onların tevhid bakımından sorguya çekilecek «rini bildirdiği rivayet edilmiştir.

Cennet ve ehlinden bütün insanlar Kıyamet günü altı tabaka üzere diriltileceklerdir:


1.Tabaka
: Hesaba çekilnıeksizin cennete girecekler. Bunlar, Kui^an´da ´Öndekiler=Sabikûn´ ve ´Yakın kıhnanlar=Mukarrebûn´ olarak bildirilen kimselerdir.

2.Tabaka: Kolay bir hesabın ardından cennete girecekler. Bun­lar da müminlerin havassı ve salih kullardır.

3.Tabaka: Uzun bir hesab ve mücadeleden sonra cennete gire­cekler. Bunlar da ´Kitapları sağdan verilenler=Ashab-ı Yemîn´ ola­rak bilinenlerle müminlerin avamıdırlar.

Cehennem ehli de aynı şekilde üç tabakadır:

1.Tabaka: Hesaba çekilmeksizin ve soru sorulmaksızm cehen­neme girecekler. Bunlar Yafes b. Nuh´un soyundan gelip puta tapan ve Yecüc ve Mecüc olarak bilinenlerdir. Bunlar, asıl olarak cehen­nem için yaratılmış olanlardır.

2.Tabaka:
Uzun ve zorlu bir hesaptan sonra cehenneme gire­cekler. Bunlar büyük günah işleyenler ve münafıklardır.

3.Tabaka: Amellerinden dolayı hesaba çekilmeksizin sırf dur­durulan ve soru sorulan kimseler. Bunlar da kendilerine peygam­ber gönderilmesine rağmen inkar etmiş kavimlerdir. Bunu da Allah Teala´nm şu buyruğunda görmekteyiz: "Kendilerine peygamber gönderilenlere mutlaka soracağız". (A´raf76)

Konuyla ilgili meşhur bir hadis-i şerif şöyledir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
Hesaba çekilene azap edilir. Bunun üzerine saha­be, ´Ey Allah´Resulü! Yüce Allah ´Kolay bir hesaba çekilecektir" (İn-şikak/8) buyurmuyor mu?´ dediler. O da şöyle buyurdu: Bu olacak­tır. Hesaba çekilene azap edilecektir [10]

İmamımız Sehl b. Abdullah (ra) şöyle derdi
: Kafirler sadece tev-hid hakkında hesaba çekilecektir. Onlar sünnetten dolayı hesaba çekilmeyeceklerdir. Bidat ehli sünnet hakkında hesaba çekilecek­tir. Müslümanlar da amellerden dolayı hesaba çekileceklerdir.

Allah Teala´nm "Sonra onların dönüşü Bize´dir ve onları hesaba çekmek de Bize düşer" (Gaşiye/26) ayetinin tefsirine gelince bu hususta iki görüş vardır İlkine göre bu ayet, söylendiği makamdan ayrı olup müslümanlara yöneliktir. Çünkü Allah Teala bu ayetin başında inkar edenleri haber verirken sonunda azabı zikretmiştir. Nitekim Allah Teala başta şöyle buyurmaktadır: "Ancak yüz çevi­ren ve inkar eden hariç. Allah ona en büyük azapta bulunacaktır". (Gaşiye/24) Bu, onlarla ilgili ihbarın sonudur. Bunun ardından baş­kalarını konu alarak devam etmektedir: "Sonra onlan dönüşü Bi­ze´dir ve onları hesaba çekmek de Bize düşer" (Gaşiye/26)

Diğer görüş ise şu şekildedir
: Ayette geçen hesap ile kasdedilen cezalandırma olabilir. Çünkü ´Hesaba çekme´ fiili, inkar edilenler için kullanıldığında, yaptıkları kötü işlerden dolayı cezalandırılma­larına yorulmaktadır. Niteki şu ayet-i kerime de bu anlamdadır: "Dini inkar edenlere gelince; onların amelleri; düz ve ıssız bir çöl­deki serap gibidir ki susayan onu su zanneder. Onun yanına varın­ca su adına hiçbir şey bulamayıp ancak Allah´ı bulur. O da onun he­sabını hakkıyla görür". (Nur/39) Buradaki ´hesab´ ile kasdedilen de yine cezadır.

Ne var ki el-Ferra´ ve diğer dil alimleri, bu görüşümüze karşı çı­karak ardından gelene itibar etmiş ve onu hesaba çekmenin delili olarak kabul etmişlerdir. Onlar bu ayetle ilgili görüşlerini şöyle di­le getirmişlerdir:

"O da onun hesabını hakkıyla görür" ifadesinde kasdedilen, onun cezalandırılması olabilir. Ama onun hesaba çekilmesinin mu-rad edilmiş olması da mümkündür. Çünkü Allah Teala, "Muhakkak Allah hesabı hızlı görendir" (Bakara/202) buyurmaktadır.

Kelam-ı Kadim´in hesap ile kasdettiğinin ´Hesaba çekme=mu-hasebe´ olması da muhtemeldir. ez-Zeccâc da, yukarıdaki yorumu­muzla ilgili olarak aynı yönde konuşmuş ve "Ama azılı suçlulara artık suçları hakkında soru sorulmaz" (Kasas/78) ayetiyle ilgili ola­rak şöyle demiştir: Onlar hesaba çekilmezler, çünkü Allah Te­ala´nm onlarla ilgili sabık hükmü kesinleşmiştir. O, sabık ilmiyle onlar hakkındaki hükmünü pekiştirmiştir.

Mukâtil b. Süleyman da, onunla aynı görüşü paylaşmış, yalnız birebir mana verme hususunda farklı hareket etmiştir. O, tefsirde uzman olmasına rağmen, dille ilgili ilimlerde ez-Zeccâc kadar nü­fuz sahibi değildi.

Mukâtil ayetin manasını şöyle vermiştir: Azılı suçlular, selefle­rinin günahlarından dolayı hesaba çekilmeyeceklerdir. O, böyle yapmakla, ´hüm=onlar> zamirini, daha önce geçen Karun ve avane-si ile geçmiş devirlerin suçlularına atfetmiştir. Zira onların zikre­dilmesi, şu Hitab-ı İlahi´nin beyanı niteliğindeydi: "Peki şunu da bilmiyor muydu ki Allah, daha önce kendisinden daha güçlü ve ser­veti daha fazla olan kimseleri helak etmişti?" (Kasas/78)

Bunun hemen ardından, "Onların günahlarından hesaba çekil­mezler" buyrulurken, o kavmin müşriklerinin günahlarından bah­sedilmektedir. O ve diğerleri, inkar ehlinin de hesaba çekilecekleri­ni bildirerek şöyle demişlerdir: Nasıl hesaba çekilmezler? Allah Te-ala geçmiş kavimlerinin kıssalarını anlatırken onlara ne yaptığını haber vermiyor mu?

Sözkonusu ayet-i kerime Firavun´un şu ifadesindeki manaya uygun olarak indirilmiştir:
O Musa´ya (as) ´Peki geçmişlerin duru­mu ne olacak?´ demiş, o da, ´Onların bilgisi Rabbimin katandadır* demişti. Ancak Allah Teala, lıesab´ kelimesi ile cezayı da kasdet-miştir. Bunun da örneği mevcuttur. Nitekim O, şöyle buyurmakta­dır: "Bağış ve hesap olarak". (Nebe/36) Ama buradaki hesap, ceza olduğu gibi yeterlilik manasında da kullanılmış olabilir. Yani onla­ra yetecek kadar. Nitekim O başka bir ayetinde şöyle buyurmakta­dır: "Cehennem onlara yeter". (Mücadele/8) Yani cehennem onlara kafidir. [11]