- Bülent Aras

Adsense kodları


Bülent Aras

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sat 7 July 2012, 04:34 pm GMT +0200
Bülent Aras: Kürt siyaseti meşru bir aktör olma konusunda sıkıntılar yaşıyor
İbrahim BARAN • 59. Sayı / SÖYLEŞİ


Kürt açılımı projesi Türkiye’de bugüne kadar atılan en önemli adımlardan biri. Türkiye’nin son 40 yılına damgasına vuran Kürt Sorunu ile ilgili 1990’lı yıllarda da meseleye çözüm penceresinden bakanlar tarafından yapılan benzeri girişimler, suikastlar, 33 şehit olayı ve ardından yaşanan parti kapatma süreciyle rafa kaldırılmıştı. Bugün yaşananlar da birçok bakımdan 1990’lı yıllardaki gelişmelerle benzerlik arz ediyor. TBMM’de yaşanan açılım tartışmalarının yankıları daha bitmeden ve Başbakan’ın ABD’de Barack Obama ile kritik bir görüşme yaptığı sıralarda Reşadiye’de 7 erin şehit edilmesi ve ardından Yargıtay Başsavcısı’nın DTP’nin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkemesi’ne açtığı davanın kapatılma kararıyla sonuçlanması, açılım tartışmalarını başka bir boyuta sürükledi. Kapatılma kararının ardından yaşanan sine-i millet tartışmaları da bir anda “Türkiye yeniden kaosun eşiğine mi sürükleniyor?” sorusunu akıllara getirdi. Açılım sürecinin seyrini, DTP’nin kapatılmasıyla ortaya çıkan durumu ve sine-i millet tartışmalarını Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve SETA Dış Politika Koordinatörü Prof. Dr. Bülent Aras’la değerlendirdik…

DTP’nin kapatılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

DTP’nin kapatılmasının bir hukuki boyutu bir de siyasal boyutu var. Yargıtay Başsavcısı konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşımıştı. Anayasa Mahkemesi de görevini yapmış oldu bir anlamda. Ek iddianamelerle DTP içerisinde siyaset yapan başka isimlerin de yasaklanması söz konusuydu. Aysel Tuğluk ve Ahmet Türk gibi daha ılımlı siyaset yapanlar hakkında siyasi yasak kararı çıkarken, daha fazla şiddet yönlü siyaset yapanların yasaklanmaması akıllarda soru işareti bırakıyor doğrusu. Siyasal boyutunu şöyle izah edebiliriz: Anayasa yasaların anası, en büyük yasa anlamlarını barındırıyor. Dolayısıyla anayasaların ülkenin refahı için gerekli içtihatları barındırması, demokratikleşme süreçleri yavaş ve sorunlu ilerleyen ülkelerde daha demokratik kurallar barındırması gerekiyor. Anayasa Mahkemeleri’nin de daha demokratik kararlara imza atması gerekiyor. Anayasa Mahkemesi bunu yapmada sanki biraz yetersiz kaldı.

Bir zamanlama hatası olduğu üzerinde duruluyor.

Evet, bu gibi eleştirilerin haklılık payı var. DTP’nin illa kapatılması gerekiyorsa belki biraz daha geciktirilebilirdi. Siyasal anlamda kararın çok da olumlu sonuçlar ortaya çıkarmadığını söyleyebiliriz. Demokratik açılım, kardeşlik projesi gibi girişimler söz konusuyken böyle bir durumla karşı karşıya kalmak, bu projenin sonuçları açısından pek de iyi olmadı.

Bir tarafta Ahmet Türk, Orhan Miroğlu, Aysel Tuğluk gibi Kürt Meselesi’ni demokratik yollardan, siyasal aktörleri kullanarak çözmeye niyetli isimler yasaklandı. Diğer tarafta eli sokakta, gözü dağda DTP şahinlerinin yasaklanmaması söz konusu. Burada nasıl bir irade sergilenmiş oldu?

Bunun bilinçli bir irade mi olduğu yoksa prosedürel hatalardan kaynaklanan bir durum mu olduğu konusunda ciddi şüphelerim var açıkçası. Sonuçları itibariyle, Türkiye’de yaşanan siyasal süreci de hesaba kattığımızda bu sürecin biraz daha uzayacağını söylememiz mümkün. Karara baktığımızda Anayasa Mahkemesi şekli içeriğin önüne koymuştur. Kanun olarak bakarsak Anayasa Mahkemesi yanlış yapmamıştır ama sanki belki biraz daha uzatarak ve sürecin olumlu seyri için inisiyatif alarak daha iyi yönetememiştir. Çünkü Türkiye kritik bir süreçten geçiyor. Böyle bir süreçte şekli içeriğin önüne koymak durumdan vazife çıkarmak gibi algılanabilir. İçeriği biraz şeklin önüne koymak gerekirdi diye düşünüyorum.

2010, 2009’DAN DAHA SORUNLU BİR YIL OLACAK

1990’lı yıllarda Kürt açılımı meselesi gündeme geldiğinde yaşanan bazı gelişmeler var. Bazı suikastlar geçekleştirildi. Ardından yaşanan 33 şehit olayı var. Bunların neticesinde ateşkes kaldırıldı. Sonrasında PKK’nın saldırıları başladı. Bugün yaşananları düşündüğümüzde benzer bir tablo ile karşı karşıya kalıyoruz sanki. Sözünü ettiğimiz iki ayrı parça bir bütünlük ifade ediyor mu?

Elbette benzerlikler var. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın başka yerlerinde de benzer durumlarla karşı karşıya kalınabiliyor. Uluslararası arenada gücünüz arttıkça, daha fazla söz sahibi bir ülke haline geldikçe dostlarınız da artar. Aynı oranda düşman da elde edersiniz. Bunları da hemen net olarak okuyamayabilirsiniz, zamanla ortaya çıkar. Ayrıca yumuşak karnınız varsa bunlar da kaşınabilir. Türkiye’nin en problemli iç meselesi en önemli yarasıdır Kürt sorunu. Böyle olunca bu yaranın zaman zaman kaşınması da olağandır. Türkiye eğer bir dış manipülasyona tabi olacaksa bu ya Kürt Sorunu üzerinden olacaktır ya da etnik ayrımcılık üzerinden. Türkiye’nin yumuşak karnını biz nasıl görebiliyorsak Türkiye ile ilgili menfi düşüncelere sahip güçler de görebiliyorlar. Bu bakımdan ben Türkiye açısından 2010’nun 2009’dan daha sorunlu bir yıl olacağını düşünüyorum. “Şer güçlerin” faaliyetlerini artırarak devam edeceklerini düşünüyorum. Herkesin dikkatli olması lazım bence. Hükümetten güvenlik kurullarına, güvenlik kurullarından siyasal partilere herkesin sorumlu davranması gerekiyor. 11 Eylül sonrası dönemde güvenlik, demokrasi ve istikrar konusu sadece devletin ya da güvenlik kurumlarının değil, sokaktaki bireylerden muhalefet partisine, siyasal ve ekonomik figürlere herkesin sorunu. Dolayısıyla herkesin bu konuda azami gayreti göstermesi, böyle bir ortamda hükümetin de toparlayıcı olması lazım. Daha doğrusu asıl toparlayıcı gücün de hükümet olması lazım.

O zaman burada asıl iş hükümete düşüyor.

Önemli bir kısmı hükümete düşüyor. Ama dediğim gibi sokaktaki bireye kadar toplumun tüm kesimine çeşitli görevler düşüyor. Bir de şunun farkında olmak gerekiyor: 1990’larda yaşananlar zannedersem Türkiye’nin Orta Asya ve Avrasya’da tam da açılım başlattığı ve Türkiye’nin iç meselelerini çözmeye başladığı bir döneme denk geliyordu. Şimdi yaşananların da tam demokratik açılım çabalarının ortasında ve Başbakan’ın ABD’de ABD Başkanı ile önemli konular konuşurken gerçekleşmesi, Türkiye’nin istikrarsız ve kaosun eşiğinde bir ülkeymiş gibi gösterilmesi için yapılıyor. Bunu hem içeride hem de dışarıda yapacak aktörler var. En son Ergenekon operasyonunda gördük ki içeriden de bunu yapacak aktörler var. Dava süreci devam etse de bu aktörlerin devlet içerisine sızdığını da gördük.

Ordu içerisinde de var değil mi?

Devletin her birimine sızmış böyle bir yapılanma var. Genelkurmay Başkanı da ifade etti, “ordu suçluları bünyesinde tutacak değildir” diye. Bu demek oluyor ki ordu içerisine de sızmışlar. Yani hem içeride hem dışarıda Türkiye aleyhine çalışacak grupların, örgütlerin, imkânların oluştuğunu görüyoruz.

Genelkurmay Başkanı’nın Trabzon’dan yaptığı açıklamalara ilişkin bazı gazetecilerin, akademisyenlerin ve yazarların değerlendirmeleri oldu. İlker Başbuğ’un “talimat verirmişçesine” konuştuğunu eleştirdiler. Bu açıklamalara ilişkin siz ne düşünüyorsunuz?


Türkiye’de gerek siyasal elitlerin, gerek bürokratik elitlerin sert bir üslubu var. Bu gibi eleştirileri her iki kesimde de görebiliyoruz. Ancak dünyanın gidişatı, yapıcı eleştirilere açık olmayı gerektiriyor. Hem siyasal liderlerin hem de güvenlik elitinin sivil toplumu, yazarları ve düşünürleri hedef tahtasına koyan açıklamaları kabul görmüyor artık. Bu tutum biraz eski dünyanın, Soğuk Savaş döneminin kalıntısı. Yeni dünya düzeninde en değerli olan şey yapıcı eleştiridir. Elbette bir takım psikolojik operasyonlar yapılıyor.

Genelkurmay Başkanı asimetrik operasyon olarak nitelendirmişti bunu.

Evet, bahsettiği gibi bazen maksadını aşan ifadeler kullanılıyor. Ama bu açıklamalara fikir özgürlüğü çerçevesinde bakmak lazım. Fikir özgürlüğünün kapsamına da genelde siyasal liderlerimizin ya da güvenlik kurmaylarımızın tolare edebildiğinden daha fazla, modern dünyanın değer verdiği fikir özgürlüğünün çerçevesinden bakmak lazım.

DTP’NİN SORUNU TÜRKİYE’NİN MEVCUT SİYASAL YAPISIYLA

Daha önce AK Parti’nin kapatılması istemiyle açılan davada, şimdi de DTP’nin kapatılmasıyla gündeme gelen demokratik ülkelerde parti kapatılması sorunu var. Demokratikleşme süreci oldukça yavaş ilerlemiş Türkiye gibi ülkelerde partilerin kapatılmasını olağan karşılamak gerekiyor galiba…


Küresel bir düşünce olarak parti kapatma diye bir olgu var. Burada asıl soru “hangi partiler kapatılmalıdır?” ya da “partiler mi kapatılmalı yoksa partilerin içerisinde kapatmaya sebebiyet verecek eylemler icra eden kişilere mi siyasi yasak getirilmelidir?” olmalı. Bu tartışmalı bir konu. Nitekim Başbakan da parti kapatmaya karşı olduğunu, ancak siyasi yasaklara karşı olmadığını açıkladı. Bu da bir tavırdır ve parti kapatmanın bir adım ötesinde olan bir düşüncedir. Fakat doğrudan şiddete bulaşmamış partilerin kapatılmaması gerekir. DTP’nin PKK ile olan ilişkisinin belirsizliği akıllarda soru işaretleri oluşturuyor. Fakat isnat edilen bazı referanslar da doğru referanslar değil. DTP’nin Türkiye’nin mevcut siyasal ilişkisiyle bir sorunu var. Demokratik açılım projesi çerçevesinde bakıldığı zaman bu projeye destek olan ve Türkiye’de siyasetin alanını genişleten, yani Kürt meselesinin en geniş boyutlarda siyasetin içerisinde tartışılmasına ve çözüm yönünde değerlendirilmesine katkı sağlayan DTP’liler var. Mesela Ahmet Türk’ün açıklamaları bu yönde. Ancak sizin de ifade ettiğiniz gibi gözü sürekli dağda olan bir çevre de var. Dolayısıyla DTP siyasal sistemle olan ilişkisini şekillendiremedi. Mesela 1990’ların sonunda –kimilerine göre sorunlu olan– siyasal İslam devletle ve siyasal sistemle olan ilişkisini farklı ve meşru bir zeminde dönüştürdü. Fakat Kürt siyaseti meşru bir aktör olma konusunda sıkıntılar yaşıyor, ortamı geriyor. Yalnızca tehdit ve düşman zinciri, güvenlik eliti üretmiyor, aynı zamanda DTP de dil hakları üzerinden, Kuzey Irak üzerinden yani olabilecek en anlamsız bağlamlarda ortamı geriyor. Gündemin güvenlikle işgal edilmesine yol açıyor, toplumsal tepkiyi körüklüyor. DTP’nin bir yanda barış isteyen, bir yanda da savaşı destekleyen ikircikli tavrı kafaları karıştırıyor. Bakıldığı zaman DTP’nin kapatılmasına yönelik çok ciddi bir toplumsal tepki yok aslında. DTP’nin kapatılması Türkler açısından bir geçiş süreci olduğu gibi Kürtler açısından da geleceğe yönelik bir rahatlama meydana getirdi. Bir diğer yönü ise Türkiye’deki demokratik açılım sürecinin devamı, Türkiye’de demokrasinin geldiği seviye açısından da sıkıntı oluşturdu. Güvenliğin azami önem kazandığı, güvenlik ve demokrasinin birlikte varolmaya çalıştığı bir dünyada DTP’nin kapatılması DTP’nin biraz kendisine çeki düzen vermesi gerektiğini anlatması bakımından da önemliydi. Devletin de kendisine çeki düzen verecek bir Kürt siyasetine karşı algısını ve tavrını daha anlamlı kurgulaması lazım. Günümüz dünyasında daha fazla demokrasi daha fazla güvenlik anlamına gelebiliyor çünkü. Soğuk Savaş döneminin “önce güvenliği sağlayalım, sonra demokrasiyi sağlarız” anlayışı çok geçerli değil bugün. İkisinin birlikte atbaşı gitmesi, bazen de demokrasinin daha önde olması gerekiyor ki arkasından güvenliği toparlayabilelim. Yani demokrasi ve güvenlik arasında kurulacak kritik eşiklerle, devlet ve Kürt siyaseti arasında anlamlı bir ilişki kurgulanması lazım. Çünkü belirsizlikler Anayasa Mahkemesi’nin DTP’yi kapatması gibi yol kazalarına neden oluyor.

Muhalefet partilerinin DTP’nin kapatılmasına yönelik tutumlarına ilişkin neler söyleyeceksiniz?

Türkiye’de ciddi bir muhalefet zihniyeti problemi var. “İktidarın yaptığı her şey yanlıştır”a dayanan bir muhalif dil geliştirilmiş. Başbakan’ın Amerika ziyaretinden birkaç gün önce Amerika’daydım. Tam da o günlerde Obama ABD’nin yeni Afganistan planını açıkladı. Ancak Cumhuriyetçi Parti’den ciddi bir destek geldi. Düşündüğünüzde ABD’nin askerleri yani ABD’nin çocukları, bir takım planlar için canlarını veriyor. Buna rağmen ABD siyasetinin işlerliğini devam ettirmesi için bu politikalar muhalefetten ciddi destek gördü. Ancak Türkiye’de konu her ne olursa olsun böyle bir uzlaşı sağlanamıyor. Türkiye’de çok ilginç ittifak ilişkisi var. Mesela en basit örnekle Anayasa Mahkemesi’nin bütün üyeleri DTP’nin kapatılması hususunda oy birliği içerisinde olabiliyorlar. Anayasa Mahkemesi çeşitliliği yansıtamıyor. Bürokratik kurumların çeşitliliği yansıtmaması bir yere kadar anlaşılabilir. Fakat aynı durumun TBMM’de de olması, mesela CHP’nin bir blok olarak bu karara karşı aldığı tavır muhalefet partilerinin Türkiye partisi olamadıklarını, dar muhalefet anlayışıyla muhalif parti oldukları düşüncesini pekiştiriyor. Sonuçları açısından bakacak olursak CHP ve MHP’nin bu durumu biraz değerlendirmeleri gerekiyor. Muhalefet partileri güvenlik eliti, devlet eliti ve bürokrasinin aldığı tavırla aynı tavrı hiçbir çatlak ses olmadan alabiliyor. Ortalama oyları tahminen yüzde 30’u aşan iki partiden bahsediyoruz. İlginç, değil mi? Türkiye halkının yüzde 30’unun tamamının tek ses olarak böyle bir düşünceyi dillendirmesi söz konusu. Ancak kısıtlı bir bölge partisi olursanız, bir Türkiye partisi olamazsanız, nasıl DTP yatıp kakıp Kürt siyaseti yapıyorsa, bu partiler de yatıp kalkıp bunun tam tersini yaparlar. Nitekim yapıyorlar da.

KÜRT SORUNU TOPLUMSAL UZLAŞI İLE ÇÖZÜLEBİLİR

Sine-i millet tartışmaları yaşandı. DTP’li milletvekilleri Meclis Genel Kurulu’na istifa dilekçelerini verip sine-i millete çekileceklerini söylediler. Daha sonra istifa etmeme kararına vardılar. Peki, istifa etselerdi halk DTP’yi sinesine çekecek miydi?

DTP Türkiye’de siyaset yapan bir parti. Türkiye vatandaşları tarafından kurulmuş ve desteklenmiş bir parti. Bunu bir kere akıldan çıkarmamak gerekiyor. DTP’nin bir Türkiye partisi olamamasından bahsettim. Ama kaç yıllık CHP ve MHP de aynı duruma düştüğüne göre DTP’yi çok da fazla yadırgamamak gerekiyor. Meclisin kendisi zaten sine-i millettir. Dolayısıyla TBMM’nin sine-i millet olduğunu inkâr etmek demek onun temsil kabiliyetini, keyfiyetini reddetmek demektir. Ben bu tartışmalarda sine-i milletin kendisi olduğunu, dolayısıyla meclisten bir şey demeden çıkmanın kolaycılık olduğu görüşündeyim. Ayrıca meclisten çıkarmanın da kolaycılık olduğunu düşünüyorum.

Kapatma davası ve ardından yaşananların Kürt siyaseti üzerinde alternatif başka siyasi mekanizmaların gelişmesini engellediği yönünde görüşler var. DTP’nin kapatılmasının PKK’nın işine yaradığını söyleyebilir miyiz?

Kapatılma kararı PKK’nın Kürt siyasetinde tek merci olduğu düşüncesini körükledi. Kürt siyasetinin PKK’nın dışında bir alan bulabileceği düşüncesi vardı. Ben bu alanın hâlâ mevcut olduğunu düşünüyorum. Fakat silahlar bırakılmadığı için bu alana imkân tanınmıyor. Demokratik açılım projesinin silahların bırakılması yönünde bir girişimin neticesinde yeniden çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Silahların bırakılmasıyla Kürt meselesi ile ilgili ciddi ilerlemeler kaydedilebilir. Silahlar susmadıkça ayrılıkçılığın, kaosun önü açılacak ve Kürt meselesi daha uzun yıllar Türkiye’nin en ciddi yaralarından biri olmaya devam edecek. Devletin ve özellikle muhalefet partilerinin de “dağdaki son terörist öldürülünceye kadar” düşüncesini terk etmesi gerekiyor. Çünkü bu mesele kanla çözülecek bir mesele değil, toplumsal uzlaşı ile çözülecek bir meseledir.

Kimdir:
Prof. Dr. Bülent Aras, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden 1994 yılında mezun oldu. Aynı üniversiteden 1996 yılında yüksek lisans, 1999 yılında doktora derecesi aldı. Indiana Üniversitesi’nin Central Eurasian Studies Bölümü’nde 1998 yılında misafir öğretim görevlisi, 2003 kış döneminde Oxford Üniversitesi St.Anthony’s College bünyesinde misafir araştırmacı ve Paris’te yer alan European Union Institute of Security Studies isimli araştırma merkezinde 2004 yazında kıdemli araştırmacı olarak bulundu. Aralarında ASAM ve TASAM gibi önemli kuruluşlar olan onlarca araştırma merkezinin kuruluşunda yer aldı. Halen Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Bölüm Başkanı olarak görev yapan Aras, SETA’nın Dış Politika Koordinatörlüğü görevini yürütüyor.