- Bir oburluk hikâyesi

Adsense kodları


Bir oburluk hikâyesi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sat 18 August 2012, 02:48 pm GMT +0200
Bir oburluk hikâyesi
Ali Şükrü ÇORUK • 90. Sayı / DİĞER YAZILAR


Oruç büyük ölçüde yeme içme ile ilgili bir ibadet olduğu için Ramazan ayında basın yayın organlarının ilgisi doğal olarak bu konu üzerinde yoğunlaşıyor. Yemek tarifleri, iftarda ve sahurda ne tür yiyecek ve içeceklerin tüketilmesi gerektiği, hangi yiyeceğin tok tutacağı, hangi içeceğin susuzluğa iyi geleceği, iftarın neyle açılacağı, ardından yemek boyunca nasıl bir seyir izlenmesi gerektiği, her şeyden önce ölçünün kaçırılmaması hususu Ramazan boyunca “konunun uzmanları” tarafından uzun uzadıya anlatılır. Kuşkusuz hayatımızın bedenî olarak iyice yavaşladığı günümüzde bu tembihlerin ve tavsiyelerin büyük önemi var. Ancak bütün bu tembihlere uyduğumuzu, tavsiyelere kulak verdiğimizi söylemek ise mümkün değil. İnsanların Ramazan boyunca kilo vermek yerine alması (Sağlık Bakanlığı’nın obeziteye karşı geçenlerde başlattığı kampanyayı burada hatırlayalım), özellikle yaz Ramazanlarını yaşadığımız bu günlerde iftar sonrasında yaşanan sindirim rahatsızlıkları bu konuda uzmanların söylediklerine kulak vermediğimizin, kendi bildiğimiz gibi hareket etmemizin sonucu değil mi?

Konak iftarlarından Ramazan çadırlarına
Millet olarak yeme içme yanında yedirmeyi içirmeyi de severiz. Bunun en açık delili bizzat yaşadığımız iftar davetleridir. İster zengin, ister fakir olsun herkes Ramazan boyunca dostlarına, akrabalarına evinde yahut bir lokantada iftar verir. Garip gurebayı düşünenler yiyecek yardımı yapar, Ramazan çadırlarında belki de bir yıl boyunca böyle bir yemeği düşleyenlerin mutlu olmasını sağlarlar. Bütün bunlar güzellik değil de nedir? Son yıllarda hayatımıza giren ve bir gelenek hâline gelen Ramazan çadırı fikrini ortaya atanlardan ve bunu hayata geçirenlerden Allah razı olsun diyeceği geliyor. Eskinin halka açık konak iftarlarının günümüz versiyonu olarak kabul edebileceğimiz bu uygulama bile milletimizin ne kadar övgüye layık bir millet olduğunu, hepsinden önemlisi bir şekilde mazinin iyi taraflarını günümüze ve geleceğe taşıma kabiliyetini gösteriyor. Arada birilerinin çıkıp “Aman efendim, böyle şey olur mu? Ramazan çadırı meydanın ortasında ne çirkin duruyor. Üstelik buraya gelenlerin çoğu evsiz-barksız, ayyaş, dilenci, üstü başı yırtık insanlar” diyerek bu uygulamayı eleştirenlere siz bakmayın. Neticede her şeyin bir kusurunu bulup dillendirmekten hoşlananlar, bardağın boş tarafını gözetenler her zaman olacaktır. Üzerinde durulmaya değmez. Biz en iyisi konumuza dönelim.

Bir Osmanlı oburu
Konumuz yeme içme olunca insan bu alanda tarihe geçmiş, özellikle yedikleri ve içtikleriyle herkesi hayrete düşüren meşhur oburları anmadan geçemiyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yaşamış olan Baba Yaver bunlardan birisidir. Kimdir Baba Yaver? Eski İstanbul hayatını renkli üslûbuyla bize aktaran Ahmet Rasim’e bakarsak oburlar oburudur. Gerçekten de bir oturuşta neleri yediğini gözümüzün önüne getirdiğimizde üstada hak vermemek, bir insanın nasıl bu kadar yiyeceği mideye indirebildiğine şaşmamak elde değil. İşin enteresan tarafı yemek konusundaki sonsuz iştiyakından olacak devrin kalburüstü muhitlerinin aranan simalarından. Başta paşalar olmak üzere herkes nasıl yemek yediğini seyretmek için konaklarına davet ederler, mükellef sofralar hazırlarlarmış. Bu sıra dışı “yetmiş, yetmiş beşlik siyahî” ihtiyar da yaşından beklenmeyen bir oburlukla sofrada bulunanları eğlendirirmiş.

Ahmet Rasim’in yakın arkadaşı olan Baba Yaver, yazarın yazılarında sıkça karşımıza çıkan sıra dışı şahsiyetlerden birisi. Yazarın, Baba Yaver etrafında yazdığı en güzel yazılardan birisi Oburlar Oburu Baba Yaver başlığı altında 3 Ramazan 1331/ 6 Ağustos 1913 tarihinde Tasvir-i Efkâr gazetesinde yayınlanmıştı. Ahmet Rasim bu yazıda Baba Yaver ile gittiği bir iftar davetinde yaşadıklarını anlatıyor. Doğal olarak konu Baba Yaver’in yedikleri ve sonrasında başına gelenlerle ilgili. Gerisini kısaltarak ve sadeleştirerek üstattan dinleyelim:

Oburlar Oburu Baba Yaver
“Belki on beş sene evvel idi. Merhum Baba Yaver ile misafir meraklısı bir zatın iftarına davetli idik… Sofraya dizildiğimiz zaman iftariyenin zenginliği davet sahibinin zevk sahibi olduğuna işaret ediyordu. Zeytin, peynir, reçel, pastırma, sucuk, turşu, hardalya, havyar, balık dolma ve tuzlamaları, çörek, simit, pide çeşitleri, mide düşkünlerini hayrete düşürecek şekilde hazırlanmıştı. Baba bu takıma:

-Rüzgâr!... diye pek el uzatmadı. Hakkı da varmış. Çünkü o koca gümüş tepsi kalkınca kepçeleri son derece zarif, kendileri gayetle süslü üç büyük çorba kâsesi kondu. Konar konmaz evvelâ işkembeden, onu müteakip tavuk, hindi katıyla, suyuyla yapıldığında aşçıların renk ve kokusuna on üzerinden on verdiği şehriyeden, ondan sonra da düğün çorbasından âdeta bildiğimiz gibi birer kâse dikti. Her kâse ağzından ayrıldıkça göğsünü okşuyor, bize:

-Yumuşatır!... diyordu. Bir aralık sol eliyle gizli bir harekette bulunduğunu hissettim. Meğer yemek yemesine mani olduğu için pantolonunun düğmelerini çözüyormuş. Çorbalar kalkıp da ortaya Enderun yumurtası gelince kaşığa davrandı. Ekmeğe kim bakar? Biz tabağımıza birer miktar alınca lengeri önüne çekti. Gözler o siyah yüzlü güzel yemek üzerinden garip dönüşlerle fırladığı hâlde ağız, çene muntazam hareketlerle gelip gidiyor, arada bana:

-İşte bu yumurta mide döşer!...diyordu. İyice hatırımdadır. Pideli kebaba da ikbal buyurdu. Emir dolmaya limonu gezdirerek:

-Bayılırım!... diye girişti. Gelen turfanda bir sebzeden de yüz çevirmedi. Kaymaklı elmasiyeye:

-İşte yürek oynatan bu haspadır!...
teranesiyle saldırdı. Görülecek bir manzara idi. Elleriyle göğüs etlerine hamle ettikçe kopan parçalar bir anda ağzına gidiyor, bir iki çevrildikten sonra kayboluyordu. Bu yetmişlik, yetmiş beşlik obur bir aralık etrafına:

-Yiyen var mı? Sorusuyla bakındı. Kim yiyecek? Sofrada tepsiyi önüne çekti. Dakikasında hindilerin iskeleti kalıyordu. Butlar, deriler, sırtlar, boyun halkaları sıyrıldıkça garnitür hükmünde duran patates puflaları da azalıyordu. Bu benzersiz keşmekeş arasında ev sahibi:

-Baba, muhallebiden yemeyecek misin? Senin için ayrıca bir tabak yaptırdım.
Dedi. Boğulacak zannıyla korktum. Ağzı o kadar dolu idi ki söz söyleyemiyordu. Yalnız cevap olarak gözlerini kapadı. Başını iki tarafa:

-Nasıl yemeyeceğim?

Tarzında salladıktan sonra kaşığını da gösterdi. Lokmayı indirir indirmez:

-Yaralıyım merhemden vazgeçemem!
nidasıyla “tedavi”ye hazır olduğunu söyledi. Velhâsıl yedi. Muhallebiden sonra toprak kap içinde taneleri nar gibi kızarmış pilâva varıncaya kadar ne gelse yedi. Yedi ama siyahîye bir tutukluk ârız oldu. Sofradan kalkamıyor, mıhlanmış gibi duruyordu. Yeni çıkma tiyatro komikleri terimlerinden olup gayetle dik yaka giyen, hatta yarı korseli şıkların dik vaziyetini ifade etme yolunda kullanılan “baston yutmuş” tabirine uyar şekilde bir vaziyet aldı. Yaver gık demiyordu. İşaret etti, iç kuşağını çevirdiler. Yine işaret etti, koluna girdiler, ağır ağır kaldırdılar. Ben tabiatını bildiğim için:

-Poyraz tarafına bakan bir pencere önüne götürün! Dedim. Götürdüler. Sandalyeye nasıl oturduysa öylece kaldı. Fakat ev sahibi bir türlü rahat edemiyordu. Asabî, meraklı olduğu için Yaver’e bir şey olur korkusuyla oğunup duruyordu. En nihayet beni:

-Canım birader, gidelim soralım, bir ilâç milaç ister mi?
diye zorladı. Hâlbuki ne ilâç ister ne milaç. Bir saat uyusa yediklerinin hepsini hazmederdi. Tabiatı ve alışkanlığı böyleydi.”

Ahmet Rasim’in anlattığı gibi başta ev sahibi olmak üzere ölecek korkusuyla herkes telâşa düşer. Fakat Baba Yaver bütün ısrarlara rağmen ilâç almayı reddeder. Bununla beraber hazmı kolaylaştırmak için ne istese beğenirsiniz? Bir parça ekmekle bir miktar kaşar peyniri! Yediklerinin üzerine bir de bunu isteyen Baba Yaver tam manasıyla ev sahibini çıldırtır. Duydukları karşısında çok şaşıran ve “sapsarı” olan ev sahibi Ahmet Rasim’e döner ve:

-Al şu parayı ver şu fellâha, evden çıksın gitsin şimdi bayılacağım! Diyerek Baba Yaver’i gönderir. Muhtemelen bu olaydan sonra Baba Yaver ile hiç karşılaşmamıştır