- Bir merkez seçimi

Adsense kodları


Bir merkez seçimi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Hadice
Wed 19 January 2011, 10:23 am GMT +0200
Bir Merkez Seçimi


31. Belli bir merkezde yapılan bir hareket, çevreye yayılarak yapılandan çok daha etkili olur. Yukarıda da görüldüğü gibi, o dönemlerde bütün dünyanın yeni bir yönlendirmeye ihtiyacı vardı. Öyleyse bu yeniden biçimlendirme görevinin merkezini, yani “genel karargâhını” nereye kurmak gerekiyordu?

Coğrafi Nedenler

32. Dünyamız gibi küresel bir cisim için hangi noktanın merkez görevi göreceğinin pek bir önemi yoktur. Ancak yeryüzünün her tarafı da oturulabilir nitelikte değildir; sularla kaplı bölümlerle dağları ve buzullu bölgeleri bir yana bırakırsak, geriye kalan kısım iki yarımküreden biri üzerinde yer alır; yapılacak tercihin ise, daha geniş ve daha kalabalık olan “eski dünya” üzerinde odaklanması gerekir.

33. Yarımküreyi belirledikten sonra, üç kıta, yani Avrupa, Afrika ve Asya arasında merkezî bir yer bulmak için haritaya bakalım. Gözümüze hemen, Asya’ya olduğu kadar Afrika ve Avrupa’ya da oldukça yakın olan Arabistan çarpacaktır. İnsan uygarlığı üzerinde iklimlere de bir önem veriliyorsa, birbirine komşu olan Mekke, Medine ve Tâ’if şehirlerinin oluşturduğu üçgende şaşırtıcı bir şey dikkatimizi çeker: Mekke, Afrika çöllerini temsil eder; Medine ılıman ülkelerin verimliliğine sahiptir; ve nihayet Tâ’if’de, Güney Avrupa iklimi görülür. İslâm’dan çok önce de bu üç şehir birbirlerine yakından bağlıydılar; aynı çıkarlar, en azından gündelik işlerde, ticarî örgütlenmesiyle Mekke’nin köprü görevi yaptığı bu şehirleri bir konfederasyon haline getirmişti.

34. Öte yandan Arabistan, o sıralarda, bu üç kıtadan, yani Avrupa, Afrika ve Asya’dan her birinin siyasal ve ekonomik çıkarları olduğu tek ülke idi. Örneğin Bizanslılar Arabistan’ın kuzeyini kontrol altında tutuyorlardı; İranlıların ise, doğu ve kuzeydoğudaki ‘Umân, Bahreyn (bugünkü el-Hasâ) ve Arapların yaşadığı Irak bölgelerinde himâye yönetimleri vardı; ve son olarak, Habeşistan, Yemen’de egemen bir konumdaydı.

35. Üç büyük kıtanın kesişme noktası ve bunların etki ve tepkilerinin merkezi durumundaki Arabistan, bu üç kıtada yaşayanları ve onların adetlerini, diğer ülkelerden çok daha iyi biliyordu.

36. Gerçekten, eski insanlar Mekke’yi “Dünyanın göbeği” diye adlandırıyorlardı.

Sosyolojik Nedenler

37. İnsanlık tarihinde, en uygar ülkelerin, maddi imkânlara sahip olmayan barbar toplulukların egemenliği altına girmiş olmaları oldukça dikkat çekicidir: Romalıların Germenlerce, Çinlilerin Moğollarca istila edilmesi gibi. Öte yandan, ilkel uygarlıklar daha yüksek bir kültür düzeyine erişmek için derece derece gelişmek zorundadırlar. Rahat yaşama tarzı, maceraya atılma ve hatta ülke savunması gibi zorunlu olan çoğu niteliği uygar toplumlardan çekip almıştır. Uygar olan kimselerde ölüm korkusu özellikle ağır basar.

38. Tamamen uygarlaşmış bir ülke artık, dışarıdan gelen barbarlara ait olsa da, taze kan taşıyan yeni katkıları alacak durumda değilse, yenilenme ve gençleşme imkânlarından yoksun demektir. Oysa, çöllerle çevrili şehirlerde göçebelerle akrabalık bağı kurmuş olan şehirliler, Arabistan’ın en belirgin özelliğidir.

39. Orta Asya, Çin’den başlayıp Avrupa’nın içlerine kadar ulaşan göç dalgaları gönderirken, Arabistan bu konuda ondan aşağı kalmamıştır: Arap fâtihlerin İslâm’dan önce Semerkand’a kadar gitmiş oldukları, buralarda küçük göçmen topluluklarının yanı sıra, aslî memleketlerinden çok uzaklarda, Halep’teki gibi hükümdarlıklar kurdukları, hiç de efsaneye dayanan söylentiler değildir. Biz burada insan türünün, hattâ Sâmîlerin kökeniyle ilgili bir tartışmaya girmek istemiyoruz, ama Arapların günümüze kadar varlıklarını sürdürmüş olan en eski milletlerden biri olduğunu söylemek hiç de büyük bir iddia gibi görülmemelidir. Örneğin, İbranicedeki ve diğer bazı Sâmî dillerindeki güçlüklerin, Arap dilindeki kurallara dayanarak kolayca çözümlendiği bilinmektedir. Kanımızca bu durum ancak aşağıdaki nedenlerden dolayı mümkün olmaktadır:

      1. Araplar, Sâmî toplulukları içinde geçmişi en eskilere dayanan bir ulustur;

      2. Araplar, yüzyıllar boyunca dillerindeki saflık ve arılığı korumuşlardır. Gerçekten, Muhammed (AS)’den önceki Arap düzyazı ve şiiri, binbeşyüz yıllık bir süre geçmesine rağmen, ne kelime hazinesi, ne dilbilgisi ne de cümle yapısı bakımından bugünkünden farklı değildir.

40. Kısacası, Araplar sahip oldukları güç ve yeteneklerini bütün eski dönemler boyunca korumuşlardır. Napolyon, Saint-Hélène adasında sürgünde iken, haklı olarak şöyle düşünüyordu: “Bazen mucizelere yol açan rastlantısal durumlardan tamamen bağımsız olarak, İslamiyet’in ortaya çıkışında, bizim bilmediğimiz birtakım şeylerin var olması gerekiyordu. Hıristiyanlığın bizce hala gizli kalmış bazı ilk sebeplerin sonucu olarak çok şaşırtıcı bir biçimde ortaya çıkması gibi, belki çöllerin içinden ansızın ortaya çıkan bu milletler de, aralarında çıkmış olan uzun süreli savaşlar sayesinde büyük karakter ve üstün niteliklere, karşı konulmaz atılganlıklara, ya da başka bir benzer niteliğe sahip olmuşlardı.”15

41. Hicaz bölgesinin geçmiş tarihine baktığımızda, en azından Hz. İsmâil’den bu yana, hiçbir din yayıcısı16 ya da istilâcı dış kuvvetle karşılaşmayız. Bu yörede oturanların sürekli yedekte sakladıkları güç ve yetenekleri, İslâm tarafından billurlaştırılıp, öncekilerden daha güzel yollara yöneltilmiştir. İslâm uğrunda ölümden kesinlikle korkmama ve hatta ona can atma, düşman da olsa diğer insanların kanına gösterilen büyük saygı: İşte İslâm Araplara bu düşünceyi aşılamıştı. Zira, sadece Resulullah (AS) zamanında değil, onun sahabeleri arasından çıkmış olan halifeler döneminde de, Araplara topraklarını genişletme imkânı sağlayan, kanlı savaşlar değildi: Örneğin, Lammens’e17 göre, Suriye’nin kuzey bölgeleri ve Fenike sahilleri “basit bir askerî gezinti” sonucunda fethedilmişti.

42. Soruna başka bir açıdan bakılacak olursa, ziraatle uğraşan kesim, maceraya atılıp dünyanın herhangi uzak bir noktasına gitmek üzere ülkesini ve doğduğu yerleri terk etmeyecek kadar topraklarına çok bağlıydı. Büyük girişimler için ise böyle bir macera anlayışı gerekir. Sanayi ile ilgili hayat da, onu ayakta tutan insanların hareketliliğini kısıtlar. Sadece tüccarlar ve kervan yöneticileri uzun yolculuklara katlanırlar; çünkü bu işe mecbur ve alışıktırlar. İslâm’ın beşiği durumundaki Mekke, Kur’an’ın ifadesiyle “ziraat yapılmayan bir vadi”dir.18 Böyle bir yerde sanayi de olmaz. Mekkeliler hiç de göçebe insanlar değildi. En azından iki bin yıldan beri yerleşik bir hayat sürüyorlardı ve en büyük uğraşları sadece kervan ticareti idi. O dönemde Avrupa’nın Hindistan ve Çin ile olan ticareti Arabistan’dan geçiyordu. Mekkeli Kureyşliler, İslâm öncesi Arabistan’ındaki hemen her türlü uluslararası ticari örgütlenmenin başına yerleşmişlerdi. Özellikle Bizans imparatoruyla, İran imparatoruyla, Habeşistanlı Necâşi’yle, Yemen’deki Kinde kralıyla ticarî anlaşmalar imzalamışlar ve her yıl Mekkeliler, Suriye, Mısır, Irak, Yemen ve Habeşistan’a gitmeyi adet haline getirmişlerdi.19 Onlar, gerek dinî gerekse ticarî fetihlerine girişmeden önce, bu ülkelerin örf ve adetlerini, kişilik özelliklerini, kanunlarını, hatta yolların geçtiği yerleri tam anlamıyla biliyorlardı.

43. Yer değiştirme konusunda daha hareketli olanlar için fetih ve yayılma çok daha kolaydır. İlgilendiğimiz dönemde, at ve deve en iyi savaş ve ulaşım araçlarıydı. Zira Arabistan’da çok sayıda deve vardır ve arap atı dünyaca ünlüdür.

Fiilî Nedenler

44. Mekke, Tâ’if ve Medine şehir-devletleri üçgeni, derinlemesine incelenmeye değer bir araştırma konusudur. Biz, ilerleyen bölümlerde İslam öncesi Mekke’nin yönetim sistemini ayrıntılı olarak ele alacağız. Ancak geçmeden, bu üç bölgede, vatandaşlarla sonradan o şehrin yurttaşı olan yabancılar arasında eşitlik ilkesine dayalı bir tür demokrasi olduğuna işaret etmek yeterlidir. Ne alt ne de üst herhangi bir sınıf yoktu; burada bir başkan da “primus inter pares” (eşitler arasında birinci) idi; renk ve ırk gibi engeller de bilinmiyordu. Uluslararası toplumda ne bir önem ne de bir etkileri olmadığı için de, başkalarına karşı eşitlik ilkesi içinde davranmak konusunda daha rahattılar. Araplar kendilerinin “gökyüzünün oğulları”, “Allah’ın seçkinleri” ya da yaratılışları gereği hiçbir zaman kendilerinin efendi, insanlığın geri kalan bölümünün ise köle olarak yaratıldığı düşüncesine kapılmadılar.20 Aksine onlar bireysel değer ve yeteneklere inanıyorlardı.

Psikolojik Nedenler

45. Birkaç kıyı bölgesi dışında, Mekke de dahil olmak üzere Arabistan’ın büyük bir kısmı sürekli olarak bağımsız kalmıştı: Roma, Bizans, İran ve diğer imparatorlarca birçok kez girişimde bulunulmasına rağmen, yabancılar bu ülkeyi asla ele geçirememişlerdi. Resulullah (AS)’ın doğduğu yıl, Habeşistan’dan gelen “fil halkı”nın (Ashab-ı Fil) büyük akını, Mekke önlerinde bozguna uğradı. İslâm’ın başlangıç yıllarında, bir avuç Arap kabilesi, Arabistan’ın kuzeydoğusundaki Zû Kâr’da büyük bir İran ordusunu yok etmeyi başardı. Bu, yansıması Arap yarımadasında yabancı güçlere karşı halkın bakış açısını değiştirecek nitelikte bir zaferdi. O dönemdeki Araplar, üniformaları olmadığı için, savaşın şiddeti içerisinde dostu düşmandan ayırt etmek için “parola” kullanıyorlardı. Tarih yazarları, Zû Kâr savaşında Arapların kullandığı parolanın, nedendir bilinmez, “Yâ Muhammed” olduğunu söylerler.21 Belki buna, Muhammed (AS)’ın doğumundan önce tüm Arabistan’da Âhir Zaman Peygamberi’nin o dönemde doğacağı ve adının “Muhammed” olacağı söylentisi yol açmıştı. Bu yüzden, Kinâne, Süleym, Cu’fî kabileleriyle Medinelilerde, özellikle de Temîm kabilesinde Muhammed adı oldukça yaygındı. Belki bu haberi bazı Yahudi-Hıristiyanlardan öğrenerek yayanlar da Temîm oğullarıydı (Bk. İbn Habîb, Muhabber, s. 130). Öyleyse, Zû Kâr’daki kaygı verici ölüm-kalım savaşı sırasında, beklenen kurtarıcının adının parola olarak seçilmesi ne güzel bir seçimdir!22

 

Dille İlgili Nedenler


46. Allah’ın mesajını aktarma aracı olarak Arapçanın tercih edilmesinin kendine özgü yararları vardı: Başka hiçbir dil, sahip olduğu âhenk ve kendisine özgü sözcük yapısı, çekim kuralları, sesbilgisi vs. bakımından onunla karşılaştırılamaz. Bu, aynı zamanda en küçük aydınlatıcı bilgileri bile gözardı etmeksizin yoğunlaştırılmış bir dildir: Zamirlerin yanı sıra, fiiller de erkek ve dişi olmak üzere iki cinsi birbirinden ayırmaktadır. Sözcük dağarcığındaki inanılmaz zenginlikle ve kelimelerin farklı durumlara göre çok esnek bir biçimde çekim eki alabilmesi, Arapçaya, her türlü düşünceyi ve en ince farkları hayran olunacak bir zarafetle ifade etme imkânı sağlamaktadır. İnsanı şaşırtan bir özelliği de, Arapça’nın, yüzyıllar boyunca değişime ihtiyaç duymamış olmasıdır: 1.500 yıl öncesinin düzyazı ve şiiri, ne dilbilgisi, ne kelime hazinesi ne de imlâ bakımından, çağdaş Arap nesri ve şiirinden farklı değildir. Tunus, Şam, Kahire ya da Bağdat’tan yapılan bir radyo yayınının dili, Muhammed (AS)’ın kendi dönemindeki insanlara hitap ettiği dille aynıdır. Şiir için de durum aynıdır. Muhammed (AS)’ın öğrettikleri, onun ilk muhatapları için olduğu kadar günümüzde Arapça konuşanlar için de açık ve anlaşılır şeylerdir. Bereket versin bu konuyla ilgili asıl metinler günümüze kadar saklanabilmiştir. Kur’an gibi kutsal bir kitap için, kendisinden sonra Allah tarafından yeni peygamberler ve yeni vahiylerin gönderilmeyeceği, ilâhî ilhama dayanan bir öğreti için istikrarsız bir dilin seçilmesi hiç de uygun olmazdı.


15 Mémorial de Sainte Hélène, C. III, 183. Desvergers’den naklen, L’Arabie, s. 131/not.

16 Sebe’: 34/44 vd.

17 Bk. Encyclopaedia de l’Islam, “Şe’m” maddesi.

18 İbrâhim: 14/40.

19 Bk.“Mélanges Massignon adlı eserdeki “el-İlâf” adlı makaleme bakınız: C. II, 293-311; ayrıca bu kitabın 1584-1611 nolu paragraflarındaki “Ekonomi” bölümü.

20 Aristote, Politika, I. kitap, 7. bölüm.

21 el-Ya’kûbî, Tarih, II, 47; İbn Habîb, Muhabbar, s. 360; Taberî, I, 1031.

22 El-Mes’ûdî (Tenbîh, s. 241-242) bu durumu farklı biçimde açıklamakta ve, beklenen bu savaşın arefesinde, Bekr ibn Vâil ve arkadaşlarından oluşan bir birlik Hac için Mekke’ye geldiğinde, Resulullah (AS)’ın kendilerini İslâm’a davet ettiğini belirtmektedir; Bu insanlar, “eğer Allah İranlılara karşı bize zaferi kolaylaştırırsa, biz de senin dinini kabul ederiz” dediler. O zaman Resulullah (AS) da onlar için dua etti. Sonra onların İranlılara karşı zafer kazandıkları haberini alınca, Resulullah (AS) şöyle buyurdu: “İşte bu, Arapların İranlıların adaletiyle tanıştığı ilk gün; ve (Allah) benim duam hürmetine onlara yardım etti.”