- Bir medeniyet yolcusu İbn Battuta

Adsense kodları


Bir medeniyet yolcusu İbn Battuta

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 20 June 2012, 04:06 pm GMT +0200
Bir medeniyet yolcusu İbn Battuta
Yusuf Kaplan • 70. Sayı / DOSYA KONUSU


Tarihçilerin, özellikle de medeniyet tarihçilerinin ve tarih felsefecilerinin çözemedikleri bir soru/n var: Hıristiyanlığın, doğuşundan handiyse 10 asır sonra, Karolenj İmparatorluğu döneminde, o da mevzî olarak tarihe çıktığı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, İslam’ın, İslam Peygamberi’nin (s.a.v) irtihaliyle birlikte 23 yılda Arabistan Yarımadası’na yerleşmesi, ikinci halife Ömer’in (r.a.) vefatıyla birlikte mevcut medenî dünyayla yüzleşmesi, Sasanilere, Bizans’a ve Yemen Krallığı’na meydan okuyacak konuma ulaşması ve nihayet üçüncü halife Osman’ın (r.a.) vefatıyla birlikte, doğuşundan tam yarım asır içinde Doğu’da Çin’e, Batı’da ise İspanya’ya kadar ulaşabilmiş olması, hâlâ anlaşılmayı ve açıklanmayı bekleyen büyük bir mesele.

Evet, nasıl oldu da İslam, yarım asır içinde tarih sahnesine çıkmayı ve tarihin yapılmasında, ilk defa dünya coğrafyasının handiyse tam merkezine yerleşerek bütün medeniyet havzalarına nüfuz edebilmeyi ve bu arada Avrupalıları da hem felsefi olarak, hem siyasi olarak, hem de iktisadi olarak tarihe kışkırtmayı başaran tek aktör olabilmişti?

Aslında bu esaslı soruya verilecek cevap, geçmişteki bir dünya-tarihsel fenomeni vuzuha kavuşturmakla kalmayacak, aynı zamanda geleceğin dünyasının şekillenmesinde İslam’ın gerçekleştireceği muhtemel medeniyet sıçramasının parametrelerini de sunacak önümüze.

Küresel medeniyet krizi ve geleceği
1648’de Vestfalya düzeniyle birlikte hayat bulan ve Avrupalı güçlerin Avrupa-içi ve hatta ulus-içi çatışmaları Avrupa dışına taşımasıyla birlikte şekillenen “Avrupa Dünya Düzeni”nin iki büyük dünya savaşının, yine öncelikli olarak Avrupalı güçler arasındaki korkunç çatışma sonrasında çökmesinden sonra dünya belirsiz bir sürece, bir geçiş sürecine girdi.

Soğuk Savaş süreci, tarihin yapılmasını mümkün kılacak evrensel felsefi, kültürel, siyasi temellerden yoksun bir belirsizlik dönemeciydi. Bu süreçte, çöken ve tarih-yapıcı bir aktör olarak tarihten çekilen Avrupa’yla birlikte İkinci Sanayi Devrimi’nden sonra felsefi bir kriz yaşayan Batı uygarlığının girdiği derin fikrî krizi aşma girişimleri sonuç vermedi ve Batı uygarlığının kuruluşunun felsefi temellerini oluşturan modernliğin de vaatlerini tüketmesiyle sonuçlandı. Ardından zuhur eden postmodern sürecin ise, Batı uygarlığının yeni bir meydan okuma geliştirme girişimi olmasından çok, modern Batı uygarlığının büsbütün çöküşünü erteleyen ve bu arada yaşanan uygarlık krizinin üstünün örtülmesine imkân tanıyan yanıltıcı, yanılsatıcı bir süreç olduğu artık şimdi çok daha belirgin bir şekilde gözlenebiliyor.

Gelmek istediğim nokta şurası: Dünya büyük bir medeniyet krizinin eşiğinden geçiyor. Batı uygarlığı yaşadığı krizi, dünya üzerinde her bakımdan hegemonya kurmayı başardığı için ve bu süreçte başka medeniyetlerin varoluş şartlarını da yok ettiği için, bu kriz, küresel bir krize dönüşmüş durumda.

Önümüzdeki 50 yılın, hele de 100 yılın dünyasının nasıl bir şekil alabileceğine ilişkin çok somut göstergelere sahip değiliz. Ama yaşanan küresel medeniyet krizinin dünyayı yeni oluşumların ve tabii muhtemelen büyük ölçekli yeni çatışmaların eşiğine sürükleyeceğini söylemek de bir kehanet olarak görülmemeli. Bu çatışmalar, klasik askerî ve topyekûn savaşlar şeklinde tezahür etmeyebilir. Fakat her hâlükârda dünyamızın büyük bir belirsizlik dönemecinin tam ortasından geçtiği çok aşikâr.

Yaşadığımız medeniyet krizleri, imkânları ve sonuçları
İşte bu süreçte, İslam’ın 50 yıl gibi kısa bir zaman dilimi içinde küre-ölçekli bir medeniyet sıçramasını nasıl olup da gerçekleştirebildiğini vuzuha kavuşturabilecek derinlikli, kapsamlı bir okuma, anlamlandırma çabasının sonunda elde edeceğimiz verilerin, geleceğin dünyasında İslam’ın güçlü bir medeniyet sıçraması, üçüncü bir medeniyet dalgası gerçekleştirebilmesinin ipuçlarını yakalamamıza imkân tanıyabileceğini söyleyebiliriz.

İslam tarihi boyunca Müslümanlar iki büyük medeniyet krizi ile karşı karşıya kaldılar. Birinci medeniyet krizi, Moğol istilası ve Haçlı Seferleri sonrasında yaşandı ve bu kriz, esas itibariyle siyasi bir krizdi. Birinci medeniyet krizini, Selçuklu medeniyetinin mayasını kardığı, bir boyutunu Gazalî-Râzî geleneğinin, diğer boyutunu da İbn Arabî-Mevlânâ çizgisinin teşekkül ettirdiği rûhî, ahlâkî ve estetik sütunları üzerine temelleri atılan Osmanlı medeniyet sıçramasıyla aşmayı başardık.

Osmanlı medeniyet sıçraması, tarihte ilk defa Müslüman dünyada Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akîdesinin İslam medeniyetinin omurgasını oluşturmasını, İslam coğrafyasını ilk defa siyasi olarak birleşebilmesini ve fikrî bakımdan da ilk defa tasavvuf başta olmak üzere fikrî bakımdan sahih ve özgün İslam düşüncesi çatısı altında toplanmasını mümkün kılan uzun soluklu bir sulh, adalet ve barış döneminin, hem hâkim olduğu bütün coğrafyada, hem de hinterlandında egemen olduğu bir medeniyet sıçramasıydı.

Şu an ikinci büyük medeniyet krizinin tam ortasındayız: Avrupa’nın modernlikle birlikte geliştirdiği meydan okuma, mevcut bütün medeniyetleri ya tarihten sildi ya da hadım etti. Avrupa’nın istilaya dayalı meydan okumasından İslam medeniyeti de nasibini aldı ve İslam medeniyetinin yegâne temsilcisi Osmanlı’nın başlangıçta toprak kaybetmesiyle başlayan ve zamanla savunma ve ardından yenilgi psikolojilerinin zuhur etmesiyle sonuçlanan ikinci medeniyet krizi, Müslüman toplumların entelektüel özgüvensizlik sorunu yaşamalarına, hem İslam hem de Batı veya dünya algısında büyük yırtılmaların yaşanmasına yol açan epistemolojik ve ontolojik kopuş sorunu şeklinde tezahür eden birincisinden daha sarsıcı bir medeniyet krizidir.

Müslüman dünyanın bir fetret dönemi yaşamasına yol açan bu krizin büyüklüğüyle orantılı olarak imkânlarının da büyük olduğunu vurgulamak istiyorum. Özellikle de yazının başından bu yana tahlil etmeye çalıştığım küresel krizin derinliğini göz önünde bulundurarak bu tespiti yapıyorum. Batı uygarlığının geliştirdiği meydan okumayla birlikte mevcut medeniyetlerin varoluş imkânlarını neredeyse ortadan kaldırması ve yaşanan krizin küresel bir medeniyet krizine dönüşmesi, İslam dünyasında yaşanan açmazları aşabilecek bir varoluş sürecine girmeyi başardığımız andan itibaren bütün dünyanın varoluşsal sorunlarına çok yönlü ve çok katmanlı cevaplar üretmemizi mümkün kılabilecek küresel bir üçüncü medeniyet dalgası geliştirebileceğimizi haber veriyor bize. Bu süreç, zorlu, uzun soluklu ve bedel ödemeyi göze almamızı zorunlu kılan varoluş yolculuğuna soyunmayı dayatıyor bize. Dünya bize bakıyor; bizim de bize, kendimize bakmamızın tam zamanı şimdi.

Buraya kadar yaptığım “bu zihnî yolculuğun İbn Battuta ile ne tür bir ilgisi ve ilişkisi olabilir acaba?” diye sormayacağınızı umuyorum. Çünkü İbn Battuta’yı okuyabilmek, anlayabilmek, aynı zamanda onu yeniden-üretmekle mümkün olabilir. Bu durum, sadece İbn Battuta gibi şahsiyetler için değil, İslam düşünce ve sanat dünyasının kurucu ve öncüleri olan diğer şahsiyetler için de geçerlidir. Ama bu tespitim, buraya kadar yaptığım tahliller bağlamında özellikle İbn Battuta için geçerlidir. Neden?

İşte yazının bundan sonraki bölümünde bu sorunun izini sürmeye çalışacağım.

Medeniyetin iki ekseni
İslam’ın insanlığın kadim medeniyet coğrafyasının bütününe adeta yıldırım hızıyla yayılışı, öncelikli olarak, İslam’ın yaratıcı, kainat ve insan tasavvurunun hem sade, hem de o sadeliği üreten deruni bir mahiyet arzetmesinin bir sonucuydu. İslam’ın kelime-i tevhid’de özlü, kelime-i şehâdet’te biraz daha tafsilî bir şekilde özetlenen tevhid ilkesini oluşturan birinci şehadet, İslam medeniyetinin yaratıcı ruh’unu, ikinci şehadet ise kurucu irade’sini oluşturuyordu: Medeniyetin hayat bulabilmesi ve hayatiyet kazanabilmesi, birinci şehadette kaynağını ve ifadesini bulan tenzilî ayetin, ikinci şehadette bizatihi Hz. Peygamber’de (s.a.v) temsil edilen tekvinî ayeti keşfedecek bir fetih ve keşif yolculuğuna çıkılabilmesiyle mümkündü. Sema’dan arza tenzil edilen vahyin hayat olarak teşekkül ettirebilmesi için, yaratıcı ruhla donanan müminin kurucu irade şuuru geliştirmesi, yaratıcı ruhun sunduğu şiarları şuur hâline getirmesiyle birlikte yeniden arzdan semaya yükselecek bir şiir yolculuğuna, seyahatine çıkabilmesi gerekiyordu.

İşte Yaratıcı ile yaratılan arasında kurulan bu doğrudan irtibat sürecinde geliştirilen doğurgan mükâşefe seyahati, insanın, âlem içindeki yerini, konumunu aşikâr bir şekilde tayin edebilmesini, bir sekînet ruhu geliştirebilmesini, asil bir akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîmle donanarak arzdan semavi âleme yapılan keşif yolculuğundan devşirdiği yemişleri bütün âleme arzetmesini mümkün kılıyordu.

Müminin seyahati, öncelikli olarak semavi âleme yapılan bir varoluş seyahatiydi: Bir Allah’a hicret yolculuğu. Bu yolculuğun gerçekleşebilmesi, Allah’ın isimlerinin tecellilerini tekvinî âlemde, hem enfüse doğru yapılan dikey yolculukla hem de âfâka doğru gerçekleştirilen yatay yolculukla mümkün olabilirdi.

İslam medeniyetiyle birlikte insanlık tarihinde ilk defa insanın hem âlemin enfüsî ve âfâkî derinliklerine hem de Yaratıcı’nın semadan arza tenzil ettiği tecellilerinin mazharlarına ve tezahürlerine yapılan seyahatin koridorları sonuna kadar açılmıştı.

İşte İslam medeniyetindeki seyahat literatürünün ve şehrengiz geleneğinin gerisinde, insanın Yaratıcı’ya ve âlemin hazinelerine yapacağı varoluş ve varkılış yolculuklarının kapılarının sonuna kadar açılmış olması, sekînet hâlinin öncelikli olarak Müslüman şahsiyette, oradan da Müslüman vasatın her alanında iskân etmiş olması hakikati yatıyordu.

Bu temeller üzerinde tekvinî ayetin tezahürlerini görebilmek için hem “büyük insan” olarak “âlem”e, hem de “zübde-i âlem” olan “insan”a doğru yapılan derinlemesine keşif seyahati, hem İslam’ın neden 50 yıl gibi kısa bir zaman diliminde olağanüstü bir hızla yayılabildiğini, hem de münhasıran seyahat fenomeninin İslam medeniyetinde neden çok amaçlı, çok-katmanlı bir mükâşefe yolculuğuna dönüşebildiğini çok iyi açıklar.

Yeniden Garnizon’dan Galaksi’ye, Turizm’den Seyahate…
Öncelikle İslam medeniyet tarihinde seyahat fenomeninin, çağımızdaki turizm olgusuyla karşılaştırması yapıldığı zaman, çift yönlü bir keşif yolculuğu olan, yani aynı anda hem kişinin/seyyahın kendini keşfetmesine hem âlemi ve Yaratıcı’sını keşfetmesine yol açan bir mükâşefe yolculuğu olduğu hakikatini görebilmek ve bu hakikatin boyutlarını kavrayabilmek imkân dâhiline girebilir.

Turizm, modernlikle birlikte, özellikle de 19. yüzyılda gerçekleştirilen İkinci Sanayi Devrimi’nin ardından ulaşımı hızlandıran tren yolunun hayatımıza girmesiyle birlikte zuhur etmiştir. Ancak turizm olgusunu zuhur ettiren felsefi arkaplanda, modern/seküler Batı uygarlığının, önce tabiatı ardından da bütün medeniyetleri ve bizatihi insanın kendisini kontrol ve kolonize eden ontolojik güvensizlik duygusunun neden olduğu epistemolojik güvenlik alanlarını genişletmek, bunun için de başta tabiat olmak üzere bütün araçları ve dolayısıyla insanı kontrol etmek güdüsünün gizli olduğu gerçeği yatar.

İnsanı özneleştirme kaygısıyla yola çıkan modernlik, sonuçta insanı nesneleştirecek bir pratik üretti: İşte turizm olgusuyla birlikte zuhur eden turist bakışı, turistin, “keşfedilmemiş kıtaları” keşif sürecine ve çabasına dönüşmedi; aksine, turistin, gittiği yeri de kendisine benzetmesine ve tarumar etmesine dönüştü. Tüketim kültürü, hız ve haz tutkusu, turistin yaptığı yolculuğun çok yönlü, çok katmanlı bir keşif yolculuğuna, hem kendini hem de dünyayı, eşyayı, varlığı ve hakikati keşif seyahatine dönüşmesini büsbütün imkânsızlaştırdı. Başka türlüsü söz konusu olamazdı; çünkü Batılı/seküler turistin yaşadığı ontolojik güvensizlik duygusuyla yüzleşerek yaşayabilmesi mümkün değildi; her şeyi kontrol ediyormuş zehabına kapılmasına yol açacak epistemolojik güvenlik alanları geliştirmesi gerekiyordu: İşte turizm, tıpkı diğer iletişim araçları gibi hayattan, hayatın gerçeklerinden kaçılacak bir medya/araç işlevi görüyor. Böylelikle turist için, keşif çabasına soyunmak yerine, kaçış yolculuğuna sığınmak gibi nesneleştirici bir fonksiyon icra ediyor.

İslam medeniyetindeki çok katmanlı seyahat tasavvuru ile modern/seküler Batı uygarlığındaki tek boyutlu turizm olgusunun ortaya çıkmasını mümkün kılan fenomen, bu iki dünyanın dayandığı felsefi/fikrî temeller kadar, geliştirdikleri şehir tasavvurlarında da izleri sürülebilecek, görülebilecek iki farklı dünyanın eşiğine götürür bizi.

Çağımızın en önemli düşünürlerinden Gilles Deleuze’ün İslam medeniyetinde şehir/medine kavramı ile Batı uygarlığında kent/city kavramı konusunda yaptığı tanımlama bu açıdan oldukça kışkırtıcı ve zihin açıcıdır. Deleuze, Batı uygarlığındaki “kent” kavramını, “garnizon” metaforuyla, İslam medeniyetindeki “şehir” kavramını ise “galaksi” metaforuyla açıklayabileceğimizi hatırlatır. Ve İslam medeniyetinde “galaksi” metaforuyla tanımladığı şehir tasavvurunu, “a network of towns/şehirler ağı” olarak açıklar.

Yeni İbn Battuta’lar, ne zaman?
İşte tam bu noktadan itibaren doğrudan İbn Battuta konusuna giriş yapabiliriz. İslam medeniyeti, bütün sınırları zorlayan bir medeniyettir; enfüsten âfâka, dünyadan ukba’ya kadar görünür görünmez bütün âlemlerin kapılarını sonuna kadar insanın önüne, keşfetmesine açan bir varoluş ve varkılış medeniyeti.

Bu nedenledir ki, 17. yüzyılda yaşayan modernliğin kurucu filozofu olarak kabul edilen Descartes, ülkesinden ancak ülkesinde yaşayamayacağını anladığı zaman çıkabilmiş, Norveç kraliçesine sığınarak hayatını sürdürebilmişti. Oysa Descartes’tan neredeyse 5 asır önce yaşayan İbn Arabî, Endülüs’ten başlayarak Horasan’a, Hicaz’a, Kuzey Afrika’ya ve Anadolu’ya kadar gidebilmiştir. Aynı şekilde İbn Arabî’den yaklaşık bir asır sonra yaşayan İbn Battuta ise Endülüs’ten Çin’e, Rusya’nın Volga boylarından Afrika’nın içlerine, Mali’ye, Timbuktu’ya kadar çok yönlü bir seyahat gerçekleştirmiştir.

İbn Battuta’nın yaptığı şey, Marco Polo’nun yaptığı gibi sadece “seyahat”ten de ibaret değil. İbn Battuta, yaptığı seyahatlerle İslam medeniyetinin gramerini çıkarmış bir bilge, bir âlim, bir düşünürdür aynı zamanda. Başka bir ifadeyle İbn Battuta yalnızca bir seyyah değil, aynı zamanda bir coğrafyacı, bir fakih, bir tarihçi, bir folklorcü, bir kültür tarihçisidir.

Daha henüz 22 yaşındayken karayoluyla İskenderiye’ye yaptığı seyahatte, döneminin ilim adamlarıyla, fakihleriyle, meşâyihleriyle tanışması, bu şahsiyetlerin ilim ve irfan halkalarına mü/dahil ve mü/şâhit olması, onun çeyrek asır sürecek önaçıcı öncü keşif yolculuklarını tetiklemiştir. 49 yaşına geldiğinde İslam medeniyet coğrafyasında ve hinterlandında gitmediği, tanık olmadığı, keşfetmediği yer kalmadığını söyleyebilecek kadar keşfedilmemiş kıtalarda yolculuk yapmıştır.

İbn Battuta’nın ünlü Seyahatname’sine, “rıhle” adı verilir aynı zamanda. Rıhle, ilim ve irfan kaygısıyla yapılan mükâşefe yolculuğu demektir ve bu tür birçok katmanlı yolculuk olgusu, esas itibariyle yalnızca İslam medeniyetine özgü bir yolculuktur.

Ben çıktığım bütün yolculuklarda başka kitapların yanısıra yanıma İbn Battuta’nın Seyahatnâme’sini alarak çıkarım. İbn Battuta’nın rehberliğinde yaptığım bütün seyahatlerden son derece derinlikli keşifler yaparak döndüm: Hem şimdi’yi, hem geçmiş’i keşfetme ve karşılaştırma imkânına kavuştum; hem de geleceğe dâir ön-keşiflerde bulunma imkânı yakaladım.

Bugün orijinal nüshası Fransız Millî Kütüphanesi’nde bulunan İbn Battuta’nın Seyahatnâme’si, yalnızca İslam medeniyetinin fikrî, fıkhî, ilmî, siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel ve sanatsal tarihinin ve anlam haritalarının keşfini değil, gelecekte gerçekleştirilecek İslam medeniyet sıçramasının anlam haritalarının ve kurucu temellerinin keşfini de mümkün kılabilecek çapta, kalibrede ve zenginlikte engin ve zengin bir hazinedir.

Yazıyı bitirirken şu sorunun cevabı üzerinde düşünelim derim: İbn Battuta gibi çok yönlü seyyahların yaptığı keşiflerin verileri, İslam medeniyetinin karşı karşıya kaldığı birinci medeniyet krizinin aşılmasında önaçıcı, öncü, kurucu roller oynadı. Bizim içinden geçmekte olduğumuz ikinci büyük medeniyet krizini aşmamızı ve üçüncü bir medeniyet dalgası geliştirebilmemizi sağlayabilecek benzer varoluşsal keşif yolculuklarını biz ne zaman ve nasıl yapacağız acaba?