- Bir Hanefî Ve Maturidî Kelâmı Var Mıdır

Adsense kodları


Bir Hanefî Ve Maturidî Kelâmı Var Mıdır

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
saniyenur
Thu 5 January 2012, 05:55 pm GMT +0200
Bir Hanefî Ve Maturidî Kelâmı Var Mıdır
?
 

Bekir Topaloğlu, “Maturidîye mezhebinin, hatta Ehl-i sünnet ilm-i kelâmının ilk eserleri, şüphe yok ki, yukarda isimleri geçen beş risa­ledir” demektedir.[10] İnayetullah iblağ, İmam Azam Ebu Hanife el-mütekellim (Mısır, 1971) ismiyle hacimli bir eser yazmış, burada İmam-ı Azam'ı, bir kelâm âlimi olarak takdim etmiş, onun etrafında teşekkül eden menkıbeleri, sıhhatma ve mevsukiyetine bakmadan eserine almıştır.

Son devirde kelâm konusundaki araştırma ve incelemeleriyle haklı bir şöhret yapmış olan İzmirli İsmail Hakkı, Selefiye mezhebim anlatırken, “Selefiye mezhebi üzere ilk ma'ruf olan eser, ânifen beyan olduğu üzere îmam-ı Hümam Ebu Hanife'nin el-Fıkhu'İ-ekber'idir. Burada icmal esas alınmıştır. Tafsile itina edenlerin başında Şeyhül­islâm îbn Teymiye bulunur “Eimme-i metbû'in tamamiyle Selefiye­dir” Buna mukabil, Ehl-i sünnet ile cidal ve niza hususunda en ev­vel ilm-i kelâma dair eser yazan da Ehl-i i'tizalın reisi Vasıl b. Ata'dır. Böylece müslümanlar arasında bir Ehl-i sünnet, diğeri Ehl-i bid'at veya Ehl-i i'tizal mezhebi olmak üzere akaide ait birer müdevven ilimler hasıl oldu. İlm-i tevhid veya fikh-ı ekber Ehl-i sünnetin, ilm-i kelâm Ehl-i bid'atın ilmi idi. [11]

Görülüyor ki, İzmirli, İmam-ı Azam'ı, kelama değil, Selefi olarak takdim ediyor, F. Razî, Sabûnî ve Taftazânî'nin değil, İbn Teymîye'nin mübeşşiri ve Selefi olarak tanıtıyor. Hatta Ebu Hanife'yi, tafsila­ta dalmadığı için kelâmcılardan çok daha uzak, Selefe İbn Teymiye' den daha yakın olarak görüyor.

Şimdi burada şu soruyu soralım: Acaba Ebu Hanife, bir mütekellim midir? yoksa kelâma karşı olan bir âlim midir?

Eğer kelâm, “İslâm'ın akidelerini aklî ve ilmî delillerle savunmak ve doğruluğunu muhaliflere ispatlamak” diye tarif edilirse, Ebu Ha­nife kafiyen bir kelâma, eserleri de bir kelâm kitabı değildir. Ebu Hanife'nin eserlerine bakıldığı zaman, orada sadece îslâm akaidinin ifade ve takrir edildiğini, yani anlatıldığını, aklî, nazarî ve hatta nak­li delillerle savunulması ve ispatlanması hususuna asla yer verilme­diği açıkça görülecektir.“Gerçi,îman artmaz ve eksilmez” Kur'an-ın lafzı mahlûktur” gibi Sahabe ve Tabiîn tarafından bilinmeyen ve söylenmeyen cümleler Fıkh-ı ekber'de vardır. Fakat bunların aklî, mantıkî ve nazarî delillerle savunulması asla mevcut değildir. Diğer taraftan te'vile karşı çıkılması, yedullah, vechuîlah (Allah'ın eli ve yüzü) gibi deyimlerin, Allah'ın gelmesi ve inmesi gibi ifadelerin ve fiilî sıfatların hiç yorumlanmadan ve te'vil edilmeden kabul edilmesi, bunun da ötesinde sık sık “Bilâkeyf” (Allah'ın eli vardır, ama keyfi­yetini bilemeyiz) tabirinin kullanılması, hangi ölçüler esas alınırsa alınsın, îmam Azam'a mütekellim, eserlerine de kelâmı eser denil­mesinin mümkün olmadığına şehadet ve delâlet etmektedir. Herhal­de İmam Azam'ın fıkıhta, Hicazhlara nazaran daha çok kıyasa ve reyci oluşu, O'nun ve eserlerinin mütekelim ve kelâmi eserler şek­linde tanıtılmasını kolaylaştırmıştır. Fıkıhtaki reycilik, kelâmdaki akıl­cılık imajını vücuda getirmiştir. Ebu Hanife eğer reyci bir fakih ol­masaydı, şüphe yok ki, bir kelâma olur, yine de nakilci olmazdı, îmam-ı A'zam'ın giriştiği reyci ve kıyasa harekete akılcı Mutezileden çok nakilciler tepki göstermişlerdir.

Kaynakların verdiği bilgilere göre bizzat Ebu Hanife ve O'nun en önde olan talebesi Ebu Yusuf, sonraki kelâmcılann anladığı ma­nâdaki kelâma nazaran çok daha mutedil ve ölçülü olan, Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd'in kelâm anlayışına bile tahammül edememişler,kelâmı da, kelâmciları da en ağır şekilde suçlayarak mahkum etmiş­lerdir.

İmam-ı Azam şöyle demiştir: “Sahabe, tabiûn ve tebe-i tabiînin dinî konulardaki bilgisi bizden fazla olduğu halde kelâmı münakaşa­lara dalmadılar. Biz dahi kelâmda niza ve cidale havz ve şurû'u terk edip, Selefin suru' ettiklerine şurû' ve onlar ne halde ise biz dahi ol hale rücû eyledik”

“Gördük ki, kelâm ile tenahhul ve onu mezhep ittihaz edinup cedel yolunu tutan bir taifedir ki, simaları, hilaf-ı sima-i mutekaddimîn ve menhecleri hâric-i menahici şalinindir”.

“İmam Kadı-han, Fetâva'sında, hazar ve ibahe bahsinde demiş­tir ki: Taallum-i kelâm ve onda nazar ve onunla münazara ve verâ-ı kadri hacet menhi anhdir. Zira Ebu Hanife'nin oğlu Hammad'dan mervidir ki, O kelamda tekellüm ederdi ve pederi onu kelâmdan nehyeyledi”[12]

“İmam-ı Azam Ebu.Hanife'ye, arazlardan ve cisimlerden sorul­muş, O da, 'Allah, Amr b. Ubeyd Bâd'a la'net etsin, halka ilm-i ke­lâm kapısını açtı” demiştir [13]

Ebu Yusuf'tan rivayet edilir: “Biz Ebu Hanife katında otururken bir cemaat geldi, önlerinde iki kişi vardı. Dediler ki: Şu kişiden biri 'Kur'an mahlûktur', der, diğeri dahi münazara edip, 'gayr-ı mahlûk­tur der. Ebu Hanife Hazretleri buyurdular ki, ikisinin dahi peşinde namaz kılmayın. Ben dedim ki, evvelki hakkında 'Evet' zira kıdem-i Kur'an'a kail değildir. Amma şahs-ı ahar'ın hali nedir ki, onun ar­dında namaz kılmazız? Buyurdular ki, ikisi dahi emr-i dinde mü­nazaa etmişlerdir, dinde münazaa ise bid'attır. [14]

“Fetava-yı Kadı-han'da Fasl-ı iktidada mezkurdur: İmam Ebu Yu­suf'tan rivayet edilir ki: Bir kavme, emr-i dinde sahib-i husumet olan (ve dekâyik-i ilm-i kelâmda münazara eden) imamet eylemek lâyık değildir”.

Gıyasulmüfti de demiştir ki: “Şemsu'l-eimme Halvanî'nin hattı ile gördüm ki, Ebu Yusuf'tan mervidir: Demiştir ki, 'mütekellimin ardında namaz kılmak caiz değildir, hak ile tekellüm etse de. Zira bid'atcı olur, bid'atcı peşinde ise namaz kılmak caiz değildir”.

“Ve dahi İmam Ebu Yusuf buyurmuştur ki: 'Bir kimse dinî hu­sumet (ve kelâm) ile taleb eyleye tezenduk eder, (men tekelleme tezendek: Kelâmcı olan zındık olur) ve bir kimse ki, malı kimya ile ta­leb eyleye müflis olur ve bir kimse ki garib hadis taleb eyleye kâzib olur”.

Yine Kadı-han'da demiştir ki: Hz. Ebu Yusuf'tan mervîdir ki, bir kere Harun Reşidin meclisine dâhil olmuştu. Yanında iki kimse var idi ki, kelâmda münazara ve cidal ederlerdi. Pes Harun, Ebu Yusuf'a: İkisinin arasında hükmeyle, dedi. Ebu Yusuf cevap verip, “Ben mâlâyaniye havz ve şurû' etmezem, dedi!Halife dahi Ebu Yusuf'un ce­vabını hoş bulup yüzbin caize ihsan eyledi”[15]

Bunlar ve bunlara benzeyen sözler, Ebu Hanife ve talebelerine atfen, en sağlam Hanefî fıkıh ve fetva kitaplarında nakledilmiş, bazan te'vil edilerek, ekseriya da yorum yapılmadan okuyucuya takdim edilmiştir. Bu şekilde düşünen Ebu Hanife'nin taraftarları arasında, akla, mantığa ve nazariyelere dayalı kuvvetli bir kelâm sisteminin ortaya çıkmasının mümkün olmadığı aşikârdır.

Hanefî fıkıh âlimlerinden Molla Hüsrev, (öl. 885/1480), medrese­nin ve o vasıta ile zihniyetleri şekillenen çevrelerin büyük bir rağbet ve alaka ile okudukları fıkıh kitabında diyor ki: “Bir kimse kelâm il­mi müstesna, diğer ilimleri tahsil için anne-babasından izin almadan memleketinden ayrılabilir. Çünkü İmam Şafiî 'kulun ekber-i kebâirle, yani en büyük günahla Allah'ın huzuruna çıkması, kelâm günahı ile çıkmasından daha hayırlıdır' o zaman okunan kelâmın hükmü bu olunca, filozofların hezeyanlarıyle karışık, bâtıl ve yaldızlı laflarıyle dolu bir kelâm şekli hakkındaki hükmün ne olacağını varın da ta­savvur edin”[16]. Kelâmın dinî, hukukî ve ahlâkî hükmü budur.

Açıkça görülüyor ki, Molla Hüsrev, kelâmı kötülerken eski-yeni, sünnî-bid'at ayrımı yapmıyor, ihtirazı bir kayd koyma ihtiyacını da duymuyor. Aksine felsefe ile karışan sonraki kelâm anlayışının, İmam Şafiî'nin ve kendi mantığının gereği olarak kötülemeye daha çok lâyık olduğunu açıklamaktan bile çekinmiyor. II. Bayezid zama­nında yaşamış olan ve Osmanlıların en kudretli âlimi sayılan Molla Hüsrev'in bu sözleri -bunlar başka eserlerden nakledilmiş bile ol­sa- dikkate şayandır.

Kelâm âlimleri ve eserleri, hukukî bakımdan da  değerlendirilmiş ve hükmü tayin edilmiştir: “Bir adam, 'Ben öldükten sonra ki­taplarım, memleketimdeki âlimlere verilsin', diye vasiyet etse, kelâmcılar âlim sözünün şümulüne girmeyeceğinden onlara kitap veril­mez”. “Bir kimse 'ilmî eserlerim vakfedilecektir' diye vasiyet etse kelâm kitapları ilim kitabı sayılmayacağından, satılır, vakfedil­mez”[17].

Kelâm kitabı diye tanıtılan Fıkhu'l-ekber üzerine şerh yazan Ali Kari (öl. 1014/1605) eserinin başında işte bunları yazıyor. Artık bu esere kelâm kitabı denilebilir mi? Kelâmcılar âlim, eserleri ilmi eser sırasına giremiyor. Fetva verecek kadı ve müftülere bu istikamette direktif veriliyor, veya telkinde bulunuluyor.

Aynı konuya Taşköprizâde (öl. 960/1553) de temas eder. Kelâmciları, âlimler sınıfına dahil etmeyenlerin düşünce tarihini ve fikrî gelişmeleri bilmedikleri hususuna dikkati çeker: “Amma bazı fukahadan, gayet acaibdirki, selef-i ebrâr'dan sâdır olan inkârı görüp, inkâr-ı mezhurî mutlaka ilm-i kelâma lazım, her zaman ondan ay­rılmaz ve gerekli zannedip ve dahi hallerin, ayların ve senelerin de­ğişmesiyle hükümlerin değişeceğini bilmezler. Hatta bazıları hükmeylemişlerdir ki, ulema lafzı mutlak zikrolunsa, kelâm âlimleri on­da dahil olmaya. Mükelleflerin hallerinden bahseden fukaha, ulema­dan sayıla, Allah'tan bahseden mütekellimler ulemadan addolun­maya!. Aralarında ne kadar fark vardır? Kelâmcılar niçin ulemadan sayılmasın?”[18].

Kelâmla meşgul olmanın caiz olmadığı yolunda Kadı-han'da yer alan fetvaları nakleden, bunların yorumunu yapan Taşköprizâde da­ha sonra sözü kendi zamanına getirerek der ki: “Malum ola ki, fu­kaha ve müctehidîn-i selef-i ahyardan ilm-i kelâm hakkında inkâr menkuldür. Hatta asrımızın fukahasmdan nicesi ilm-i kelâmla meşgul olanları şiddetli şekilde red edip ulema-i ahyardan menkul olan âsâr ile temessük etmişlerdir. Bir mertebede ki, ihlaslı kalbler rahat­sız oldu, ilm-i kelâm hakkındaki itikadlarına teşviş hasıl oldu”[19].

Taşköprîzâde, münevver, şuurlu ve bilgili bir Osmanlı âlimidir. Dinî hükümlerin; hallerin, ayların ve yılların değişmesiyle değişebi­leceğini açıkça söyler. Halbuki diğerleri bunu dinin tağyiri, tebdili ve tahrifi olarak görüp şiddetle reddederler. Osmanlılarda kaç tane Taşköprîzâde var ki?

Herhalde Hanefî âlimleri kelâma ve kelâmcılara karşı çıkarken, fikir tarihindeki gelişmelerden habersiz olsalar bile, Ebu Hanife'nin bu konudaki görüşlerine şeklen ve zahiren tabi olmuş oluyorlardı. Zaten Hanefi fukahasının ekseriya yaptığı şey budur.[20]


[10] Nesil dergisi, Sayı: 3, s. 45 (1978). Bağdadî de UsûIu'd-din'de Ebu m-nife'yi kelâmcı gösterir .Fakat ona göre ilk kelâma Hz. Ali'dir.

[11] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni ilm-i kelâm, I, 105, 170.

[12] Taşköprîzâde, Mevzuatu'l-ulûm, I, 597

[13] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni ilm-i kelâm, I, 77.

[14] Taşköprîzâde,  I,  600.  Fıkhu'l-ekber'de  “Kur'an mahluk değildir” de­nildiğine göre ya bu rivayet veya kitab Ebu Hanife'ye ait değildir.

[15] Taşköprîzâde, a.g.e, I, 599, 600.

[16] Molla Hüsrev, Dureru’l-hükkâm fî şerhi  Gureri'l-ahkâm,l323   (İst. 1317/1899).

[17] Ali Karî, Şerhu'l-Fıkhı'l-ekber, s. 2  (Mısır, 1323/1905).

[18] Taşköprîzâde, Mevzuatu'l-ulûm, I, 615.

[19] Taşköprîzâde, a.g.e, I, 597.

[20] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları:21-26.


Fethiye Çopur Koü
Fri 14 December 2018, 08:16 am GMT +0200
Allah'ım bize senin sevgini seni sevenlerin sevgisini ver.Cennetini kazanabilmeyi sana layık kul olabilmeyi nasip et. Allah razı olsun...

Bilal2009
Fri 14 December 2018, 12:29 pm GMT +0200
Esselamü aleyküm Rabbim bizlere İslam ilimlerinde derinleşmeyi nasip eylesin Rabbim paylaşım için razı olsun

ceren
Fri 14 December 2018, 12:37 pm GMT +0200
Esselamu aleyküm. Rabbım razı olsun bilgilerden kardeşim...