- Bir Cuma gününün meyvesi

Adsense kodları


Bir Cuma gününün meyvesi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ehlidunya
Sun 8 July 2012, 05:41 pm GMT +0200

Selim GÜNDÜZALP

Bir Cuma gününün meyvesi

Cuma günleri özel vakitler. Bu manevî derinliği doyasıya yaşadığımız özel zaman dilimlerinden biri. “Biri” diyorum, çünkü Rabbimizin biz kullarına armağan ettiği, rahmetin coşup taştığı böyle özel ve güzel daha nice günler var.

Kuru fasulye ve pilav günümüz, kırk yıla yakın bir zamandır dergimizin eski yerinde her Cuma günü devam ediyor. Eski ve yeni dostların kaynaşma ve buluşma günü oluyor. Cuma öncesi ve sonrası, her yaştan gelen ve gidenlerin çeşitliliği ayrı bir âlem. Camiler her yerde olduğu gibi burda da öyle. Dopdolu. Ne kadar çok genç var. Gençler her yerde göze çarpıyor.
Şehrimizin en büyük camisi yeni açılan Tozlu Camii şu sıralar devam ettiğim ibadet mekânlarından biri. Eli yüzü tertemiz binlerce insan, özellikle de gençler… Boş yer yok. Bütün katlar, zemin dahil, her yer dolu. Hatta caminin avlusu bile.
Dikkatimi çeken, on ile otuz yaş arası gençlerin çokluğu. Ümit veriyor insana. Yüzleri, gözleri pırıl pırıl, ışıl ışıl. İsteyerek geldikleri her hallerinden belli. Severek, gönülden ibadet ediyorlar, belli... ALLAH’ın huzuruna tertemiz kıyafetlerle geliyorlar. Onların bu hâli, duâmız oluyor.
İçimden öyle geçiriyorum:
“Ya Rabbi, bu gençlerin tertemiz dilek ve arzularına bizimkileri de ekleyiver. Ya Rabbi, onları affeyle, bizi de affeyle. Her türlü gençlik fırtınalarından, tehlikelerinden onları, bizi, nefsimizi, neslimizi, yakınlarımızı, bütün sevdiklerimizi muhafaza eyle.”
Biz de böyle gençtik bir zamanlar. Cuma dedi mi, yıkanır, tertemiz çamaşırlar, elbiseler, çoraplar, ayakkabılar giyer, erkenden yollara düşerdik. Yaz aylarında camilerin bahçelerde, sazdan yapılmış serin hasırların üstünde oturup sohbetler dinlerdik.
Beş vaktin haricinde Cumaya gelen yeni simalar dikkatimizi çekerdi. Onlarla sevinirdik. Cami doldukça bizim de gönlümüz dolardı sanki. Ve hoca efendinin anlattıkları, dalga dalga yüzlerimize yansırdı. Yeri gelir, ağlardık. Burada herkesin ibadetinden bir payımız olduğunu hissederdik. Dışarıda farklı gördüğümüz insanları cami içinde bir bilir, onlarla daha yakın olurduk.
Buradaki kalabalık şuurlu bir kalabalıktı. Ne sinemadaki, ne bir spor müsabakasındaki, tribündeki kuru kalabalık değildi. Çocuktuk, ama bu farkı hissederdik. Ordaki yaşananlar, ağızdan çıkan sözler, mâlum. Burada ise, serâpâ güzellikler vardı. Tatmayan bilmez.
Cami çıkışlarında yüzler hep güler. Gençlerin ise güzelliğine bir güzellik katıyor bu gülümsemeler. Şimdi daha da ümitliyim gençlerden. Kendilerinden yaşça büyük insanlara gösterdikleri saygı, onlardaki ahlâkın derecesini de yansıtıyor. Gençlerdeki iman, şevk ve ibadet arzusu gitgide artıyor. Bu manzarayı görmeyen, başka yerlere bakıp ümitsizliğe düşebilir. Buraları da görmek gerek, buralara da gelmek gerek.
Camilerdeki hâlden anlayan dirayetli hocalarımızın gençler üzerindeki payı büyük. Onlara çok şey borçluyuz. Haklarını ödeyemeyiz. Ellerine geçen cüz’î maaşlarını bile camiye gelip giden insanların Kur’ân okumaları için sarf ediyorlar. Yaz Kur’ân kurslarındaki öğrencilere hediyeler alıyorlar, Kur’ân-ı Kerim ve dinî kitaplar hediye ediyorlar. Dahası, bazılarının ihtiyaçlarını karşılamak için, nazikâne bir şekilde çalıştıklarını yakînen biliyoruz.
“En mutlu insan kimdir?” diye sorulsa, cevabı: Başkalarının mutluluğundan kendine pay çıkaran, kendi mutluluğunu onların mutluluğunda gören insanlardır sanırım.
***
Kuru fasulye-pilav günümüz için, eski-yeni dostlar bir araya geliyor demiştik. Yemeğin sonunda da eller duâ için açılıyor. Bu güzel âdeti Rabbim kıyamete kadar daim eylesin inşALLAH. Orada birçok dostun acısını, sevincini, paylaşıyoruz, hastasını, ihtiyacını fark ediyoruz. Birbirimize duâlar ediyoruz.
Bu ziyafetin hemen akabinde küçük de bir sohbetimiz oluyor. Bazen biz, bazen dostlarımız konuşuyor. Güzellikleri paylaşıyoruz.
Selahattin Hocamız, İsviçre’den yeni gelmişti. Bugün onun anlattığı bir hatıra, dikkatimi çekti. Cuma gününün meyvesi olarak sizlerle paylaşayım dedim.
Kendisi, üç aya yakın bir zamandır İsviçre’deydi. Oradaki dostlarının mutad dâveti üzerine, bu sene de misafir oldular. Camiye gelen insanlarla ayrı sohbeti oluyormuş. Gelemeyenlere de gitmek lâzım diyor. Onları da iş yerlerinde ziyaret ediyor. Özellikle bu ziyaretlerin çok güzel meyveler verdiğini söyledi. Biz de anlattıklarını heyecanla dinledik.
Bunlardan biri, henüz namazlara gelmeyen bir esnaf kardeşimizi ziyarette yaşanmış. O esnaf kardeşimiz, dükkânına gelen İsviçreli bir vatandaşı kastederek:
“Bu genç ateist, ama iyi bir insan. Keşke bir konuşsanız hocam.” demiş.
“Peki. Konuşalım, ama anlattıklarımızı kim aktaracak?” demiş.
“Siz anlatın hocam. Ben tercüme edeyim.” demiş.
30-40 yaşlarındaki İsviçreli bu ateist genç ile tanışmışlar. Selâm sabah faslından sonra Selahattin Hoca bu gence:
“Sen her gece yatağına girdiğinde nasıl rahatlıkla uyuyabiliyorsun?” diye sormuş. Sonra: “Bindiğin bir arabada şoför yoksa, nasıl başını koltuğa koyup uyuyabilirsin? Nasıl gözünü kapayabilirsin? ALLAH’a inanmayan ateist bir insan için de dünyanın durumu budur.” demiş. “Hâşâ, ALLAH (cc) yoksa, bu gezegenler boşlukta nasıl duruyor, nasıl döndürülüyor, hızını kim ayarlıyor? Nasıl bu dünya kendi yörüngesinin dışına çıkmıyor? Onu orada tutan kim? Bir idare edeni olmadan nasıl yol alabiliyor? Her şey boşlukta akıp duruyorsa, o zaman her an her şey olabilir. Sen böyle bir dünyada her gece yatağa girip nasıl rahat yatabilir, uyuyabilirsin? Şoförü olmayan bir araba nasıl sağa sola çarparsa, bu dünyanın da idare edeni yoksa, gezegenler boşlukta duruyorsa, sahibi ve mâliki yoksa, her an birbirine çarpabilir. Bu dünya veya ona yakın bir gezegen her an birbirine toslayabilir. Onları idare edenin varlığına inanmıyorsan, yatağa girip de nasıl rahatlıkla yatabilirsin?
Selahattin Hoca’nın bu anlattıkları ateist gence tercüme edilip aktarılınca:
“Ben bunlar üzerinde düşüneceğim.” demiş ve ertesi gün gelip o esnaf kardeşimize:
“Kimdi o adam?” diye sormuş.
“Bizim caminin hocasıydı.” demiş.
“Yahu, dün gece hiç gözüme uyku girmedi. Zihnim allak bullak oldu.” demiş.
Belli ki bu anlatılanlar, üzerinde bir tesir icra etmiş. ALLAH hidayet nasip eyleye.
İsviçre’de durum böyle de, Türkiye’de farklı mı? Elbette değil. İnsanlar ALLAH’a, ahiret gününe inanmıyorlar diye arkamızı dönüp gitmemek lâzım.
“Çünkü fâsık (günahkâr) adam, fıskı isteyerek ve bizzat talep edip girmemiş; belki içine düşmüş, çıkamıyor. Hiçbir fâsık yoktur ki, salih olmasını temenni etmesin.” (Lemalar, 126)
Onlara çağın usûlüne uygun metotlarla yaklaşmak gerek. Burda da rehberimiz, sevgili Peygamberimiz (asm). Muhatabın kendinden yüz çevirmesine rağmen, defalarca Ebû Cehil’e İslâmiyet’i anlatmaya gitmesi, apayrı bir incelik örneği.
Doktor hastasına “Neden hasta oldun?” diye sormaz. Tedavisine çalışır. Bizim de elimizdeki nurlarla, muhatabımızla münasebetimiz bu. Çünkü şifa olacak olan reçete bizde. Niye kızalım ki? Fikrinin muhatabını ikna edeceğine inanan, kızmaz, öfkelenmez, bağırmaz. Belki muhatabının hâlini anlamaya çalışır. Şükür ki elimizde insanlığın hidayetine, imanına yardımcı olabilecek nurlar var.
Sözümüzü Zafer’in son sayısında çıkan Mehmet Kırkıncı Hocamızdan bir küçük anekdotla bitirelim:
Arabalar çarpışıyor. Neden? Şoförleri ayrı.
Trenler çarpışıyor, neden? İdare edeni ayrı.
Gemiler çarpışıyor. Kaptanları ayrı.
Uçaklar çarpışıyor. Pilotları ayrı.
Peki, niye gökyüzünde gezegenler ve dünyalar birbirleriyle çarpışmıyor? İdare edeni bir ve aynı.
Diğerlerinin idare edenleri farklı. Kâinatın ise, her bir gezegeninin sahibi bir olduğu için, her şeyin sahibi ve mâliki bir olduğu için, ne patırtı, ne gürültü, ne çarpışma, ne kapışma, hiçbir şey olmuyor. Ne oluyorsa, ALLAH’ın kontrolünde oluyor ve bize zarar vermeyecek şekilde gerçekleşiyor her şey.
Bazen bir zarar gelecek olsa ya da bir meteor düşecek olsa, o da şunun işareti oluyor bizim için: Başımıza bunun gibi bir taş, on senede, yüz senede değil, her saniyede binlercesi düşebilirdi. Ama dünyamızın çevresini rahmetiyle bir kuşak gibi atmosferiyle kuşattıran ALLAH, bizi bunlardan koruyor. Rahmetin geniş tecellisini görmeye, göstermeye ve bunları da anlatmaya çağırıyor bizi.
Evet, bir Cuma gününün meyvesi bu olsun inşALLAH.
Bu güzel âdetin coştuğu ve duâ için ellerin kalktığı bu zaman diliminde yapılan güzel duâlara hepimiz âmin diyelim.
Son sözü Üstadımıza bırakalım:
“Sıkıntıdır muallime-i sefâhet. Demek sefâhetin memba sıkıntı olmuş. Sıkıntıysa, mâdeni yeisle sû-i zandır. Dalâlet fikrîdir; zulümât kalbîdir; israf cesedîdir.” (Sözler, 667)

Selâm ve Efendimiz’e salât-u selâm ile…