- Bir başka açıdan Lâle Devri

Adsense kodları


Bir başka açıdan Lâle Devri

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 9 August 2012, 03:26 pm GMT +0200
Bir başka açıdan Lâle Devri
Ali Şükrü ÇORUK • 86. Sayı / TARİH


Toplumlarla yöneticileri arasında yakın bir ilişki söz konusu. Yönetilenler hayatın her alanında yöneticilerini örnek alırlar. Bir bakıma öğretmen-öğrenci ilişkisine benzetilebilecek bu durum, tarihin bütün dönemleri için geçerli olmuş ve olmaya devam ediyor. Gerçi günümüzde özellikle iktisadî düzenin bir sonucu olarak toplumları yönlendirme ve bir bakıma idare etme anlamında başka “yöneticiler”in varlığı da bir gerçek. Bununla beraber kendisine yüklenen “derûnî” anlamın bir sonucu olarak devletin ve onu yönetenlerin toplum üzerindeki etkisi diğerlerine oranla daha belirleyici. Nitekim bunun bir neticesi olarak ikinci gruptakiler bazen birincilerin durumuna göre “vaziyet” alabiliyorlar.

Yöneticiler, popülizme düşmeden yönetilenlerin ihtiyaçlarına, beklentilerine karşılık gelebilecek, ülkenin huzur ve refahını arttıracak bir yönetim anlayışı sergilediklerinde halk tarafından sayılıp sevilirler. Aksi durumda ortaya çıkan sonuç her iki kesim açısından olumsuz olur. Nitekim tarih, devletlerin ve toplumların iyi yönetilememesi sonucunda ortaya çıkan, yöneticileri uzun süre uğraştıran, devletleri zayıf düşüren pek çok acı olayla dolu. Tıpkı Lâle Devri ve bu devrin bitmesine sebep olan Patrona Halil İsyanı’nda olduğu gibi…

Yirmisekiz Mehmet Çelebi Fransa’dan ne getirdi?

Osmanlı tarihine Batılılaşma hareketleri çerçevesinden bakıldığında kronolojik olarak karşımıza çıkan ilk devir bilindiği üzere Lâle devri. 1718-1730 arasında III. Ahmed’in saltanatının ikinci yarısına denk düşen bu döneme gerçekte yön veren isim ise Sadrazam Damat İbrahim Paşa’ydı. Avusturya ile yapılan Pasarofça Antlaşması’nı fırsat bilerek bir hayli yıpranmış olan devlet çarkını düzeltme çareleri arayan Paşa, bunu Avrupa’daki gelişmeleri de dikkate alarak gerçekleştirme düşüncesindeydi. Bu amaçla Yirmisekiz Mehmet Çelebi başkanlığındaki bir elçilik heyetini 1721 yılında Fransa’ya gönderdi. Elbette bu iki yönden isabetli bir tercihti. Bir kere Fransa ile Osmanlı’nın ilişkileri Kanunî döneminden beri hep iyi seyretmişti. İkinci olarak döneminde Fransa gerek içte gerekse dıştaki başarılarıyla, Avrupa’nın en önemli ülkesi konumundaydı. Bu konumunu da “Güneş Kral” olarak isimlendirilen XIV. Lui’ye (1638-1715) borçluydu. Gerçi Osmanlı elçilik heyetinin Fransa’ya gittiği dönemde XIV. Lui tahtta ve hayatta değildi ancak “Güneş Kral” halefi XV. Lui’ye siyasî, sosyal, iktisadî ve diplomatik açılardan, kısaca her yönden güçlü bir Fransa bırakmıştı. Peki, Osmanlı’nın Yirmisekiz Mehmet Çelebi eliyle Batı’yı tanıma, başka bir deyişle Batılılaşma adına ilk defa gerçekleştirdiği bu elçilik misyonu amacına ulaşmış mıydı? Ulaşmışsa bunun derecesi neydi? Ulaşmamışsa sebepleri nelerdi? Bütün bunları tek bir soruda da toplamak mümkün: Yirmisekiz Mehmet Çelebi Fransa’dan İstanbul’a ne getirmişti?

Yirmisekiz Çelebi’nin Fransa izlenimlerini anlattığı Sefaretname’sini okuduğumuzda ve ardından İstanbul’da yaşanan hayatı göz önüne getirdiğimizde bu sorunun cevabını kolaylıkla bulabiliyoruz. İstanbul’daki Fransız elçiliğine yakınlığı sayesinde elçilik yetkilileri tarafından Avrupa adab-ı muaşeretini bilen bir devlet adamı olarak bu görev için bizzat tavsiye edilen Çelebi, Sefaretname’sinde Fransa izlenimlerini uzun uzadıya anlatıyor. Osmanlı Devleti’nde “Batılılaşmanın ilk programı” olarak kabul edilen bu eseri uzun uzadıya ele almak bu yazının sınırlarını aşar. Ancak şunu söyleyebiliriz ki; okuyanların gördükleri, okuyacakların da görecekleri üzere sefaretnamenin büyük kısmı Fransız saray hayatına, bahçe mimarisine, gezme ve eğlenme mekânlarına ayrılmış. Başka bir deyişle elçilik heyetinin asıl görevi olan askerî tesisler ve imalathaneler hakkındaki dikkatleri saray hayatı ile ilgili olanlardan çok geride. Çelebi bir kısmına diplomatik bir zorunluluğun sonucu olarak dâhil olduğu Fransız Saray hayatını anlatırken en ufak detayı bile atlamıyor ve gördüğü şeyler hakkında sık sık “gayet güzel” nitelemesini kullanıyor. “Gaza ruhunu” çoktan unutmuş bir Osmanlı olarak Fransa’ya gelmiş olan Çelebi, Avrupa medeniyetinin zevke, tüketime ve bol para harcamaya dayalı, “dünyevî”leşmeye yönelik bu yeni hayat tarzından oldukça etkilenmiş. Bazen aklına Hz. Muhammed’in (sav) “Dünya kâfirin cenneti, mü’minin cehennemidir” mealindeki hadis-i şerifi gelmekle beraber Fransa’da yaşadığı hayattan, geçirdiği günlerden memnundu. Nitekim İstanbul’a döndükten sonra Fransız üst tabakasına ait hayat tarzının bir benzeri İstanbul’da yaşanmaya çalışılacaktı.

“Gülelim eğlenelim kam alalım dünyadan”
Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Sefaretname’si Sadrazam Damat İbrahim Paşa için İstanbul’da tesis edeceği yeni dönemin programı niteliğindeydi. Bu konuda padişahı da ikna eden Paşa, özellikle savaşlar sebebiyle uzun süredir ihmal edilen İstanbul’un imar meselesini yeni bir bakış açısıyla ele aldı. Bununla beraber Fransız saray yaşantısının yerli versiyonu sayılabilecek “dünyevîleşme” merkezli bu imar faaliyetinin özellikle saray ve üst düzey yöneticilerin yaşantısına hizmet edecek tarzda gerçekleştirildiğini belirtelim. Kâğıthane’de Versailles ve Fontainebleau tarzında bahçelerin, kasırların ve suyollarının yapılması, Boğaziçi’nde yalıların inşa edilmesi Osmanlı elitinin dünyaya âdeta yeni bir gözle baktığının somut örnekleriydi. Artık eskinin yerine bu “üç günlük dünyanın” nimetlerinden azamî derecede istifade etmek isteyen, hayat felsefesini şair Nedim’in “Gülelim eğlenelim kam alalım dünyadan” mısraı üzerine kuran yeni bir insan tipiyle karşı karşıyayız. Padişah ve sadrazamın şahsında şekillenen bu yeni insan tipi hayatı daha zevkli hâle getirmek için bahaneler aramakta, bu bahaneleri de bulmaktaydı. Döneme damgasını vuran lâle merakı bu bahanelerden biriydi. Kışın helva sohbetleriyle vakit geçiren Osmanlı eliti, bahar ve yaz aylarında lâle ve Kâğıthane eğlenceleriyle meşguldü. Lâle merakı öyle bir hâl almıştı ki herkes patenti kendisine ait lâle edinme ve yetiştirme telaşına düşmüştü. Öyle ki, dönemle ilgili vesikalarda türlü adlarda yüzlerce lâle adı kayıtlıydı.

Bu dönemin önceki dönemlerden en önemli farkı ise yaşanan hayatın halkın gözü önünde cereyan etmesi, gücü yetsin yetmesin halkın da bu hayat tarzına katılma çabası içinde olmasıydı. Ancak her şeyin bir maliyeti vardı. Tüketim kültüründe Batılılaşmanın maliyeti ise epey yüksekti. Nitekim zaten bozuk olan toplumsal dengeleri iyice alt üst eden bu durum, dönemin sonunu getirecek olan isyan şartlarını olgunlaştıracaktı.

“Bu vezir mirasyedi-meşrebdir”
Lâle devrinde yeme içme, giyinme ve eğlenme kültüründe Batılı mânâda yaşanan değişim aşırı harcamayı da beraberinde getirmişti. Üretmeden tüketmeye dayalı bu yaşam tarzı, halkın yöneticilerini örnek alarak bu hayatın içinde yer alma çabasıyla birleşince var olana ek toplumsal sıkıntılar ortaya çıktı. Ağır vergilerle ezilen taşra halkının İstanbul’a akın etmesi, savaş sebebiyle taşradan İstanbul’a gerçekleşen göçler, işsizliğin artması, devletin halk üzerindeki kontrolünü azaltacaktı. Bütün bunlara lüks hayat isteğinin bir sonucu olarak İstanbul’da boşanmaların artmasını ekleyebiliriz. Üstelik boşanma olaylarının büyük kısmının kadınların isteğiyle gerçekleşmesi toplumda yeni bir yönelime işaret ediyordu. Kadınlar, gezme ve eğlenme, giyinme ihtiyaçlarını karşıla(ya)madıklarını öne sürerek eşleri hakkında boşanma davası açtı. Döneminde “Bu vezir mirasyedi-meşrebdir” nitelemesiyle anılan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın “halkı aldatacak şey lâzımdır” deyip her gün yeni bir eğlence icat etmesi, en önemlisi düşmanların taarruzu karşısında mukabelede bulunmaktan kaçınması halkta yöneticilere özellikle İbrahim Paşa’ya olan kızgınlığı iyice arttırdı. Savaşmaktan ve devletin onurunu korumaktan kaçınan bir devlet adamı portresi çizmesi İbrahim Paşa’nın halk üzerindeki itibarını en alt seviyeye indirdi. Toplumsal huzursuzluğun farkında olan Paşa, isyandan hemen önce İran’a karşı sefer yapılması konusunda padişahı ikna etti. Bu amaçla ordu Üsküdar’a geçirildi ve padişahı beklemeye başladı. Ancak her ne hikmetse sefer iptal edildi. Bu durum seferle ilgili olarak geniş çaplı hazırlıklar yapmış olan halkın ve ordu esnafının büyük tepkisine neden oldu. Neticede isyan için bir kıvılcım beklenmekteydi ve bu kıvılcımı Patrona Halil ve arkadaşları ateşledi.

Başta, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa olmak üzere pek çok devlet adamının feci bir şekilde öldürülmesi ve padişah III. Ahmet’in tahttan indirilmesiyle neticelenen bu isyan, elbette haklı görülemez. Bununla beraber meseleyi sebep-sonuç çerçevesinden düşündüğümüzde isyanın çıkmasında devlet yöneticilerinin idare anlayışına ve hayat tarzına halkın duyduğu tepki belirleyici olduğunu ifade edebiliriz. Lâle devrine bir bütün olarak baktığımızda devletin iyi yönetildiğini, yöneticilerin devletin ve toplumun gerçek ihtiyaçlarını gözeterek her şeyin esası olan “denge” fikriyle hareket ettiklerini söylemek mümkün değil. İsyanın Batılılaşma karşıtı çevreler tarafından çıkarıldığı görüşü ise isyan sırasında başta matbaa olmak üzere Batı’dan gelen yeni kurumlara dokunulmaması karşısında geçersiz kalıyor. Özetle Batılılaşma yolunda atılmış önemli bir adım olarak görülen Lâle Devri, üzerinde düşünülmesi ve herkesi ikna edici bir şekilde yeniden yorumlanması gereken bir dönem olarak önümüzde duruyor.