- Bir Arada Yaşayabilmek Ama Nasıl?

Adsense kodları


Bir Arada Yaşayabilmek Ama Nasıl?

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Wed 9 November 2011, 11:33 pm GMT +0200
Bir Arada Yaşayabilmek Ama Nasıl?


Aralık 2005 - 84.sayı



Halil AKGÜN
kaleme aldı, KAPAKTAKİLER bölümünde yayınlandı.

Çoğulculuk, ister İslâm ve Batı toplumlarını kapsasın, ister müslüman dünyasını, belli ilkelere dayanmak zorunda. Bu ilkelerin başında hakikatin mutlak ve evrensel oluşu geliyor. Ötekine saygı, farklılıkları kucaklamak, ancak bu ilke kabul edildiğinde anlamlı hale gelebilir.

Çoğulculuk, çok kültürlülük ve bir arada yaşama tartışmaları giderek yaygınlık kazanıyor. Doğulu ve Batılı pek çok kişi, farklı din ve kültürlerin bir arada yaşamasının modern dünyanın en büyük sorunu olduğunu söylüyor. Tartışmaya, devlet makamlarından üniversitelere, köşe yazılarından filmlere kadar her alanda rastlamak mümkün. Peki önemi bu kadar vurgulanan bu bir arada yaşama modeli tam olarak nedir? Hangi ilkelere dayanıyor? Farklı toplumlar, mesela Avrupalılar ve Türkler, bu kavramla aynı şeyleri mi kastediyorlar? Yoksa aynı kelimelere farklı anlamlar mı yüklüyorlar?

Batı toplumlarında hakim olan söyleme göre çoğulculuk, farklı kültür, din, inanç ve görüşlerin bir arada yaşaması fikrini ifade ediyor. İnsanlar arasındaki farklılıklar, doğal ve hatta kaçınılmaz bir gerçek olarak görülüyor. Toplumsal ve küresel barış, bu farklılıkları kabul etmekten geçiyor. Fakat sorun sadece bu farklılıkları görme ve tanıma meselesinden ibaret değil. Farklılıkları tanımak, aynı zamanda siyasi ve toplumsal düzeni ve hukuk sistemini buna göre tanzim etmeyi gerektiriyor.

Batının çoğulculuk anlayışı

Batılı çoğulculuk, “hakikat”i insanların yapıp-ettiği ve tanımladığı bir şey olarak görüyor. Buna göre tarihi ve toplumsal şartların üstünde “mutlak hakikat” diye bir şey yok. Her hakikat iddiası, belli şartların ürünü olarak ortaya çıkıyor. Bu yüzden kimsenin kendi özgül şartlarını mutlaklaştırmaya hakkı yok. Yine bu sebepten, toplumsal barış için herkesin kendi hakikatini tarihi ve izafi bir durum olarak tanımlaması gerekiyor.

Bu ön kabulün arkasında yatan felsefi görüş, hakikatin izafi olduğu fikridir. Bu anlayışa göre iyilik, doğruluk, erdemlilik, hak ve batıl gibi değer yüklü kavramlar, ancak belli tarihi ve toplumsal şartlarda anlamı olan kavramlardır. Yani şartlara bağlı olarak anlam kazanırlar. Bu yüzden de farklı tarihi ve sosyal şartlarda farklı doğrular ortaya çıkar.

Şüphesiz hakikatin farklı tarihi ve sosyal şartlarda tatbik edilmesi ve ete-kemiğe bürünmesi, farklı biçim ve renklerde olur. İslâm, bu gerçeği en başından beri tanıdığı için, insanlar arasındaki farklılıkları Yaratıcı'nın bir rahmet ve nimeti olarak tanımlamıştır. Nitekim, İslâm tarihine baktığımızda bu farklılıkların çeşitli biçimlerde ortaya çıktığını ve muazzam bir müslüman mozaiğine dönüştüğünü görüyoruz. Endonezya'dan Fas'a uzanan İslâm dünyası, bugün bu zenginliği bütün ihtişamıyla sergiliyor. Mimar Sinan'ın camilerinden Tac Mahal'e, Malezyalı balıkçılardan Mısırlı taş ustalarına, Türk hattatlardan Afrikalı müslüman denizcilere kadar çok geniş bir yelpazeye yayılan İslâm toplumu ve kültürü, rengârenk çiçeklerden oluşan bir bahçeyi andırıyor.

Kısacası kültürel, etnik, coğrafi farklılıkları kucaklamak, bizim tarihimizin önemli başarılarından biridir. İslâm geleneğindeki farklılıkları kucaklamak ile bugün gündemde olan çoğulculuk arasındaki fark, temel bir felsefi kabulden kaynaklanıyor. O da hakikatin tezahür biçimlerinin değil, bizatihi hakikatin kendisinin görece, tarihi ve değişken bir şey olduğu inancıdır.

Çoğulculuk ve rölativizm tehlikesi

Bu iki görüş arasındaki derin farkı görmek zor değil. Hakikatin bir ve mutlak olduğunu söylemek, onun ortaya çıkış biçimlerinin yeknesak ve monoton olduğu anlamına gelmez. Doğruyu söylemek, mutlak bir hakikattir. Zaman ve mekâna göre değişmez. Ama farklı şartlar, aynı doğrunun farklı biçimlerde ifade edilmesini gerektirebilir. Nitekim düşünce ve kültür tarihinin zenginliği, bu farklı tezahür biçimlerinin bir sahnesi gibidir. Bu, “doğruyu söylemek” ilkesinin, belli tarihi ve sosyal şartlarda ortaya çıkmış bir inanç olduğu anlamına gelmez.

Aynı ilkeyi, bütün ahlâkî ilkelere, temel inanç konularına ve davranış kurallarına uygulayabiliriz. Örneğin Allah inancı evrensel bir olgudur, çünkü fıtrîdir, yani insanın var olma şartlarından birisidir. İnsanlar Allah'a olan inançlarını şiir, felsefe, tasavvuf, kelâm gibi değişik diller kullanarak ifade edebilirler. Allah'ı güzel isimleriyle anabilir, O'nunla farklı ubudiyet, kurbiyet ve dostluk ilişkileri kurabilirler.

Bütün bunların altında yatan temel ilke, tek tanrı inancıdır. Yani tevhiddir . Buradaki mutlak hakikat, Cenab-ı Hakk'ın bir ve tek olmasıdır. Sadece O'na kulluk edilmesidir. Çoğulculuk adına, tevhid dışındaki inanç biçimlerini doğru kabul ettiğimizde, farklılıkları kucaklamış olmaz, çok temel bir hata yapmış oluruz. Nasıl çoğulculuk adına “iki kere iki beş eder diyen de haklıdır” demiyorsak, aynı şekilde temel doğrular konusundaki hatalara da göz yumamayız. Çünkü böylesine temel bir hata üzerine ise ne tutarlı bir düşünce sistemi geliştirebilir, ne de toplumsal huzur ve barışı temin edebiliriz.

Demek ki sorun, farklılıkların tanınması değil, hangi ilkelere göre kabul veya red edileceği üzerinde odaklanıyor. İslâm geleneğiyle Batı düşüncesinin ayrıldığı ana noktalardan birisi budur. Bunun somut göstergelerini bugün pek çok alanda müşahede ediyoruz. Türkiye'nin AB üyeliği sürecinde bu konular daha da önem kazanacak. Eğer biz yeteri kadar hazırlıklı olmazsak, çoğulculuk ve çok kültürlülük adına en temel doğrularımızdan vazgeçmek durumunda kalabiliriz.

Bir örnekle bunu açmaya çalışalım. AB üyesi ülkelerin çoğu eşcinselliği hukuken tanımış durumda. Eşcinselliğe karşı çıkan pek çok Batılı var. Hatta Avrupa ve Amerika'da buna karşı olanların büyük çoğunluğu oluşturduğu bir vakıa. Fakat fiiliyatta eşcinsellik ‘kişisel bir tercih' olarak tanınıyor. Bununla ilgili hukuki düzenlemeler de yapılmış durumda. Asıl ilginç olanı şu: Türkiye'nin AB üyeliği sürecinde eşcinselliğin tanınması, muhtemelen bir şart olarak önümüze konacak. Dahası başörtüsü yahut dinî inanç özgürlüğü ile cinsel tercih özgürlüğü aynı kefeye konacak ve biri olmadan öbürü olmaz denecek.

Şimdi müslüman bir toplum olarak biz buna bir tercih ve özgürlük meselesi olarak bakabilir miyiz? Açık-seçik bir hata ve günah olan eşcinsellik ile dinî bir vecibe olan başörtüsünü aynı kefeye koyabilir miyiz? Açık-seçik bir doğrudan vazgeçmek, farklılıkları kucaklamak olur mu? Öyle olursa, bizim bu ‘çoğul' yapı içindeki yerimiz ne olacak?

Buradaki temel soruna tekrar dikkat çekelim: Müslüman toplumlar açısından ana sorun, farklılıkları kucaklamak değil (çünkü tarihimiz bunun yüz ağartıcı örnekleriyle dolu), ahlâkî ve metafizik değerlerin izafileştirilmesi ve işlevsiz hale getirilmesidir. Küreselleşme, kalkınma, çağdaşlık, ilerleme, vs. adına zaten ağır bedeller ödedik. Bunlara yenilerini eklemek, İslâm toplumlarındaki gerilimi ortadan kaldırmayacak, bilakis yeni gerilim ve çatışma alanlarının doğmasına yol açacaktır.

Demek ki çoğulculuk dediğimiz şeyin de belli ilkelere bağlı olması gerekiyor. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler” türü liberal bir çoğulculuk, orta ve uzun vadede ahlâkî ve toplumsal değerlerin aşınmasına yol açacaktır. Batılı toplumlar bu acı tecrübeyi farklı biçimlerde yaşadılar. Bugünkü çoğulculuk arayışları bu tecrübelerden ders çıkarmayı hedefliyor. Ama baştaki ilkeler küresel kapitalizmin dayatmalarına boyun eğdiği için bu projenin başarılı olma şansı neredeyse yok.

Söylem ile gerçeklik arasındaki fark

Burada bir hususa daha temas edelim. Batı toplumlarının yaşadığı fiilî gerçeklik ile geliştirdikleri söylemler arasında derin bir mesafe var. Batılı olmayan toplumlar söz konusu olduğunda Batı'daki çoğulculuk söylemleri farklı bir niteliğe bürünüyor. Evrensel kardeşlik ve çoğulculuk fikri, yerini Batı ile mesela İslâm arasındaki temel değer ayrılıklarına bırakıyor. Farklılık, bir anda çatışmaya dönüşüyor. Medeniyetler çatışması ve tarihin sonu tezleri, İslâm'ın soğuk savaş sonrası dönemin ‘yeşil tehlikesi' olarak tanımlanması, terörizmle özdeşleştirilmesi, çoğulculuk söylemlerinin İslâm ve müslüman lar söz konusu olduğunda renk ve mahiyet değiştirdiğini gösteriyor.

Dahası var: Küresel kapitalizm çoğulculuğu yeni pazar alanlarının üretilmesi olarak görüyor. Kapitalizmin temel kaygısı, malını herkese satmak. Kapitalist sistem bunun önündeki muhtemel engelleri ortadan kaldırmak için her şeyi yapabilir. Bunun için gerekirse çoğulculuğu destekleyebilir ya da ona karşı çıkabilir. Örneğin Amerika'nın “Çin'de çoğulculuk yaygınlaşmalı” çağrısının arkasında, Amerikan mallarının Çin pazarına daha rahat girebilmesi var.

Burada çoğulculuk, geleneksel Çin kültürünün canlandırılmasını değil, daha fazla Amerikan ürünlerin tüketilmesini ifade ediyor. Madonna'nın kasetleri ve Barbi bebekleri Çin pazarına girince, Çin çoğulcu, ılımlı, vs. bir ülke oluyor. Bunların yerine Çinliler kendi bebeklerini, vs. ürettiklerinde, Çin kapalı bir toplum oluyor! Çoğulculuk söyleminin bu ‘maddi' tarafını göz ardı ettiğimizde büyük bir hata yapmış oluruz.

Çoğulculuk ister İslâm ve Batı toplumlarını kapsasın, ister müslüman dünyasını, belli ilkelere dayanmak zorunda. Bu ilkelerin başında hakikatin mutlak ve evrensel oluşu geliyor. Ötekine saygı, farklılıkları kucaklamak, ancak bu ilke kabul edildiğinde anlamlı hale gelebilir. Kur'an'ın , yaradılış alemindeki ve insanlar topluluğundaki muazzam çeşitliliği vurgularken tevhid inancı üzerinde ısrar etmesi, bu temel ilkenin öneminden kaynaklanıyor.

‘Çokluk içinde birlik' (vahdet fî kesret), ancak bir(lik)in ne olduğu açıklık kazandığında bir anlam ifade edebilir. İlkesi, sınırı, ölçüsü olmayan bir çoğulculuk bizi ancak rölativizme ve değerlerin aşınmasına, bu ise toplumsal çöküşe götürür.