- Ben Metrobüse Binecek Adam mıyım?

Adsense kodları


Ben Metrobüse Binecek Adam mıyım?

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
Rüveyha
Mon 3 November 2014, 04:50 pm GMT +0200
Ben Metrobüse Binecek Adam mıyım?

Serhat Albamya | Mart 2012 | TENCERE   

Geçtiğimiz yaz bir iş için Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçmem gerekti. Kadıköy’den metrobüse bindim. İçerisi tıklım tıklım doluydu ve daha da kötüsü milyonlarca liralık aracın kliması çalışmıyordu.

Hani aynı dertten muzdarip olma duygusu insanları birbirine yakınlaştırır, konuşmak için ortak bir payda oluşturur ya… Mesela fatura sıraları veya uzun banka kuyrukları böyle yerlerdir. Birisi mırıldanmaya başlar ve ardından birkaç kişi daha yüksek sesle söylenir. Sırası gelip işi bitince de herkes çeker gider. Böyle yerlerde muhatabınız karşınızda olmadığı için rahatlıkla sistemi eleştirebilir, derdinizi yanınızdakilerle paylaşabilirsiniz. Zararı olduğu kadar faydaları olduğu bile söylenebilir.

Metrobüste o gün böyle bir hava esiyordu. İnsanlar sıcaktan pişmiş, patlayacak yer arıyor, birkaç kişi de sisteme, metrobüsü satın alanlara, bozuk klimaya söylenip duruyordu. Bu kişilerden biri maalesef tam da önümdeydi. İçimden “Göz göze gelme Serhat! Göz göze gelme!” diye kendimi uyarırken korktuğum şey başıma geldi ve derdini biriyle paylaşmazsa çatlayacak olan adamı gözlerimin içine bakarken buldum:

– Ya, dedi, bu kadar para veriyorlar, aldıkları arabalara bak!..

Bir huyum vardır, eğer birinin kulağında kulaklık varsa hiç selam vermem, konuşmaya yeltenmem. Haliyle ben de kulaklıkla bir şey dinlerken karşımdakinden aynı anlayışı beklerim. Ama bu adam kulaklıklarımı çıkartmam için ısrar ediyormuşçasına devam etti konuşmaya. Başlangıçta yarım yamalak duyduğum cümleleri adamakıllı anlayabilmek için iki kulaklığı da çıkarmak zorunda kaldım.

– Yazık bu kadar paraya, şu hale bak insanlar neredeyse üst üste çıkacak!

Bunları söylerken arada hak vermemizi beklermiş gibi bir bana bir de diğer yolculara bakıyordu. Ben, he diyip geçeyim, diye düşündüğümden dediklerine belli belirsiz kafa sallayıp karşılık vermeden dinliyordum. Konuştukça artıyordu öfkesi sanki:

– Hayatta en sevmediğim şeydir toplu taşıma aracı, şu kalabalığa bak, diyordu diğer yolcuları aşağılarcasına.

Tam konuşurken telefonu çaldı, konuşmasından arabasının serviste olduğu, onu almak için yolda olduğu anlaşılıyordu. Bağırarak sürdürdüğü konuşmayı bitirdi ve kapattı. Kapatır kapatmaz kaldığı yerden devam etti söylenmeye:

– Ben, dedi, hayatta kalabalık aracı sevmem! Misal, Ankara’da bir gün minibüse bindim, baktım tıklım tıklım dolmuş, hâlâ birileri binmeye çalışıyor. Verdim şoföre parayı, dedim al iki kişinin parasını, bindirme bunları!

Mavra ya da gerçek, adam yaptıklarını marifet gibi anlatırken köprü üzerindeki durağa gelmiştik. Birden açılan kapılardan giren insanların sesi, sesini bastırmıştı. “Ne biniyorsunuz be, burası zaten kalabalık!” diye çıkışıyordu binenlere. Bağrışları uçurumdan düşermiş gibi azalarak yok oldu.

Derken, ne oldu, nasıl oldu anlamadım ama adam, içeri doluşan insanların arasında itile kakıla bir anda kendini kapının dışında buluverdi. İşin ilginci, öfkeli halinde en küçük bir değişiklik yoktu. Hâlâ söyleniyordu. Kapılar yüzüne kapandı ve biraz önce metrobüse binmeyin dediği insanlarla yer değiştirdi. Kapısı kapanan metrobüs harekete geçip ilerledikçe adam küçüldü, küçüldü ve öyle söylene söylene bir sonraki metrobüsü beklemek üzere gözden kayboldu.

Bakış Açısı

Bir okul müdürü okul kadrosunu toplayıp sunum yapıyor. Sunumda fotoğraflar eşliğinde akan hikâyeyi öğretmenlerin izlemesini istiyor. Hikâye şöyle:

Bir baba, yirmi otuz yaşlarındaki oğluyla parka gider, bir banka otururlar. Baba karşıdaki kuşu gösterip oğluna sorar:

– Bu ne?

Çocuk tereddütsüz cevap verir:

– O bir serçe…

Aradan biraz zaman geçer ve bir süre sonra baba aynı kuşu göstererek tekrar sorar:

– Bu ne?

Çocuk şaşırır ama bozuntuya vermeden cevaplar:

– E, serçe baba!

Aradan biraz daha zaman geçer ve baba kuşu göstererek yeniden sorar:

– Bu ne?

Oğlan bu sefer kendini tutamaz:

– Baba, kırk kere mi söyleyeceğim? O bir serçe dedim ya!..

Adam oğlunun bu öfkesini sükunetle karşılar ve şöyle der:

– Oğlum, bundan 20 yıl önce bu parkta seninle oturuyorduk. Sen bana bu soruyu art arda tam on sefer sordun, ben sana her seferinde usanmadan, öflemeden cevap verdim.
Hikâyenin sonunda çocuk hatasını anlar, mahcup olur. Müdür de hikâyenin etkisinde kalan öğretmenlere kıssadan hisseyi söyler:

– Siz de bu çocuk gibi idareye sık sık soru sorup durmayın!..Geçtiğimiz yaz bir iş için Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçmem gerekti. Kadıköy’den metrobüse bindim. İçerisi tıklım tıklım doluydu ve daha da kötüsü milyonlarca liralık aracın kliması çalışmıyordu.

Hani aynı dertten muzdarip olma duygusu insanları birbirine yakınlaştırır, konuşmak için ortak bir payda oluşturur ya… Mesela fatura sıraları veya uzun banka kuyrukları böyle yerlerdir. Birisi mırıldanmaya başlar ve ardından birkaç kişi daha yüksek sesle söylenir. Sırası gelip işi bitince de herkes çeker gider. Böyle yerlerde muhatabınız karşınızda olmadığı için rahatlıkla sistemi eleştirebilir, derdinizi yanınızdakilerle paylaşabilirsiniz. Zararı olduğu kadar faydaları olduğu bile söylenebilir.

Metrobüste o gün böyle bir hava esiyordu. İnsanlar sıcaktan pişmiş, patlayacak yer arıyor, birkaç kişi de sisteme, metrobüsü satın alanlara, bozuk klimaya söylenip duruyordu. Bu kişilerden biri maalesef tam da önümdeydi. İçimden “Göz göze gelme Serhat! Göz göze gelme!” diye kendimi uyarırken korktuğum şey başıma geldi ve derdini biriyle paylaşmazsa çatlayacak olan adamı gözlerimin içine bakarken buldum:

– Ya, dedi, bu kadar para veriyorlar, aldıkları arabalara bak!..

Bir huyum vardır, eğer birinin kulağında kulaklık varsa hiç selam vermem, konuşmaya yeltenmem. Haliyle ben de kulaklıkla bir şey dinlerken karşımdakinden aynı anlayışı beklerim. Ama bu adam kulaklıklarımı çıkartmam için ısrar ediyormuşçasına devam etti konuşmaya. Başlangıçta yarım yamalak duyduğum cümleleri adamakıllı anlayabilmek için iki kulaklığı da çıkarmak zorunda kaldım.

– Yazık bu kadar paraya, şu hale bak insanlar neredeyse üst üste çıkacak!

Bunları söylerken arada hak vermemizi beklermiş gibi bir bana bir de diğer yolculara bakıyordu. Ben, he diyip geçeyim, diye düşündüğümden dediklerine belli belirsiz kafa sallayıp karşılık vermeden dinliyordum. Konuştukça artıyordu öfkesi sanki:

– Hayatta en sevmediğim şeydir toplu taşıma aracı, şu kalabalığa bak, diyordu diğer yolcuları aşağılarcasına.

Tam konuşurken telefonu çaldı, konuşmasından arabasının serviste olduğu, onu almak için yolda olduğu anlaşılıyordu. Bağırarak sürdürdüğü konuşmayı bitirdi ve kapattı. Kapatır kapatmaz kaldığı yerden devam etti söylenmeye:

– Ben, dedi, hayatta kalabalık aracı sevmem! Misal, Ankara’da bir gün minibüse bindim, baktım tıklım tıklım dolmuş, hâlâ birileri binmeye çalışıyor. Verdim şoföre parayı, dedim al iki kişinin parasını, bindirme bunları!

Mavra ya da gerçek, adam yaptıklarını marifet gibi anlatırken köprü üzerindeki durağa gelmiştik. Birden açılan kapılardan giren insanların sesi, sesini bastırmıştı. “Ne biniyorsunuz be, burası zaten kalabalık!” diye çıkışıyordu binenlere. Bağrışları uçurumdan düşermiş gibi azalarak yok oldu.

Derken, ne oldu, nasıl oldu anlamadım ama adam, içeri doluşan insanların arasında itile kakıla bir anda kendini kapının dışında buluverdi. İşin ilginci, öfkeli halinde en küçük bir değişiklik yoktu. Hâlâ söyleniyordu. Kapılar yüzüne kapandı ve biraz önce metrobüse binmeyin dediği insanlarla yer değiştirdi. Kapısı kapanan metrobüs harekete geçip ilerledikçe adam küçüldü, küçüldü ve öyle söylene söylene bir sonraki metrobüsü beklemek üzere gözden kayboldu.

Bakış Açısı

Bir okul müdürü okul kadrosunu toplayıp sunum yapıyor. Sunumda fotoğraflar eşliğinde akan hikâyeyi öğretmenlerin izlemesini istiyor. Hikâye şöyle:

Bir baba, yirmi otuz yaşlarındaki oğluyla parka gider, bir banka otururlar. Baba karşıdaki kuşu gösterip oğluna sorar:

– Bu ne?

Çocuk tereddütsüz cevap verir:

– O bir serçe…

Aradan biraz zaman geçer ve bir süre sonra baba aynı kuşu göstererek tekrar sorar:

– Bu ne?

Çocuk şaşırır ama bozuntuya vermeden cevaplar:

– E, serçe baba!

Aradan biraz daha zaman geçer ve baba kuşu göstererek yeniden sorar:

– Bu ne?

Oğlan bu sefer kendini tutamaz:

– Baba, kırk kere mi söyleyeceğim? O bir serçe dedim ya!..

Adam oğlunun bu öfkesini sükunetle karşılar ve şöyle der:

– Oğlum, bundan 20 yıl önce bu parkta seninle oturuyorduk. Sen bana bu soruyu art arda tam on sefer sordun, ben sana her seferinde usanmadan, öflemeden cevap verdim.
Hikâyenin sonunda çocuk hatasını anlar, mahcup olur. Müdür de hikâyenin etkisinde kalan öğretmenlere kıssadan hisseyi söyler:

– Siz de bu çocuk gibi idareye sık sık soru sorup durmayın!..

ceren
Tue 11 November 2014, 06:20 pm GMT +0200
Esselamu aleyküm.Allah razı olsun Rüveyha abla paylaşımdan.Her zaman sakin olmalı,anlayış göstermeliyiz olanların karşısında.Yaşadığımız durumları başkasının başına gelebilecek olma ihtimalini düşünmeliyiz.

saniye
Tue 11 November 2014, 07:43 pm GMT +0200
Ve aleykumusselam ve rahmetullahi. Bulunduğumuz durumdan memnun olmayı bilmemiz gerekiyor ve sakin olmalıyız. Paylaşım için Rabbim razı olsun.