- Bazı din değiştirme olayları

Adsense kodları


Bazı din değiştirme olayları

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
Hadice
Tue 18 January 2011, 10:02 am GMT +0200
Bazı Din Değiştirme Olayları


171. Hatice, Zeyd, Ali ve Ebû Bekir’den sonra İslâm’ı kabul edenlerin başında Yenbu yakınlarındaki Gıfar kabilesinden Ebû Zerr olmuştur. Onun başına gelenler bir ibret tablosu niteliği taşır. Gıfârîler, şehirler arası yollarda yaptıkları hırsızlıklarla ve Ka’be’ye hac için gelenlerin bile mallarına saygı göstermeyip yağmalamalarıyla ün kazanmışlardı. Ebû Zerr de akrabalarının yaşantısını paylaşmakla birlikte, son derece duyarlı bir insandı. Müslim’in Sahîh’inde geçen bir hadise göre,212 Allah’ın haram aylarında bazı ilkelerin çiğnenmesi ile ilgili bazı olaylar ve belki de Gıfârîlerin arazisinden geçerek hacca gitmekte olan kafileler arasındaki birçok kadın ve çocuğun acı dolu çığlıkları, kendisini pişmanlığa yöneltmiş, daha sonra da kabile mensuplarının azarlarını duymamak için onları terketmişti. Yaşlı annesi ve küçük erkek kardeşiyle birlikte, annesinin akrabalarına sığındı. Kaynağı Resulullah (AS)’a dayanan bir hadiste, Ebû Zerr durumunu şöyle açıklamaktadır: “İslâm’dan önce, üç yıl boyunca Allah’ın bana telkin ettiği biçimde ona ibadet etmiştim.” Bir süre sonra, sığındığı bu yeri terk ederek güneye, kendisinin yapmış olduğu şeylerden dolayı hacıların çok çekmiş olduğu Mekke’ye yöneldi ve şehrin dışında bir köye yerleşti. Bir gün bir yolcudan, kutsal şehirde birisinin putperestliğe karşı dinî bir hareket başlattığını öğrendi. Ebû Zerr, daha fazla bilgi toplaması için kardeşini Mekke’ye gönderdi. Eve döndüğünde, kardeşi şunları anlattı: “O da senin gibi biri: Tek bir Allah’a ibadet ediyor, iyilik yapmayı emrediyor; ayrıca kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu söylüyor. Mekkeliler kendisini bir şair ya da gizli şeyleri bilen bir kâhin olmakla suçluyorlar. Tamam, ben ünlü bir şairim, ama o kesinlikle bir şair olamaz. Kâhinlere gelince, ben öylelerine çok rastladım, ama o onlara hiç benzemiyor: kâhinler yalancı kimselerdir, oysa o, sözü doğru bir insan olarak biliniyor ve iyiliği emredip, kötülüğü yasaklıyor.” Ebû Zerr, uzun zamandır aradığı insanın o olduğunu anlamıştı. O zaman aceleyle tek başına şehre doğru yöneldi, ama buluşmak istediği kimsenin adresini hiç kimseye sormadı. Görünüşe bakılırsa İslam’a karşı gösterilen baskı oldukça şiddetliydi. Bir ay boyunca burada kalıp, gece gündüz demeden, buluşmaya geldiği insanı Ka’be’nin avlusunda arayıp durdu. Bir gün, inanılmaz derecede sefil bir durumda avluya giren bir adam gördü. Ebû Zerr onun bir Müslüman olduğunu sanıp, ona Muhammed (AS)’ın adresini sordu. Ama yanılmıştı, zira sorduğu kimse: “Ey Kureyşliler, işte bir Müslüman!” diye bağırdı ve herkes zavallı Ebû Zerr’in üzerine çullanıp onu acımasızca dövdüler. Ebû Zerr hikâyesini şöyle sürdürür: “Kendime geldiğimde sanki (yaralarımdan akan kanlarla) kırmızıya boyanmış bir puta dönmüştüm.”

172. Bir başka olay da şudur: Bir gece Ka’be’nin etrafında iki kadının tavaf etmekte olduklarını gördü ve onların İsâf ve Nâ’ile adlı putlara dua ettiklerini işitti. Ebû Zerr kendini tutamayıp, “Onları evlendirseniz ya!” diye bağırdı. (Hatırlanacağı gibi, efsaneye göre, bir erkek ve bir kadının heykelleri olan İsâf ve Nâ’ile, aslında Curhumlu iki âşıktı. Şehvânî arzularını mabedin içinde gizlice tatmin etmek isterken, o anda taş kesilmişlerdi. İnsanlar, bir uyarı olsun diye bu taşları yüksekçe bir yere koymuşlar, ama sonraki kuşaklar olayı unutup, onlara tapınmaya başlamışlardı.) Aslında Ebû Zerr şunu demek istiyordu: İsâf ve Nâ’ile adlı bu iki aşık kendi arzularını yerine getirememişken, sizin arzularınızı nasıl yerine getirebilsinler? İki kadın, tek başlarına oldukları için, bu kadar büyük bir “küfür” vesilesiyle de olsa gece vakti tartışmaya cesaret edemediler ve tehditler mırıldanarak uzaklaştılar. Dönüp giderken hala aralarında konuşmayı sürdürüyorlardı. Tesadüfen Muhammed (AS) yolda onlarla karşılaştı ve kendilerine ne olup bittiğini sordu. Onun kim olduğunu bilmeyen kadınlar, olaydan ona da bahsettiler. Ebû Bekir’i yanına alan Muhammed (AS), Ka’be’nin avlusuna geldi ve uzun zaman ibadet etti. Kendisini ona takdim etmediği halde, Ebû Zerr onu tanıdı ve kendisine doğru ilerleyip “Allah’ın Resûlü” diyerek selamladı. Muhammed (AS) ona kim olduğunu sordu ve Gıfâr kabilesinden olduğunu öğrenince, elini alnına koyup düşünmeye başladı. Sonra aralarında şöyle bir konuşma geçti:

        -Ne zamandır buradasın?

        -Otuz gündür!

        -Ne yiyip içiyorsun ?

        -Gece gündüz, Zemzem kuyusunun suyundan başka hiçbir şey yiyip içmiyorum, yine de kilo aldım!”

        Ebû Bekir onu misafiri olarak evine götürüp, kendisine yiyecek bir şeyler verdi. Ertesi gün Ali gelip onu aldı ve Resulullah (AS)’ın yanına götürdü. Ebû Zerr böylece İslâm’ı kabul etti. Ancak, Mekke’de yabancı olduğu için, şehirdeki bir aile ile “eman” anlaşması yapmadan uzun süreli olarak burada kalması onun için sakıncalıydı. İmanın uygulanması konusunda birkaç gün bilgilendirdikten sonra, Resulullah (AS) ondan, kendi kabilesine gidip, İslâm’ı orada yaymasını emretti.213 Hicret sırasında Medine’deki İslâm hükümetinin emrine girmek üzere ilk yola çıkanlar, daha sonra da göreceğimiz gibi, işte bu Gıfârîlerden başkası değildi.

173. Sa’d ibn Ebî Vakkâs da Müslüman olma şerefini kazanan altıncı kişi olmuştur.214 İslâm’ı kabul edişiyle ilgili ayrıntılar bilinmemektedir; ancak, şurası kesindir ki, Ebû Bekir, bedeni, ruhu, ve servetiyle kendisini İslâm dâvâsına adamış, sadece kendi ailesini değil, aynı zamanda arkadaşlarından birçoğunu da, kendi çabaları sonucunda, zaman içinde yavaş yavaş yeni inanç hareketine katmıştır ki bunlar arasında adını andığımız Sa’d ibn Ebî Vakkâs, Zübeyr ibn el-Avvâm, Abdurrahman ibn Avf, Talha ibn Ubeydullah bulunmaktadır; hatta bir hadise göre, üçüncü halife Osman da Ebû Bekir’in çabaları sonucunda İslâm’ı kabul etmiştir. Hepsi de genç ve Mekke’nin ileri gelen ailelerinden olan bu insanlar, kendi kabileleri içinde az ya da çok güçlüklerle karşılaşmışlar, kimileri ayaklarından zincire vurulurken, bir kısmı da ana-babalarından dayak bile yemişlerdir.

174. Tarihçiler, Resulullah (AS) ve bağlılarına karşı eziyet ve sıkıntı verenlerin başında yer alan Mekkelilerin uzun listelerini çıkarmışlardır.215 Bütün büyük ailelerin bu listelerde yer aldığı göze çarpar. Bizim özellikle dikkatimizi çeken şey, eziyet ve işkence uygulamasında başı çeken kimselerin, çoğunlukla bu Müslümanların kardeş, yeğen, hatta kimi kez oğul şeklinde en yakın akrabaları olmalarıdır. Resulullah (AS)’ın dini yayma çabalarına, kendisine gelen ilk “görüntü”den ancak üç yıl sonra başladığını görmüştük. Belâzurî konuya şöyle açıklık getirir:216 Mekkeli Müslümanlar Muhammed (AS)’ın ilâhî tebliğ görevine başlamasının 5. yılında, doğdukları şehri terk edip Habeşistan’a sığınmak zorunda kaldılar. Yine bu tarihçinin düzenlemiş olduğu muhacirler listesinde Mekkeli 75 erkek ve (Habeşistan’da 9 çocuk doğuran) 9 kadınla birlikte, Mekkelilerden sığınma hakkı almış yabancı uyruklu 25 mevla vardı. Bu 109 Müslümanın hepsi de hür insanlardı; ilk Müslümanlar arasında kölelerin sayısı pek azdı. Bütün bunlar sadece iki yıllık bir gayretin sonucuydu. Bu hicret hareketi, dinî baskı ve zulmün ulaştığı boyutun çok açık bir göstergesidir.

175. Kölelerin durumu daha da kötü idi: Dövüldüler, kavurucu yaz sıcağında çırılçıplak kumlara yatırıldılar, kadın erkek demeden, boyunlarına ip geçirilip sokaklarda sürüklendiler. Bazı köle sahipleri, İslâm’ı kabul eden kölelerinin vücutlarını kızgın demirle dağladılar. Bunlardan kimileri bu işkencelere dayanamayıp öldüler. Ebû Bekir, bunları koruyan kişilerin başında geliyordu. Erkek kölelerden Bilal ve Amir ibn Fuheyre’yi, kadınlardan da Umm Ubeys, Zinnîre, Nahdîye ve Lubeyne’yi bedellerini ödeyip satın aldı ve onları azat etti.217 Başka köleleri de satın almak istemiş, ama sahipleri, yüksek bir fiyat karşılığında bile onları satmayı reddetmişlerdir.

176. Kimileri Habeşistan’a hicret etmiş olan müminlerin başlarına gelen acıklı durumlardan kendini kurtarmaktan tamamen uzak durumdaki Resulullah (AS), bu tür işkence ve hakaretlere herkesten daha fazla maruz kalmıştı. Ebû Cehil onun özellikle Ka’be’nin avlusunda alenen ibadet etmesini yasaklamış, ancak onun bu yasağına kulak asmadığı için, bir gün namazda secdede iken bir devenin karnını ve bağırsaklarını Resulullah (AS)’ın başından aşağı boca edip boşaltmıştı. Kızı tarafından bulunduğu yerden kaldırıldığında, Resulullah (AS)’ın neredeyse nefesi kesilmişti.218 Ukbe ibn Ebî Mu’ayt da namaz kıldığı bir sırada Resulullah (AS)’ı harmanisi ile boğmaya kalkışmıştı.219 Hakaretler yağdırmanın, serbestçe konuşmasına ve tebliğ görevini yerine getirmesine engel olmanın dışında, bu tür olaylar her gün olmaktaydı. İşkence ve zulüm yapanlar arasında, Ebu’l-Esda’ el-Huzelî ve Adiy ibn el-Hamrâ el-Huzâî gibi Mekke dışından gelen yabancılara bile rastlamak mümkündü.

177. Hiçbir şey, ne Resulullah (AS)’ın ne de ashabının inancını ve insanlığın hayrı ve kurtuluşu uğruna karşılıksız ortaya koydukları fedakârlık duygusunu sarsmadı. Resulullah (AS)’ın uğradığı böyle bir haksızlığa karşı tepki gösterdiğine dair elimizde bir kayıt olmamakla birlikte, birkaç yıl sonra meydana gelen bir olayda bu tepkinin ne olduğunu anlayabiliriz: H. 3. yılında meydana gelen Uhud Savaşı sırasında Resulullah (AS) yaralanmıştı; çevresindeki sahabeleri, düşmanları aleyhine Allah’a dua etmesini kendisine önerdiklerinde, Muhammed (AS) iki elini kaldırıp: “Ya Rabbi! Halkımı doğru yola ilet, zira onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar!”220 diye dua etmiştir.

178. İbn Hacer’in bize bildirdiğine göre,221 bu ilk zamanlarda Resulullah (AS), Mekke halkı ile ilişkileri iyice kısıtlandığı sırada, ashabının başına geçip, Ka’be’nin avlusunda cemaatle namaz kıldı. Bu namaz öyle bir kargaşaya neden oldu ki, Hâris ibn Ebî Hâle (muhtemelen Resulullah’ın hanımı Hatice’nin ilk kocasından olan çocuğu) Kureyşliler tarafından öldürüldü. Müslüman olduğu için şehit edilen ilk sahabe o olmuştur. Olayın devamında neler yaşandığını Sa’d ibn Ebî Vakkâs’dan dinleyelim: “Bir yıl boyunca Müslümanlığımızı gizledik ve namazlarımızı evlerde, kapılar kapalı olarak ya da şehrin etrafındaki dağ geçitlerinde kıldık. Bir gün Ebû Dubb adlı geçite gidip, abdest aldıktan sonra, hiçbir yabancının bizi görmemesine özen göstererek, cemaatle namazımızı kıldık. Ancak Kureyşliler bizi aramaktaydılar; Ebû Süfyân, el-Ahnes ibn Şerîk ve diğerleri bizim bulunduğumuz yeri keşfettiler. Bize küfürler savurmaya başladılar. Sonra kaba sözler söyleyip vurmaya başladılar. Yakınlarımda bir deve kemiği buldum ve onunla müşriklerden birine vurup fena halde yaraladım. Kaçmaya başladılar, ve ben Allah yolunda kan döken ilk Müslüman oldum.”222 Aynı olayda, bize o dönemde biri sabahleyin “fecir namazı” ve diğeri ikindi olmak üzere sadece iki vakit namaz kılındığı bildirilmektedir.

179. Uygulanan zulüm ve işkenceler çoğu kez İslâm lehine sevgi ve sempatinin doğmasına yol açmıştır. Resulullah (AS)’ın amcalarından biri olan Hamza avcılıkla geçinirdi. Zamanını kuşları ve her türlü hayvanı öldürmek için çöllerde, tepelerde ve ormanlarda geçirirdi; manevî meseleler onu hiç ilgilendirmezdi. Bir gün, her zamanki gibi av dönüşü şehre girmiş ve adet olduğu üzere, evine gitmeden önce Ka’be’nin etrafında alışılmış dönüşlerine başlamıştı. O sırada yayı omzunda ve okları belinde idi. Kölelerinden biri gelip, gündüzleyin Ebû Cehil, “senin yeğenine” karşı şimdiye kadar görülmemiş kötülüklerde bulundu, diye anlattı. Hamza öfkelendi ve hemen Ebû Cehil’in yanına koşup, ona demir yayı ile vurarak ağır bir biçimde yaraladı ve şöyle dedi: “Sen Muhammed’in akrabaları tarafından terk edildiğini mi sanıyorsun? İyi dinle: Ben de onun dinini kabul ettim. Şimdi ister sen, isterse buna cesareti olan kim varsa çıksın karşıma.”223

180. Kur’an bir şiir kitabı değildir; Müslümanlar ibadetlerinde hiçbir müziğe yer vermezler. Ama Kur’an’ı okuyan herkes ondan ayrı bir haz ve zevk duyar. Onun çekiciliği günümüzde de azalmış değildir. Tarihçilerin naklettiğine göre,224 Ebû Bekir evinin avlusunda küçük bir mescit inşa ettirmişti ve Kur’an okurken, oradan geçenler onun hoş sesini duyarlardı. İnsanlar onu görmezdi ama komşu kadınlar ve çocuklar onun Kur’an okuyuşunu dinlemek için kapısının önünde toplaşırlardı. Daha önce de Ammâr bin Yâsir el-Ansî, evinin içinde bir mescit yaptırmıştı.225 Çünkü görünüşe bakılırsa müşrikler, Mekke’nin yerlisi değil de Ebû Cehil’in sığınma hakkı tanıdığı yabancı kökenli bir mevlâ olduğundan, kendisinin Ka’be avlusunda namaz kılmasına engel oluyorlardı. Belâzurî’nin rivayetinden de açıkça anlaşılacağı gibi, olay Hicretten önce Mekke’de geçmekteydi ve bazılarının düşündüğünün aksine, söz konusu olan, Medine’deki Kubâ Mescidi değildi.

181. Bu konu ile ilgili olarak Resulullah (AS)’ın başına gelenler daha da tuhaftır:226 Her sınıftan Mekkeli insanlar, akşamları onun Kur’an okuyuşunu dinlemek için düzenli olarak evinin önüne gelirlerdi. Bir gün Mekke’nin en önde gelenlerinden üç kişi, teker teker ve gizlice oraya gitmişlerdi. Karşılaştıklarında şöyle dediler: “Halka Muhammed’in yanına gelmesini yasaklamamız hiç uygun değil, çünkü biz de onun akşam “şarkılarına” sık sık geliyoruz.” Sonra, bundan böyle oraya bir daha gitmeyeceklerine dair birbirlerine söz verdiler. Ertesi gece yine her biri, gecenin karanlığına sığınarak gizlice oraya gelmişti. Dönüşte tekrar karşılaştılar ve yine bir daha buraya gelmemek üzere sözleştiler. Böylece, verdikleri sözü unutarak, üç gece üst üste birbirleriyle karşılaştılar! Bu üç kişi Ebû Cehil, Ebû Süfyân ve Ahnes idi.

182. Gitgide şiddetini artıran eziyet ve işkenceler sonunda Resulullah (AS), evini terk etmek ve dinini yayma çalışmaları için ashabından el-Erkam’ın evini konut olarak seçmek zorunda kaldı. Burada, kendisine inananlara öğüt ve bilgiler verdi, sahabesinin getirdiği ve Mutlak Gerçeği arayan insanları burada kabul edip görüştü, müminlerin başına geçip cemaat namazlarını burada kıldırdı. Bu dış dünyadan çekilme birkaç yıl devam etti. İkinci halife Ömer de Erkam’ın bu evinde İslâm’ı kabul etmişti. Hadislere göre, kendisi kırkıncı Müslümandır.227 1932 yılında bu ev hala mevcuttu; Ka’be’nin tam karşısında, Safa tepesi üzerinde bulunuyordu. 1946 yılında yaptığım ziyarette, kapısındaki kitâbede Erkam’ın evinin “Dâr Hayzurân” adını taşıdığı ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında müftülük yapan Fazlullah ibn Muhammed Habîb tarafından satın alınmış olduğu yazıyordu. Suud yönetimi önce bu evi restore edip burada bir okul açmışsa da, hacıların sayısının her geçen yıl artması dolayısıyla mescidi genişletme ihtiyacı doğduğundan, yıkılmasına karar verilmiştir.

183. İbn el Cevzî’den öğrendiğimize göre,228 Resulullah (AS) şehrin sokaklarında hakaret ve kötü davranışlara maruz kaldığında229 Ebû Sufyân’ın evine sığınır ve orada himaye ve emniyete kavuşurdu. Resulullah (AS), o sıralarda amansız bir İslâm düşmanı olan Ebû Sufyân’ın bu tutumunu asla unutmamış ve daha sonraları, H. 8. yılda Mekke’nin fethi sırasında şöyle ilan etmişti: “Silâhlarını bırakanlar emniyette olacaktır, Ebû Sufyân’ın evine sığınanlar emniyette olacaktır...”; Gerçekten Ebû Sufyân, Resulullah (AS) için çok hatırı sayılır biriydi.

184. Daha saymadığımız birçok olay, tüm Mekke halkının zalim ve hoşgörüsüz olduğunu göstermektedir: Aralarında hemşehrilerine ılımlı ve kibarca davranmalarını isteyenler de yok değildi. Tarihçilerin hem zulüm ve işkenceyle hem de ılımlılıkla ilgili olarak her iki sınıfa ait olayları yansıtmakta gösterdikleri tarafsızlık, bizim onların anlattıklarına olan inanç ve güvenimizi pekiştirmiştir. Ancak burada daha fazla ayrıntıya girilmesi bize gereksiz gibi görünüyor.

185. Ebû Tâlip, kendisi İslâm’ı kabul etmemekle birlikte, yeğeni olan Resulullah (AS)’ı daima elinden geldiğince koruyup gözetiyordu. Bir gün Kureyşliler Ebû Tâlib’e bir heyet göndererek, şu iki şıktan birini seçmesini söylediler: Ebû Tâlib ya Muhammed’in yapmakta olduğu işe engel olacak ya da onu kendilerine teslim edecekti. Aksi takdirde, onlara atalarının dini üzerinde olduğunu söylese bile artık ona (Ebû Tâlib’e) inanmayacaklardı. Heyetten biri kendisine şöyle dedi: “Muhammed’i bize teslim et! Zaten o iflah olmaz, onu öldürelim. Biz sana, içimizden birinin en yakışıklı ve en akıllı oğlunu istediğin gibi evlatlık olarak seçmeni öneriyoruz.” Ebû Tâlib alay ederek şöyle dedi: “Sizin benim oğlumu öldürmeniz ve benim de sizinkini yedirip içirmem adalete sığar mı?” Biraz tartıştıktan sonra, Ebû Tâlib Resulullah (AS)’ı çağırttı ve ona heyetin geliş nedenini anlattı. Böylece Muhammed (AS), kendisini destekleyen son umudun da kaybolduğunu görünce, gözyaşları içinde amcasına şöyle karşılık verdi: “Amcacığım, sen de mi beni terk etmek istiyorsun? Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bu ilâhî tebliğ görevimden vazgeçmem için ödül olarak, güneşi sağ elime ayı da sol elime koysalar, hatta sen de beni terk etsen bile, bu davadan vazgeçmem; Rabbim olan Allah bana yeter!” Böyle söyledikten sonra meclisi terk edip gitti. Bunun üzerine Ebû Tâlib, ona karşı ellerinden geleni ardına koymamalarını, ama kendisi yaşadığı sürece de yeğenini asla terk etmeyeceğini söyleyerek, heyeti geri gönderdi.230

186. Mekke’nin şehir meclisinde yeni tartışma ve görüşmeler yapıldı. Aralarında en ılımlı ve bilge olanlarından biri olan Utbe, Muhammed (AS) ile doğrudan temas kurmak ve onun aklını başına getirip getiremeyeceğini görmek üzere seçildi. Utbe,231 Resulullah (AS)’ın yanına varıp onunla şu şekilde konuşmaya başladı: “Ey Muhammed!, Biz seni öteden beri akıllı, iyilik sever ve cana yakın biri olarak biliriz. Senin hiçbir kimseye kötülük yaptığını asla görmedik. Ama senin konuşmalarının halk arasında nasıl bir çalkantıya yol açtığını sana söylemeye gerek duymuyorum. Şimdi bana, tüm bunlardaki amaç ve niyetinin ne olduğunu açık yüreklilikle söyle! Para mı istiyorsun? Şehrin sana istediğin kadar para toplayacağına güvence veriyorum. Canın kadınları mı arzu ediyor? Şehrin en güzel kızlarını kendine eş olarak al! Emin ol ki biz hepimiz seni memnun etmek için her şeyde anlaştık. Yoksa hükümetin başına mı geçmek istiyorsun? Seni en yüce başkanımız olarak seçmeye hazırız, ama bir şartla: Artık sahip olduğumuz dinî ve toplumsal duyarlılığımıza hücum edip sarsma! Gerek şimdi tapındığımız gerekse atalarımızın zamanında tapmış olduğu putların ebedî Cehennem ateşine atılacağını da artık söyleme!” Şu dokunaklı sözle konuşmasını bitirdi: “Eğer kendini hasta hissediyorsan, sana beden ve ruhunu iyileştirecek en iyi doktorlar arayalım. Ama biz, şehrimizde ve toplumumuzda sürtüşme ve karışıklık istemiyoruz.” Muhammed (AS), cevap olarak, aşağıda çevirisini bulacağınız Kur’an’dan şu birkaç ayeti232 okumakla yetindi:

        “Bismillahirrahmanirrahim.

        Hâ Mîm!


        (Kur’an) Esirgeyen ve Bağışlayan Allah katından indirilmiştir. Bu, bilen bir topluluk için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirmiştir, dolayısıyla dinlemezler. Onlar dediler ki: “Bizi çağırdığın şeye karşı gönüllerimiz kapalıdır, kulaklarımızda da ağırlık vardır. Seninle bizim aramızda da bir perde bulunmaktadır. Bu nedenle sen istediğini yap, kuşkusuz biz de kendi işimizi yapacağız. De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana vahyedildiğine göre, kuşkusuz sizin Allah’ınız tek bir Allah’tır. Öyleyse O’na yönelin, tövbe edip O’ndan af dileyin. Yazıklar olsun ortak koşanlara, zekâtı ödemeyenlere, Ahireti inkâr edenlere! Kuşkusuz, inanıp da iyi işler yapanlar için tükenmeyen bir mükâfat vardır. De ki: Siz gerçekten yeri iki günde yaratan Allah’ı inkâr edip O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? Oysa O âlemlerin Rabbidir. Yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren, orasını bereketli kılan, ve oradan çıkan rızık ve nimetleri isteyenlere fark gözetmeksizin dağıtan O’dur. Sonra o sırada henüz bir duman bulutu halindeki gökyüzüne yönelip ona ve yerküreye: İster gönüllü isterse gönülsüz olarak gelin, dedi. İkisi de “buyruğuna uyarak geliyoruz” dediler. Böylece O, onları iki günde yedi gök olarak yarattı ve her bir gök katına kendi görevinin ne olduğunu bildirdi. Ve biz, yakın gökyüzünü kandillerle donattık ve bozulmaktan da koruduk. İşte bu, her şeyi bilen yüce Allah’ın takdiridir! Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Âd ve Semûd’un başlarına düşen yıldırım gibi bir felâkete karşı uyarıyorum.”

187. O sırada Utbe öyle bir ruhsal durumda idi ki sanki o anda başına yıldırım düşeceğini sandı. Allah’ın adını anarak, Muhammed (AS)’e Kur’an okumayı bırakması için yalvardı. Sonra kaçıp gitti. Kureyşlilerin toplantı yerine gelince onlara sadece şöyle dedi:

        “İstediğinizi yapın, zira bu iş benim gücümü aşıyor.”


212 Muslim, Sahîh, 44: 132-133; Ebû Nu’aym, s. 84-86.

213 Buhârî, 63: 31.

214 Câhiz, Risâletu ‘Osmâniyye, elyazması, Varak 131/b, s. 159 (Kahire nüshası). Bazı kaynaklarda ise dinini değiştiren yedinci kişiydi.

215 Belâzurî, I, § 248-339.

216 A.g.e., I, § 548

217 İbn Hişâm, s. 205-206

218 Belâzurî, I, § 251.

219 A.g.e., I, § 311. Buhârî, 63/29/4.

220 Kenzu’l-Ummâl, V. 5269 (Beyhakî, İbn Hibbân, Taberânî vd. den nakledilmiştir)

221 İsâbe, No 1496.

222 İbn Hişâm, s. 166: Belâzurî, I, § 230.

223 İbn Hişâm, s. 184-185.

224 A.g.e., s. 246; Buhârî, 63/45/8.

225 Belâzurî’ye (Ensâb, I, § 364-365) ve İbn Kesîr’e (Bidâyet, VII, 311) göre dünyada ilk örnekti.

226 A.g.e., s. 203.

227 İbn Hazm, Cevâmi’us-Sîre, s. 51. Ancak bu konuda görüş birliği yoktur. Bk. Makrızî, İmtâ’, I, 24.

228 İbn el-Cevzî, el-Muctebâ min’el Muctenâ, Kahire elyazması, s. 83.

229 Bir defasında Ebû Cehil, o sırada Resulullah (AS)’in pek genç olan kızı Fâtıma’ya bir tokat atmıştı. Bunun üzerine Ebû Sufyân onun da Ebû Cehil’e bir tokat vurması için kızı yanına alıp götürdü. Resulullah (AS) bundan çok etkilendi ve Ebû Sufyân’a duada bulundu (Bk. Belâzurî, İstanbul elyazması, I, 693). Başka bir gün, Resulullah (AS) yaya olarak bir yere giderken yolda, her biri bir merkebin üzerinde olduğu halde Ebû Sufyân, karısı Hind ve oğulları Muâviye ile karşılaştı.Resulullah (AS)’le aynı yöne doğru gittikleri için, Ebû Sufyân, oğlu Muâviye’ye merkepten inip hayvanı Resulullah (AS)’a vermesini işaret etti. Birlikte gittikleri sürece Resulullah (AS) Ebû Sufyân’a İslâm’ın faziletlerini açıklıyor, o ise tam bir sessizlik içinde dinliyordu. Yol ayrımına geldiklerinde, Resulullah (AS), merkebi Muâviye’ye geri vererek teşekkür etti ve izin istedi. Bunun üzerine Hind, kocasına: “Bu sözleri duymak için mi oğlumu binitinden indirdin?” deyince, Ebû Sufyân şu cevabı verdi: “-Öyle deme!, O çok asil bir ruha sahiptir.” Yine muhtemelen aynı yıllarda (Bk. Kastallânî, İrşâd, II, 246-247), Ebû Sufyân, Resulullah (AS)’a yağmur duasında bulunması için ricaya gelmişti (Ayrıca bk. Buhârî, 15/2, 15/7 ve 65, Tefsir, 30). Tüm bu anlatılanlar, Ebû Sufyân’ın, Allah’ın bu sevgili kulu, zühd ve takvâ adamı Muhammed (AS)’e karşı nasıl yüce duygular beslediğini göstermektedir. Ben (yazar), elinizdeki bu eserin ilk baskısında Suheylî’nin eserini esas alarak (2/268), Ebû Sufyân’ın, Halîme’nin emzirdiği Resulullah (AS)’in sütkardeşi olduğunu söylemiştim. Fakat daha sonraki incelemelerimde, Resulullah (AS)’in yeğeni ve Hâris ibn Abdul-Muttalib’in oğlu olan bir başka Ebû Sufyân olduğunu tespit ettim. Dikkatsizlik sonucu ortaya çıkan bu hatadan dolayı özür diliyorum.

      (Çev. Notu: Elinizdeki bu kitabın Prof. Dr. Salih Tuğ tarafından yapılan çevirisinde, ayrıntılı bilgi için İslâm Medeniyeti dergisine (İstanbul, Yıl: 3, sayı 34, Ağustos 1973, s. 3-5) bakılması önerilmektedir.)

230 İbn Hişâm, s. 168.

231 İbn Hişâm, s. 185-186.

Derya 7/B
Sun 18 January 2015, 11:18 pm GMT +0200
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah katından indirilmiştir. Bu, bilen bir topluluk için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirmiştir, dolayısıyla dinlemezler.