hafiza aise
Mon 20 December 2010, 01:01 pm GMT +0200
Bir Kısım Alimlerin "Taklîd"i Dört İmama İndirgemeleri
İctihad konusunda, dört mezhep imamından sonra ictihad kapısının kapandığı ve yeni müctehidlerin çıkmadığı iddiasının doğru olmadığını yeterince ispat etmiştik. Bu konuda ise meseleyi doğrudan ilgilendiren bazı açıklamalara geniş bir şekilde yer vereceğiz.
Allame Muhyiddin Rumî Risale kitabında şöyle demiştir. "Hiç kimse için dört mezhepten birisine bağlı kalmak gerekli değildir. Bilakis faziletli sahabe ve tabiîn asırlarında olduğu gibi, herkes her konuda istediği, beğendiği her müftüye 'Allah'ın hükmü nedir?' diye sorabilir, İmam İbnü'l-Hümam ve cumhurun kabul ettiği bu görüşü İmam Nevevî de destekleyerek şöyle demiştir: "Kur'an ve sünnete baktığımızda hiç kimsenin dört mezhebten birisine bağlı kalmasının gerekmediğini görürüz. Bilakis kasıtlı olarak ruhsatları aramaksızın, kişi istediği müctehide veya tevafuk eden bir müftüye fetva sorup ona uyabilir. Sanırım buna cevaz vermeyenlerin tavrı, insanların kasıtlı bir şekilde ruhsatları aramaları endişesinden kaynaklanıyor."
Bazı alimler "Avam insan belli bir mezhebe bağlı kalmalı mıdır? Yoksa istediği kişiden fetva alır ve ona uyar mı?" şeklinde sorarak meseleyi ele almışlardır. Örneğin Allame İbn Hacer Tuhfe kitabında Herevî'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Bize göre avamın herhangi bir mezhebe bağlı kalması gerekmez. Kalaid bakşir kitabında da şöyle denmiştir: "Belli bir mezhebe bağlı kalmak gerekmez ve mezhebimize göre avam insanların mezhepleri yoktur."
İkaz kitabında ise şöyle denmiştir: "Doğrusu herhangi bir mezhebe bağlı kalmak vacib değildir. Çünkü vacib ancak Allah ve Resulünün vacib kıldığıdır. Oysa Allah ve Resulü hiç kimseye herhangi bir insanın mezhebini alıp ancak ona uymasını vacib kılmış değildir. Şüphesiz selefin yaşadığı faziletli asırlar gelip geçti. Böyle birşeye asla rastlanmadı. Doğrusu, her ne kadar bir mezhebi kendine mezhep edinse de avamın mezhebi olmaz. Çünkü ancak hükümleri delillerinden alabilen usûl sahibi olan veya belli bir mezhebin fıkıh kitaplarını okuyup mezhep imamının fetvalarını bilen birinin mezhebi olur. Böyle olmayan, meselâ İmam Malik'e uyduğunu sanan kimse sadece sözle ben Malikiyim demesiyle Maliki olmaz. Bu, nahiv ilminin ne olduğunu bilmediği halde, ben nahivçiyim diyen kimsenin söz ve iddiası gibi, faydasız bîr söz ve yalan bir iddiadır ancak. Avamın belli bir mezhebe nisbet edilmesinin doğruluğu asla düşünülmez; nisbet edilmesini kabul etsek bile, ne ona, ne de başka herhangi bir insana herhangi bir alimin görüşlerini alıp sadece ona uyması ve başka alimlerin sözlerini reddetmesi gerekli olur.
Şüphesiz bu, İslâm ümmetinde yeni oluşan çirkin bir bid'atır. İslâm ümmetinin alimlerinden asla bunu kabul eden olmamıştır. Zira onlar insanlara böyle birşeyi gerekli kılmaktan beridirler. Bu bid'atın daha çirkini alimlerden sadece birisine uymak gerektiği bid'atıdır. Bundan daha çirkini sadece dört mezhebten birisine uymanın gerektiği bid'atıdır. Ne saçma birşeydir bu. Sahabe tabiîn ve tebe-i tabiîn ve İslâm ümmetinin diğer alimlerinin mezhepleri yok olup bitti; imamlar ve fakihler arasında sadece dört kişinin mezhepleri mi kaldı? Hiçbir imam bunu söylememiştir ve kimse savunmamıştır. Bunu ifade eden tek bir kelime bile dile getirilmiş değildir.
Allah sahabe ve tabiîne neyi vacib kılmışsa, onlardan sonrakilere aynısını vacib kılmıştır ve kıyamet gününe kadar Allah'ın hükümleri keyfiyet açısından farklı olsa da mahiyet itibarıyla asla değişmeyecektir.
Ancak avam insanın herhangi bir mezhebe bağlı kalmasını doğrulayanlar şöyle diyorlar: "Avam insan mensub oldugu mezhebin ancak hak olduğu inancındadır. Bu yüzden inancı gereğince o mezhebe bağlanmalıdır." Şüphesiz bu açık bir hatadır. Çünkü şayet böyle olması doğru ise, o zaman mensub olduğu mezhebe , mensub olmayan herhangi bir alimden fetva istemesi ve daha racih olsa bile başka bir mezhebe uyması haram olur ve hatta Resulullah'ın, imamının mezhebine muhalif olan bir hadîsini veya sahabe ve dört halifenin sözünü gördüğünde hadîs ve sahabe sözünü bırakıp mensub olduğu İmamın mezhebine uyması lazım gelir. Oysa bu asla kabul edilir birşey değildir. Bunun da doğru olmadığının ortaya çıkması ile "Avam istediği kişiden fetva alır. Dört mezhebin etbalarına ve başka diğer alimlere de uyabilir" görüşünün doğru olduğu belirlenmektedir ve ümmetin icmasıyla ne avama, ne de müftüye dört mezhepten birisine bağlanmaları vacib olur.
İmam Sened b. Anan şöyle demiştir: "Fıkhın kaynağı Kitab, sünnet, icma ve kıyastır. Fıkhın furu' meselelerine ulaşmak için gerekli iki şart vardır:
a. Çağındaki fakihlerin mezheplerini detaylı bir şekilde bilmek, ki yeni bir hadiseye hüküm ararken varsa icmaya muhalefet etme vebaline girilmesin.
b. Furu meseleleri şer'î delillerine dayandırabilmek, ki fakih ilmî bir neticeye varabilsin. Çünkü ilim ancak ilmî metodlarla elde edilir, ilim kendiliğinden elde edilmez. Yoksa herkes ilmî meselelerde eşit olurdu. O zaman, şüphesiz kendiliğinden elde edilmeyen ilim, ancak hüccet ve şer'î delillerle elde edilir. Şer'î deliller Resululah'a dayandığı için ondan bize ulaşan sözlere bakmak gerekli olur. Resulullah'tan bize Kur'an ve sünnet ulaşmıştır. Bu yüzden karşılaştığımız yeni hadiselerin hükmünü Kur'an ve sünnet'i kaynak alarak öğrenebiliriz. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: 'Halbuki o haberi peygambere veya kendilerinden buyruk sahibi olanlara götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya kadir olanlar onu bilirdi." [131]
Ayrıca fer'î bir meselenin hükmüne bazen asrın bütün müctehidlerinin ittifakıyla ulaşılır. Dolayısıyla müctehidlerin ittifakı da fer'î meselelerin hükmüne varmak için meşru bir yol olur. Çünkü anlama kabiliyetinde ve istinbat metodunda birbirinden farklı olan müctehidlerden bu büyük kitlenin tek bir mesele hakkında aynı neticeye varmaları var olan şer'î bir nassa dayandıklarını gösteriyor. Şüphesiz bu da icmanın hüccet olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla icma ile amel etmek haddizatında şer'î bir nassla amel etmektir. Çünkü icma şer'î bir delili içermektedir. Ya da icma haddizâtıyla hüccettir. Çünkü Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: 'Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız" [132] Ve Sahih-i Buharî'nin rivayetiyle Resulullah (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur: 'Bu ümmet kıyamet gününe kadar kendisine muhalefet edenlere hiç aldırmadan hakkı kaim edecektir...'"
Sonra İmam Sened b. Anan sözlerini şöyle sürdürüyor. "Şer'î bir delile dayanmadan dinî meselelerde sadece taklid ile yetinmek akıl kârı değildir. İstisnasız herkes için taklid etmek haramdır, demiyoruz. Ancak biz hükümlerin delillerini ve fakihlerin sözlerini bilmeyi gerekli buluyoruz ve avamın da alim birisine uymasını vacib görüyoruz.
Ancak ölü bir müctehîde uyma hususunda ihtilaf vardır. Tercih edilen görüşe göre, yaşayan bir müctehid bulunmadığı zaman ihtiyaç esnasında o taklid edilir. Ölmüş olan müctehidin fetvaları bir kitapta güvenilir ravilerden nakledilerek muhafaza edilmişse ve avamın başına kırsal bir bölgede bir hadîse geldiği zaman ve fakihlere ulaşması zor olmakla birlikte başına gelen hadisenin zamanının geçmesinden korkarsa, örneğin bîr hayvanı keserken besmele getirmeyi unutmuş veya yanında yabancı bir kadın ölmüş, acaba onu yıkar mı, yoksa teyemmüm mü alır diye ne yapacağını bilmediği zaman, o kitapta bulunan fetvayı alır ve ona uyar. Şüphesiz ölmüş bir müctehidin fetvasını almak asılsız arzu ve hevaya uymaktan daha evladır. Çünkü kitapta bulunan fetvanın aslı vardır. Bu , yüzden asılsız hevaya uymaktan daha evladır.
Alimlerin ittifakıyla taklid hiç kimse tarafından ilmî bir yol olarak kabul edilmiş değildir. Bu yüzden taklid eden kimse ilimle vasıflanamaz. Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: "İnsanlar arasında hak ile hükmet." "Ey Muhammed! Doğrusu insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitabı sana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf olma" [133] "Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur" [134] "De ki: Rabbim sadece açık ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." [135] Şüphesiz ilim birşeyi hakikati üzere bilmektir. Bundan yola çıkarak, taklid eden kişiye soruyoruz: Bir meselenin hükmü ile ilgili farklı görüşler varsa, taklid ettiğin kişinin görüşünün doğru ve diğerlerinin yanlış veya bir görüşün diğer görüşten daha doğru olduğunu nasıl bilirsin? Kuşkusuz vereceği her yanıt karşı görüş için de geçerli olacağından, kendi aleyhine döner.
Şayet denilse ki, kıyasla varılan zannî hüküm için de aynı şey denilemez mi? Zann gerçek olmadığına göre, kıyasla vardığınız hükm nasıl gerçek ve hak olduğunu söylüyorsunuz?
Bu itiraza cevaben şöyle deriz: "Şeriata dayalı olarak varılan zannî bir hüküm ile amel etmenin gerekli olduğundan kuşku etmiyoruz. Çünkü biz böylesi durumlarda sadece zan ile yetinmiyoruz. Ancak zannın dayandığı kat'î delile dayanarak onunla amel etmenin vacib olduğunu söylüyoruz."
Bunu bir örnek ile açıklayacak olursak deriz ki: "Hüküm verecek olan hakim bîr delile dayanarak kendisinde mesele hakkında bir zan hasıl olduğu zaman, hüküm vermenin gerekliliğinden kuşku etmez. Çünkü hüküm verme gerekliliği sabit olan kat'î delile dayanmıştır. Kat'î delile dayanmakla sabit olan zan sonucunda karar verir. Fetva vermenin de bu hususta hüküm vermekten hiçbir farkı yoktur."
Taklide gelince, o hiçbir delile dayanmadan başkasının sözünü kabul etmektir. Mukallid katî bir delile dayanmadan uyduğu kişinin sözlerinin doğruluğunu nereden bilsin." Ayrıca avamın bağlı kalarak sadece bir mezhebe uyması zaten sonradan oluşan bir bid'attir. Çünkü örnek aldığımız sahabiler gelip geçtiler. Zamanlarında uyulan ve okunan mezhep sahibi herhangi bir adamı göremiyoruz. Karşılaştıkları yeni bir hadîse olduğu zamanlarda ancak ve ancak Kur'an ve sünnete ya da şer'î bir nassın bulunmadığı zaman kıyas yoluyla varılan görüşe müracaat ederlerdi. Tabiîn de aynı şekilde Kur'an ve sünnete müracaat ederdi. Kur'an ve sünnette cevap bulamadıkları zaman sahabe icmaına müracaat ederdi, tema da olamayınca ictihad ederlerdi ve bir kısmı sahabe sözünü ictihaddan daha güçlü bularak sahabe sözünü alırdı. Tabiînden sonra hicrî 179'da vefat eden imam Malik, hicri 150'de vefat eden İmam Ebu Hanîfe, hicrî 150'de dünyaya gelen İmam Şafiî ve hicri 164'de dünyaya gelen İmam Ahmed b. Hanbel'in bulundukları üçüncü asır geldi. Hakeza onlar da aynı seleflerinin çizgisinde yürüdüler. Zamanlarında uyulan ve okunan herhangi bir kişiye mensub bir mezhep yoktu. Bu imamların taraftarları ve talebeleri de bu çizgiden kaymadılar. İmam Malik'in taraftarlarından kendisine çok meselede muhalefet eden nice talebelerinin olması bunu doğrulayan bikanıttır. Çünkü onlar da ictihad etme gücüne sahip idiler ve ictihad malzemelerini toplamışlardı. İşte Resulullah (s.a.v.) bu ilk üç asırda yaşayanları överek şöyle buyurmuştur: "Nesillerin en hayırlısı benim çağdaşlarım, sonra onları takip edenler, daha sonra müteakiben gelenlerdir." Ayrıca taklidçilerin şaşırtıcı yönleri, taklid etmeyi meşru göstermek için selefin de takîid ettiği ve mezhep edindiği iddiaları olmuştur.
Şayet taklidçilerden birisine "İmam Malik hangi mezhebe uyardı?" diye sorarsan sana yanıt veremez. İsa b. Dinar İmam Malik'in mezhebini Endülüs'te yaymadan evvel Endülüslüler İmam Evzaî ve Mekhul'ün mezhebine uyarlardı. Bu tarihî gerçek gözönünde olduğu halde dört mezhepten hariç başka mezhebin olmadığı iddiasında nasıl bulunuyorlar? Ancak taklitçiler bu gerçeklere karşı yanıtsız kaldıklarında ve aklen kabul edip nefsen reddettiklerinde şöyle derler: "Biz fetva ve hükümlerin kaynağının ancak Kur'an, sünnet, icma ve kıyas olduğunu inkâr etmiyoruz. Yalnız bu kaynaklara dayalı hüküm çıkartma ve ictihad etme yükünün altından kim çıkar?" Onlara cevaben deriz. "Biz bunun altından çıkarız ve bu kaynaklara dayanarak biz hüküm çıkartırız. Kuşkusuz İmam Malik'in zamanında var olan her ilmin günümüzde de kapısı açıktır. Öğrenip kullanmak isteyene hiçbir engel yoktur ve ictihad etmek isteyenin her ilimde uzman olması şartı da yoktur. Çünkü biz biliyoruz ki sahabeler ilimde farklı seviyelerde idiler. Halifenin sıradan herhangi bir Müslümana fetva sorduğu ve onun görüşü ile hüküm verdiği defalarca tekrarlanmıştır. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur" [136] Hz. Ebubekir ve Ömer vefat ettiklerinde henüz Kur'an-ı Kerim'i tamamen ezberlemiş değillerdi. Hz. Ali'den ise farklı rivayetler vardır. Ayrıca Hz. Ömer Resulullah'ın çoğu hadiselerle ilgili hadîslerini yanında bulunan sahabilere sorardı. Aynı şekilde hareket eden Hz. Ebubekir'e torunu ölen bir kadın gelip mirastan hakkını isteyince, Hz. Ebubekir ona şöyle söyledi: "Kur'an'da sana düşen hiçbir payı göremiyorum ve sünnette de bildiğim yoktur." Ancak bunu duyan Muhammed b. Mesleme, Hz. Ebubekir'e Resulullah'ın nineye altıda bir verdiğine şahit olduğunu söyleyince, Hz. Ebubekir'in mirasın altıda birini ona verdiği naklolunmuştur. Ve İmam Malik, Ebu Hanife ve benzeri bazı rnüctehidler Arap dili ve gramerinde fazla bilgili değillerdi. Evet müctehidin her ilimden çoğunu bilmesi mutlaka gereklidir, ki bütün imamlar bundan paylarını yeterince almışlardır, imamlar, ilme ve dinde ictihad etmeye girişenin fer'î meseleleri ve delillerini, fer'î meselelerin delilleriyle bağlantısını, bir meseleyi benzer başka bîr meseleye bağlatmayı, veya benzer olmayan bir meseleden ayırd etmeyi, tearuz durumunda tercih etmeyi bilmesini gerekli görerek kollarını sıvadılar. Ve, taharet, ibadat, alış-veriş, nikah, kaza, şahitlik gibi muamelat ile cinayet, miras ve fıkhın diğer furu meselelerini kapsayan teorik kaideleri öğretip birarada toplatılar. Her mesele ile birlikte Maliki, Hanefi ve Şafiî gibi meşhur mezheplerin arasında ihtilafı da zikrettiler.
Ayrıca her mesele ile beraber hakkında Kur'an'dan varid olan nass, zahir, âmm, mefhum ve delilü'l-hitab gibi istidlal yönleri zikretmekle birlikte; nâsih, mensuh, mücmel, mübeyyen, mutlak, mukayyed, zahir, muhtemel, sarih ve kinaye olan âyetleri de açıkladılar. Ve gramer açısından harflerin mânâlarını da beyan ederek her harfin ifade ettiğ özel mânâyı tesbit etmişlerdir. Örneğin "vav" harfinin cem'i, "sümme"nin tertibi, "fe"nin aralıksız tertibi, "min"in ba'ziyeti ifade ettiğini söylemişlerdir ve kelimelerin hakikat ve mecaz mânâlarına da değinerek kelimelerdeki gizlilikleri aydınlatmışlardır. "Lems" kelimesinin çımadan kinaye edilmesi bunun bir örneğidir.
Ve her mesele ile ilgili sünnetten sahih, meşhur, muzdarib ve illetli gibi hadîsleri de zikretmekle birlikte, hadîsleri sıhhat derecesine göre ayırmışlardır. Hadîsi hadîs ile ve âyeti hadîs ile karşılaştırma şeklini, Kur'anı sünnetle tahsis veya takyid etme şeklini, hangi durumda sünnetin Kur'an'ın zahirine tercih edileceğini ve buna benzer kolayca varılamayacak, rahatça tesbit edilemeyecek kaideleri harika bir şekilde ve talebenin kısa sürede idrak edebileceği, anlayacağı bir tarzda öğrenmek isteyen herkesin önüne sermişlerdir.
Bununla birlikte, icmanın nasıl gerçekleşeceğini açıklayarak, gerçekleşmesi çağrısında bulunmuşlardır. Hakkında ittifakın sağlandığı meseleleri belirtmişlerdir. Kıyası da ele alarak kıyas-ı celî ve kıyas-ı takribi gibi çeşitlere ayırıp derecesine göre kıyasın bütün çeşitlerini sıraladıktan sonra kıyasın gerçekleşmesi için bulunması gereken illeti de inceleyerek fasit, mütenakız ve etkili olmayan illetleri birbirinden ayırmış ve sonra geçerli illeti açıklayarak tercih etmişlerdir. Delalet-i iktiza gibi, nassların delalet çeşitlerine de değinerek geçerli ile geçersizi ayırd etmiş ve daha nice usûl kaidelerini kolay bir şekilde açıklayarak hazır lokma gibi talebelerin önlerine sermişlerdir. Öyle ki artık bu tür meseleler talebeler için gaza hikâyelerinden daha kolay gelmektedir ve bu konuları tartışmak için açık oturumlar ve görüşmeler düzenlemeyi âdet edinmişlerdir. Artık fıkıh usûlü ve kaideleri ile ilgili kocaman bir kitabın okunması ve ezberlenmesi talebelere kolay gelirken, delillerden soyutlanmış usûl kaidelerine dayanmaksızın sadece taklitten ibaret bir şekilde meseleleri ele alan, elkitabı kadar küçük bir kitaba bakmak bile zor gelmektedir. Müctehid alimler bunu yapmakla fıkhın furu ve usûlünü, furuu usûle dayandırma keyfiyetini bir arada toplamayı becererek tam hakkıyla açıklamaya muvaffak olmuşlardır.
İşte bu, Allah'ın müctehid alimlere verdiği bir lütuftur. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Lütuf, Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir; Allah büyük lütuf sahibidir" [137]Kuşkusuz alimler müctehidin kelam ilminde farklı bir seviyede olmasını şart koşmamışlardır. Ancak müctehidin kelam ilmi ile ilgili temel bilgilerden haberdar olup olmamasında ihtilaf sözkonusu olmuştur. Ebu Tayyib bunu şart kılarken, çoğu alimler bunun şart olmadığını savunarak müctehidin ancak fetva vermek istediği hadîse ile ilgili nass ve kaideleri bilmesi yeterlidir, demişlerdir. Zira kelam ilminin sosyal hadiselerle herhangi bir bağlantısı yoktur. Kelam ilmi, doğrudan itikadın sıhhatini alâkadar eder. Açıkladığımız gibi, avam sahih, doğru bir itikada fazla düşünmeden sahip olabiliyor.
Şayet birileri derse kî: "Biraz Önce bahsettiğiniz meselelerin öğrenilmesi ve usûl kaidelerinin uygulanması herkese kolay gelmez ve herkesin o seviyeye ulaşması mümkün değildir denecek kadar zordur." Biz dediğini tasdikleyerek ona şöyle deriz: Evet, doğru dedin, imamet derecesine ulaşmayı Allah herkese değil, ancak bazı insanlara nasip kılar. Herkese hakkını tanımalıyız, taklit ancak cahil avamlar için caiz olabilir. Çünkü Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Bilmiyorsanız, kitablılara (bilenlere) sorun" [138] Cenab-ı Allah böylelikle bilmeyen herkese bilenlere sormayı emretmiştir. "Emr" sîgası vücubiyeti ifade ettiğine göre alimlere tâbi olmanın vacib olduğu ortaya çıkmaktadır. Yine Cenab-ı Allah, şöyle buyurmuştur: "İnananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler" [139] Ve bu âyette de uyarıcıların dinde fıkıh, ilim sahibi olmaları gerekli kılınmaktadır. Taklidi savunanlara İmam Malik'in şu sözü hiç mi ulaşmamıştır: "Alimler bir kişinin fetva vermeye ehil olduğunu söylemedikçe, velev ki alim olsa da, fetva vermesin." İnsanların bid'atları savunduklarını ve taklidi bir sığmak olarak kabul ettiklerini, hatta onun hak başkasının bid'at olduğunu sandıklarını gördüğümüz için, bu konuyu epeyce uzattık. Ancak bu yaptıkları garipsenilmez. Çünkü Cenab-ı Allah öylesi insanlar için şöyle buyurmuştur: "Bununla doğru yola girmedikleri için de bu eski bir uydurmadır derler" [140] Hz. Ali de şöyle buyurmuştur: "İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır." İkaz kitabının sahibi, İmam Sened'in bu minvaldeki uzun sözlerini naklettikten sonra şöyle der: "Allah ondan razı olsun, Sened bunları söylerken ne doğru söylemiştir. Kuşkusuz belirli bir şahsa uyup Kur'an'a muhalif olsa bile onun görüşlerini din ve mezhep edinircesine savunmak, kötü bir bid'attır ve lanetli İblis'in Müslümanların aralarında buğz ve düşmanlığı sergileyip onların topluluklarını dağıtmak ve birliklerini bozmak için Müslümanlara kabul ettirdiği çirkin bir huydur. Herkesin uyduğu müctehid imamını, sahabeden de üstün gördüğünü görüyorsun. Uyduğu müctehidin mezhebine muvafık bir hadîse rastlanıldığı zaman son derece sevinir ve onu araştırmadan kabul eder. Fakat başkasının mezhebini teyid eden, nesih ve tearuz gibi illetlerden uzak sahih bir hadîse rastlandığı zaman ise, nice uzak ihtimallere göğsünü açarak hadîsten yüz çevirir. Sarih nasslara, sahabe ve tabiîn sözlerine muhalif olduğu halde uyduğu imamının mezhebini tercih etmek için taştan dere çıkartmaya çalışır. Hadîs kitaplarından birisine şerh yazdığı zaman uyduğu imamın mezhebi ile çelişen bütün hadîsleri gerçek mânâsından saptırır. Bunu yapamayınca hiçbir delile dayanmadan hadîsin nesh veya tahsis edildiğini veya onunla amel edilemeyeceğini iddia eder. Ancak bunu da yapamayınca tâbi olduğu imamın kuşkusuz Resulullah'ın bütün hadîslerinden haberdar olduğunu ve mutlaka bu hadîste gördüğü menfi bîr illetten dolayı hadîsi reddettiğini iddia eder.
Mukallidler bunu yapmakla mezhep alimlerini kendilerine rab edinirler. Menkıbe ve kerametlerine nice kapı açarlar. Onlara muhalefet edenlerin doğruyu isabet etmediklerini sanırlar. Kendilerine nasihat eden hadîsçi arkadaşlarını düşman sayarlar. Tâbi olduğu imama ait bir kitapta taklidi meneden, sahih hadîslere sarılmayı, onlara tâbi olmayı tavsiye eden bir ibareyle karşılaştıklarında o tavsiyelerden yüz çevirirler. Son devir fakihlerin delillerden soyutlanmış metinlerini ise kendilerine kılavuz edinerler. Bunun en bariz, en çarpıcı kanıtı Maliki mezhebine mensup ilk devir fakihlerinin kitaplarıdır; örneğin Kadı İsmail'in el-Mebsut'u, İbn Abdûs'un el'Mecmua'sı, İbn Abdilberr'in Temhid'i, Sened b. Anan'ın Tıraz'ı. Bu kitapların sayfalan delillerle ve "taklid"in zemmi ile doludur. Ancak son devrin fakihleri bunlardan yüz çevirmiş ve delillerle uğraşmanın faydasız bir uğraşı olduğu inancına dayanarak delillerden soyutlanmış kısa metinlere yönelmişlerdir. Maalesef."
Hafız İbn Abdilber Temhid kitabında Ebu Hureyre'nin "Köpek dişli yırtıcı her hayvanın eti haramdır" hadîsini zikrettikten sonra şöyle demiştir: "Herkesin sözleri kabul edildiği gibi red de edilir. Ancak Resulullah hariç. Kendisinin nesh veya terk etmediği her sözü kabul edilmelidir, reddedilmez. Çünkü onun bütün sözleri hüccet delildir; başkalarının sözü ise değil. Bu yüzden Hz. Âişe'nin buluğ çağına ermişlerin emzirilmesi ve erkek hayvanların sütü ile ilgili sözleri, İbn Abbas'ın mut'a nikahı ve başka bazı meselelerle ilgili sözleri, Hz. Ömer'in cünüb kişinin teyemmüm almasıyla ilgili sözleri, İbn Ömer'in deniz suyu ile abdest alınması ve de cünüb ile hayızde olan kadının artığının içilmesi mekruhtur sözleri ve Hz. Ali'nin namaz esnasında abdesti bozulan kişinin abdestini alıp kaldığı yerden namazına devam etmesi ve Benî Tağlib kabilesinin kestikleri hayvanın eti yenilmez şeklindeki sözleri kabul edilmeyerek reddedilmiştir.
Aslında birkaç sahabeye Resulullah'ın bir sünnetinin, bir hadîsinin ulaşmaması veya ulaşıp da unutulması olmayan birşey değildir. Örneğin Resulullah (s.a.v.) ile o kadar beraberliğine rağmen Hz. Ömer, kadının öldürülmüş kocasının kan bedelinin miras payına sahip olduğunu belirten hadîsi ve istizan (kapı çalma) âdabını anlatan hadîsi; Hz. Ebubekir mirasta ninelere neyin düştüğünü belirten hadîsi bilmiyordu. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer böyleyken, başkalarının bazı hadîseri hele hele özel ahkâmla ilgili hadîsleri bilmeme ihtimalinin daha güçlü olduğu gayet açıktır.
İslâm dininde bilge olan İbn Şihab'ın köpek dişli her yırtıcı hayvanın etinin yenmesini yasaklayan hadîsi ancak Şam'a gittiğinde öğrendiği ve "Alimlerin bazı hadîslerden habersiz olabilmeleri vakıası asla inkâr edilmez" dediği belirlenmiştir.
Hafız İn Abdilber, başka bir kitabında şöyle der: "İbn Kasım, ( Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: 'Derilerinin kullanılması için kafasından kesilen yırtıcı hayvanların derilerinin satılması, giyilmesi ve üzerinde namaz kılınması helaldir, hiçbir sakıncası yoktur.' Eşheb ise Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: 'Eti yenmeyen hayvanın derisi tabaklama ile temiz olmaz.'"
Muhammed b. Abdulhakim ve Eşheb'in şöyle dedikleri naklolunmuştur. Yırtıcı hayvanların kesilmesi caiz değildir. Ancak derisi için kesildiği zaman derisinin tabaklanmadan kullanılması asla helal olmaz."
Ebu Amr bu farklı rivayetleri karşılaştırarak şöyle demiştir: "En doğru görüş Muhammed b. Abdulhakim ve Eşheb'den naklolunan görüştür. Hicaz, Irak ve Şam'daki rey ve hadîs ekolünün de kabul ettikleri görüş budur ve İmam Malik'in de esas görüşü budur. İmam Malik'e bundan başkası nisbet edilmez. Çünkü mesele hakkındaki delil gayet açıktır. Nitekim İslâm ümmeti ihtilafın hiçbir zaman hüccet, delil olmadığı ve ihtilaf durumunda doğruya ulaşabilmek için delile müracaat edilmesi hususunda icma etmiştir. Kuşkusuz yırtıcı hayvanların yenmesini haram kılan sahih hadîsler netleşmiş bulunmaktadır. Bu yüzden yırtıcı hayvanlar kesilmez ve kesilmediği takdirde ancak ölmüş olarak bulunur. Bu durumda derisi tabaklama ile temizlenir. İşte görüşlerin en doğrusu budur. Ayrıca Eşheb'in İmam Malik'ten ettiği rivayetin doğrulayıcı bir yönü vardır. İbn Kasım'ın rivayetini kanıtlayacak hiçbir yönü yoktur ve hadîsteki 'nehy'in tahrimi değil tenzihidir şeklindeki te'vili de, doğrulayacak hiçbir kanıtı olmayan zayıf bir te'vildir. Başarı ancak Allah'tandır."
Allame Alanî Ebu Amr'ın yukarıdaki sözlerini naklettikten sonra şöyle demiştir: "Ebu Amr'ın şu sözleri son devir Maliki mezhebinin bazı tutucu fakihlerinİn koydukları şu üç esası çürütüyor:
1. Mezhep düzeyi ihtilaf durumunda öncelik İmam Malik'in görüşüne verilir.
2. Müdevvene kitabında farklı görüşlerin bulunduğu meselede öncelik İmam Kasım'ın görüşüne verilir.
3. Müdevvene'deki diğer fakihlerin görüşleri İbn Kasım'ın başka kitaplardaki görüşlerinden daha evladır. Çünkü bir görüş ancak Kitab, sünnet, icma ve kıyas gibi güçlü delillerle tercih edilebilinir. Müdevvene gibi herhangi bir kitapta bulunmasıyla değil. Çünkü Ebu Amr'ın zayıf gördüğü İbn Kasım'ın rivayetinin Müdevvene'de ve doğrulayıp kabul ettiği Eşheb ve İbn Abdulhakin’in rivayetinin ise Müdevvene'de değil Uteybe kitabında olduğu sabittir.
Maliki mezhebinin son devir fakihleri, namazda elleri salma meselesinde olduğu gibi, Kitab ve sünnete muhalif olsa bile bir görüş veya rivayetin sadece Müdevvene kitabında bulunmasını tercih sebebi olarak göstriyorlar ve hiçbir gerekçe olmaksızın sahih hadîsleri sadece Müdevvene kitabında bulunan bir rivayet için reddetmişlerdir. Örneğin namazda elleri aşağıya salmak meselesi gibi, -ki İmam Malik ve talebelerinden elleri bağlamayı ifade eden güvenilir kişilerin rivayetleriyle sözleri naklolunmuştur.
Şerhu Aynul-İlm kitabında şöyle denmiştir: "Kişinin uyduğu müctehide muhalefet eden başka bir müctehidin görüşünü destekleyen bir delili farkettiği zaman ihtiyatlı davranması daha uygundur. Çünkü Müslüman peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed'e uymakla emrolunmuştur."
Allame Ahmed el-Mukri Kavâid kitabında şöyle demiştir: "Büyük alimlere göre müctehidin şeriata muhalif olan sözlerine asla uyulmaz."
El-Kadı şöyle demiştir: "Şer'î nasslara muhalefet eden mezhep ravilerine ve nakilcîlere uymayı meneden İmam Malik'e en fazla muhalefet eden, bunu kabul etmeyen Endülüs halkıdır. Kuşkusuz hadîsleri fıkhı bir mezhebe havale edip ona göre kritiğinin yapılması caiz değildir. Çünkü bu hadîse olan güveni sarsar ve itibarını düşürür. Hadîsin itibarını düşüren mezhebe Allah başarıyı nasib kılmasın ve hadîsin güvenini sarsan mezhebi Allah yüceltmesin. Resulullah'ın sahih sözleri hariç her söz, kabul edildiği gibi red de edilir. Ancak Resulullah'ın sözü asla reddedilmez. İmam Şafiî'nin dediği gibi mezhepler hadîs için ölçü değil, ancak hadîs mezhepler için ölçüdür. Fakat bazı Hanefîler ve genelde insanlar, bu hususta yumuşak davranmışlardır. Çünkü müracaat edilmesi gereken ve hüccet olan şahısların görüşü değil, sünnettir. Ancak hadîsi reddeden daha güçlü bir delilin bulunmasıyla hadîs reddedilir. Çelişki durumunda bir hadîsi reddeden daha çüçlü bir delilin bulunmadığı takdirde neshedilip edilmediğini öğrenmek için hadîsin tarihine bakılır. Tarihin bulunmadığı taktirde ise tercih etme yöntemine başvurulur. Bu da olamıyorsa tartışma meselelerden çıkartılır ve herkesin görüşüne saygı duyulur.
İkaz kitabının sahibi bu konunun önemli bir noktasına değinerek şöyle demiştir: "Ağızlarda dolaşan uygulamada hadîsle değil, fıkıhla amel edilir sözü bir saçmadır. Çünkü fıkhın dayanağı, bilindiği gibi Kur'an ve sünnettir. İcma ve kıyasın dayanağı da Kur'an ve sünnettir. Fıkıhla amel etmek hadîsle amel etmenin aynısı olduğuna göre uygulamada hadîsle değil fıkıhla amel edilmenin ne mânâsı vardır? Ayrıca fıkıh rey değil, ilmin kendisidir. Ağızlarda dolaşan bu söz haşarat gibi olan avama mahsustur... Bu söz asla Müslümana yakışan bir söz değildir.
Bazıları bu sınırı da aşarak, hadîsle amel etmenin haram olduğunu iddia ederek şöyle saçmalamalardır: 'Hadîsle amel etmek caiz değildir, hatta tahrimen mekruhtur ve onunla amel edenin akıbetinin kötü olmasından korkulur. Bir mesele hakkında yüz sahîh hadîs olsa bile mukallid uyduğu müctehid o hadîslerle amel etmediği müddetçe amel etmez...' Kuşkusuz bu dînden irtidad değilse, ona yakın birşeydir...
Allame Molla Aliyyü'l-Kârî, namazda işaret parmağı ile işaret etmekle ilgili Risale kitabında şöyle demiştir: "Keydanî saçmalayarak şöyle demiştir: 'Ehl-i hadîs gibi işaret parmağıyla işaret etmek haramdır.' Kuşkusuz bu usûl kaidelerini ve furuun konumunu bilmemekten kaynaklanan büyük bir hata ve affedilemeyecek bir suçtur. Hakkında hüsnüzanda bulunarak sözünü tevil etmeseydik, küfrünü açıkça ilan eder, dinden çıktığını açıklardık..."
Allame Alanı, yanında Buharı, Müslim ve Muvatta gibi güvenilir bir hadîs kitabı bulunan kişinin kitapta bulduğu hadîsle amel etmesi gerektiğini açıkladıktan sonra şöyle demiştir; "Nitekim sahabîler de Resulullah'ın kendilerine bir hadîsi ulaştığında hiç ara vermeden ve falanca zât onu delil olarak almış mıdır diye sormadan hemen onunla amel etmeye koşarlardı ve bu şekilde davranmayan azarlanırdı."
İbn Şâs el-Cevahiru's-Semine kitabında İmam Ebu Bekir Taruşî'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Maliki, Hanefi, Şafiî ve bunlara benzer bir mezhebe uyan bîr vali kendisi gibi aynı mezhebe mensub olmayan bir zâtı bir beldede kadı olarak tayin edebilir. Çünkü kadı için gerekli olan hüküm vereceği mesele hakkında kendi ictihadı ile hüküm vermesidir. Örneğin; Maliki olan bir kadı'nın hüküm verirken Malikî mezhebine göre hüküm vermesi gerekli değildir. Ancak ictihadı gereğince hükmeder. Kadıya ancak şu mezhebe göre hüküm verirsen seni kadı olarak tayin ederiz diye koşulan şart geçersiz, akit ise geçerlidir. Ebu'l-Velid el-Baci'nin "Endülüs'ün Kurtuba şehrinde Vali bir zâtı kadılığa atadığı zaman varsa İbn Kasım’ın in görüşüyle hüküm vermeyi şart koşardı. Oysa bu sakıncalı bir cehalettir" şeklinde haber verdiği sabit olmuştur.
İmam Karâfî İkaz kitabında şöyle demiştir: "Şüphesiz herhangi müctehid bir imamın mezhebine Kur'an ve sünnetten deliline bakmaksızın uymak büyük bir cehalettir. Çünkü bu mezhebi tutuculuk heva ve heveslerine kapılmaktır. Müctehid imamlar delilini bilmeden birisine uymayı menederek böylesi mezhebi tutuculuğu reddetmişlerdir."
Müctehid imamlardan birisine uyan, gücü nisbetinde meselelerin delillerini araştırıp uyduğu imamın görüşüne muhalif bir delili gördüğü zaman imamının görüşünü bırakır ve delile göre amel eder. Böylece imamına, diğer müctehidlere, Allah'ın Kitabına ve Resulullah'ın sünnetine uymuş olur. Ancak Kitab, sünnet ve icmadan uyduğu imamın görüşüne muhalif delil kendisine göründüğü halde imamına uymakta ısrar eden kişi imamına uymamış ve onun mezhebinden çıkmış olur. Çünkü şayet imamına her tür illetten salim sahih hadîs ulaşmış olsaydı, görüşünü bırakır, sahih hadîse uyardı. Uyduğu müctehidin görüşüne muhalif delili bildiği halde ona uymakta ısrar eden Allah'a, Resulüne ve dört imama isyan etmiş ve şeytanın hizbine girmiş olur. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammedi Heva ve hevesini, tanrı edinen bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir! Ey insanlar! Anlamaz mısınız?" [141] İşte Allah böylelerin kalbinden iman nurunu alır. "Allah'ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz" [142] Böylesi körlükten bizi hidayete erdiren Allah'a sığınırız.
İbn Arafe'nin hakkında onsuz icmanın geçerli olmadığını söylediği İmam İzz b. Abdusselam şöyle demiştir: "Sahabe döneminden dört mezhebin ortaya çıktığı döneme kadar insanlar bağlı kalmaksızın tevafuk eden alimlere hiç üstünlüğü gözetmeksizin uyarlardı."
Alimlerden hiç kimse sadece kendisine uyulmanın gerektiğini iddia etmediği gibi kendilerinden fetva isteyen Müslümanları da boş ve cevapsız yollamıyorlardı. Bunda kuşku yoktur. Ancak işin ilginç yönü bazı mukallid fakihler uydukları imamın bazı görüşlerini zayıf gördükleri ve savunulacak hiçbir tarafı olmadığı halde, sünnet ve sahih kıyası reddederek koyu bîr bağlılıkla imamına uymakta ısrar ederler. İmamının Kitap ve sünnete muhalif olan görüşlerini savunmak için akıl ve mantıktan uzak, geçersiz tevillerle Kitab ve sünneti te'vil etmek için hüe ararlar. İlmî toplantılarda da onların bu tavırlarına şahit olduk. Ancak uydukları müctehidin mezhebinin hak ve doğru olduğu inancında oldukları için kendilerince alışılmışın dışında birşey söylendiğinde, delilini dinleyecek kadar olsun sabretmeden birdenbire son derece şaşırdıklarını belirtmekten kendilerini tutamıyorlar. Meseleyi biraz düşünseler başkasının mezhebine değil, uyduğu imamın mezhebine şaşmasının daha evla olduğunu anlarlardı. Şüphesiz bu tür insanlarla yapılan tartışma faydasız bir ayrılığa götürür. Kendisine başkasının görüşü daha doğru ve güçlü olduğu görünüp de imamının görüşünden vazgeçenlerin hiç görülmediğini söyleyebilirim. Çünkü onlar her ne pahasına olursa olsun imamlarına uymaktan vazgeçmemekte ısrarlı ve âdeta iddialıdırlar. Onlar uydukları imamın mezhebini savunmaktan aciz kaldıkları zaman şöyle demeyi de âdet edinmişlerdir. "O mutlaka bizim göremediğimiz, bilemediğimiz bir delile dayanmıştır." Zavallılar bu sözün ellerinde sahih ve güçlü delil olan hasımlarını desteklediğini ve yücelttiğini farketmiyorlar. Taklidin gözlerini kör ettiği bu kadar insan mı olacaktı? Rabbim bizi her halükârda hakka tâbi olmaya muvaffak kılsın. Bu yaptıkları selef Müslümanların tartışma adabından çok uzak bir tartışma ve yersiz bir tavırdır. Selef ahkâm meseleleriyle ilgili birbirleriyle istişare eder ve hakkı her ağızdan kabul ederlerdi... Şeriat bir ölçüdür, insanlar, sözler, ameller ve bilgiler ancak şeriat ile ölçülür. Şeriat ölçüsünde ağır gelen tercih edilmelidir, yalnız ictihad eden hata etmesiyle günaha girmez. Çünkü o var gücüyle hakkı aramakta çaba sarfetmiştir. Bu yüzden ictihadında hakkı bulana iki ecir vardır; bir ecri sarfettği çabası karşılığında, bir ecri de hakkı bulduğu için alır. İctihadında hata edenin hatası affedilir ve harcadığı çaba karşılığında bir sevab alır. Ümmetin cevazı üzere ittifak ettiği şeylere caiz, kerahati üzere ittifak ettiğine mekruh diyen kurtulmuştur. İşte böylece insanlar herhangi bir mezhebe bağlı kalmaksızın lâalettayin tevafuk eden müctehide hüküm sorar, fetva isterlerdi. Ancak fakihler furu meselelere daldıkları, bazı fakihler ve avamın koyu mezhepçilik yaptıkları zaman durum değişti. Müctehidlere, özellikle mezhep sahiplerini âdeta Allah tarafından gönderilmiş peygamberlermiş gibi, dayanaksız olsa bile mezheplerine milim milim uyuldu. Bu akıllı kimsenin kabullenemeyeceği, hak ve doğruluktan uzak bir zihniyettir. Rabbim bize hakkı göstersin ve doğruluktan bizi asla kaydırmasın, amin.
Fakat genel olarak İslâm alimleri hakkı savunmuş ve doğruluktan sapmamışiardır. Ortalama seviyeleri aynıdır denecek kadar birbirlerine yakındır. En iyileri en az hatalı olanıdır, sonra normal miktarda hatalı olan, sonra da normaldan biraz fazla hatalı olanlarıdır. Kuşkusuz Allah lutfunu dilediğine verir. Genelde hataları, bazı usûl kaidelerine sözkonusu bir meselenin şartlarına ve muarız delillerle dair kasıtsız dikkatsizlikten kaynaklanıyor kuşkusuz. Amaçları hakkı bulmakla Allah'a yaklaşmaktır.
"Ancak ulaşmaz kişi her dilediğine
Eser rüzgar geminin istemediği yöne"
Barazlî ve İbn Selmun İbn Rüşd'ün, "Maliki mezhebine göre fetva vermek için gerekli şartlar nelerdir?" sorusuna cevaben şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Malikî mezhebini benimseyerek delillerden soyutlanmış biçimde, İmam Malik ile Malikî fakihlerin fıkhı görüşlerini ezberleyen, ancak doğru görüşleri yanlışından ayıran delilleri hiç bilmeyen birinin Maliki mezhebine göre fetva ve hüküm verme yetkisi olmaz. Çünkü delili bilmediği bir mesele hakkında fetva veya hüküm vermek doğru olarak kabul edilmez. Çünkü Maliki mezhebe göre fetva ve hüküm vermek için mezhebe özgü fıkıh usûlünü ve fıkhi görüşlerine dayandırılan delilleri bilmekle birlikte aynı mesele hakkında farklı görüşleri birbirine tercih edebilme yeteneğine, doğru ve güçlü olanı yanlış ve zayıfından ayırabilecek ilmî bîr seviyeye sahip olması gereklidir. Aksi durumda dediğimiz gibi hiç kimseden fetva ve hüküm kabul edilmez."
Allame Muhammed Hayat Senedi şöyle demiştir: "Kitab ve sünnetin nasslarını incelediğimizde rey ile değil, nasslarla amel edilmesinin gerektiğini görürüz. Bu gereği teyid eden deliller sayılmayacak kadar çoktur. Yalnız şeytan, çoğu insanlara nasslarla değil, reyle amel etmeyi güzel göstererek reyle amel etmenin nassla amel etmekten daha evla olduğu zannıyla onları kandırmıştır. Böylece onlara Resulullah'ın hadîsleriyle amel etmeyi yasaklamıştır, işte İslâm ümmetinin başına gelen en büyük âfet budur.
"Bu belanın en şaşırtıcı yönü ise mel'un şeytanın bu oyuna gelenlere sahabeden sahih hadîse muhalif bir söz ulaştığı zaman doğrusunu söyleyerek 'Olur ki ona Resululah'ın hadîsi ulaşmamıştır' dedirttiği halde; uydukları müctehidden sahih hadîse muhalif bir görüş sözkonusu olunca var güçleriyle imamlarının sözlerini geçersiz bir tevil ile bile onu teivil etmeye sevketmesidir. Onlara 'Uyduğunuz müctehide hadîs ulaşmamış olabilir' denildiği zaman adamın başına kıyameti kopartırlar. Ve tasavvur edilemeyecek bir şekilde ona yüklenirler. Hatta adamı sapık fırkalardan sayarlar, tevil etmekten aciz kaldıklarında imamımız hadîsleri bizden daha iyi bilir derler.
"Aklınızla düşünün, aralarındaki farka rağmen Hz. Ebubekir gibi bir sahabeye hadîsin ulaşamadığını kabul ederler de, asırlar sonra dünyaya gelen müctehid imamlarına hadîsin ulaşmadığını kabul etmezler."
İkaz kitabının sahibi Allame Senedî'nin bu sözlerini naklettikten sonra şöyle demiştir: "Kuşkusuz Şeyh Senedi doğruyu söylemiş, nasihat etmiş ve hakkı göstermiştir."
Dirilere çağırsaydın duyurmuştun,
Ama çağırdığın diriler ölüdür.
Her Müslümana farz olan, Kur'an'ı anlamaya çalışıp Resulullah'ın hadîslerini araştırarak, hükümleri onlardan öğrenmesidir. Ancak buna güç yetiremeyen, herhangi bir mezhebe bağlı kalmaksızın alimlere uymalıdır. Çünkü bir müctehidin mezhebine bağlı kalmak, tıpkı onu peygamber edinmek gibidir. Mezheplerden azimetleri araması daha evladır. Zaruret durumunda ruhsatlarla amel edilir denilmiştir. Ancak zaruret yoksa ruhsatları terketmek gereklidir. Zamanımızda yaygın bir fenomen haline gelen sadece bir mezhebe bağlı kalma ve başka bir mezhebe intikal etmenin yasak olması görüntüsü bir bid'at ve cehaletten kaynaklanan bir zorlamadır. Allame Muhammed Salih Fulanî İkaz'ın bu ibaresini naklederken, şöyie demiştir: "Belli bir müctehidin mezhebine bağlı kalma o müctehidi adeta peygamber edinmek değil, onu rab edinmektir aslında. Nitekim Cenab-ı Allah'ın şu sözünü 'Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler" [143] kelamını açıklayan hadîsin bu doğrultuda âyeti açıkladığım nakletmiştik." İkaz kitabının sahibi, Kitab ve sünnetin nasslarıyla amel etmenin gerekliliğini anlattıktan sonra şöyle demiştir: "Kuşkusuz bu herkesçe malumdur ve Resulullah'ın sözleri hiçbir zaman geçersiz olmaz. Her ne kadar söylendiği üzere asırlar geçtiyse de sözleri halen tazeliğini korumuştur. Hiçbir müctehidin sözleri delil olmadığı gibi, hadîslerle amel etmek için de ölçü olmaz. Çünkü Allah ancak Resulünü insanlara örnek ve hüccet kılmıştır. Başka kimseyi değil. Ayrıca Resulullah, ümmetine hadîslerini insanlara ulaştırmayı emretmiştir. Kendisine Resulullah'ın hadîsi ulaşan Müslümanın uyduğu müctehid imam o hadîsle amel etmeden kendisi amel etmeyecek olursa, o zaman peygamberin hadîslerini tebliğ etme emrinin faydası olmaz, herkes uyduğu müctehidin sözleri ile yetinirdi!.. Ümmetin üzerinde ittifak ettiği mensuh hadîslerin sayısı beş-on hadîsi geçmez ve mensuh bir hadîsle amel etme ihtimali, tasavvur edilemeyecek kadar zayıftır. Oysa bir mesele hakkında binbir görüş belirten, söylediği bir sözünden hemen vazgeçen, sözleri birbirine uymayan müctehide uymadaki hataya düşme ihtimali oldukça güçlüdür. Hadîsleri yanlış anlama korkusu, neyi doğru neyi yanlış bilinmeyen müctehidlerin sözlerim anlamak için de geçerlidir.
Kişinin uyduğu müctehid imamın yazdığı fetvalara güvenip ona uyması caiz ise, Resulullah'ın güvenilir hadîs alimlerinin toplayıp yazdıkları hadîslerine güvenip onlara uymanın caiz olması daha evla değil midir? Nasıl ki uyduğu müctehid imamın bazı sözlerini anlamaymca anlayana soruyorsa, Peygamberin hadîslerini de anlamayınca anlayana sormalıdır.
Bazı alimler mukallidlerin "Hadîse göre değil, fıkha göre amel edilmelidir" sözleri için bunun hadîse hakaret olduğunu ve hakaretinde küfür olduğunu ve reyin fıkıhla hiçbir alâkasının olmadığını, fıkhın ancak hadîs olduğunu söylemişlerdir.
Allame Molla Aliyyü'l-Karî el-Bahru'r-Rasik kitabından naklederek şöyle demiştir: "Çağımızda olduğu gibi mezhepler yazılmış olsa bile kişi istediği müctehide uyabilir ve istediği zaman başka müctehidin mezhebine geçebilir."
Allame Senedi, Molla Aliyyü'l-Karî'nin bu sözleri için şöyle demiştir: "Kitab, sünnet ve seçkin alimlere göre doğrusu olanı budur. Bunun aksini söyleyenlerin sözlerine asla itibar edilmez. Kitab, sünnet ve selef alimlerin sözlerine muhalif her görüş reddedilmelidir. Bu vasıftaki görüşleri kabul eden ya cahil veya koyu bir taassub sahibidir. Allah bizi sevdiği ve razı olduğu yolu takip etmeye muvaffak kılsın." [144]
[131] Nisa: 4/83.
[132] Nisa: 4/115.
[133] Nisa 4/105.
[134] İsra: 17/36.
[135] A'raf: 7/33.
[136] Yusuf: 12/76.
[137] Hadid: 57/29.
[138] Teğabün: 64/16.
[139] Tevbe: 9/122.
[140] Ahkaf: 46/11.
[141] Câsiye: 45/23.
[142] Nur: 24/40.
[143] Tevbe: 9/31.
[144] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 121-143.