ecenur
Fri 5 February 2010, 05:10 pm GMT +0200
Babacığım Neredesin
ÖNSÖZ
Parçalanmış ailelerde çocuklar daha çok anneleriyle kalıyor, yani babasız büyüyorlar. Üstelik böyle aileler giderek çoğalıyor. Amerika´da çocukların yüzde 60´ı babası veya genellikle de annesiyle yalnız yaşıyor.
Bazen baba gurbete çalışmaya gidebiliyor, bazen hapse düşebiliyor veya nadir de olsa kaybolabiliyor. Yine kimi zaman da babanın vefatıyla çocuk babasız büyüyebiliyor. Yani çocuk yetim yetişiyor. Ancak akrabaların ilgisi ile çoğu zaman daha az problemle atlatılabiliyor. Osmanlı´nın halen devam eden bir eğitim kurumu olan Darüşşafaka 1873´te bu yüzden açılmış ve sadece babası olmayan çocukları kabul etmiş.
Günümüzde esas sorun, babanın mevcut olup da çocuğuna ilgi ve sevgisini yeterince vermemesiyle veya kötü örnek oluşuyla ortaya çıkıyor. Maalesef babalık görevi ihmal ediliyor.
Evet, zamanımızda ekmek aslanın ağzındadır. Geçim zordur ve bu yüzden babalar yoğun çalışmak durumundadır. Ancak çocuğunu ihmal derecesinde kendini işine verirse veya başka meşgalelere kayarsa, bu kez değişik problemler ortaya çıkmaktadır. Kitabımızda bunlara dikkat çekmek ve babayı tekrar aileye davet etmek istedik.
Okuyanların fark edeceği gibi kitap, eğitimci pedagog ve ruh hekimi olan iki yazar tarafından hazırlanmıştır. Anlatım, vaka, üslûp ve imlâ yönünden farklı olan bu bakış açılarının çelişki değil birbirini tamamlayan ve zenginleştiren unsurlar olduğunu düşünüyoruz.
Aslında babalık zevkli ve kolaydır. Çocuklarımıza içimizden geldiği gibi davranırsak en uygununu yapmış olacağımız kanaatindeyiz. Ancak önemli yanlışlara düşmememiz şartıyla. İşte elinizdeki kitapta hem ideal babalardan hem de babaların yanlışlarından ve bu yanlışlardan ortaya çıkan problemli çocuklardan bahsettik.
Kitap üç ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümü "Çocuğu anlamak" konusuna ayırdık. "Çocuğu eğitmek9´ başlıklı ikinci bölümünde babanın çocuk kimliği teşekkülündeki rolünü ve karşılaşılan problemleri inceledik. Son bölümde ise "Çocukların zararlı alışkanlıklardan korunması" üzerinde durduk.
Ek olarak, üç oğluna örnek bir baba olan üstad edebiyatçı Mustafa Miyasoğlu´nun rahmetli babasının hatırasına yazdığı duygu yüklü şiirini verdik.
Ülkemizin geleceği olan çocuklarımızın yetişmesinde herkesin üzerine düşen görev ve yükümlülüklerini yerine getirmesi bu kitabın amacı ve temennisidir.
Yeni baskılarda değerlendirilmek üzere kitaba katkı, eleştiri ve sorularınızı bekliyoruz.
Adresimiz:
Doç. Dr. Sefa Saygılı
Fatih Ruh Sağlığı Merkezi
Akdeniz Cad. Battalgazi Sokak Sağlık Ap. No: 19-1
Fatih - İstanbul
TAKDİM
Mustafa Miyasoğlu
Babamı Özlüyorum
İnsanlar, genellikle her zaman beraber oldukları varlıkların değerini yeterince bilemez. Bunun gerçekliği, aile hayatında daha belirgin bir tarzda yaşanır. Her gün görüştüğünüz ve bir arada olduğunuz için sık sık sürtüşüp çatıştığınız anne, baba, eş ve çocuklarınızdan uzaklaşmak zorunda kaldığınızı düşünün. Birden o insanların sizin için ne kadar önemli olduğunu fark etmeye başlarsınız. Bir de onları kaybederseniz, artık kavuşmak mahşere kaldığından, kaybın içinizde doğurduğu boşluk giderek büyür, sonra da içinizi büyük bir acı kaplar.
Annesiz büyüyen çocuklar, bir tarafı yıkılmış ev gibidir. Çocukluğumuz yaz günlerini, beni çok seven ve erkek çocuğu olmayan dedemin çiftliğinde geçirdiğim için, anne eksikliğinin çocuklarda nasıl bir yara oluşturduğunu bilirim. En çok da bütün çocuklar oyunu bırakıp annesinin sesine koşarken, bir taşa oturup annemi özlediğim akşam üstlerinde ağlamaklı olduğunu hatırlarım.
Babalarını kaybeden çocuklar ise, damı çatısı çökmüş evlere benzerler. Kaç yaşında olursa olsun, babasını kaybeden insan, evini barkını kaybedenlerin ruh haliyle garip bir yetimlik duygusu yaşar. Yaş küçük olduğu ölçüde, yetimlik süreci büyüyeceği için bu duygu da o ölçüde yoğunlaşır. Babanız artık yoktur ve buna alışmak çok zordur. Yaşıtlarınız babalarıyla dolaştıkça babaları onların zor zamanlarında yanlarında oldukça, siz babanızın eksikliğini daha fazla hissedersiniz.
Edebiyatta baba muhabbeti
Âdem peygamberden beri, babaların oğullan üzerinde ayrı bir konumu vardır. Kabil babasının ALLAH´dan aldığı emre uymaz, kendisine verilene razı olmaz. Kardeşini öldürdüğü için de lanetlenerek kaybolur. Nuh Peygamber kendisine indirilen vahye uymayan oğlunu bile kurtaramaz. Bu yüzden şöyle bir atasözü var: "Atasını tanımayan ALLAH´ını tanımaz" Hz. İbrahim´in duasıyla Hz. İsmail ve Hz. İshak´ın soyu devam eder. Hz. Yakup’la Hz. Yusuf ‘un ilişkisi Hz. İbrahim´in kurban imtihanı gibidir. Yalnız ilim, aşk ve iman için baba emrinin terk edilmesi meşru görülür.
Homeros destanlarıyla Dede Korkut´tan beri babaların edebî metinlerde çok farklı bir yeri var. Babalar kitaplarda kurucu bir karaktere sahip görünüyor. Sophokles´in Kral Oidipus, Antigone ve Elektra, Shakespeare´in Hamlet ve Kral Lear adlı piyesleri; Balzac´ın Goriot Baba, Dostoyevski´nin Karamozof Kardeşler ile Turgenyef in Babalar ve Oğullar adlı romanları, dünya edebiyatının baba-evlât ilişkisini ele alan belli başlı edebî eserlerdir. Bizde Peyami Safa´nın Fatih-Harbiye romanı, babanın kız evlâdı üzerindeki ikaz ederek kollayıcı tavrını anlatırken; Necip Fazıl´ın "Bir Adam Yaratmak" adlı piyesinde, intihar etmiş bir babanın yazar olan tutkulu oğlu ile onun Ölüm Korkusu adlı eseri etrafında gelişen olaylar ışığında "yaratmak" kavramını idrak edişi felsefi bir mesele olarak ele alınır.
Bütün bu eserlerde, çoğu zaman anlaşılmaz bir kaderle babadan gelen irsî değerlerin sosyal çevreye başkaldıran evlâtta tezahür ettiğini görüyoruz. Bunlardaki babalar ve çocuklar zaman zaman birbirlerini anlamıyor, başkalarına aldanıyor veya vefasızlık gösteriyorlar. Kimileri babalarına ihanet ederken, kimileri de öldürülen babalarının intikamını almak için hayatlarını tehlikeye atabiliyor.
Demek ki, insanlar arasındaki fizikî veya biyolojik bağlar, sosyal ve metafizik değerleri de etkilemektedir. İnsanın genlerine sinmiş bir takım özellikler, onun şahsiyetini yönlendirmekte, bunlar daha sonra tavır veya eser olarak ortaya çıkmaktadır.
"Babam sınıfta kaldı"
Aziz Nesin´in "Şimdiki Çocuklar Harika" adlı kitabı, ilkokul çağlarındaki iki çocuğun aileleri hakkında birbirlerine yazdıkları mektuplardan oluşmaktadır. İnsan ilişkilerine daha çok muzır bir bakış açısıyla yaklaşan mizah yazan, kendi gözlemlerini iki çocuğun diliyle anlatırken, ana-babanın günlük çocuklara büyüklerinin hatalarını araştırma ve onları her fırsatta yalanlama alışkanlığı kazandırılıyor.
Babam Sınıfta Kaldı adlı çocuk kitabının adı, bende buna benzer bir çağrışım uyandırdı. Aziz Nesin´in çocuklarla toplumu uyandırmak şeklinde özetlenecek tavrının yanlışlığı, maalesef yeterince anlaşılamadığı için, 40 yıl boyunca pek çok yazan etkiledi. Kitaplar çocukları mutlu etmiyor artık...
Bir toplumu uyandırmak işi çocukların omuzlarına yüklenemez. Onları çok erken yaşlarda "Harikalar Diyarundan gerçek dünyaya indirmenin pek bir yaran yok. Babalarının güçlü olduğunu sanan çocuklara bunun böyle olmadığını söylemek, onları mutlu etmeyecektir tabii... Baba imajını bu tarz yayınlarla bozmaya çalışanların, anne-baba ayrı yaşayan bir "veledşâhî aile" hedefledikleri belli.
Kutsal kitabımızdaki hukuka riâyet eden, gönlü yaratıcının merhamet hissiyle dolu, yüreği iyilik ve fedâkârlık duygusuyla çarpan, ALLAH ve Peygamber yolunun güzelliklerini yaşayarak öğreten babamı, yeni nesillere örnek olarak hatırlıyor ve özlüyorum...
ÇOCUĞU ANLAMAK
Çocuğu Tanımak
Çocuğu anlamak ve onunla anlaşmak sanıldığı kadar kolay değildir. Çocukla yaşadığımız bütün çatışmaların temelinde onu yeterince tanımamak yatar. Vaktiyle çocuk psikolojisine ait okuduğum İngilizce bir kitapta yazar konuya İncil´den aldığı bir cümleyle başlıyordu. Hatırladığım kadarıyla cümle şöyleydi: "Eğer çocuğunuzla konuşurken ona benzemezseniz; gökler âlemi size kapanır." Peygamberimiz bunu daha sâde bir dille anlatır ve der ki: "Çocuğu olan onunla çocuklaşsın."
Burada çocuklaşmaktan kastedilen şey, çocuk gibi davranmak değildir. Çocuklaşmak demek, onun zihin ve ruh yapısını bilmek ve buna göre davranmak demektir. Çocuğu eğitirken onunla yaşadığımız bütün çatışmaların ve problemlerin altında bu bilgisizlik yatar.
Evlenme çağına gelen çoğu gençlerimiz çocuk psikolojisine ve eğitimine dair hiçbir bilgiye sahip olmadan, bu konuda bir tek kitap okumadan evliliğe adım atıyorlar. Çocuk sahibi oldukları zaman da anadan babadan gördükleri gibi, geleneklere göre, onu eğitmeye çalışıyorlar.
Gelenekler çocuk eğitiminde karşılaştığımız bütün problemleri çözmeye yetmediği gibi; her geleneğin çocuk gelişimine uygun olduğu da söylenemez. Mesela, bazı ailelerde çocuğu sevmenin onu şımartacağı görüşü hâkimdir. Yine bazı ailelerde, ayıp sayıldığı için, anne babalar büyüklerin yanında çocuklarını sevemezler. Bilhassa doğu bölgelerimizde çocuk adam yerine konmaz. Aile meclisinde çocuğa söz hakkı verilmez. Çocuğun söze karışması ayıp sayılır. Baba çocukla konuşurken veya ona nasihat ederken çocuk cevap veremez, itiraz edemez ve kendini savunamaz. Bunu yaptığı takdirde, "Bak, utanmadan bir de cevap veriyor!" azarıyla karşılaşır.
Bunlar güzel geleneklerimize aykırı, çocuğun duygusal geleşimini engelleyen ve davranış bozukluklarına yol açan yanlış uygulamalardır.
Çocuk Gelişim Devreleri
Çocuğu gelişimi derken, sadece fiziksel gelişmeyi kastetmiyoruz. Çoğu zaman aile büyükleri, iyi beslenmiş, kilolu çocuğun annesini tebrik ederler: "Çok iyi bakmışsın; maşALLAH tosun gibi!"
Diğer taraftan, zayıf vücutlu bir çocuğun annesi ona iyi bakamadığı endişesiyle hep suçluluk duygusu içindedir. Aile büyükleri ve komşu kadınları da zavallı anneyi çekiştirmekten geri durmazlar.
Çocuğun kilosu ve boyu, beslenmeden ziyade soyaçekimle ilgilidir. Önemli olan çocuğun kilosu değil, sağlığıdır. Ancak daha da önemlisi, beden sağlığı ile birlikte ruh sağlığıdır. Öyle anneler vardır ki; elinde kaşık çocukla kovalamaca oynar. Ona bir kaşık fazla yemek yedirmeyi marifet zanneder. Çocuğa kilo kazandırmaya çalışırken, ruh sağlığını tehlikeye soktuğunu ve çocukla çatışmaya girdiğini bilmez.
Biz burada çocuğun fizik sağlığından ziyade ruh sağlığı üzerinde duracağız. Çünkü, ekseri anne babalar çocuğu iyi besleyerek, iyi giydirerek ve iyi bir okula göndererek görevlerini tam yaptıklarını zannediyorlar. Çocuğun ruhsal ve duygusal gelişimi hakkında bilgi sahibi olmadıkları için çocuğun dilinden anlamıyorlar.
Bir anne telefonda dört yaşındaki kızından şöyle yakınıyordu: "Doktor bey, bu çocuk beni deli edecek! Ne yapsam faydasız. Çok nankör bir çocuk. Onun için her fedakârlığa katlandığım, hiç bir şeyini eksik etmediğim ve onu çok sevdiğim halde beni üzmekten zevk alıyor. Çoğu zaman kendimi tutamayıp dövmek zorunda kalıyorum. Bazen, keşke onu doğurmasaydım, diyorum."
Kendisine yardımcı olmamızı isteyen anneye, bu işi telefonda halledemeyeceğimizi, görüşmemiz gerektiğini söyledik. Anneyle ve çocukla ayrı ayrı yaptığımız iki seanslık görüşmeden sonra konu açıklığa kavuştu. Anne özel bir bankada çalışıyordu. Bir sene önce kocasından ayrılmıştı. Çocuğu sabahlan bankanın kreşine bırakıyor; akşamlan alıyordu. Baba, mahkeme kararma göre, çocuğunu ancak hafta sonlan iki saat görebiliyordu. Çocuk bu görüşmeyle yetinmiyor; annesine sık sık babasının neden eve gelmediğini soruyor; onu özlediğini söylüyordu. Anne de çocuğu babadan soğutmak için; "baban beni sevmiyor; bizi terketti," diyor; bütün kötü huylarını sayıp döküyordu. Çocuktan aldığımız bilgiye göre, baba kızı ile beraber olduğu saatlerde hiç anneyi kötülemiyor; bilakis onun iyi bir insan olduğunu ancak buna rağmen anlaşamadıklarını söylüyordu.
Anne gerçekten çocuğunu çok seviyordu. Ancak bu egoizme dayanan hastalıklı bir sevgiydi. Onu kimseyle paylaşmak istemiyordu. Boşanmanın bütün suçunu babaya yükleyerek çocuğu kendi tarafına çekeceğini zannediyordu. Halbuki, çocuk baba ile beraberken çok mutluydu. Annesinden korktuğu için babaya olan sevgisini gizliyordu.
Çocuk, şuuraltında kurduğu mahkemede, anneyi suçlu bulmuştu. Yaptığı yaramazlıklarla onu cezalandırıyordu. Anneye bu gerçeği anlatmamız çok zor oldu. Çocuktaki değişmenin suçunu da babaya yüklüyordu. "Hayır, diyordu, ben bunu haketmedim! O adam beni terketmekle kalmadı; çocuğumu da benden kopardı."
Anneyi bu çaresiz duruma düşüren onun bilgisizliğiydi. Belki o da kötü bir insan değildi; ancak çocuk psikolojisini bilmemenin kurbanı olmuştu.
Aslında hanım ile bey anlaşamasa da çocuk için anne ve baba olarak önemlidirler. Bu yüzden çocuklarını iyi yetiştirmek isteyen ve bununla ilgili tavsiye teklif eden babalara, "ilk başta çocuğunuzun annesine saygı gösterecek, ona kıymet vereceksiniz" diyoruz. Tabii, soran anneyse bu kez babaya saygı ve kişiliğe değer verilmesi gerektiğini ifade ediyoruz.
Anne ile baba ayrılsalar bile çocuklarına birbirlerini kötülememeliler.
Tek Hücreden İnsana
Çocuk psikolojisini anlamak için, ana rahminden ergenliğe kadar, çocuğun geçirdiği gelişme devrelerini ve bu devrelere uygun davranış kalıplarını bilmemiz gerekiyor.
Çocuk, ana rahmine düştüğü andan itibaren hızlı bir gelişme içindedir. Her biri çocuk olmaya namzet binlerce sperma yumurta ile buluşmak ve döllenmeyi gerçekleştirmek için uzun bir koşuya çıkarlar. Koşuyu kazanan en güçlü sperma yumurta tarafından içeri alınır; diğerleri geri çevrilir.
Yumurta sperma ile buluştuktan sonra tek hücreden insana doğru akıl almaz bir hayat prosesi başlar. Döllenmenin hemen ardından hızlı bir hücre bölünmesi görülür. Her bölünmede vücut organlarından birinin taslağı ve plânı ortaya çıkar. İkinci haftanın sonunda bu mikroskobik hücreler yumağı (morula) yumurtalığı terkederek rahme iner ve rahim duvarına yapışır. Rahim duvarı ile embriyo arasında plesenta dediğimiz beslenme cihazı oluşur. Bölünme sırasında programlanan organ ve sistem
taslakları hızlı bir şekilde beslenerek olgunlaşmaya ve cenin de insan şeklini almaya başlar. Embriyo (cenin), rahim duvarına tutunduğu andan itibaren dış etkilere ve mekanik baskılara karşı korunmak üzere içi sıvı dolu çok sağlam bir torba içersine alınmıştır.
Embriyo, plesenta yoluyla doğrudan anneye bağlıdır ve onun kan dolaşımıyla beslenir. Bildiğimiz gibi, kanda vücut organlarının ve sistemlerin sağlıklı çalışması için çeşitli hormonlar bulunur. Hormon salgılayan bezlerin çalışması sinir sistemiyle yakın ilişki içindedir. Anne gebelik sırasında ağır ruhsal bunalımlar geçirdiği taktirde sinir sistemi bozulacak, bu da kana hormon salgılayan bezlerin çalışma düzenini etkileyecektir.
Aynı şekilde, plesentanın koruyucu düzenine rağmen, annenin uyuşturucu ve benzeri zehirli maddeler alması veya ağır bir ateşli hastalık geçirmesi halinde, cenin de kan yoluyla bundan etkilenecek ve belki de gelişim bozukluklarına mâruz kalacaktır.
Embriyonun ana rahminde ruhsal gelişimini etkileyen bir diğer faktör de annenin bebeği isteyip istememesidir. Bazen istenmediği halde kaza ile gerçekleşen gebelikler olur. Gebe kadın bu durumda kendisini anne olmaya hazır hissetmediği için embriyoya karşı bir isteksizlik duyar. İsteksizlik, kocaya karşı duyulan güvensizlikten ve evliliğin yürüyemeyeceği korkusundan da kaynaklanabilir. Bütün bu isteksizlikler annenin ruhsal yapısını bozar vp sinir sistemi yoluyla embriyonun gelişimini etkiler.
Doğum esnasında yaşanan zorlukların da bebek üzerinde derin etkileri vardır. Barsak dolanması, ters geliş, anneye uygulanan sezeryan ve anestezi gibi zor doğumlar bebekte büyük bir sarsıntı yapar. Doğum esnasında kalbin iki kulakçığı arasındaki kapak kapandığı için bebek nefes alarak akciğerlerini çalıştırması ve birkaç dakika içinde kan dolaşımını sağlaması gerekir. Bu nefes alma geciktiği oranda bebekte tedavisi zor sistem bozuklukları ortaya çıkar.
Doğumdan Üç Yaşına Kadar
Doğum sırasında yaşanan sarsıntılar, rahimde normal beslenen sağlıklı bebeklerde bile, sonradan ortaya çıkan zihin bozukluklarına, çırpınma ve kasılmalara (ihtilaçlara), baş dönmelerine, kısa süreli bilinç kayıplarına ve sara hastalığına yol açabilir. Bu yüzden doğumun mutlaka tecrübeli bir ebe tarafından veya doğum evinde yapılması gerekir.
İlk yaş, ilk keşiflerin yapıldığı hızlı bir hareketlilik dönemidir. Bebek önce kendi vücudunu keşfeder. Sonra annesinin memesini keşfeder ve emer. Görür, işitir, ışığı ve renkleri algılar. Elleriyle yoklar, dokunur, avuçlarıyla sıkar.
Doğumu takip eden ilk senede bebek anneye sıkı sıkıya bağlıdır. En az ana rahmindeki kadar anneye muhtaçtır. Annesiz yapamaz. Bu sebeple, çalışan annelere, mümkün olduğu taktirde bir sene kadar işine ara vermesini tavsiye ediyoruz. Bebek çok iyi bakılıp beslense dahi anne yokluğunun verdiği güvensizliği bertaraf etmek mümkün değildir.
Yeni doğan bebek, durmadan yerinde kıpırdanır. Organlarını zevkle hareket ettirir. Bu beden hareketi, onun sinir ve kas gelişimi için çok lüzumludur.
Gereğinden fazla sıkı bağlanan kundaklar bebek hareketini sınırlayacağı için onu rahatsız eder.
Çocuk bir yaşına kadar sizi dinler ve hafızasındaki söz dağarcığını doldurur. Bir yaşına doğru sit kelimeleri kullanmaya başlar. İlk kelimelerin anne ve baba üzerinde uyandırdığı sevinci görür ve bundan büyük bir zevk alır. Bu zevk bir bakıma sizin insan üzerinde bıraktığı sihirli tesiri keşfetmiş olmaktan kaynaklanır. Böylece çocuk sosyalleşme yolunda ilk adımını atmış olur.
Çocuk sizin hiç önemsemediğiniz bir uyaranı karşısında büyük heyecana kapılabilir veya korkabilir Her şey onun üzerinde etki bırakır. Yeni gördüğü bir şey mesela bir hayvan, bir alışkanlığının elinden alınması mesela odasının değiştirilmesi veya bir yere giderken ilk defa komşuya bırakılması, anneden ayrılması, aniden sütten kesilmesi gibi şeyler çocuk üzerinde korkuya ve aşın heyecana sebep olabilir.
Ancak emekleyerek etrafını keşfetmeye ve ilgisini çeken şeylere dokunmaya çalışan bebek, on dördüncü ayına doğru yürümeye başlar. Konuşma ve yürüme yaşı bölgelere, iklimlere ve soya çekime bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Bu sebeple kesin rakamlar vermek doğru değildir.
Anne ile bebek arasındaki çatışma, çocuk yürü-j meye başladıktan sonra ortaya çıkar. Yürüyen çocuk, hızlı bir öğrenme sürecine girer. Gördüğü her şeye dokunmak, evirip çevirmek, yere atmak, dökmek, dağıtmak, sökmek, takmak ve böylece o şeyi hakkında bilgi sahibi olmak ister Büyük bir merakla keşfetmeye çalıştığı o şeyi elinden aldığınız zaman çok kızar; vermek istemez. Bir nesneye verdiğimiz kıymet soyut bir şeydir. Çocuk nazarında ucuz bir cam bardak ile çok pahalı bir kristal bardak arasında fark yoktur. Kınlan bir vazo ile sağlam vazo arasında da fark yoktur. Bunun içindir ki; pahalı bir şey kırdığı zaman ona gösterdiğiniz öfkenin ve kızgınlığın sebebini anlayamaz; paniğe kapılır.
Çocuğun zihin gelişmesi, duyularının ve kaslarının gelişmesinden ayrı bir proses değildir. Yürümesi, koşması, zıplaması, oyun oynaması bedenini ilgilendirdiği kadar zihnini de ilgilendiren bir faaliyettir. Çocuğun hareket alanı kısıtlandığı ve boş bir odaya kapatıldığı taktirde; beden gelişmesi kadar zihin gelişmesi de gecikme gösterir. Çocukta güvensizlik kompleksi başlar. Korku, saldırganlık, ürkeklik gibi negatif davranışlar geliştirir. Daha sonra aşağılık kompleksi, bir işe yaramama, bir iş becerememe gibi negatif duygular ortaya çıkar.
Peki, çocuğun bedenen, zihnen ve ruhen gelişmesi için onu tamamen serbest mi bırakmak gerekir? Dilediğini yapmasına, eline geçeni kırıp dökmesine, duvarları kara kalemle çizmesine, daha doğrusu bütün zorbalığına katlanmamız mı gerekir? Elbette hayır. En iyi çare, çocuğun yaralanmasına sebep olacak kesici ve kolay kırılabilen eşyayı göz önünden kaldırıp kilitli bir dolaba saklamaktır. Bazı anne babalar, çocuğu oyuncaklarla dolu bir odaya kapatarak problemi çözdüklerini zannederler. Oyuncakların gerçek dünyayla fazla bir ilgisi yoktur. Oyuncaklar, ancak çocuğun hayal dünyasını zenginleştirmeye ve onu eğlendirmeye yarar. Çocuk, gerçek hayat bilgisini oyuncaklarla değil; evin her tarafına yayılmış günlük eşyayı tanıyarak öğrenir.
Eğer çocuğun evde serbestçe dolaşmasına ve eşyayı tanımasına izin verilmez; hareketlerine devamlı müdahale edilirse, üç yaş buhranı dediğimiz çatışmalar başlar. Çocuk yapma dediğiniz şeyi inatla yapar, dokunma dediğiniz şeye ısrarla dokunur. Üstü tabaklarla dolu masa örtüsünü çeker; tabakların ve bardakların yere düşmesini zevkle seyreder. İşittiği azarlar, yediği dayaklar onu yola getiremez. Onu yola getirecek şey, sevgi, anlayış, sabır ve şefkattir.
Çocuğunuz sinirli midir? Ona sakin olmasını söylemenin ve azarlamanın bir faydası yoktur. Bağırıp çağırıyor veya tepiniyor ise; bırakınız bir süre daha tepinsin, enerjisini boşaltsın. Biraz sonra ona hoşuna giden bir rol vererek sakinleştirmeniz daha kolay olacaktır.
Bir baba akşam eve yorgun gelmiş, yemeğini yedikten sonra koltuğuna oturmuş, kahvesini yudumlarken, gazetesini okumak istiyor. Bunu anlayışla karşılamak gerekmez mi?
Peki ya evin hanımı? O da akşama kadar ev işleriyle uğraşmaktan, çocukların arkasından koşturmaktan yorgun düşmemiş midir? Onun da bir koltuğa oturup televizyon seyretmeye veya kocasıyla sohbet etmeye hakkı yok mudur?
Çocuklar da okulda veya sokakta birçok olay yaşamış; başlarından ilgi çekici şeyler geçmiştir. Bunları babalarıyla paylaşmak istiyorlar. Babalan onları dinlemeyecek mi?
İşte size iç içe girmiş üç soru ve üç problem. Çoğu ailelerde bu problemler vardır ve herkes kendi problemini ön planda tutar; dilediğini yapmak ister. Baba, "Çekilin başımdan gazete okumak istiyorum!" der. Anne, "Gidin dersinize çalışın; sizinle uğraşacak halim kalmadı!" der. Çocuklar da gürültü yaparak veya birbirleriyle kavga ederek anne babanın ilgisini çekmeye çalışırlar. Bu gürültülü ortamda kimse rahat edemez. Çocuklara bağırıp çağırarak veya ceza ile korkutarak sükûneti sağlayamazsınız.
Problemi çözmenin ve herkesi memnun etmenin en güzel çaresi aile sohbetidir. Akşam yemeği sohbet için en uygun zaman ve mekândır. Böylece yemek daha zevkli geçer. Baba, önce anneye sonra çocuklara tek tek günlerinin nasıl geçtiğini sorar. Onları ciddiyetle dinler; heyecanlarını, sevinçlerini, üzüntülerini paylaşır. Baba tarafından ilgi gören çocuklar hem daha hızlı öğrenirler hem de kendilerine güvenleri artar.
Çocuğa saygı gösterilir mi? Evet, gösterilir. Çocuğu adam yerine koymak, ona zaman ayırmak, birlikte gezintiye veya çarşıya çıkmak, onu çarşı esnafıyla ve komşularla tanıştırmak, sorularına anlayacağı dille cevap vermek ona saygı göstermek demektir. Eğer siz çocuğun yaramazlıklarına katlanır buna rağmen sevginizi esirgemezseniz; o da koyduğunuz kurallara uyarak size saygı gösterir.
Oyuna, ilgiye ve sevgiye doymuş bir çocuğa, ´Haydi uyku zamanı geldi!" dediğiniz zaman yatağa gitmekte zorluk göstermez. Çocuğa kaşıkla veya çatalla yemek yeme, ellerini yıkama, tuvalet ihtiyacını haber verme gibi belli alışkanlıkları kazandırmaya çalışırken de çok sabırlı ve anlayışlı olmamız gerekir.
Oyun, çocuğun sadece fiziksel gelişimi için değil, aynı zamanda zihinsel gelişimi için de çok önemlidir. Oyun, çocuğun en ciddi işi ve en aktif öğrenme mekanizmasıdır. Oyun sırasında rahatsız edilmekten hoşlanmaz. Üstünü başını kirleteceği endişesiyle çocuğun oyununu müdahale etmek ve sınır koymak doğru değildir. Çocuk ilk üç yılda canlı cansız ayırımı yapmaz. Oyuncaklarıyla canlı birer varlıkmış gibi konuşur. Bu sizi şaşırtmamalıdır. Bazen anne ve babanın da oyuna katılmasını ve rol almasını isteyebilir. Anne ve baba çocuğun bu isteğini geri çevirmemeli; verdiği rolü en iyi şekilde oynamalıdır.
Anne babanın çocuğa resimli hikâye kitapları okuması dil gelişimi açısından çok faydalıdır. Bu dönemde anneyi rahatlatmak ve çocuğun özgür yetişmesini sağlamak görevi yine babaya düşüyor.
Çocuğun okula iyi bir başlangıç yapması ve başarılı olması, okul öncesi tecrübelerin zenginliği ile doğru orantılıdır. Ana okuluna gitmemiş, annenin dizi dibinden ayrılmamış, arkadaş grubuna katılmamış bir çocuğun okul hayatına alışması çok zordur. İlk günlerin paniği, zamanla okul korkusuna dönüşebilir. Ayrıca ömür boyu annesine bağlı kalmak gibi bir problem de ortaya çıkabilir. Üç yaşına kadar, babasıyla fazla ilişki kurmamış bir çocuğun annesinden ayrılması daha zordur. Oysa babasıyla güçlü ilişkileri olan bir çocuk bu aşamayı daha sorunsuz atlatır.
Dört Yaşından Yedi Yaşına Kadar
Eğer bir çocuk üç yaş dönemini buhransız ve önemsiz çatışmalarla atlatmış ise; ikinci çocukluk çağı dediğimiz 4-7 yaş dönemini daha istikrarlı geçirmesi beklenir. Ancak çocuğun benmerkezciliği (egosantrizmi) devam eder. Çocuktaki benmerkezcilik, her davranışta bilinçli olarak kendi çıkarını gözeten bir egoizm değildir. Çocuğun kendisini dünyanın merkezinde gördüğü, canlı cansız ayınım yapmaksızın her şeyi ve herkesi kendisine göre algıladığı bir özelliktir. Çocuk kardeşiyle konuşurken anne ve baba için, ´babam, annem’ der; ´babamız, annemiz’ demez. Küçük bir çocuğun oyuncağını kardeşiyle paylaşması beklenemez. Vermek istemez; ´benim!´ diye tutturur. Bu ben merkez duygusu, hızlı öğrenmede ve kişilik gelişiminde önemli bir rol oynar.
Yedi yaşına kadar bir çocuğa sorduğunuz şu sorulara aşağıdaki cevapları almanız mümkündür:
~ Ahmet, senin erkek ve kız kardeşiniz var mı?
~ Evet, Kenan adında bir erkek, Ayşe adında birj kız kardeşim var.
- Kenan´ın kaç erkek ve kaç kız kardeşi var?
- Onun Ayşe adında bir kız kardeşi var.
- Peki, Ayşe´nin kaç erkek kardeşi var?
- Onun Kenan adında bir erkek kardeşi var.
Çocuk henüz kendisini dünyanın merkezinde gördüğü ve ondan ayıramadığı için adı geçmedi.Hiç bir yerde kedisini hesaba katmamaktadır.
Benmerkezcilik duygusu yedi yaşından sonra aynı şiddette devam ederse; bencilliğe dönüşebilir.Anne babanın buna dikkat etmesi ve beş yaşında sonra yavaş yavaş, özendirerek, çocuğa paylaşma yardımlaşma duygularını kazandırmalıdır.
Kırıldığında kendisine ve etrafına zarar verebilecek şeyleri ondan saklamak (elinden alıp gözü önünde saklamak değil) kazaları önlemek bakımından gereklidir. Ancak o yine de bazı şeyleri bulup önüne geçilmez o keşif duygusunu tatmin etmeye çalışacaktır.Çocuğu ev eşyasına zarar vermekten alıkoymanın en iyi çaresi, onu günlük hayatınıza katmak ev işlerinde küçük görevler vermektir. Çocuk psikolojisi bilmeyen bir anne, sofrayı hazırlarken eteğine dolaşan çocuğu; "Ayaklanma dolaşma, görmüyor musun işim var, git oyuncaklarınla oyna " diyerek kazaya davetiye çıkarır. Çocuk kendisinin dışlanmasına katlanamaz; masa örtüsünü çektiği gibi üstündekileri yere boşaltır. Halbuki psikoloji bilen bir anne; "Gel yavrucuğum bana yardım et; şu bardakları ver de masaya koyayım," der. Böylece hem çocuğa güven duygusu kazandırmış hem de muhtemel bil kazayı önlemiş olur.
Çocuklar cepli elbiseleri çok severler. Onun için cepli bir keten pantolon, cepsiz bir kadife pantolondan daha kıymetlidir. Ceplerini ıvır zıvırla doldurmasına kızmayın. Bırakım onun da kendisine ait bir-şeyleri olsun. Bizim okulda teorik olarak zorla vermeye çalıştığımız az-çok, uzun-kısa, büyük-küçük kavramlarını o biriktirdiği ve köşelere sakladığı bu özel eşyayla çok daha iyi öğrenecektir.
Çocuk kendisine gereken bilgileri doğal şekilde almalıdır. Her bilginin yaşı ve zamanı vardır. Altı yaşından önce okuma yazma öğretmeye çalışmak, çocuğu okuldan soğutmaktan ve merak duygusunu köreltmekten başka bir işe yaramaz. Çocuğun sormadığı ve merak etmediği konulan zorla beynine doldurmak çok tehlikeli bir girişimdir. Bu girişimde bulunan çok anne ve baba tanıdık. Böyle anne babaların elinde aptallaşan zeki çocukların sayısı az değildir.
Ülkemizde neden çok az sayıda kitap ve gazete okunduğunu hiç merak ettiniz mi? Bunun tek sebebi okullarımız ve yanlış eğitim sistemimizdir. Okullarda, elli-altmış kişilik sınıflarda, yanlış eğitim metotlarıyla, öğrenmeye hiçbir katkısı olmayan ödev yığınlarıyla çocuklarımız aptallaştırılıyor. Kitap okumaktan nefret ediyorlar.
Sinir Sisteminde ve Duyularda Gelişme
Çocuğun oyuna ve öğrenmeye doymak bilmediğini anlamak için onun yüzüne bakmak yeter. Ağzı hep yan açıktır; yutmaya ve emmeye hazır bekler. Burun kanatlan geniş bir şekilde açılmış; kana yeterince oksijen sağlamaktadır. Gözlerini dört açmış etrafında olup bitenleri görmek için pusuda beklemektedir. Kepçe kulakları bütün sesleri almaya hazır. Çocukta beden ve duyular birlikte gelişir. Yeterince hareket edemeyen çocuğun sadece vücudu değil, duyulan da yavaş gelişir.
Üç yaş çocuğu yerinde duramaz. Onu beş dakika sakin oturtmak imkânsızdır.Mutlaka hareket edecek; bir şeylerle oynayacaktır. Hareketli halk arasında "yaramaz çocuk" denir. Eğer çocuğunuz yaramazlık yapmıyor; bir köşede uslu uslu duruyorsa mutlaka psikolojik bir problemi vardır. Hareket etmeyen ve yerinde uslu uslu oturan çocul duyularını dış dünyaya kapatmış; içe dönmüş demektir.İçe dönük çocuk ağzı kapalıdır. Burun delikleri dardır. Göz kapakları ve çatık kaşları gözler yarı yarıya gizlemiştir. Bazı anne babalar uslu çocuklarıyla övünürler: "Benim çocuğum çok usludur. Hiç yaramazlık yapmaz. Otur, dediğim yere oturur; hiç sözümden çıkmaz," diyen bir anne veya baba, aslında, "Benim çocuğum ruhen sağlıksız demektedir.
Özellikle parkları ve oyun yerleri az büyük şehirlerin kutu gibi apartman dairelerinde, daracık mekanlarda yetişen çocukların hareketli ve "yaramaz" olmaları neredeyse kaçınılmazdır.
Zihin Gelişimi
Çocuk beş yaşına kadar soyut şeylere karşı ilgi duymaz. Çünkü zihin kapasitesi henüz soyut şeyleri kavrayacak olgunluğa erişmemiştir. Çocuk içinde bulunduğu anı yaşar ve kavrar. Onun zihninde geçmiş ve gelecek zaman kavramları yoktur. Bu sebeple "dün, yarın, bugün" kelimeleri onun için bir anlam taşımaz. Bu kelimeleri sadece siz kullandığınız için kullanır. Çoğu zaman bunları birbiriyle karıştırır.
Çocuk, gördüğü ve dokunduğu somut (nesnel) şeylerle ilgilenir. Onun "neden, niçin" le başlayan sorularına cevap ararken bu gerçeği gözden uzak tutmamalıyız. Çocuk ayrıca rüya ile gerçeği de birbirine karıştırır. Eğer olmamış bir şeyi olmuş gibi anlatıyor veya sık sık hikâye uyduruyor ise; muhtemelen size gördüğü rüyayı anlatıyordun
Çocuğun bedeni gibi, zihni melekeleri de hareket halindedir. Dört yaşına kadar ona zaman kavramını anlatamazsınız. İstediği bir şeyi "dün vermiştim," veya "yarın vereceğim," deseniz bile o istemeye devam eder. Çocuk zihninde geçmiş ve gelecek zaman kavranılan bir anlam taşımaz; o sadece içinde bulunduğu anı yaşar. Zaman kavramını ve saat okumayı ancak 4-7 yaşları arasında öğrenebilir. Zamanı ifade eden saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay ve sene gibi kavranılan doğru olarak ancak 8 yaşından sonra kullanabilir.
Çocuk bize ve kendisine zararı olmayan bir şeyle meşgul iken, onu kendi haline bırakalım. Bazı anne babalar kendilerini çocuk yerine koyamadıkları için o anki meşguliyetini çok basit görüp dikkatini kendilerince daha faydalı olan bir işe çevirmek isterler. Bu çocuk psikolojisine aykırı, anlamız bir müdahaledir. Bırakınız çakıl taşlarını incelemeye ve mutlu olduğu meşguliyetine devam etsin; ona güneş ışınlarını ve gölgeyi anlatmaya çalışmayın.
Dil gelişimi üç yaşından itibaren başlar. Beş yaşına kadar dil henüz çocuk için monologdan ibaret basit bir oyundur. Yani egosantrizm (benmerkezcilik) dil alanında da devam eder. Çocuk konuşurken başkalarının kendisini dinlediklerine ve anladıklarına pek aldırış etmez. Çoğu zaman konuşmasını yarıda keserek başka bir işe yönelir.
Üç- beş yaşlan arasında iki çocuğun konuşmasını dinlediğinizde, konuşmanın diyalogdan ziyade iki ayrı monolog şeklinde yürüdüğünü göreceksiniz. Her çocuk aynı konu üzerinde kendi dünyasını anlatır. Cümleler arasında bir mantık bağı yoktur.
Çocuk sembollerin işaret ettiği anlamlan ancak yedi yaşından sonra kavrayabilir. Yazı ve rakamlar birer semboldür. Çocuk harflerin sesleri, rakamların da sayıları sembolize ettiğini ancak soyut düşünme melekesini kazandığı zaman anlayabilir. Çocuk psikolojisi alanında araştırmaların yetersiz olduğu atmışlı yıllarda yazı öğretimi tümevarım metoduyla öğretilmeye çalışılıyordu. Yani önce harfler öğretiliyordu. Sonra sırasıyla hecelere, kelimelere ve nihayet cümleye geçiliyordu.
Öğrenme psikolojisi alanında çalışmalar ve araştırmalar ilerledikçe bunun çocuk zihin gelişimine uygun bir metot olmadığı anlaşıldı. Yerine çok daha kolay ve pratik olan tümdengelim metodu uygulanmaya başlandı. Yani okuma ve yazıya doğrudan cümle ile başladılar. Eski metotla öğrenen anne babalar bunu çok yadırgadılar. Çocuklarına yardımcı olmaya çalışırken, farkında olmadan, onların işlerini zorlaştırdılar.
Aynı problem çocuk eğitiminde de geçerli. Avrupa ülkelerinde ve Amerika´da, evlenmeye niyetlenen gençler, akşamlan Anne Baba Okulları´na giderek çocuk psikolojisi ve eğitimi konularında ders alıyorlar. Türkiye´de, her bilimsel alanda olduğu gibi, maalesef bu alanda da yeterli çalışmalar yok.
Sosyalleşme ve Ahlâk Duygusu
Beş yaşına kadar çocuğun dünyasını ona bakmakla yükümlü anne, baba ve aile büyüklerinden ibaret 3-5 kişi doldurur. Üç yaşına kadar bebek anneye sıkı sıkıya bağlıdır. Atalarımız, "Anasız kuzu melemez," sözüyle bunu çok güzel ifâde etmişlerdir. Annesiz veya anne ilgisinden yoksun bir çocuk, doğumdan üç yaşa kadar olan dönemi hem fiziksel hem de ruhsal yönden gelişme bozukluğu içinde geçirir. Ondan sonra en iyi kurumlarda yetiştirilse dahi tam olarak sosyalleşemez.
Çocuğun sosyalleşmesi, ancak beş yaşından sonra, yani çevresinin genişlemesiyle başlar. Aile çevresi ne kadar geniş olursa, çocuk o kadar hızlı sosyallesin Yine de dil gelişimi ile sosyalleşme arasında bir parallellik vardır. Başkalarıyla ilişki kurmak ve onlarla anlaşmak için diyaloga girmek gerekir. Diyalog, başkalarının kendisi için ne düşündüğünü merak etmek ve öğrenmeye çalışmak, aynı zamanda kendisinin de başkaları için ne düşündüğünü ifade etmek demektir. Halbuki, daha önce sözünü ettiğimiz gibi, beş yaşına kadar çocuk sıkı bir be-merkezcidir; başkalarının kendisi için ne düşündüğünü merak etmez. Bu sebeple, beş yaşına kadar çocuk aile üyelerinden başkasına fazla ilgi duymaz. Komşu hanımın kucağında üç-beş dakikadan fazla duramaz; annesini ister.
Beş yaşına kadar bir çocukta ahlâk anlayışı, mantıkî olmaktan çok anneyi ve babayı taklit ederek kazandığı alışkanlıklar şeklindedir. Ancak utanma duygusu diğer ahlaki duygulardan biraz farklı. Çocuk üzerinde yapılan deneyler utanma duygusunun yaratılıştan geldiğini ve diğer ahlâki duygulardan daha güçlü olduğunu gösteriyor. Bu sebeple, çocuktaki utanma duygusunun anne ve baba tarafından dikkatli kullanılması gerekiyor. Hiç unutmuyorum. Küçükken dedemin bana sorduğu bir bilmece vardı: "ALLAH´tan korkmaz, cennete gider. Bil bakalım o kimdir?" Bilemediğim zaman gülerek şöyle demişti: "O, sensin." Ve sonra o bal akan diliyle açıklamasına geçmişti: "Bîr çocuk ALLAH´tan korkmaz; ama cennete gider. Neden? Çünkü ALLAH, çocukları sever ve ergenlik çağma gelinceye, yani bıyıklan çıkıncaya kadar onlara günah yazdırmaz. Ya Alişim, işte böyle: Çocuklar günahsız birer melektir. Çocukları seven ve onlara günah yazdırmayan ALLAH´tan hiç korkulur mu? Korkulmaz, korkulmaz Alişimin
Dedem iyi bir müslümandı. Bilinçli olarak bana önce cenneti olan ALLAH´ı anlatmış ve O´nu sevdirmişti. Biz de çocuklarımıza evvela cenneti olan ALLAH´ı anlatmalıyız. Eğer böyle yapmaz, bazı bilinçsiz anne babalar gibi, çocuğun her yaramazlığını ´ayıp ve günah´ sözcükleriyle değerlendirir; ALLAH ve cehennemle korkutursak; farkında olmadan suçluluk duygusu aşılamış, onu dinden soğutmuş oluruz.
Öğrenmek demek hareket demektir. Çocuk, hareket etmeden nasıl öğrenecek, çevresini nasıl keşfedecektir? Çocuk, yaramazlık olsun diye hareket etmez. "Yapma!" dediğiniz şeyi yaparken aslında maksadı sizi kızdırmak veya sözünüzü dinlememek değildir. Denemek ve "yapma" dediğiniz o şey hakkında bilgi edinmek istiyor. Eğer yaptığı hareket büyük bir zarara sebebiyet vermeyecekse, bırakın yapsın. Yoksa etraf dağılacak, üstü başı kirlenecek gibi sudan sebeplerle hareketlerini kısıtlarsanız, hem çocuğun öğrenme hızı düşer hem de aranızda çatışmalar başlar.
Siz anne baba olarak her zaman doğru olan şeyleri telkin edin. Ancak çocuğun hür iradesini tamamen elinden almayın. Bırakın, deneme-yanılma yoluyla bazı şeylerin doğru veya yanlış olduğunu kendisi keşfetsin. O zaman telkinleriniz daha tutarlı ve daha kalıcı olur.
İşte bunun için sadece annenin değil babanın da çocuğa ilgi ve sevgi göstermesi, zaman ayırması gerekir. Çocuk, babasıyla iletişime girdikçe çok şey öğrenecektir.
Çocuk Nasihattan Nefret Eder
Çocuğun nasihatten hiç hoşlanmadığını, hatta nefret ettiğini biliyor musunuz? Evet, nasihat kadar çocuğu kızdıran bir şey yoktur.
Olumsuz davranışların önüne geçmek için uzun uzadıya mantıklı açıklamalar yapmanız gerekmez. Bunları onaylamadığınızı ve benimsemediğinizi söylemeniz yeter. Bir baba bu tavsiyelerimiz üzerine şu soruyu sormuştu: "Peki, çocuk sürekli olumsuz davranışlar gösterirse; bunun önüne nasıl geçebilirim?"
Babanın sorusu disiplin konusunu gündeme getiriyordu. Disiplin, eğitimin vazgeçilmez bir parçasıdır. Disiplinden kastettiğimiz şey, bütün iyi niyetimize ve hoşgörümüze rağmen çocukta ortaya çıkan olumsuz davranışlara karşı tavır almaktır. Bu tavrın her zaman için kinci ve dayağa yönelik olması gerekmez. Cezanın pek çok çeşidi vardır. Üzüldüğünüzü söylemek, kısa bir süre küsmek, surat asmak, yan bakmak gibi tavırlar da birer cezadır. Bunların yetmediği yerde, yani olumsuz davranışın size yönelik olması halinde, onu bir süre için sevdiği şeyden mahrum edebilirsiniz. Ancak âdil davranmaya, cezanın suça eşit olmasına dikkat etmelisiniz. Kızgınlık anında verdiğiniz ağır bir ceza çocuğu ruhen incitebilir.
Disiplin, bir yönüyle, çocuğu ciddiye aldığınızı yâni ona değer verdiğinizi gösterir. Çocuğun olumsuz davranışları her zaman kural çiğnemeye yönelik olmayabilir. Unutmayın; çocuk iyi bir deneyci ve gözlemcidir. Sık sık yaramazlıklar yaparak sizin kendisini ne kadar sevdiğinizi ve ne kadar önemsediğinizi dener.
Ceza, suçun hemen arkasından gelirse etkili olur. Geciktirilen cezanın fazla etkisi olmaz. Devamlı ertelenen cezalar ve kuru tehditler hiç bir işe yaramaz.
Dört-yedi yaş arası dönem, ahlâk eğitiminin yerleştiği çok önemli bir dönemdir. Çocuk, ailede ve toplumda hoş karşılanmayan bazı şeyleri yapamayacağını, ancak bizim kararlı tutumumuz sayesinde öğrenecektir. Ancak, görgü kurallarının bütünü ahlâk sınırlan içine girmez. Özür dilememek ve teşekkür etmemekle, hırsızlık yapmak ve yalan söylemek aynı şey değildir. Görgü kurallarında çocuğu fazla zorlamak doğru değildir. Bir büyüğün verdiği hediyeye karşılık çocuğun teşekkür etmesi güzel bir davranıştır. Ancak bunu büyüğün yanında çocuktan istemek ve ısrarla; "Amcaya teşekkür etsene!" demek onu küçük düşürmekten başka bir işe yaramaz. Çocuk aynı zamanda iyi bir taklitçidir. Hoşuna giden sözleri ve davranışları taklit etmekten zevk alır. Sizin birine teşekkür ettiğinizi ve onunda bundan çok hoşlandığını gördükçe o da teşekkür edecektir.
Görgü kuralları, taklide dayanır ve yaşanarak öğrenilir. Bu kurallar toplumdan topluma değişir ve tam bir mantığı yoktur. Amerika´ya gittiğimde ilk haftalarda tuhafıma giden çok şeyler görmüştüm. Mesela, Amerikalı hoca sınıfta -affedersiniz- sesli bir şekilde yelleniyor, ancak özür dilemiyordu. Fakat aynı adam konuşurken öksürüğü gelince özür diliyordu. Tahtayı silmeye kalktığım zaman bütün öğrenciler bana gülmüştü. Meğer orada öğrenciler hiç tahta silmezmiş; bu öğretmenin göreviymiş, onun için para alıyormuş.
Yedi Yaş Buhranı
Çocuk yedi yaşına doğru yavaş yavaş aileye ait benlikten yani benmerkezci kişiliğinden sıyrılarak sosyal benliğe adım atar. Çocuğun fiziksel ve zihinsel gelişimi normal olsa dahi, sosyal benlik ancak aile dışındaki dünyaya çıkarak gerçekleşebilir. Annesinin dizi dibinden ayrılmamış, el bebek gül bebek büyütülmüş, her ihtiyacı anne ve baba tarafından karşılanmış, ana okulu tecrübesi olmayan bir çocuk ansızın girdiği okul çevresine uyum sağlamakta zorluk çekecek ve yedi yaş buhranı dediğimiz problemi yaşayacaktır.
Altı-yedi yaşlarından itibaren çocukta yeni davranış biçimleri ortaya çıkmaya başlar. Bunların başında kardeş anlaşmazlıkları gelir. Anne baba ile iyi bir diyalog kuramayan ve onlarla rahat konuşamayan çocuklar, kardeşlerini kıskanarak sıkıntılarını belli ederler.
Kardeşlerini kıskanan ve onlarla devamlı kavga eden çocuklar, anne babanın sevgisinden şüphe eden çocuklardır. Çocuğu içten içe kemiren ve ruh sağlığını bozan bu şüphecilikten kurtarmanın yolu,
ona ailede önem verildiğini hissettirmek ve daha fazla sevmektir. Ancak bunu yaparken sevgi paylaştırmada âdil davranmalı; diğer çocukları ihmal etmemelidir.
Kekemelik olayı daha çok yedi yaş buhranı sırasında ortaya çıkmaktadır. Kendine güveni olmayan çocuğun üzerine gidildiğinde, ondan kapasitesi üzerinde basan beklenildiğinde, köşeye sıkışan kedi psikolojisine girecektir. Ne yapacağını, nasıl kaçacağını, nereye sığınacağını bilemeyen kedi gibi şaşırıp kalacak ve kekelemeye başlayacaktır. Kekemelik solak çocuklarda daha sık görülür. Çocuk doğuştan solak olduğu için, okul çağına kadar sol elini kullanmaya alışmıştır. Öğretmen onu sağ elini kullanmaya zorladıkça ve anne baba da aynı istekte bulundukça çocuğun kekemeliği artar.
Yedi yaş buhranı geçiren bir çocuk, bilinçsiz olarak, sıkıntısını bastıracak yollar bulur. Bazen babası veya ağabeyi kendisine nasıl dayak atmışlarsa, o da küçük kardeşini veya evin kedisini döver. Haksız yere dayak yediklerine inanan mutsuz çocuklar şefkatli değillerdir. Mahallede kedi-köpek kovalayan, kuyruklarına teneke bağlayarak onlara işkence eden veya karınca yuvalarını bozan çocuklar, kesinlikle yedi yaş buhranını atlatamayan mutsuz çocuklardır.
Yedi yaş buhranının tezahürleri farklı farklıdır. Kimi çocuklar, evin ya da bahçenin kuytu bir köşesine sığınır. Orada, kimsenin görmesini istemediği ve düşmanca bakışlardan gizlediği renkli cam parçalan, çakıl taşlan, mandallar, misketler, düğmeler ve birbirini tutmaya bir sürü ıvır zıvırla dolu bir hazine kurar. Kimi çocuklar, ailesinden bulamadığı yakınlığı ve itibarı sağlamak için arkadaşlarına cömertçe hediyeler verir. Evden çaldığı paralarla sakız, şeker, simit, çukulata gibi Çocukların ilgisini ve iştahını çeken şeyler satın alır; arkadaşlarına dağıtır.
Yedi yaş buhranını güçlendiren bir başka etken, okula başladığı zaman yaptığı keşiftir. O zamana kadar Çocuğun gözünde baba en güçlü ve en bilgili kişi, anne de en mükemmel kadın idi. Ancak, öğretmeniyle ve okul müdürüyle tanıştıktan sonra, babanın ve annenin bilgili kişiler olmadığını; onlardan daha bilgili kişiler bulunduğunu keşfeder. Anne baba arasında geçen tartışmaları ve geçimsizlikleri farkeder. Bu keşif ve farkına varış, çocukta derin bir iç sıkıntısı ve ahlâk buhranı doğurur. Daha önce anneden ve babadan hiçbir şey gizlemeyi düşünmüyordu. Çünkü, onlar her şeyi bildiklerine göre, onun ne yaptığını ve ne düşündüğünü de bilirdi. Çocuk, ailenin dışına çıktıktan sonra onları denemek için, artık bazı şeyleri gizlemeye ve ilk yalanlanın söylemeye başlar.
Anne babanın birbirine karşı saygılı ve ALLAH inancının güçlü olduğu ailelerde yedi yaş buhranı kolay atlatılır. Çünkü o ailede adalet vardır; kimseye haksızlık yapılmaz. Dürüstlük, sevgi, yardımlaşma ve şefkat vardır. Çocuğa, "Her şeyi bilen yalnız ALLAH´tır," fikri aşılanmıştır. Anne ve baba, bazen, çocuk tarafından kendilerine soru yöneltildiğinde;"bilmiyorum" deme dürüstlüğünü göstermişlerdir.
Çocukta kişilik gelişimi çok önemlidir. Evde, her çocuğun kendisine ait bir odası, bu mümkün değilse, bir dolabı olmalıdır. Şahsi eşyalarını koyacağı ve kimsenin karıştırma hakkına sahip olmadığı çekmeceli masası olmalıdır. Eğer çocuğun sahip olduğu ve sır gözüyle baktığı şeyleri saklayacağı bir yeri olmazsa; o bunları kalbinde saklar ve kalbini anahtarla kitleyerek size kapalı tutar.
Anne-baba birbirlerine karşı saygılı değilse ve karşılıklı hakaretlere varan tartışmaları çocuğun yanında yapıyorlarsa durum vahim demektir. Çünkü çocuk, anne-babasının kişiliklerini yüceltmiştir ve onları örnek alıp davranışları taklit yoluyla kimliğini oluşturmaktadır.
Bilge Bahçıvan
Orhan adında, başını kitaptan kaldırmayan, okuma delisi bir adam tanımıştım. Bu adamın, Burçin isminde, sevimli ve zekî bir kız çocuğu vardı. Baba, daha çocuk konuşmaya başlar başlamaz ona resimli ABC kitapları aldı. Kısa zamanda çok şey öğretme hevesine kapıldı. Burçin yeni birşeyler öğrendikçe, baba sevinçten uçuyor; önüne gelene kızının ne kadar akıllı olduğunu anlatıyordu. Adam, sanki çocuğunu sevimli ve güzel olduğu için değil, çok şey öğrendiği için seviyordu. Kızcağız da baba sevgisini kaybetmemek için var gücüyle çalışıyordu.
İşin daha da tuhaf tarafı, çocukların okulda cümle ile yâni tümden gelim metoduyla okumaya başladıklarını bilmeyen Orhan bey, Burçin´e harfleri öğreterek işe başladı. Çocuk harflerin adını ezberledikçe ona bir ödül veriyordu. Sıra rakamları ezberlemeye gelince, kızcağız, bu sembollerin nasıl sayı ifâde ettiğini bir türlü anlayamıyordu.
Bütün zorluklara rağmen, Burçin beş yaşma geldiği zaman çok düzgün okuyabiliyordu. Bu arada yazı çalışmaları da devam ediyordu. Altı yaşını bitirdiği zaman, artık okur yazar bir çocuktu.
Babası, Burçin´i okula kaydettireceği gün, onu da yanında götürdü. Doğruca müdürün odasına girdi. Kızının okuma yazma bildiğini, dolayısiyle ikinci sınıftan başlaması gerektiğini söyledi. Müdür, masasının üzerinde duran gazeteyi çocuğa uzattı. "Oku bakayım şu haberi kızım." dedi. Burçin, hiç takılmadan, haberi okudu. Müdür şaşırıp kaldı. Sonra yazı denemesine sıra geldi. "Söyleyeceklerimi yaz kızım.´ dedi. Burçin söylenenleri hiç yanlışsız ve düzgün bir yazı ile yazdı.
Müdür, bütün öğretmenleri odasına çağırdı. "Arkadaşlar, dâhi bir çocuk görün." dedi ve Burçin´i öğretmenlere tanıttı. Okulun başladığı günden itibaren, bir hafta boyunca çevre okullardan da kızı görmeye geldiler Orhan bey, bu büyük ilgi karşısında gurur duydu ve kızına daha çok şey öğretmek için gece gündüz çalıştı.
Okula başladığının daha ayı dolmadan Burçin´de tuhaflıklar başladı. Okula uyum sağlayamamıştı. Öğretmenin ders metoduyla, babanın öğretme metodu çok farklıydı. Öğretmen, öğrettikleri üzerinde sorular soruyor, konunun nedenleri ve niçinleri üzerinde duruyor; çocuklardan yorum yapmalarını istiyordu. Halbuki, baba hiç de böyle yapmıyordu. Kızına ödev veriyor; o da ezberliyordu.
Burçin, uzun süre, okuldaki sıkıntılarını gizledi. Babanın kendisine olan güvenini ve sevgisini kaybetmemek için her şeyi içine attı. Ancak, o küçük beden bu kadar ağır sıkıntıları taşıyamadı; uyku ve sindirim bozuklukları şeklinde arızalar vermeye başladı.
Kızcağız, uyku uyuyamıyor, kâbuslar görüyor; yediği şeyleri dışarı çıkarıyordu. Hemen bir doktora götürdüler. Doktor, muayeneden sonra, hastalık sebebinin psikolojik olduğunu söyledi ve çocuğu bir psikiyatri uzmanına götürmelerini tavsiye etti.
Baba, beklemediği bu acı sonuç karşısında, ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içindeydi. Dâhi bir çocuğun psikiyatri uzmanına gittiğini hiç duymamıştı. Bir yandan çocuğun sağlığını, diğer yandan kendi prestijini düşünüyordu. Her şey ne kadar da güzel gidiyordu. Birden bire ne olmuştu? Annesi, "Kızımıza nazar değdi" diyor başka bir şey demiyordu. Mahallenin çok bilmiş kocakarısı da; "Bu çocuğu okutmuşlar; filan yerde üfürüğü kuvvetli bir hoca var; ona götürün." diyordu. Sizin anlayacağınız, her kafadan bir ses çıkıyordu.
Orhan bey, modern görüşlü bir adamdı. Muskacı ve cinci hocalara çok kızardı. Çocuğu bir psikiyatri uzmanına götürmekten başka çare bulamadı. Psikiyatrist, "Çocuğun rahatsızlığı çok ilerlemiş; tedavisi uzun sürebilir.’dedi. Baba, bir kere daha yıkıldı.
Burçin, dört aylık bir tedaviden sonra ancak kendine gelebildi. Henüz okula başlayacak kadar iyileşmemişti. Doktor, tedavisinin devam etmesi gerektiğini söylüyordu.
Baba, doktorun uyarılarına rağmen, Burçin´e okuması için çeşitli hikâye kitapları almıştı. Ancak, Çocuğun okumaya pek niyeti yoktu. Sanki beyni tamamen durmuş; artık hiçbir şey öğrenemez olmuştu.
Burçin´in sınıf arkadaşları sık sık ziyaretine geliyorlardı. En sık geleni de Fidan isminde, güleç yüzlü, cana yakın bir kız çocuğuydu. Orhan bey, bir gün, can sıkıntısını atmak için bu kızla sohbet etmeye başladı. Ona çeşitli sorular sordu. Fidan, yaşından beklenmeyen mantıklı cevaplar verdikçe adam hayretini gizleyemedi ve sordu:
- Senin baban ne iş yapıyor, kızım? Fidan:
- Babam bahçıvandır efendim, dedi.
Orhan bey, hayretini gizleyemediği bir ses tonuyla:
- Ya, demek baban bahçıvanlık yapıyor!..
Nerede oturuyorsunuz?
- Uzak sayılmaz efendim. Bahçemiz anayol üstünde. Dolmuşla yarım saatte okula gidebiliyorum. Çok güzel bir bahçemiz var. Arzu ederseniz, bir hafta sonu sizi misafir edebiliriz. Biz misafiri çok severiz.
Burçin sevinçle atıldı:
- Bu pazar gidelim, babacığım! Baba gülerek;
- Tabii kızım gidelim, dedi. Ancak, Fidan´ın babasına sorması gerekir. Ondan haber bekleyelim. Ailenin başka bir programı olabilir.
Fidan:
- Bu hafta sonu için bir plânımız yok efendim, dedi. Ayrıca, babam kendisine sormadan misafir
getirebileceğimi söyledi.
Orhan bey, kızın başını okşadı:
- O zaman mesele yok, dedi, bu pazar günü sizdeyiz.
İki arkadaş sevinçle birbirine sarıldılar. Burçin´in sevinci babasının yüreğini ferahlattı. İçinde, bu ziyaretin iyi sonuçlar getireceğine dair bir önsezi vardı.
Burçin, pazar sabahı erkenden kalktı. Günlerdir ilk defa iştahlı bir ´kahvaltı yaptı. Annesine saçlarını örgü yaptırdı ve kırmızı bir kurdela taktırdı. En güzel elbisesini giydi. Bayram yerine gidiyormuş gibi sevinçli bir hali vardı.
İki aile birbirine çabuk ısındılar. Fidan´ın biri kendisinden büyük üç kardeşi vardı. Ailesi gerçekten misafir seven insanlardı. Bahçe çok bakımlıydı. Meyvenin ve sebzenin her çeşidinden vardı. Evin hanımı da çok nefis yemekler pişirmişti.
Orhan beyle Fidan´ın babası, bir ara bahçeyi dolaşırken, kızların arkadaşlığından söz açtılar.
Orhan bey:
- Çok güzel çocuklar yetiştirmişsiniz, sizi tebrik ederim... dedi.
Diğeri, utangaç bir tavırla cevap verdi:
- İltifat ediyorsunuz efendim. Aslında ben ve eşim fazla okumuş insanlar değiliz. Sizler kadar modern eğitimden anlamayız. Babam rahmetli, bana sık sık nasihat ederdi:"Oğlum,derdi, eşine ve çocuklarına karşı daima hoşgörülü ve şefkatli ol. Çok çalış; ama aç gözlü olma." Bunlar elbette sizin de bildiğiniz şeyler. Babam, atları çok severdi. Çok güzel bir atı vardı. Görenler hayran kalırdı. Rahmetli, çocukları küçük taylara benzetirdi. Bir taya aşırı yük yüklediğin zaman, gelişemez; bodur kalır derdi.
Orhan bey, bahçıvanın ne demek istediğini anladı:
- Çok haklısın, dostum... dedi. Fidanla sohbet ettiğimiz zaman, sizin ne bilge bir insan olduğunuzu tahmin etmiştim. Merakımı bağışlayın; nasıl bir eğitim şekli uyguladınız da Fidan´ı böylesine olgun, ruh sağlığı yerinde, kendisine güveni olan bir çocuk haline getirebildiniz?
Bilge bahçıvan tebessüm ederek söze başladı:
- Beyim, dediğim gibi, ben fazla okumuş bir adam değilim. Hayat okulundan mezunum sizin anlayacağınız. Tabiat, bizim için, ALLAH´ın yarattığı en güzel okuldur. Çocuklarımı, ABC okuluna başlamadan önce, tabiat okulu ile tanıştırırım. Mesela, onlara sorarım: "Kışın ölen bu tabiat, baharda nasıl dinliyor? Şu koyunlar nasıl oluyor da yeşil ot yedikleri halde, beyaz süt veriyorlar? Şu çiçekler, aynı toprağı, aynı havayı ve aynı suyu paylaştıkları halde; nasıl oluyor da renkleri ve kokulan farklı olabiliyor? Minicik incir çekirdeği, koca bir ağaca nasıl dönüşüyor?´ Bütün bu soruların cevabını ararken onlara kâinatın yaratıcısı olan ALLAH´ı anlatırım.
Çok okumuş Orhan bey, bilge bahçıvanı dinledikten sonra; "Dostum, çok farklı bir eğitim anlayışınız var." dedi ve ekledi: "Jean Jacgaes Roussau´nun Emil´in düşüncelerine çok benziyor."
Üçüncü Çocukluk Çağı (8-14 yaş dönemi)
Üçüncü çocukluk çağı, sosyalleşmenin ve soyut kavramların elde edildiği bir dönemdir. Ailenin dışına çıkan çocuk, artık kendisinin tek olmadığını, kendisine benzeyenlerin bulunduğu bir dünyada yaşadığını anlamaya başlar. Başkalarını kabullenme, egosantrizmden çıkış demektir. Daha evvel, kendi duygularının çerçevesi içinde kalan bir dünyası vardı. Her şeyi ve her olayı kendi duygularıyla değerlendiriyor; başkalarının ne düşündüğünü merak etmiyordu.
Ailede adam yerine konan, kendisine değer verilen, görüşlerine baş vurulan, özel eşyaları ve kendisine ait bir odası olan çocuk, kişiliği gelişmiş; kendine güveni olan bir çocuktur. Bu çocuk, soyut düşünmenin temeli olan "sebep-sonuç ilişkisi"ni kolay kavrar. "Benim nasıl kendime ait eşyalarım, odam ve sırlarım var ise; başkalarının da izinsiz dokunmaması gereken eşyaları, odası ve sırları vardır," diye düşünür.
Çocuk yedi yaşına kadar hikâyede ve resimde "kişi-yer-zaman" ilişkisine dikkât etmez. Eşyayı ve canlıları göründükleri gibi değil; düşündüğü gibi çizer. Evleri saydam çizerek içindeki kişileri ve eşyayı gösterebilir.
Kişileri evlerden büyük çizebilir. Birbiriyle ilgisi olmayan sahneleri yan yana dizebilir. Neden böyle yaptığını sorduğunuzda mantıklı bir açıklamasını yapamaz. Yarım bıraktığınız bir hikâyeyi tamamlamasını istediğiniz zaman, hiç ilgisi olmayan bir olayla bitirebilir. Bütün bunlar soyut düşünmenin olmadığı "ben merkezli" dönemin tezahürleridir.
Sekiz yaşından sonra, çocuğun zihninde zaman kavramı da oluşmaya başlar. Artık, dünle yarını birbirine karıştırmaz. Dünün geçmişi, yarının geleceği anlattığını kavramaya başlar. Ancak, formel mantığı (tümevarım/tümdengelim) ve matematik problemlerine ait soyut açıklamaları yaklaşık on bir yaşından önce kavrayamaz.
Altı yaşındaki bir öğrenciyle yapacağınız diyalog aşağıdaki gibi bitebilir:
- Okuldan eve arabayla mı yoksa yürüyerek mi geliyorsun?
- Yürüyerek geliyorum.
- Ne kadar zamanda geliyorsun?
- On beş dakikada.
- Eğer arabayla gelsen ne kadar zamanda gelirsin?
- Daha çabuk gelirim.
- Daha az zamanda mı yoksa daha çok zamanda mı gelirsin?
- Daha çok zamanda.
- Ne kadar zamanda?
- On beş dakikadan fazla zamanda.
Bu örnek gösteriyor ki; altı yaşından önce, çocuk zamanla hızın ters orantısını (daha hızlı koşarsam, daha az zamanda gelirim) kavrayamaz.
Çocuk, okul dışındaki toplu oyunlara sekiz yaşlarında katılmaya başlar. Misket, saklambaç veya kaydırak oynayan komşu çocuklarına katılır. Bunların arasında henüz şef yoktur. Sokaktan mahrum edilen, aşırı koruma altına alınan, kuluçkaya yatmış tavuk muamelesi gören, hürriyeti dört duvarla sınırlanan bir çocuk sosyal alışkanlıklar kazanamaz. Sokağa çıktığı zaman nasıl hareket edeceğini bilemez. Ürkek ve pısırık bir hal alır. Diğer çocuklar onun "ana kuzusu" olduğunu hemen anlar; ya alay eder ya da dövüp evine gönderirler. Ailede "el bebek gül bebek" büyümüş, her isteği yerine getirilmiş bir çocuk, sokakta ve okulda gördüğü sert bir tavır karşısında kolayca bozguna uğrar. Okulda veya sokakta, gösterdiği beceriksiz bir tavır karşısında alaya alındığı zaman aşağılık duygusuna kapılır. Sokağa çıkmak veya okula gitmek istemez. Sokağa ve toplu oyunlara alışık bir çocuk, bu tür olayları kolay atlatır. Çünkü, daha evvel, buna benzer tecrübeler yaşamış; belki kendisi de bir başka beceriksiz çocukla alay etmiştir.
Çocukları her zaman kibar ve nâzik olmaya zorlamanın da pratikte fazla faydası yoktur. Gerektiğinde kızgınlığını ve tepkisini dile getirebilmelidir. Ana kuzuları, mahallenin zorba çocukları için iyi birer tatmin aracıdır. Onları dövmekten, yollarını kesip haraç almaktan zevk duyarlar. Çocuklarımızı hayatın her türlü Şartlarına karşı kendilerini koruyacak şekilde yetiştirmemiz gerekir. Sokağa çıkacak, kendi yaşıtı olan mahalle gruplarına katılacak, topluluk içinde rol alacak, gerektiğinde kendini ve grubunu korumak için kavgaya tutuşacaktır.
Müdürünün veya âmirinin asık suratı karşısında ezilip büzülen, kızarıp bozaran, şapkasını beceriksizce elleri arasında evirip çeviren, korkudan "şey efendim, şey efendim..." diyerek lafının devamını getiremeyen komik devlet memuru tiplerine çok rastlamışsınızdır. Bunlar, çocukluklarında sokaktan mahrum edilen, anne babanın koruması altında büyüyen, pısırık ve korkak gölge tiplerdir.
Bazı kibarlık budalası ailelerde, görgü kuralları adına, çocuğun bütün tabii davranışları engellenir. Bu ailelere göre, kendisini savunan ve cevap veren çocuk saygısızdır. Hareketli çocuk yaramazdır. Soru soran ve konuşan çocuk gevezedir. Haksızlık karşısında kızgınlığını dile getiren çocuk kabadır. Çocuk dediğin, sustalı maymun gibi, kalk deyince kalkacak, otur deyince oturacak, sus deyince susacak. Böyle ailelerde yetişen çocuklar, "sosyal tutukluk" dediğimiz psikolojik geriliğe maruz kalırlar. Kendi başlarına hiçbir şeye karar veremezler. Neyi nasıl yapacaklarını hep anne babalarına sorarlar. Bu psikolojik gerilik, ileri yaşlarda kendisini utangaçlık şeklinde belli eder. Zamanla, "acaba ne derler" biçimine dönüşür.
Bir de olayı tersinden ele alalım. Başarıyı her şeyin önünde tutan hırslı ailelere bakalım. Bu ailelerde, anne babalar, yanda kalmış ideallerini, tatminsizliklerini çocuklan vasıtasıyla elde etmeye çalışırlar. Çocuklarını da kendileri gibi bencil yetiştirirler. Oğlunun veya kızının bütün notlan yüksek olmalıdır. Sınıf birinciliğini kimseye kaptırmamalıdır. Çocuk, yarış atı gibi, evde besiye çekilir. Oyundan, sokaktan, arkadaştan mahrum edilir. Başarıya ve birinciliğe şartlandırılan bu çocuklar da bir yönüyle anti sosyaldirler. Kıskanç ve bencildirler. Kendilerinden bir not yüksek alan arkadaşından nefret ederler. Yardımlaşma duygusundan mahrum yetişen bu çocuklar, büyüdükleri zaman, mevki, makam ve para gücünden başka güç tanımazlar. Bütün insani değerleri bu güçlerin uğruna feda ederler.
Çocuğumuza, bir başkasını değil, kendi kendini aşmayı öğretmeliyiz. Onu, daha yüksek not alan arkadaşıyla veya kardeşiyle asla kıyaslamamalıyız. Çok önemli olduğu için, bu "kıyaslama" meselesi üzerinde biraz durmak istiyoruz. Sık sık ifade ettiğimiz gibi, her çocuk belli bir zeka ve yetenek potansiyeliyle doğar. Zekalar çeşitli olduğu gibi; yetenekler de çeşitlidir. İki kardeş arasında bile bu çeşitlilik görülebilir. Biri matematik zekaya sahipken, diğeri sosyal zekaya sahip olabilir. Birinde mühendislik yeteneği varken, diğerinde edebiyat yeteneği olabilir. Biri okulda fen derslerinde daha başarılı iken, diğeri sosyal derslerde daha başarılı olabilir. Bunları birbiriyle kıyaslamak; sosyal zekâya sahip olana, "kardeşin matematikten on alırken, sen neden yedi alıyorsun," diye onu suçlamak doğru değildir. Aynı şekilde arkadaşıyla veya komşu çocuğuyla kıyaslamak da haksızlık olur. Kıyaslama yaparak çocuğunuzun karşı tarafı kıskanmasına ve ona düşmanlık duygulan beslenmesine sebep olabilirsiniz. Çocuğun bir sınavdan zayıf Alması her zaman için kendi ihmalciliğinden veya tembelliğinden kaynaklanmaz. Çok çeşitli sebepleri olabilir. Çocuğunuzla konuşup, onu suçlamadan, birlikte çözüm aramanız gerekir. Burada önemli olan, çocuğun üzerine düşeni yapıp yapmadığıdır. Eğer elinden geleni yapmış ise; zayıfın nereden kaynaklandığını da farkedecek; bir dahaki sefere aynı hatalara düşmemeye çalışacaktır. Siz, çocuğunuza başkalarını değil; kendi kendini aşması yönünde telkinde bulunacaksınız. Eğer bir dersin ilk sınavından üç almış; ikinci sınavda bunu dörde veya beşe çıkarmışsa; kendini aşmış, başarıya doğru yol almış demektir. Onun bu başarısını takdir etmeli; cesaretlendirmeli ve kendine güvenmesini sağlamalısınız.
İnsan acı çekmeden, mücadele etmeden, ter dökmeden olgunlaşamaz. Rahat ve sıkıntısız geçen bir 8-14 yaş dönemi, çocuğu gerçek ergenliğe ulaştıramaz. Ergenliğe geçiş, bir bakıma hür ve bağımsız bir kişiliğe geçiştir. Çocuk, anne babanın yardımı olmadan, kendi ayaklan üzerinde durmayı deneyecek; bu denemeler bazen anne babayı şaşkına çevirecek kadar sert olabilecektir. Nasihatlerinize, akıl vermelerinize kızacak; surat asacak, küsecek ve belki de isyan bayrağını çekecektir. Zaman zaman fikirlerinizi beğenmeyecek, sizi tutucu ve geri kafalı bulacaktır. Aldığınız elbiseyi, ayakkabıyı beğenmeyecek; kendi alışverişini kendi yapmak isteyecektir. Bu geçmişten kopma, kendini isbatlama hamleleri bazen onu da ürkütecek; boğulma ve kaybolma ihtimallerine karşı yine sizin sevginize ve şefkatinize sığınma ihtiyacı duyacaktır. Böyle anlarda bile, ipini uzun ve bol tutmanız, sahnede görünmemeniz gerekir. Yani ona çocuk muamelesi yapmadan ve yaptığınız yardımı başa kakmadan, arkasında olduğunuzu bilmesi onu rahatlatacaktır. İpi sıkı tutulan ve hareketlerine
devamlı müdahale edilen gencin karşı koyması şiddetli olur. Ailesiyle olan ipi koparır; bağımsızlığına kavuşmak için ne getireceği belli olmayan tehlikeli maceralara atılır.
Ergenlik Çağı
(14-18 yaş dönemi)
Ergenliğe geçişte, ailesinden yeterli anlayışı ve desteği bulamayan bir çocuk, sosyal intibaksızlık dediğimiz ağır bir buhranın içine düşer. Toplum içine çıkmak istemez. İçine kapanır ve orada kendisine mutlu bir hayal dünyası kurar. Gerçek dünyayla yüz yüze gelmek onu korkutur. Çünkü kurduğu hayal dünyası ile gerçek dünya hiç birbirine benzememektedir. Dış dünyaya olan bu güvensizliği, aslında kendine olan güvensizliğin bir yansımasıdır. Giriştiği her işte, "yanlış yapacağım, başaramayacağım," korkusu vardır. Karşılaştığı en küçük bir engelde paniğe kapılır; kendine güveni yoktur.
Güvensizlik duygusu en çok baba modelinden yoksun büyüyen çocuklarda görülür. Erkek kimliği babadan, kadın kimliği anneden görerek ve yaşayarak kazanılır. Hem erkek hem de kız çocuğu için baba modeli çok önemlidir. Erkek çocuğu kendi cinsiyetine uygun kimliği babanın davranışlarından ve ailede yerine getirdiği görevlerden gözlem ve taklit yoluyla geliştirir. Kız çocuğu da karşı cinsin davranışlarını babadan ve kan-koca ilişkilerinden öğrenir.
Gençler, bir yandan kendilerini seven ve onlara güvenen duyan anne ve babaya ihtiyaç duyarken, diğer yandan hür ve bağımsız hareket etmek isterler. Artık kendilerinin de büyüdüğünün kabul edilmesini, her işlerine karışılmamasını, görüşlerine değer verilmesini isterler. Nasihatten ve uzun nutuklardan hiç hoşlanmazlar. Çocuklarıyla küçük yaşlarda ilgilenmeyen ve onlarla sıcak bir diyalog kuramayan babalar, büyüdüklerinde onları anlamakta zorluk çekecekler ve belki de hiç anlayamayacaklardır. Aslında kuşaklar arası çatışma dediğimiz şey, ilişki kopukluğunun bir yansımasıdır. İlişkiler kopuk olduğu zaman gençlerin hayallerini, duygularını ve eğilimlerini anlamanız mümkün değildir. Artık çocuk olmadıkları için kurallarınızı ve isteklerinizi onlara zorla kabul ettiremezsiniz. Bu gerçeği kabul etmek istemeyen anne babalar, ergenleri suçlayıcı bir savunma geliştirirler: "Bu çocuğun huyları değişti. Her şeye itiraz ediyor. Hiç konuşulmuyor; kapıyı çarpıp gidiyor. Bize saygısı yok. Ne yapacağımızı şaşırdık."
Eğer çocuklarınızla çatışma yaşamak istemiyorsanız, küçük yaşlardan başlayarak kendilerini ifade etmelerine fırsat vermelisiniz. Size sevgilerini dile getirdikleri gibi, haksızlığa uğradıkları zaman, kızgınlıklarını da ifade edebilmeliler. Kızgınlığını, küskünlüğünü ve üzüntüsünü ifade etmek saygısızlık değildir.
Burada baba sevgi içinde otoriter olmalıdır. Çocuğuyla bir arkadaş gibi konuşabilmeli, problemlerine beraberce çözüm yolu arayabilmelidir.
Çocuk Kimliğinde Baba Modeli
Çocuğun cinsel kimliği anne-babayı taklitle ortaya çıkar. Kişinin kendi cinsiyetine uygun kimliğe sahip olması, kimlik kavramı ve ruh sağlığı için çok önemlidir. Çocukların bebeklik çağında anneleriyle özdeşleşme çabalan olağan kabul edilir. Çünkü erkek çocuk da kız çocuğu gibi günün büyük bir bölümünü annesiyle birlikte geçirir; onu gözlemler ve taklide yönelir. Üç yaşına kadar bu normaldir. Ama üç yaşından sonra aynım başlar. Erkek çocuklar babalarını, kızlar da annelerini örnek almaya ve onu taklit etmeye başlar. Ancak çocuğun bu aşamayı uygun şekilde geçirmesi örnek alınacak kişiyle birlikte bulunma oranına bağlıdır. Bu sebeple, kız çocukları erkeklere oranla cinsel kimliklerine daha kolay girerler. Çünkü anneleriyle daha çok beraber olma imkânları vardır.
Okula giden çocuğun zamanının büyük bölümünü okulda ve arkadaş çevresinde geçirdiği için, artık babaya ihtiyaç olmayacağı düşüncesi yanlıştır. Çocuk yeni bir dünyayı tanımaya başladığı, yeni ilişkilere girdiği bu yaşta, babanın hep yanında olduğunu, elini uzattığında erişebileceği yerde bulunduğunu bilmesi ona
ÖNSÖZ
Parçalanmış ailelerde çocuklar daha çok anneleriyle kalıyor, yani babasız büyüyorlar. Üstelik böyle aileler giderek çoğalıyor. Amerika´da çocukların yüzde 60´ı babası veya genellikle de annesiyle yalnız yaşıyor.
Bazen baba gurbete çalışmaya gidebiliyor, bazen hapse düşebiliyor veya nadir de olsa kaybolabiliyor. Yine kimi zaman da babanın vefatıyla çocuk babasız büyüyebiliyor. Yani çocuk yetim yetişiyor. Ancak akrabaların ilgisi ile çoğu zaman daha az problemle atlatılabiliyor. Osmanlı´nın halen devam eden bir eğitim kurumu olan Darüşşafaka 1873´te bu yüzden açılmış ve sadece babası olmayan çocukları kabul etmiş.
Günümüzde esas sorun, babanın mevcut olup da çocuğuna ilgi ve sevgisini yeterince vermemesiyle veya kötü örnek oluşuyla ortaya çıkıyor. Maalesef babalık görevi ihmal ediliyor.
Evet, zamanımızda ekmek aslanın ağzındadır. Geçim zordur ve bu yüzden babalar yoğun çalışmak durumundadır. Ancak çocuğunu ihmal derecesinde kendini işine verirse veya başka meşgalelere kayarsa, bu kez değişik problemler ortaya çıkmaktadır. Kitabımızda bunlara dikkat çekmek ve babayı tekrar aileye davet etmek istedik.
Okuyanların fark edeceği gibi kitap, eğitimci pedagog ve ruh hekimi olan iki yazar tarafından hazırlanmıştır. Anlatım, vaka, üslûp ve imlâ yönünden farklı olan bu bakış açılarının çelişki değil birbirini tamamlayan ve zenginleştiren unsurlar olduğunu düşünüyoruz.
Aslında babalık zevkli ve kolaydır. Çocuklarımıza içimizden geldiği gibi davranırsak en uygununu yapmış olacağımız kanaatindeyiz. Ancak önemli yanlışlara düşmememiz şartıyla. İşte elinizdeki kitapta hem ideal babalardan hem de babaların yanlışlarından ve bu yanlışlardan ortaya çıkan problemli çocuklardan bahsettik.
Kitap üç ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümü "Çocuğu anlamak" konusuna ayırdık. "Çocuğu eğitmek9´ başlıklı ikinci bölümünde babanın çocuk kimliği teşekkülündeki rolünü ve karşılaşılan problemleri inceledik. Son bölümde ise "Çocukların zararlı alışkanlıklardan korunması" üzerinde durduk.
Ek olarak, üç oğluna örnek bir baba olan üstad edebiyatçı Mustafa Miyasoğlu´nun rahmetli babasının hatırasına yazdığı duygu yüklü şiirini verdik.
Ülkemizin geleceği olan çocuklarımızın yetişmesinde herkesin üzerine düşen görev ve yükümlülüklerini yerine getirmesi bu kitabın amacı ve temennisidir.
Yeni baskılarda değerlendirilmek üzere kitaba katkı, eleştiri ve sorularınızı bekliyoruz.
Adresimiz:
Doç. Dr. Sefa Saygılı
Fatih Ruh Sağlığı Merkezi
Akdeniz Cad. Battalgazi Sokak Sağlık Ap. No: 19-1
Fatih - İstanbul
TAKDİM
Mustafa Miyasoğlu
Babamı Özlüyorum
İnsanlar, genellikle her zaman beraber oldukları varlıkların değerini yeterince bilemez. Bunun gerçekliği, aile hayatında daha belirgin bir tarzda yaşanır. Her gün görüştüğünüz ve bir arada olduğunuz için sık sık sürtüşüp çatıştığınız anne, baba, eş ve çocuklarınızdan uzaklaşmak zorunda kaldığınızı düşünün. Birden o insanların sizin için ne kadar önemli olduğunu fark etmeye başlarsınız. Bir de onları kaybederseniz, artık kavuşmak mahşere kaldığından, kaybın içinizde doğurduğu boşluk giderek büyür, sonra da içinizi büyük bir acı kaplar.
Annesiz büyüyen çocuklar, bir tarafı yıkılmış ev gibidir. Çocukluğumuz yaz günlerini, beni çok seven ve erkek çocuğu olmayan dedemin çiftliğinde geçirdiğim için, anne eksikliğinin çocuklarda nasıl bir yara oluşturduğunu bilirim. En çok da bütün çocuklar oyunu bırakıp annesinin sesine koşarken, bir taşa oturup annemi özlediğim akşam üstlerinde ağlamaklı olduğunu hatırlarım.
Babalarını kaybeden çocuklar ise, damı çatısı çökmüş evlere benzerler. Kaç yaşında olursa olsun, babasını kaybeden insan, evini barkını kaybedenlerin ruh haliyle garip bir yetimlik duygusu yaşar. Yaş küçük olduğu ölçüde, yetimlik süreci büyüyeceği için bu duygu da o ölçüde yoğunlaşır. Babanız artık yoktur ve buna alışmak çok zordur. Yaşıtlarınız babalarıyla dolaştıkça babaları onların zor zamanlarında yanlarında oldukça, siz babanızın eksikliğini daha fazla hissedersiniz.
Edebiyatta baba muhabbeti
Âdem peygamberden beri, babaların oğullan üzerinde ayrı bir konumu vardır. Kabil babasının ALLAH´dan aldığı emre uymaz, kendisine verilene razı olmaz. Kardeşini öldürdüğü için de lanetlenerek kaybolur. Nuh Peygamber kendisine indirilen vahye uymayan oğlunu bile kurtaramaz. Bu yüzden şöyle bir atasözü var: "Atasını tanımayan ALLAH´ını tanımaz" Hz. İbrahim´in duasıyla Hz. İsmail ve Hz. İshak´ın soyu devam eder. Hz. Yakup’la Hz. Yusuf ‘un ilişkisi Hz. İbrahim´in kurban imtihanı gibidir. Yalnız ilim, aşk ve iman için baba emrinin terk edilmesi meşru görülür.
Homeros destanlarıyla Dede Korkut´tan beri babaların edebî metinlerde çok farklı bir yeri var. Babalar kitaplarda kurucu bir karaktere sahip görünüyor. Sophokles´in Kral Oidipus, Antigone ve Elektra, Shakespeare´in Hamlet ve Kral Lear adlı piyesleri; Balzac´ın Goriot Baba, Dostoyevski´nin Karamozof Kardeşler ile Turgenyef in Babalar ve Oğullar adlı romanları, dünya edebiyatının baba-evlât ilişkisini ele alan belli başlı edebî eserlerdir. Bizde Peyami Safa´nın Fatih-Harbiye romanı, babanın kız evlâdı üzerindeki ikaz ederek kollayıcı tavrını anlatırken; Necip Fazıl´ın "Bir Adam Yaratmak" adlı piyesinde, intihar etmiş bir babanın yazar olan tutkulu oğlu ile onun Ölüm Korkusu adlı eseri etrafında gelişen olaylar ışığında "yaratmak" kavramını idrak edişi felsefi bir mesele olarak ele alınır.
Bütün bu eserlerde, çoğu zaman anlaşılmaz bir kaderle babadan gelen irsî değerlerin sosyal çevreye başkaldıran evlâtta tezahür ettiğini görüyoruz. Bunlardaki babalar ve çocuklar zaman zaman birbirlerini anlamıyor, başkalarına aldanıyor veya vefasızlık gösteriyorlar. Kimileri babalarına ihanet ederken, kimileri de öldürülen babalarının intikamını almak için hayatlarını tehlikeye atabiliyor.
Demek ki, insanlar arasındaki fizikî veya biyolojik bağlar, sosyal ve metafizik değerleri de etkilemektedir. İnsanın genlerine sinmiş bir takım özellikler, onun şahsiyetini yönlendirmekte, bunlar daha sonra tavır veya eser olarak ortaya çıkmaktadır.
"Babam sınıfta kaldı"
Aziz Nesin´in "Şimdiki Çocuklar Harika" adlı kitabı, ilkokul çağlarındaki iki çocuğun aileleri hakkında birbirlerine yazdıkları mektuplardan oluşmaktadır. İnsan ilişkilerine daha çok muzır bir bakış açısıyla yaklaşan mizah yazan, kendi gözlemlerini iki çocuğun diliyle anlatırken, ana-babanın günlük çocuklara büyüklerinin hatalarını araştırma ve onları her fırsatta yalanlama alışkanlığı kazandırılıyor.
Babam Sınıfta Kaldı adlı çocuk kitabının adı, bende buna benzer bir çağrışım uyandırdı. Aziz Nesin´in çocuklarla toplumu uyandırmak şeklinde özetlenecek tavrının yanlışlığı, maalesef yeterince anlaşılamadığı için, 40 yıl boyunca pek çok yazan etkiledi. Kitaplar çocukları mutlu etmiyor artık...
Bir toplumu uyandırmak işi çocukların omuzlarına yüklenemez. Onları çok erken yaşlarda "Harikalar Diyarundan gerçek dünyaya indirmenin pek bir yaran yok. Babalarının güçlü olduğunu sanan çocuklara bunun böyle olmadığını söylemek, onları mutlu etmeyecektir tabii... Baba imajını bu tarz yayınlarla bozmaya çalışanların, anne-baba ayrı yaşayan bir "veledşâhî aile" hedefledikleri belli.
Kutsal kitabımızdaki hukuka riâyet eden, gönlü yaratıcının merhamet hissiyle dolu, yüreği iyilik ve fedâkârlık duygusuyla çarpan, ALLAH ve Peygamber yolunun güzelliklerini yaşayarak öğreten babamı, yeni nesillere örnek olarak hatırlıyor ve özlüyorum...
ÇOCUĞU ANLAMAK
Çocuğu Tanımak
Çocuğu anlamak ve onunla anlaşmak sanıldığı kadar kolay değildir. Çocukla yaşadığımız bütün çatışmaların temelinde onu yeterince tanımamak yatar. Vaktiyle çocuk psikolojisine ait okuduğum İngilizce bir kitapta yazar konuya İncil´den aldığı bir cümleyle başlıyordu. Hatırladığım kadarıyla cümle şöyleydi: "Eğer çocuğunuzla konuşurken ona benzemezseniz; gökler âlemi size kapanır." Peygamberimiz bunu daha sâde bir dille anlatır ve der ki: "Çocuğu olan onunla çocuklaşsın."
Burada çocuklaşmaktan kastedilen şey, çocuk gibi davranmak değildir. Çocuklaşmak demek, onun zihin ve ruh yapısını bilmek ve buna göre davranmak demektir. Çocuğu eğitirken onunla yaşadığımız bütün çatışmaların ve problemlerin altında bu bilgisizlik yatar.
Evlenme çağına gelen çoğu gençlerimiz çocuk psikolojisine ve eğitimine dair hiçbir bilgiye sahip olmadan, bu konuda bir tek kitap okumadan evliliğe adım atıyorlar. Çocuk sahibi oldukları zaman da anadan babadan gördükleri gibi, geleneklere göre, onu eğitmeye çalışıyorlar.
Gelenekler çocuk eğitiminde karşılaştığımız bütün problemleri çözmeye yetmediği gibi; her geleneğin çocuk gelişimine uygun olduğu da söylenemez. Mesela, bazı ailelerde çocuğu sevmenin onu şımartacağı görüşü hâkimdir. Yine bazı ailelerde, ayıp sayıldığı için, anne babalar büyüklerin yanında çocuklarını sevemezler. Bilhassa doğu bölgelerimizde çocuk adam yerine konmaz. Aile meclisinde çocuğa söz hakkı verilmez. Çocuğun söze karışması ayıp sayılır. Baba çocukla konuşurken veya ona nasihat ederken çocuk cevap veremez, itiraz edemez ve kendini savunamaz. Bunu yaptığı takdirde, "Bak, utanmadan bir de cevap veriyor!" azarıyla karşılaşır.
Bunlar güzel geleneklerimize aykırı, çocuğun duygusal geleşimini engelleyen ve davranış bozukluklarına yol açan yanlış uygulamalardır.
Çocuk Gelişim Devreleri
Çocuğu gelişimi derken, sadece fiziksel gelişmeyi kastetmiyoruz. Çoğu zaman aile büyükleri, iyi beslenmiş, kilolu çocuğun annesini tebrik ederler: "Çok iyi bakmışsın; maşALLAH tosun gibi!"
Diğer taraftan, zayıf vücutlu bir çocuğun annesi ona iyi bakamadığı endişesiyle hep suçluluk duygusu içindedir. Aile büyükleri ve komşu kadınları da zavallı anneyi çekiştirmekten geri durmazlar.
Çocuğun kilosu ve boyu, beslenmeden ziyade soyaçekimle ilgilidir. Önemli olan çocuğun kilosu değil, sağlığıdır. Ancak daha da önemlisi, beden sağlığı ile birlikte ruh sağlığıdır. Öyle anneler vardır ki; elinde kaşık çocukla kovalamaca oynar. Ona bir kaşık fazla yemek yedirmeyi marifet zanneder. Çocuğa kilo kazandırmaya çalışırken, ruh sağlığını tehlikeye soktuğunu ve çocukla çatışmaya girdiğini bilmez.
Biz burada çocuğun fizik sağlığından ziyade ruh sağlığı üzerinde duracağız. Çünkü, ekseri anne babalar çocuğu iyi besleyerek, iyi giydirerek ve iyi bir okula göndererek görevlerini tam yaptıklarını zannediyorlar. Çocuğun ruhsal ve duygusal gelişimi hakkında bilgi sahibi olmadıkları için çocuğun dilinden anlamıyorlar.
Bir anne telefonda dört yaşındaki kızından şöyle yakınıyordu: "Doktor bey, bu çocuk beni deli edecek! Ne yapsam faydasız. Çok nankör bir çocuk. Onun için her fedakârlığa katlandığım, hiç bir şeyini eksik etmediğim ve onu çok sevdiğim halde beni üzmekten zevk alıyor. Çoğu zaman kendimi tutamayıp dövmek zorunda kalıyorum. Bazen, keşke onu doğurmasaydım, diyorum."
Kendisine yardımcı olmamızı isteyen anneye, bu işi telefonda halledemeyeceğimizi, görüşmemiz gerektiğini söyledik. Anneyle ve çocukla ayrı ayrı yaptığımız iki seanslık görüşmeden sonra konu açıklığa kavuştu. Anne özel bir bankada çalışıyordu. Bir sene önce kocasından ayrılmıştı. Çocuğu sabahlan bankanın kreşine bırakıyor; akşamlan alıyordu. Baba, mahkeme kararma göre, çocuğunu ancak hafta sonlan iki saat görebiliyordu. Çocuk bu görüşmeyle yetinmiyor; annesine sık sık babasının neden eve gelmediğini soruyor; onu özlediğini söylüyordu. Anne de çocuğu babadan soğutmak için; "baban beni sevmiyor; bizi terketti," diyor; bütün kötü huylarını sayıp döküyordu. Çocuktan aldığımız bilgiye göre, baba kızı ile beraber olduğu saatlerde hiç anneyi kötülemiyor; bilakis onun iyi bir insan olduğunu ancak buna rağmen anlaşamadıklarını söylüyordu.
Anne gerçekten çocuğunu çok seviyordu. Ancak bu egoizme dayanan hastalıklı bir sevgiydi. Onu kimseyle paylaşmak istemiyordu. Boşanmanın bütün suçunu babaya yükleyerek çocuğu kendi tarafına çekeceğini zannediyordu. Halbuki, çocuk baba ile beraberken çok mutluydu. Annesinden korktuğu için babaya olan sevgisini gizliyordu.
Çocuk, şuuraltında kurduğu mahkemede, anneyi suçlu bulmuştu. Yaptığı yaramazlıklarla onu cezalandırıyordu. Anneye bu gerçeği anlatmamız çok zor oldu. Çocuktaki değişmenin suçunu da babaya yüklüyordu. "Hayır, diyordu, ben bunu haketmedim! O adam beni terketmekle kalmadı; çocuğumu da benden kopardı."
Anneyi bu çaresiz duruma düşüren onun bilgisizliğiydi. Belki o da kötü bir insan değildi; ancak çocuk psikolojisini bilmemenin kurbanı olmuştu.
Aslında hanım ile bey anlaşamasa da çocuk için anne ve baba olarak önemlidirler. Bu yüzden çocuklarını iyi yetiştirmek isteyen ve bununla ilgili tavsiye teklif eden babalara, "ilk başta çocuğunuzun annesine saygı gösterecek, ona kıymet vereceksiniz" diyoruz. Tabii, soran anneyse bu kez babaya saygı ve kişiliğe değer verilmesi gerektiğini ifade ediyoruz.
Anne ile baba ayrılsalar bile çocuklarına birbirlerini kötülememeliler.
Tek Hücreden İnsana
Çocuk psikolojisini anlamak için, ana rahminden ergenliğe kadar, çocuğun geçirdiği gelişme devrelerini ve bu devrelere uygun davranış kalıplarını bilmemiz gerekiyor.
Çocuk, ana rahmine düştüğü andan itibaren hızlı bir gelişme içindedir. Her biri çocuk olmaya namzet binlerce sperma yumurta ile buluşmak ve döllenmeyi gerçekleştirmek için uzun bir koşuya çıkarlar. Koşuyu kazanan en güçlü sperma yumurta tarafından içeri alınır; diğerleri geri çevrilir.
Yumurta sperma ile buluştuktan sonra tek hücreden insana doğru akıl almaz bir hayat prosesi başlar. Döllenmenin hemen ardından hızlı bir hücre bölünmesi görülür. Her bölünmede vücut organlarından birinin taslağı ve plânı ortaya çıkar. İkinci haftanın sonunda bu mikroskobik hücreler yumağı (morula) yumurtalığı terkederek rahme iner ve rahim duvarına yapışır. Rahim duvarı ile embriyo arasında plesenta dediğimiz beslenme cihazı oluşur. Bölünme sırasında programlanan organ ve sistem
taslakları hızlı bir şekilde beslenerek olgunlaşmaya ve cenin de insan şeklini almaya başlar. Embriyo (cenin), rahim duvarına tutunduğu andan itibaren dış etkilere ve mekanik baskılara karşı korunmak üzere içi sıvı dolu çok sağlam bir torba içersine alınmıştır.
Embriyo, plesenta yoluyla doğrudan anneye bağlıdır ve onun kan dolaşımıyla beslenir. Bildiğimiz gibi, kanda vücut organlarının ve sistemlerin sağlıklı çalışması için çeşitli hormonlar bulunur. Hormon salgılayan bezlerin çalışması sinir sistemiyle yakın ilişki içindedir. Anne gebelik sırasında ağır ruhsal bunalımlar geçirdiği taktirde sinir sistemi bozulacak, bu da kana hormon salgılayan bezlerin çalışma düzenini etkileyecektir.
Aynı şekilde, plesentanın koruyucu düzenine rağmen, annenin uyuşturucu ve benzeri zehirli maddeler alması veya ağır bir ateşli hastalık geçirmesi halinde, cenin de kan yoluyla bundan etkilenecek ve belki de gelişim bozukluklarına mâruz kalacaktır.
Embriyonun ana rahminde ruhsal gelişimini etkileyen bir diğer faktör de annenin bebeği isteyip istememesidir. Bazen istenmediği halde kaza ile gerçekleşen gebelikler olur. Gebe kadın bu durumda kendisini anne olmaya hazır hissetmediği için embriyoya karşı bir isteksizlik duyar. İsteksizlik, kocaya karşı duyulan güvensizlikten ve evliliğin yürüyemeyeceği korkusundan da kaynaklanabilir. Bütün bu isteksizlikler annenin ruhsal yapısını bozar vp sinir sistemi yoluyla embriyonun gelişimini etkiler.
Doğum esnasında yaşanan zorlukların da bebek üzerinde derin etkileri vardır. Barsak dolanması, ters geliş, anneye uygulanan sezeryan ve anestezi gibi zor doğumlar bebekte büyük bir sarsıntı yapar. Doğum esnasında kalbin iki kulakçığı arasındaki kapak kapandığı için bebek nefes alarak akciğerlerini çalıştırması ve birkaç dakika içinde kan dolaşımını sağlaması gerekir. Bu nefes alma geciktiği oranda bebekte tedavisi zor sistem bozuklukları ortaya çıkar.
Doğumdan Üç Yaşına Kadar
Doğum sırasında yaşanan sarsıntılar, rahimde normal beslenen sağlıklı bebeklerde bile, sonradan ortaya çıkan zihin bozukluklarına, çırpınma ve kasılmalara (ihtilaçlara), baş dönmelerine, kısa süreli bilinç kayıplarına ve sara hastalığına yol açabilir. Bu yüzden doğumun mutlaka tecrübeli bir ebe tarafından veya doğum evinde yapılması gerekir.
İlk yaş, ilk keşiflerin yapıldığı hızlı bir hareketlilik dönemidir. Bebek önce kendi vücudunu keşfeder. Sonra annesinin memesini keşfeder ve emer. Görür, işitir, ışığı ve renkleri algılar. Elleriyle yoklar, dokunur, avuçlarıyla sıkar.
Doğumu takip eden ilk senede bebek anneye sıkı sıkıya bağlıdır. En az ana rahmindeki kadar anneye muhtaçtır. Annesiz yapamaz. Bu sebeple, çalışan annelere, mümkün olduğu taktirde bir sene kadar işine ara vermesini tavsiye ediyoruz. Bebek çok iyi bakılıp beslense dahi anne yokluğunun verdiği güvensizliği bertaraf etmek mümkün değildir.
Yeni doğan bebek, durmadan yerinde kıpırdanır. Organlarını zevkle hareket ettirir. Bu beden hareketi, onun sinir ve kas gelişimi için çok lüzumludur.
Gereğinden fazla sıkı bağlanan kundaklar bebek hareketini sınırlayacağı için onu rahatsız eder.
Çocuk bir yaşına kadar sizi dinler ve hafızasındaki söz dağarcığını doldurur. Bir yaşına doğru sit kelimeleri kullanmaya başlar. İlk kelimelerin anne ve baba üzerinde uyandırdığı sevinci görür ve bundan büyük bir zevk alır. Bu zevk bir bakıma sizin insan üzerinde bıraktığı sihirli tesiri keşfetmiş olmaktan kaynaklanır. Böylece çocuk sosyalleşme yolunda ilk adımını atmış olur.
Çocuk sizin hiç önemsemediğiniz bir uyaranı karşısında büyük heyecana kapılabilir veya korkabilir Her şey onun üzerinde etki bırakır. Yeni gördüğü bir şey mesela bir hayvan, bir alışkanlığının elinden alınması mesela odasının değiştirilmesi veya bir yere giderken ilk defa komşuya bırakılması, anneden ayrılması, aniden sütten kesilmesi gibi şeyler çocuk üzerinde korkuya ve aşın heyecana sebep olabilir.
Ancak emekleyerek etrafını keşfetmeye ve ilgisini çeken şeylere dokunmaya çalışan bebek, on dördüncü ayına doğru yürümeye başlar. Konuşma ve yürüme yaşı bölgelere, iklimlere ve soya çekime bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Bu sebeple kesin rakamlar vermek doğru değildir.
Anne ile bebek arasındaki çatışma, çocuk yürü-j meye başladıktan sonra ortaya çıkar. Yürüyen çocuk, hızlı bir öğrenme sürecine girer. Gördüğü her şeye dokunmak, evirip çevirmek, yere atmak, dökmek, dağıtmak, sökmek, takmak ve böylece o şeyi hakkında bilgi sahibi olmak ister Büyük bir merakla keşfetmeye çalıştığı o şeyi elinden aldığınız zaman çok kızar; vermek istemez. Bir nesneye verdiğimiz kıymet soyut bir şeydir. Çocuk nazarında ucuz bir cam bardak ile çok pahalı bir kristal bardak arasında fark yoktur. Kınlan bir vazo ile sağlam vazo arasında da fark yoktur. Bunun içindir ki; pahalı bir şey kırdığı zaman ona gösterdiğiniz öfkenin ve kızgınlığın sebebini anlayamaz; paniğe kapılır.
Çocuğun zihin gelişmesi, duyularının ve kaslarının gelişmesinden ayrı bir proses değildir. Yürümesi, koşması, zıplaması, oyun oynaması bedenini ilgilendirdiği kadar zihnini de ilgilendiren bir faaliyettir. Çocuğun hareket alanı kısıtlandığı ve boş bir odaya kapatıldığı taktirde; beden gelişmesi kadar zihin gelişmesi de gecikme gösterir. Çocukta güvensizlik kompleksi başlar. Korku, saldırganlık, ürkeklik gibi negatif davranışlar geliştirir. Daha sonra aşağılık kompleksi, bir işe yaramama, bir iş becerememe gibi negatif duygular ortaya çıkar.
Peki, çocuğun bedenen, zihnen ve ruhen gelişmesi için onu tamamen serbest mi bırakmak gerekir? Dilediğini yapmasına, eline geçeni kırıp dökmesine, duvarları kara kalemle çizmesine, daha doğrusu bütün zorbalığına katlanmamız mı gerekir? Elbette hayır. En iyi çare, çocuğun yaralanmasına sebep olacak kesici ve kolay kırılabilen eşyayı göz önünden kaldırıp kilitli bir dolaba saklamaktır. Bazı anne babalar, çocuğu oyuncaklarla dolu bir odaya kapatarak problemi çözdüklerini zannederler. Oyuncakların gerçek dünyayla fazla bir ilgisi yoktur. Oyuncaklar, ancak çocuğun hayal dünyasını zenginleştirmeye ve onu eğlendirmeye yarar. Çocuk, gerçek hayat bilgisini oyuncaklarla değil; evin her tarafına yayılmış günlük eşyayı tanıyarak öğrenir.
Eğer çocuğun evde serbestçe dolaşmasına ve eşyayı tanımasına izin verilmez; hareketlerine devamlı müdahale edilirse, üç yaş buhranı dediğimiz çatışmalar başlar. Çocuk yapma dediğiniz şeyi inatla yapar, dokunma dediğiniz şeye ısrarla dokunur. Üstü tabaklarla dolu masa örtüsünü çeker; tabakların ve bardakların yere düşmesini zevkle seyreder. İşittiği azarlar, yediği dayaklar onu yola getiremez. Onu yola getirecek şey, sevgi, anlayış, sabır ve şefkattir.
Çocuğunuz sinirli midir? Ona sakin olmasını söylemenin ve azarlamanın bir faydası yoktur. Bağırıp çağırıyor veya tepiniyor ise; bırakınız bir süre daha tepinsin, enerjisini boşaltsın. Biraz sonra ona hoşuna giden bir rol vererek sakinleştirmeniz daha kolay olacaktır.
Bir baba akşam eve yorgun gelmiş, yemeğini yedikten sonra koltuğuna oturmuş, kahvesini yudumlarken, gazetesini okumak istiyor. Bunu anlayışla karşılamak gerekmez mi?
Peki ya evin hanımı? O da akşama kadar ev işleriyle uğraşmaktan, çocukların arkasından koşturmaktan yorgun düşmemiş midir? Onun da bir koltuğa oturup televizyon seyretmeye veya kocasıyla sohbet etmeye hakkı yok mudur?
Çocuklar da okulda veya sokakta birçok olay yaşamış; başlarından ilgi çekici şeyler geçmiştir. Bunları babalarıyla paylaşmak istiyorlar. Babalan onları dinlemeyecek mi?
İşte size iç içe girmiş üç soru ve üç problem. Çoğu ailelerde bu problemler vardır ve herkes kendi problemini ön planda tutar; dilediğini yapmak ister. Baba, "Çekilin başımdan gazete okumak istiyorum!" der. Anne, "Gidin dersinize çalışın; sizinle uğraşacak halim kalmadı!" der. Çocuklar da gürültü yaparak veya birbirleriyle kavga ederek anne babanın ilgisini çekmeye çalışırlar. Bu gürültülü ortamda kimse rahat edemez. Çocuklara bağırıp çağırarak veya ceza ile korkutarak sükûneti sağlayamazsınız.
Problemi çözmenin ve herkesi memnun etmenin en güzel çaresi aile sohbetidir. Akşam yemeği sohbet için en uygun zaman ve mekândır. Böylece yemek daha zevkli geçer. Baba, önce anneye sonra çocuklara tek tek günlerinin nasıl geçtiğini sorar. Onları ciddiyetle dinler; heyecanlarını, sevinçlerini, üzüntülerini paylaşır. Baba tarafından ilgi gören çocuklar hem daha hızlı öğrenirler hem de kendilerine güvenleri artar.
Çocuğa saygı gösterilir mi? Evet, gösterilir. Çocuğu adam yerine koymak, ona zaman ayırmak, birlikte gezintiye veya çarşıya çıkmak, onu çarşı esnafıyla ve komşularla tanıştırmak, sorularına anlayacağı dille cevap vermek ona saygı göstermek demektir. Eğer siz çocuğun yaramazlıklarına katlanır buna rağmen sevginizi esirgemezseniz; o da koyduğunuz kurallara uyarak size saygı gösterir.
Oyuna, ilgiye ve sevgiye doymuş bir çocuğa, ´Haydi uyku zamanı geldi!" dediğiniz zaman yatağa gitmekte zorluk göstermez. Çocuğa kaşıkla veya çatalla yemek yeme, ellerini yıkama, tuvalet ihtiyacını haber verme gibi belli alışkanlıkları kazandırmaya çalışırken de çok sabırlı ve anlayışlı olmamız gerekir.
Oyun, çocuğun sadece fiziksel gelişimi için değil, aynı zamanda zihinsel gelişimi için de çok önemlidir. Oyun, çocuğun en ciddi işi ve en aktif öğrenme mekanizmasıdır. Oyun sırasında rahatsız edilmekten hoşlanmaz. Üstünü başını kirleteceği endişesiyle çocuğun oyununu müdahale etmek ve sınır koymak doğru değildir. Çocuk ilk üç yılda canlı cansız ayırımı yapmaz. Oyuncaklarıyla canlı birer varlıkmış gibi konuşur. Bu sizi şaşırtmamalıdır. Bazen anne ve babanın da oyuna katılmasını ve rol almasını isteyebilir. Anne ve baba çocuğun bu isteğini geri çevirmemeli; verdiği rolü en iyi şekilde oynamalıdır.
Anne babanın çocuğa resimli hikâye kitapları okuması dil gelişimi açısından çok faydalıdır. Bu dönemde anneyi rahatlatmak ve çocuğun özgür yetişmesini sağlamak görevi yine babaya düşüyor.
Çocuğun okula iyi bir başlangıç yapması ve başarılı olması, okul öncesi tecrübelerin zenginliği ile doğru orantılıdır. Ana okuluna gitmemiş, annenin dizi dibinden ayrılmamış, arkadaş grubuna katılmamış bir çocuğun okul hayatına alışması çok zordur. İlk günlerin paniği, zamanla okul korkusuna dönüşebilir. Ayrıca ömür boyu annesine bağlı kalmak gibi bir problem de ortaya çıkabilir. Üç yaşına kadar, babasıyla fazla ilişki kurmamış bir çocuğun annesinden ayrılması daha zordur. Oysa babasıyla güçlü ilişkileri olan bir çocuk bu aşamayı daha sorunsuz atlatır.
Dört Yaşından Yedi Yaşına Kadar
Eğer bir çocuk üç yaş dönemini buhransız ve önemsiz çatışmalarla atlatmış ise; ikinci çocukluk çağı dediğimiz 4-7 yaş dönemini daha istikrarlı geçirmesi beklenir. Ancak çocuğun benmerkezciliği (egosantrizmi) devam eder. Çocuktaki benmerkezcilik, her davranışta bilinçli olarak kendi çıkarını gözeten bir egoizm değildir. Çocuğun kendisini dünyanın merkezinde gördüğü, canlı cansız ayınım yapmaksızın her şeyi ve herkesi kendisine göre algıladığı bir özelliktir. Çocuk kardeşiyle konuşurken anne ve baba için, ´babam, annem’ der; ´babamız, annemiz’ demez. Küçük bir çocuğun oyuncağını kardeşiyle paylaşması beklenemez. Vermek istemez; ´benim!´ diye tutturur. Bu ben merkez duygusu, hızlı öğrenmede ve kişilik gelişiminde önemli bir rol oynar.
Yedi yaşına kadar bir çocuğa sorduğunuz şu sorulara aşağıdaki cevapları almanız mümkündür:
~ Ahmet, senin erkek ve kız kardeşiniz var mı?
~ Evet, Kenan adında bir erkek, Ayşe adında birj kız kardeşim var.
- Kenan´ın kaç erkek ve kaç kız kardeşi var?
- Onun Ayşe adında bir kız kardeşi var.
- Peki, Ayşe´nin kaç erkek kardeşi var?
- Onun Kenan adında bir erkek kardeşi var.
Çocuk henüz kendisini dünyanın merkezinde gördüğü ve ondan ayıramadığı için adı geçmedi.Hiç bir yerde kedisini hesaba katmamaktadır.
Benmerkezcilik duygusu yedi yaşından sonra aynı şiddette devam ederse; bencilliğe dönüşebilir.Anne babanın buna dikkat etmesi ve beş yaşında sonra yavaş yavaş, özendirerek, çocuğa paylaşma yardımlaşma duygularını kazandırmalıdır.
Kırıldığında kendisine ve etrafına zarar verebilecek şeyleri ondan saklamak (elinden alıp gözü önünde saklamak değil) kazaları önlemek bakımından gereklidir. Ancak o yine de bazı şeyleri bulup önüne geçilmez o keşif duygusunu tatmin etmeye çalışacaktır.Çocuğu ev eşyasına zarar vermekten alıkoymanın en iyi çaresi, onu günlük hayatınıza katmak ev işlerinde küçük görevler vermektir. Çocuk psikolojisi bilmeyen bir anne, sofrayı hazırlarken eteğine dolaşan çocuğu; "Ayaklanma dolaşma, görmüyor musun işim var, git oyuncaklarınla oyna " diyerek kazaya davetiye çıkarır. Çocuk kendisinin dışlanmasına katlanamaz; masa örtüsünü çektiği gibi üstündekileri yere boşaltır. Halbuki psikoloji bilen bir anne; "Gel yavrucuğum bana yardım et; şu bardakları ver de masaya koyayım," der. Böylece hem çocuğa güven duygusu kazandırmış hem de muhtemel bil kazayı önlemiş olur.
Çocuklar cepli elbiseleri çok severler. Onun için cepli bir keten pantolon, cepsiz bir kadife pantolondan daha kıymetlidir. Ceplerini ıvır zıvırla doldurmasına kızmayın. Bırakım onun da kendisine ait bir-şeyleri olsun. Bizim okulda teorik olarak zorla vermeye çalıştığımız az-çok, uzun-kısa, büyük-küçük kavramlarını o biriktirdiği ve köşelere sakladığı bu özel eşyayla çok daha iyi öğrenecektir.
Çocuk kendisine gereken bilgileri doğal şekilde almalıdır. Her bilginin yaşı ve zamanı vardır. Altı yaşından önce okuma yazma öğretmeye çalışmak, çocuğu okuldan soğutmaktan ve merak duygusunu köreltmekten başka bir işe yaramaz. Çocuğun sormadığı ve merak etmediği konulan zorla beynine doldurmak çok tehlikeli bir girişimdir. Bu girişimde bulunan çok anne ve baba tanıdık. Böyle anne babaların elinde aptallaşan zeki çocukların sayısı az değildir.
Ülkemizde neden çok az sayıda kitap ve gazete okunduğunu hiç merak ettiniz mi? Bunun tek sebebi okullarımız ve yanlış eğitim sistemimizdir. Okullarda, elli-altmış kişilik sınıflarda, yanlış eğitim metotlarıyla, öğrenmeye hiçbir katkısı olmayan ödev yığınlarıyla çocuklarımız aptallaştırılıyor. Kitap okumaktan nefret ediyorlar.
Sinir Sisteminde ve Duyularda Gelişme
Çocuğun oyuna ve öğrenmeye doymak bilmediğini anlamak için onun yüzüne bakmak yeter. Ağzı hep yan açıktır; yutmaya ve emmeye hazır bekler. Burun kanatlan geniş bir şekilde açılmış; kana yeterince oksijen sağlamaktadır. Gözlerini dört açmış etrafında olup bitenleri görmek için pusuda beklemektedir. Kepçe kulakları bütün sesleri almaya hazır. Çocukta beden ve duyular birlikte gelişir. Yeterince hareket edemeyen çocuğun sadece vücudu değil, duyulan da yavaş gelişir.
Üç yaş çocuğu yerinde duramaz. Onu beş dakika sakin oturtmak imkânsızdır.Mutlaka hareket edecek; bir şeylerle oynayacaktır. Hareketli halk arasında "yaramaz çocuk" denir. Eğer çocuğunuz yaramazlık yapmıyor; bir köşede uslu uslu duruyorsa mutlaka psikolojik bir problemi vardır. Hareket etmeyen ve yerinde uslu uslu oturan çocul duyularını dış dünyaya kapatmış; içe dönmüş demektir.İçe dönük çocuk ağzı kapalıdır. Burun delikleri dardır. Göz kapakları ve çatık kaşları gözler yarı yarıya gizlemiştir. Bazı anne babalar uslu çocuklarıyla övünürler: "Benim çocuğum çok usludur. Hiç yaramazlık yapmaz. Otur, dediğim yere oturur; hiç sözümden çıkmaz," diyen bir anne veya baba, aslında, "Benim çocuğum ruhen sağlıksız demektedir.
Özellikle parkları ve oyun yerleri az büyük şehirlerin kutu gibi apartman dairelerinde, daracık mekanlarda yetişen çocukların hareketli ve "yaramaz" olmaları neredeyse kaçınılmazdır.
Zihin Gelişimi
Çocuk beş yaşına kadar soyut şeylere karşı ilgi duymaz. Çünkü zihin kapasitesi henüz soyut şeyleri kavrayacak olgunluğa erişmemiştir. Çocuk içinde bulunduğu anı yaşar ve kavrar. Onun zihninde geçmiş ve gelecek zaman kavramları yoktur. Bu sebeple "dün, yarın, bugün" kelimeleri onun için bir anlam taşımaz. Bu kelimeleri sadece siz kullandığınız için kullanır. Çoğu zaman bunları birbiriyle karıştırır.
Çocuk, gördüğü ve dokunduğu somut (nesnel) şeylerle ilgilenir. Onun "neden, niçin" le başlayan sorularına cevap ararken bu gerçeği gözden uzak tutmamalıyız. Çocuk ayrıca rüya ile gerçeği de birbirine karıştırır. Eğer olmamış bir şeyi olmuş gibi anlatıyor veya sık sık hikâye uyduruyor ise; muhtemelen size gördüğü rüyayı anlatıyordun
Çocuğun bedeni gibi, zihni melekeleri de hareket halindedir. Dört yaşına kadar ona zaman kavramını anlatamazsınız. İstediği bir şeyi "dün vermiştim," veya "yarın vereceğim," deseniz bile o istemeye devam eder. Çocuk zihninde geçmiş ve gelecek zaman kavranılan bir anlam taşımaz; o sadece içinde bulunduğu anı yaşar. Zaman kavramını ve saat okumayı ancak 4-7 yaşları arasında öğrenebilir. Zamanı ifade eden saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay ve sene gibi kavranılan doğru olarak ancak 8 yaşından sonra kullanabilir.
Çocuk bize ve kendisine zararı olmayan bir şeyle meşgul iken, onu kendi haline bırakalım. Bazı anne babalar kendilerini çocuk yerine koyamadıkları için o anki meşguliyetini çok basit görüp dikkatini kendilerince daha faydalı olan bir işe çevirmek isterler. Bu çocuk psikolojisine aykırı, anlamız bir müdahaledir. Bırakınız çakıl taşlarını incelemeye ve mutlu olduğu meşguliyetine devam etsin; ona güneş ışınlarını ve gölgeyi anlatmaya çalışmayın.
Dil gelişimi üç yaşından itibaren başlar. Beş yaşına kadar dil henüz çocuk için monologdan ibaret basit bir oyundur. Yani egosantrizm (benmerkezcilik) dil alanında da devam eder. Çocuk konuşurken başkalarının kendisini dinlediklerine ve anladıklarına pek aldırış etmez. Çoğu zaman konuşmasını yarıda keserek başka bir işe yönelir.
Üç- beş yaşlan arasında iki çocuğun konuşmasını dinlediğinizde, konuşmanın diyalogdan ziyade iki ayrı monolog şeklinde yürüdüğünü göreceksiniz. Her çocuk aynı konu üzerinde kendi dünyasını anlatır. Cümleler arasında bir mantık bağı yoktur.
Çocuk sembollerin işaret ettiği anlamlan ancak yedi yaşından sonra kavrayabilir. Yazı ve rakamlar birer semboldür. Çocuk harflerin sesleri, rakamların da sayıları sembolize ettiğini ancak soyut düşünme melekesini kazandığı zaman anlayabilir. Çocuk psikolojisi alanında araştırmaların yetersiz olduğu atmışlı yıllarda yazı öğretimi tümevarım metoduyla öğretilmeye çalışılıyordu. Yani önce harfler öğretiliyordu. Sonra sırasıyla hecelere, kelimelere ve nihayet cümleye geçiliyordu.
Öğrenme psikolojisi alanında çalışmalar ve araştırmalar ilerledikçe bunun çocuk zihin gelişimine uygun bir metot olmadığı anlaşıldı. Yerine çok daha kolay ve pratik olan tümdengelim metodu uygulanmaya başlandı. Yani okuma ve yazıya doğrudan cümle ile başladılar. Eski metotla öğrenen anne babalar bunu çok yadırgadılar. Çocuklarına yardımcı olmaya çalışırken, farkında olmadan, onların işlerini zorlaştırdılar.
Aynı problem çocuk eğitiminde de geçerli. Avrupa ülkelerinde ve Amerika´da, evlenmeye niyetlenen gençler, akşamlan Anne Baba Okulları´na giderek çocuk psikolojisi ve eğitimi konularında ders alıyorlar. Türkiye´de, her bilimsel alanda olduğu gibi, maalesef bu alanda da yeterli çalışmalar yok.
Sosyalleşme ve Ahlâk Duygusu
Beş yaşına kadar çocuğun dünyasını ona bakmakla yükümlü anne, baba ve aile büyüklerinden ibaret 3-5 kişi doldurur. Üç yaşına kadar bebek anneye sıkı sıkıya bağlıdır. Atalarımız, "Anasız kuzu melemez," sözüyle bunu çok güzel ifâde etmişlerdir. Annesiz veya anne ilgisinden yoksun bir çocuk, doğumdan üç yaşa kadar olan dönemi hem fiziksel hem de ruhsal yönden gelişme bozukluğu içinde geçirir. Ondan sonra en iyi kurumlarda yetiştirilse dahi tam olarak sosyalleşemez.
Çocuğun sosyalleşmesi, ancak beş yaşından sonra, yani çevresinin genişlemesiyle başlar. Aile çevresi ne kadar geniş olursa, çocuk o kadar hızlı sosyallesin Yine de dil gelişimi ile sosyalleşme arasında bir parallellik vardır. Başkalarıyla ilişki kurmak ve onlarla anlaşmak için diyaloga girmek gerekir. Diyalog, başkalarının kendisi için ne düşündüğünü merak etmek ve öğrenmeye çalışmak, aynı zamanda kendisinin de başkaları için ne düşündüğünü ifade etmek demektir. Halbuki, daha önce sözünü ettiğimiz gibi, beş yaşına kadar çocuk sıkı bir be-merkezcidir; başkalarının kendisi için ne düşündüğünü merak etmez. Bu sebeple, beş yaşına kadar çocuk aile üyelerinden başkasına fazla ilgi duymaz. Komşu hanımın kucağında üç-beş dakikadan fazla duramaz; annesini ister.
Beş yaşına kadar bir çocukta ahlâk anlayışı, mantıkî olmaktan çok anneyi ve babayı taklit ederek kazandığı alışkanlıklar şeklindedir. Ancak utanma duygusu diğer ahlaki duygulardan biraz farklı. Çocuk üzerinde yapılan deneyler utanma duygusunun yaratılıştan geldiğini ve diğer ahlâki duygulardan daha güçlü olduğunu gösteriyor. Bu sebeple, çocuktaki utanma duygusunun anne ve baba tarafından dikkatli kullanılması gerekiyor. Hiç unutmuyorum. Küçükken dedemin bana sorduğu bir bilmece vardı: "ALLAH´tan korkmaz, cennete gider. Bil bakalım o kimdir?" Bilemediğim zaman gülerek şöyle demişti: "O, sensin." Ve sonra o bal akan diliyle açıklamasına geçmişti: "Bîr çocuk ALLAH´tan korkmaz; ama cennete gider. Neden? Çünkü ALLAH, çocukları sever ve ergenlik çağma gelinceye, yani bıyıklan çıkıncaya kadar onlara günah yazdırmaz. Ya Alişim, işte böyle: Çocuklar günahsız birer melektir. Çocukları seven ve onlara günah yazdırmayan ALLAH´tan hiç korkulur mu? Korkulmaz, korkulmaz Alişimin
Dedem iyi bir müslümandı. Bilinçli olarak bana önce cenneti olan ALLAH´ı anlatmış ve O´nu sevdirmişti. Biz de çocuklarımıza evvela cenneti olan ALLAH´ı anlatmalıyız. Eğer böyle yapmaz, bazı bilinçsiz anne babalar gibi, çocuğun her yaramazlığını ´ayıp ve günah´ sözcükleriyle değerlendirir; ALLAH ve cehennemle korkutursak; farkında olmadan suçluluk duygusu aşılamış, onu dinden soğutmuş oluruz.
Öğrenmek demek hareket demektir. Çocuk, hareket etmeden nasıl öğrenecek, çevresini nasıl keşfedecektir? Çocuk, yaramazlık olsun diye hareket etmez. "Yapma!" dediğiniz şeyi yaparken aslında maksadı sizi kızdırmak veya sözünüzü dinlememek değildir. Denemek ve "yapma" dediğiniz o şey hakkında bilgi edinmek istiyor. Eğer yaptığı hareket büyük bir zarara sebebiyet vermeyecekse, bırakın yapsın. Yoksa etraf dağılacak, üstü başı kirlenecek gibi sudan sebeplerle hareketlerini kısıtlarsanız, hem çocuğun öğrenme hızı düşer hem de aranızda çatışmalar başlar.
Siz anne baba olarak her zaman doğru olan şeyleri telkin edin. Ancak çocuğun hür iradesini tamamen elinden almayın. Bırakın, deneme-yanılma yoluyla bazı şeylerin doğru veya yanlış olduğunu kendisi keşfetsin. O zaman telkinleriniz daha tutarlı ve daha kalıcı olur.
İşte bunun için sadece annenin değil babanın da çocuğa ilgi ve sevgi göstermesi, zaman ayırması gerekir. Çocuk, babasıyla iletişime girdikçe çok şey öğrenecektir.
Çocuk Nasihattan Nefret Eder
Çocuğun nasihatten hiç hoşlanmadığını, hatta nefret ettiğini biliyor musunuz? Evet, nasihat kadar çocuğu kızdıran bir şey yoktur.
Olumsuz davranışların önüne geçmek için uzun uzadıya mantıklı açıklamalar yapmanız gerekmez. Bunları onaylamadığınızı ve benimsemediğinizi söylemeniz yeter. Bir baba bu tavsiyelerimiz üzerine şu soruyu sormuştu: "Peki, çocuk sürekli olumsuz davranışlar gösterirse; bunun önüne nasıl geçebilirim?"
Babanın sorusu disiplin konusunu gündeme getiriyordu. Disiplin, eğitimin vazgeçilmez bir parçasıdır. Disiplinden kastettiğimiz şey, bütün iyi niyetimize ve hoşgörümüze rağmen çocukta ortaya çıkan olumsuz davranışlara karşı tavır almaktır. Bu tavrın her zaman için kinci ve dayağa yönelik olması gerekmez. Cezanın pek çok çeşidi vardır. Üzüldüğünüzü söylemek, kısa bir süre küsmek, surat asmak, yan bakmak gibi tavırlar da birer cezadır. Bunların yetmediği yerde, yani olumsuz davranışın size yönelik olması halinde, onu bir süre için sevdiği şeyden mahrum edebilirsiniz. Ancak âdil davranmaya, cezanın suça eşit olmasına dikkat etmelisiniz. Kızgınlık anında verdiğiniz ağır bir ceza çocuğu ruhen incitebilir.
Disiplin, bir yönüyle, çocuğu ciddiye aldığınızı yâni ona değer verdiğinizi gösterir. Çocuğun olumsuz davranışları her zaman kural çiğnemeye yönelik olmayabilir. Unutmayın; çocuk iyi bir deneyci ve gözlemcidir. Sık sık yaramazlıklar yaparak sizin kendisini ne kadar sevdiğinizi ve ne kadar önemsediğinizi dener.
Ceza, suçun hemen arkasından gelirse etkili olur. Geciktirilen cezanın fazla etkisi olmaz. Devamlı ertelenen cezalar ve kuru tehditler hiç bir işe yaramaz.
Dört-yedi yaş arası dönem, ahlâk eğitiminin yerleştiği çok önemli bir dönemdir. Çocuk, ailede ve toplumda hoş karşılanmayan bazı şeyleri yapamayacağını, ancak bizim kararlı tutumumuz sayesinde öğrenecektir. Ancak, görgü kurallarının bütünü ahlâk sınırlan içine girmez. Özür dilememek ve teşekkür etmemekle, hırsızlık yapmak ve yalan söylemek aynı şey değildir. Görgü kurallarında çocuğu fazla zorlamak doğru değildir. Bir büyüğün verdiği hediyeye karşılık çocuğun teşekkür etmesi güzel bir davranıştır. Ancak bunu büyüğün yanında çocuktan istemek ve ısrarla; "Amcaya teşekkür etsene!" demek onu küçük düşürmekten başka bir işe yaramaz. Çocuk aynı zamanda iyi bir taklitçidir. Hoşuna giden sözleri ve davranışları taklit etmekten zevk alır. Sizin birine teşekkür ettiğinizi ve onunda bundan çok hoşlandığını gördükçe o da teşekkür edecektir.
Görgü kuralları, taklide dayanır ve yaşanarak öğrenilir. Bu kurallar toplumdan topluma değişir ve tam bir mantığı yoktur. Amerika´ya gittiğimde ilk haftalarda tuhafıma giden çok şeyler görmüştüm. Mesela, Amerikalı hoca sınıfta -affedersiniz- sesli bir şekilde yelleniyor, ancak özür dilemiyordu. Fakat aynı adam konuşurken öksürüğü gelince özür diliyordu. Tahtayı silmeye kalktığım zaman bütün öğrenciler bana gülmüştü. Meğer orada öğrenciler hiç tahta silmezmiş; bu öğretmenin göreviymiş, onun için para alıyormuş.
Yedi Yaş Buhranı
Çocuk yedi yaşına doğru yavaş yavaş aileye ait benlikten yani benmerkezci kişiliğinden sıyrılarak sosyal benliğe adım atar. Çocuğun fiziksel ve zihinsel gelişimi normal olsa dahi, sosyal benlik ancak aile dışındaki dünyaya çıkarak gerçekleşebilir. Annesinin dizi dibinden ayrılmamış, el bebek gül bebek büyütülmüş, her ihtiyacı anne ve baba tarafından karşılanmış, ana okulu tecrübesi olmayan bir çocuk ansızın girdiği okul çevresine uyum sağlamakta zorluk çekecek ve yedi yaş buhranı dediğimiz problemi yaşayacaktır.
Altı-yedi yaşlarından itibaren çocukta yeni davranış biçimleri ortaya çıkmaya başlar. Bunların başında kardeş anlaşmazlıkları gelir. Anne baba ile iyi bir diyalog kuramayan ve onlarla rahat konuşamayan çocuklar, kardeşlerini kıskanarak sıkıntılarını belli ederler.
Kardeşlerini kıskanan ve onlarla devamlı kavga eden çocuklar, anne babanın sevgisinden şüphe eden çocuklardır. Çocuğu içten içe kemiren ve ruh sağlığını bozan bu şüphecilikten kurtarmanın yolu,
ona ailede önem verildiğini hissettirmek ve daha fazla sevmektir. Ancak bunu yaparken sevgi paylaştırmada âdil davranmalı; diğer çocukları ihmal etmemelidir.
Kekemelik olayı daha çok yedi yaş buhranı sırasında ortaya çıkmaktadır. Kendine güveni olmayan çocuğun üzerine gidildiğinde, ondan kapasitesi üzerinde basan beklenildiğinde, köşeye sıkışan kedi psikolojisine girecektir. Ne yapacağını, nasıl kaçacağını, nereye sığınacağını bilemeyen kedi gibi şaşırıp kalacak ve kekelemeye başlayacaktır. Kekemelik solak çocuklarda daha sık görülür. Çocuk doğuştan solak olduğu için, okul çağına kadar sol elini kullanmaya alışmıştır. Öğretmen onu sağ elini kullanmaya zorladıkça ve anne baba da aynı istekte bulundukça çocuğun kekemeliği artar.
Yedi yaş buhranı geçiren bir çocuk, bilinçsiz olarak, sıkıntısını bastıracak yollar bulur. Bazen babası veya ağabeyi kendisine nasıl dayak atmışlarsa, o da küçük kardeşini veya evin kedisini döver. Haksız yere dayak yediklerine inanan mutsuz çocuklar şefkatli değillerdir. Mahallede kedi-köpek kovalayan, kuyruklarına teneke bağlayarak onlara işkence eden veya karınca yuvalarını bozan çocuklar, kesinlikle yedi yaş buhranını atlatamayan mutsuz çocuklardır.
Yedi yaş buhranının tezahürleri farklı farklıdır. Kimi çocuklar, evin ya da bahçenin kuytu bir köşesine sığınır. Orada, kimsenin görmesini istemediği ve düşmanca bakışlardan gizlediği renkli cam parçalan, çakıl taşlan, mandallar, misketler, düğmeler ve birbirini tutmaya bir sürü ıvır zıvırla dolu bir hazine kurar. Kimi çocuklar, ailesinden bulamadığı yakınlığı ve itibarı sağlamak için arkadaşlarına cömertçe hediyeler verir. Evden çaldığı paralarla sakız, şeker, simit, çukulata gibi Çocukların ilgisini ve iştahını çeken şeyler satın alır; arkadaşlarına dağıtır.
Yedi yaş buhranını güçlendiren bir başka etken, okula başladığı zaman yaptığı keşiftir. O zamana kadar Çocuğun gözünde baba en güçlü ve en bilgili kişi, anne de en mükemmel kadın idi. Ancak, öğretmeniyle ve okul müdürüyle tanıştıktan sonra, babanın ve annenin bilgili kişiler olmadığını; onlardan daha bilgili kişiler bulunduğunu keşfeder. Anne baba arasında geçen tartışmaları ve geçimsizlikleri farkeder. Bu keşif ve farkına varış, çocukta derin bir iç sıkıntısı ve ahlâk buhranı doğurur. Daha önce anneden ve babadan hiçbir şey gizlemeyi düşünmüyordu. Çünkü, onlar her şeyi bildiklerine göre, onun ne yaptığını ve ne düşündüğünü de bilirdi. Çocuk, ailenin dışına çıktıktan sonra onları denemek için, artık bazı şeyleri gizlemeye ve ilk yalanlanın söylemeye başlar.
Anne babanın birbirine karşı saygılı ve ALLAH inancının güçlü olduğu ailelerde yedi yaş buhranı kolay atlatılır. Çünkü o ailede adalet vardır; kimseye haksızlık yapılmaz. Dürüstlük, sevgi, yardımlaşma ve şefkat vardır. Çocuğa, "Her şeyi bilen yalnız ALLAH´tır," fikri aşılanmıştır. Anne ve baba, bazen, çocuk tarafından kendilerine soru yöneltildiğinde;"bilmiyorum" deme dürüstlüğünü göstermişlerdir.
Çocukta kişilik gelişimi çok önemlidir. Evde, her çocuğun kendisine ait bir odası, bu mümkün değilse, bir dolabı olmalıdır. Şahsi eşyalarını koyacağı ve kimsenin karıştırma hakkına sahip olmadığı çekmeceli masası olmalıdır. Eğer çocuğun sahip olduğu ve sır gözüyle baktığı şeyleri saklayacağı bir yeri olmazsa; o bunları kalbinde saklar ve kalbini anahtarla kitleyerek size kapalı tutar.
Anne-baba birbirlerine karşı saygılı değilse ve karşılıklı hakaretlere varan tartışmaları çocuğun yanında yapıyorlarsa durum vahim demektir. Çünkü çocuk, anne-babasının kişiliklerini yüceltmiştir ve onları örnek alıp davranışları taklit yoluyla kimliğini oluşturmaktadır.
Bilge Bahçıvan
Orhan adında, başını kitaptan kaldırmayan, okuma delisi bir adam tanımıştım. Bu adamın, Burçin isminde, sevimli ve zekî bir kız çocuğu vardı. Baba, daha çocuk konuşmaya başlar başlamaz ona resimli ABC kitapları aldı. Kısa zamanda çok şey öğretme hevesine kapıldı. Burçin yeni birşeyler öğrendikçe, baba sevinçten uçuyor; önüne gelene kızının ne kadar akıllı olduğunu anlatıyordu. Adam, sanki çocuğunu sevimli ve güzel olduğu için değil, çok şey öğrendiği için seviyordu. Kızcağız da baba sevgisini kaybetmemek için var gücüyle çalışıyordu.
İşin daha da tuhaf tarafı, çocukların okulda cümle ile yâni tümden gelim metoduyla okumaya başladıklarını bilmeyen Orhan bey, Burçin´e harfleri öğreterek işe başladı. Çocuk harflerin adını ezberledikçe ona bir ödül veriyordu. Sıra rakamları ezberlemeye gelince, kızcağız, bu sembollerin nasıl sayı ifâde ettiğini bir türlü anlayamıyordu.
Bütün zorluklara rağmen, Burçin beş yaşma geldiği zaman çok düzgün okuyabiliyordu. Bu arada yazı çalışmaları da devam ediyordu. Altı yaşını bitirdiği zaman, artık okur yazar bir çocuktu.
Babası, Burçin´i okula kaydettireceği gün, onu da yanında götürdü. Doğruca müdürün odasına girdi. Kızının okuma yazma bildiğini, dolayısiyle ikinci sınıftan başlaması gerektiğini söyledi. Müdür, masasının üzerinde duran gazeteyi çocuğa uzattı. "Oku bakayım şu haberi kızım." dedi. Burçin, hiç takılmadan, haberi okudu. Müdür şaşırıp kaldı. Sonra yazı denemesine sıra geldi. "Söyleyeceklerimi yaz kızım.´ dedi. Burçin söylenenleri hiç yanlışsız ve düzgün bir yazı ile yazdı.
Müdür, bütün öğretmenleri odasına çağırdı. "Arkadaşlar, dâhi bir çocuk görün." dedi ve Burçin´i öğretmenlere tanıttı. Okulun başladığı günden itibaren, bir hafta boyunca çevre okullardan da kızı görmeye geldiler Orhan bey, bu büyük ilgi karşısında gurur duydu ve kızına daha çok şey öğretmek için gece gündüz çalıştı.
Okula başladığının daha ayı dolmadan Burçin´de tuhaflıklar başladı. Okula uyum sağlayamamıştı. Öğretmenin ders metoduyla, babanın öğretme metodu çok farklıydı. Öğretmen, öğrettikleri üzerinde sorular soruyor, konunun nedenleri ve niçinleri üzerinde duruyor; çocuklardan yorum yapmalarını istiyordu. Halbuki, baba hiç de böyle yapmıyordu. Kızına ödev veriyor; o da ezberliyordu.
Burçin, uzun süre, okuldaki sıkıntılarını gizledi. Babanın kendisine olan güvenini ve sevgisini kaybetmemek için her şeyi içine attı. Ancak, o küçük beden bu kadar ağır sıkıntıları taşıyamadı; uyku ve sindirim bozuklukları şeklinde arızalar vermeye başladı.
Kızcağız, uyku uyuyamıyor, kâbuslar görüyor; yediği şeyleri dışarı çıkarıyordu. Hemen bir doktora götürdüler. Doktor, muayeneden sonra, hastalık sebebinin psikolojik olduğunu söyledi ve çocuğu bir psikiyatri uzmanına götürmelerini tavsiye etti.
Baba, beklemediği bu acı sonuç karşısında, ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içindeydi. Dâhi bir çocuğun psikiyatri uzmanına gittiğini hiç duymamıştı. Bir yandan çocuğun sağlığını, diğer yandan kendi prestijini düşünüyordu. Her şey ne kadar da güzel gidiyordu. Birden bire ne olmuştu? Annesi, "Kızımıza nazar değdi" diyor başka bir şey demiyordu. Mahallenin çok bilmiş kocakarısı da; "Bu çocuğu okutmuşlar; filan yerde üfürüğü kuvvetli bir hoca var; ona götürün." diyordu. Sizin anlayacağınız, her kafadan bir ses çıkıyordu.
Orhan bey, modern görüşlü bir adamdı. Muskacı ve cinci hocalara çok kızardı. Çocuğu bir psikiyatri uzmanına götürmekten başka çare bulamadı. Psikiyatrist, "Çocuğun rahatsızlığı çok ilerlemiş; tedavisi uzun sürebilir.’dedi. Baba, bir kere daha yıkıldı.
Burçin, dört aylık bir tedaviden sonra ancak kendine gelebildi. Henüz okula başlayacak kadar iyileşmemişti. Doktor, tedavisinin devam etmesi gerektiğini söylüyordu.
Baba, doktorun uyarılarına rağmen, Burçin´e okuması için çeşitli hikâye kitapları almıştı. Ancak, Çocuğun okumaya pek niyeti yoktu. Sanki beyni tamamen durmuş; artık hiçbir şey öğrenemez olmuştu.
Burçin´in sınıf arkadaşları sık sık ziyaretine geliyorlardı. En sık geleni de Fidan isminde, güleç yüzlü, cana yakın bir kız çocuğuydu. Orhan bey, bir gün, can sıkıntısını atmak için bu kızla sohbet etmeye başladı. Ona çeşitli sorular sordu. Fidan, yaşından beklenmeyen mantıklı cevaplar verdikçe adam hayretini gizleyemedi ve sordu:
- Senin baban ne iş yapıyor, kızım? Fidan:
- Babam bahçıvandır efendim, dedi.
Orhan bey, hayretini gizleyemediği bir ses tonuyla:
- Ya, demek baban bahçıvanlık yapıyor!..
Nerede oturuyorsunuz?
- Uzak sayılmaz efendim. Bahçemiz anayol üstünde. Dolmuşla yarım saatte okula gidebiliyorum. Çok güzel bir bahçemiz var. Arzu ederseniz, bir hafta sonu sizi misafir edebiliriz. Biz misafiri çok severiz.
Burçin sevinçle atıldı:
- Bu pazar gidelim, babacığım! Baba gülerek;
- Tabii kızım gidelim, dedi. Ancak, Fidan´ın babasına sorması gerekir. Ondan haber bekleyelim. Ailenin başka bir programı olabilir.
Fidan:
- Bu hafta sonu için bir plânımız yok efendim, dedi. Ayrıca, babam kendisine sormadan misafir
getirebileceğimi söyledi.
Orhan bey, kızın başını okşadı:
- O zaman mesele yok, dedi, bu pazar günü sizdeyiz.
İki arkadaş sevinçle birbirine sarıldılar. Burçin´in sevinci babasının yüreğini ferahlattı. İçinde, bu ziyaretin iyi sonuçlar getireceğine dair bir önsezi vardı.
Burçin, pazar sabahı erkenden kalktı. Günlerdir ilk defa iştahlı bir ´kahvaltı yaptı. Annesine saçlarını örgü yaptırdı ve kırmızı bir kurdela taktırdı. En güzel elbisesini giydi. Bayram yerine gidiyormuş gibi sevinçli bir hali vardı.
İki aile birbirine çabuk ısındılar. Fidan´ın biri kendisinden büyük üç kardeşi vardı. Ailesi gerçekten misafir seven insanlardı. Bahçe çok bakımlıydı. Meyvenin ve sebzenin her çeşidinden vardı. Evin hanımı da çok nefis yemekler pişirmişti.
Orhan beyle Fidan´ın babası, bir ara bahçeyi dolaşırken, kızların arkadaşlığından söz açtılar.
Orhan bey:
- Çok güzel çocuklar yetiştirmişsiniz, sizi tebrik ederim... dedi.
Diğeri, utangaç bir tavırla cevap verdi:
- İltifat ediyorsunuz efendim. Aslında ben ve eşim fazla okumuş insanlar değiliz. Sizler kadar modern eğitimden anlamayız. Babam rahmetli, bana sık sık nasihat ederdi:"Oğlum,derdi, eşine ve çocuklarına karşı daima hoşgörülü ve şefkatli ol. Çok çalış; ama aç gözlü olma." Bunlar elbette sizin de bildiğiniz şeyler. Babam, atları çok severdi. Çok güzel bir atı vardı. Görenler hayran kalırdı. Rahmetli, çocukları küçük taylara benzetirdi. Bir taya aşırı yük yüklediğin zaman, gelişemez; bodur kalır derdi.
Orhan bey, bahçıvanın ne demek istediğini anladı:
- Çok haklısın, dostum... dedi. Fidanla sohbet ettiğimiz zaman, sizin ne bilge bir insan olduğunuzu tahmin etmiştim. Merakımı bağışlayın; nasıl bir eğitim şekli uyguladınız da Fidan´ı böylesine olgun, ruh sağlığı yerinde, kendisine güveni olan bir çocuk haline getirebildiniz?
Bilge bahçıvan tebessüm ederek söze başladı:
- Beyim, dediğim gibi, ben fazla okumuş bir adam değilim. Hayat okulundan mezunum sizin anlayacağınız. Tabiat, bizim için, ALLAH´ın yarattığı en güzel okuldur. Çocuklarımı, ABC okuluna başlamadan önce, tabiat okulu ile tanıştırırım. Mesela, onlara sorarım: "Kışın ölen bu tabiat, baharda nasıl dinliyor? Şu koyunlar nasıl oluyor da yeşil ot yedikleri halde, beyaz süt veriyorlar? Şu çiçekler, aynı toprağı, aynı havayı ve aynı suyu paylaştıkları halde; nasıl oluyor da renkleri ve kokulan farklı olabiliyor? Minicik incir çekirdeği, koca bir ağaca nasıl dönüşüyor?´ Bütün bu soruların cevabını ararken onlara kâinatın yaratıcısı olan ALLAH´ı anlatırım.
Çok okumuş Orhan bey, bilge bahçıvanı dinledikten sonra; "Dostum, çok farklı bir eğitim anlayışınız var." dedi ve ekledi: "Jean Jacgaes Roussau´nun Emil´in düşüncelerine çok benziyor."
Üçüncü Çocukluk Çağı (8-14 yaş dönemi)
Üçüncü çocukluk çağı, sosyalleşmenin ve soyut kavramların elde edildiği bir dönemdir. Ailenin dışına çıkan çocuk, artık kendisinin tek olmadığını, kendisine benzeyenlerin bulunduğu bir dünyada yaşadığını anlamaya başlar. Başkalarını kabullenme, egosantrizmden çıkış demektir. Daha evvel, kendi duygularının çerçevesi içinde kalan bir dünyası vardı. Her şeyi ve her olayı kendi duygularıyla değerlendiriyor; başkalarının ne düşündüğünü merak etmiyordu.
Ailede adam yerine konan, kendisine değer verilen, görüşlerine baş vurulan, özel eşyaları ve kendisine ait bir odası olan çocuk, kişiliği gelişmiş; kendine güveni olan bir çocuktur. Bu çocuk, soyut düşünmenin temeli olan "sebep-sonuç ilişkisi"ni kolay kavrar. "Benim nasıl kendime ait eşyalarım, odam ve sırlarım var ise; başkalarının da izinsiz dokunmaması gereken eşyaları, odası ve sırları vardır," diye düşünür.
Çocuk yedi yaşına kadar hikâyede ve resimde "kişi-yer-zaman" ilişkisine dikkât etmez. Eşyayı ve canlıları göründükleri gibi değil; düşündüğü gibi çizer. Evleri saydam çizerek içindeki kişileri ve eşyayı gösterebilir.
Kişileri evlerden büyük çizebilir. Birbiriyle ilgisi olmayan sahneleri yan yana dizebilir. Neden böyle yaptığını sorduğunuzda mantıklı bir açıklamasını yapamaz. Yarım bıraktığınız bir hikâyeyi tamamlamasını istediğiniz zaman, hiç ilgisi olmayan bir olayla bitirebilir. Bütün bunlar soyut düşünmenin olmadığı "ben merkezli" dönemin tezahürleridir.
Sekiz yaşından sonra, çocuğun zihninde zaman kavramı da oluşmaya başlar. Artık, dünle yarını birbirine karıştırmaz. Dünün geçmişi, yarının geleceği anlattığını kavramaya başlar. Ancak, formel mantığı (tümevarım/tümdengelim) ve matematik problemlerine ait soyut açıklamaları yaklaşık on bir yaşından önce kavrayamaz.
Altı yaşındaki bir öğrenciyle yapacağınız diyalog aşağıdaki gibi bitebilir:
- Okuldan eve arabayla mı yoksa yürüyerek mi geliyorsun?
- Yürüyerek geliyorum.
- Ne kadar zamanda geliyorsun?
- On beş dakikada.
- Eğer arabayla gelsen ne kadar zamanda gelirsin?
- Daha çabuk gelirim.
- Daha az zamanda mı yoksa daha çok zamanda mı gelirsin?
- Daha çok zamanda.
- Ne kadar zamanda?
- On beş dakikadan fazla zamanda.
Bu örnek gösteriyor ki; altı yaşından önce, çocuk zamanla hızın ters orantısını (daha hızlı koşarsam, daha az zamanda gelirim) kavrayamaz.
Çocuk, okul dışındaki toplu oyunlara sekiz yaşlarında katılmaya başlar. Misket, saklambaç veya kaydırak oynayan komşu çocuklarına katılır. Bunların arasında henüz şef yoktur. Sokaktan mahrum edilen, aşırı koruma altına alınan, kuluçkaya yatmış tavuk muamelesi gören, hürriyeti dört duvarla sınırlanan bir çocuk sosyal alışkanlıklar kazanamaz. Sokağa çıktığı zaman nasıl hareket edeceğini bilemez. Ürkek ve pısırık bir hal alır. Diğer çocuklar onun "ana kuzusu" olduğunu hemen anlar; ya alay eder ya da dövüp evine gönderirler. Ailede "el bebek gül bebek" büyümüş, her isteği yerine getirilmiş bir çocuk, sokakta ve okulda gördüğü sert bir tavır karşısında kolayca bozguna uğrar. Okulda veya sokakta, gösterdiği beceriksiz bir tavır karşısında alaya alındığı zaman aşağılık duygusuna kapılır. Sokağa çıkmak veya okula gitmek istemez. Sokağa ve toplu oyunlara alışık bir çocuk, bu tür olayları kolay atlatır. Çünkü, daha evvel, buna benzer tecrübeler yaşamış; belki kendisi de bir başka beceriksiz çocukla alay etmiştir.
Çocukları her zaman kibar ve nâzik olmaya zorlamanın da pratikte fazla faydası yoktur. Gerektiğinde kızgınlığını ve tepkisini dile getirebilmelidir. Ana kuzuları, mahallenin zorba çocukları için iyi birer tatmin aracıdır. Onları dövmekten, yollarını kesip haraç almaktan zevk duyarlar. Çocuklarımızı hayatın her türlü Şartlarına karşı kendilerini koruyacak şekilde yetiştirmemiz gerekir. Sokağa çıkacak, kendi yaşıtı olan mahalle gruplarına katılacak, topluluk içinde rol alacak, gerektiğinde kendini ve grubunu korumak için kavgaya tutuşacaktır.
Müdürünün veya âmirinin asık suratı karşısında ezilip büzülen, kızarıp bozaran, şapkasını beceriksizce elleri arasında evirip çeviren, korkudan "şey efendim, şey efendim..." diyerek lafının devamını getiremeyen komik devlet memuru tiplerine çok rastlamışsınızdır. Bunlar, çocukluklarında sokaktan mahrum edilen, anne babanın koruması altında büyüyen, pısırık ve korkak gölge tiplerdir.
Bazı kibarlık budalası ailelerde, görgü kuralları adına, çocuğun bütün tabii davranışları engellenir. Bu ailelere göre, kendisini savunan ve cevap veren çocuk saygısızdır. Hareketli çocuk yaramazdır. Soru soran ve konuşan çocuk gevezedir. Haksızlık karşısında kızgınlığını dile getiren çocuk kabadır. Çocuk dediğin, sustalı maymun gibi, kalk deyince kalkacak, otur deyince oturacak, sus deyince susacak. Böyle ailelerde yetişen çocuklar, "sosyal tutukluk" dediğimiz psikolojik geriliğe maruz kalırlar. Kendi başlarına hiçbir şeye karar veremezler. Neyi nasıl yapacaklarını hep anne babalarına sorarlar. Bu psikolojik gerilik, ileri yaşlarda kendisini utangaçlık şeklinde belli eder. Zamanla, "acaba ne derler" biçimine dönüşür.
Bir de olayı tersinden ele alalım. Başarıyı her şeyin önünde tutan hırslı ailelere bakalım. Bu ailelerde, anne babalar, yanda kalmış ideallerini, tatminsizliklerini çocuklan vasıtasıyla elde etmeye çalışırlar. Çocuklarını da kendileri gibi bencil yetiştirirler. Oğlunun veya kızının bütün notlan yüksek olmalıdır. Sınıf birinciliğini kimseye kaptırmamalıdır. Çocuk, yarış atı gibi, evde besiye çekilir. Oyundan, sokaktan, arkadaştan mahrum edilir. Başarıya ve birinciliğe şartlandırılan bu çocuklar da bir yönüyle anti sosyaldirler. Kıskanç ve bencildirler. Kendilerinden bir not yüksek alan arkadaşından nefret ederler. Yardımlaşma duygusundan mahrum yetişen bu çocuklar, büyüdükleri zaman, mevki, makam ve para gücünden başka güç tanımazlar. Bütün insani değerleri bu güçlerin uğruna feda ederler.
Çocuğumuza, bir başkasını değil, kendi kendini aşmayı öğretmeliyiz. Onu, daha yüksek not alan arkadaşıyla veya kardeşiyle asla kıyaslamamalıyız. Çok önemli olduğu için, bu "kıyaslama" meselesi üzerinde biraz durmak istiyoruz. Sık sık ifade ettiğimiz gibi, her çocuk belli bir zeka ve yetenek potansiyeliyle doğar. Zekalar çeşitli olduğu gibi; yetenekler de çeşitlidir. İki kardeş arasında bile bu çeşitlilik görülebilir. Biri matematik zekaya sahipken, diğeri sosyal zekaya sahip olabilir. Birinde mühendislik yeteneği varken, diğerinde edebiyat yeteneği olabilir. Biri okulda fen derslerinde daha başarılı iken, diğeri sosyal derslerde daha başarılı olabilir. Bunları birbiriyle kıyaslamak; sosyal zekâya sahip olana, "kardeşin matematikten on alırken, sen neden yedi alıyorsun," diye onu suçlamak doğru değildir. Aynı şekilde arkadaşıyla veya komşu çocuğuyla kıyaslamak da haksızlık olur. Kıyaslama yaparak çocuğunuzun karşı tarafı kıskanmasına ve ona düşmanlık duygulan beslenmesine sebep olabilirsiniz. Çocuğun bir sınavdan zayıf Alması her zaman için kendi ihmalciliğinden veya tembelliğinden kaynaklanmaz. Çok çeşitli sebepleri olabilir. Çocuğunuzla konuşup, onu suçlamadan, birlikte çözüm aramanız gerekir. Burada önemli olan, çocuğun üzerine düşeni yapıp yapmadığıdır. Eğer elinden geleni yapmış ise; zayıfın nereden kaynaklandığını da farkedecek; bir dahaki sefere aynı hatalara düşmemeye çalışacaktır. Siz, çocuğunuza başkalarını değil; kendi kendini aşması yönünde telkinde bulunacaksınız. Eğer bir dersin ilk sınavından üç almış; ikinci sınavda bunu dörde veya beşe çıkarmışsa; kendini aşmış, başarıya doğru yol almış demektir. Onun bu başarısını takdir etmeli; cesaretlendirmeli ve kendine güvenmesini sağlamalısınız.
İnsan acı çekmeden, mücadele etmeden, ter dökmeden olgunlaşamaz. Rahat ve sıkıntısız geçen bir 8-14 yaş dönemi, çocuğu gerçek ergenliğe ulaştıramaz. Ergenliğe geçiş, bir bakıma hür ve bağımsız bir kişiliğe geçiştir. Çocuk, anne babanın yardımı olmadan, kendi ayaklan üzerinde durmayı deneyecek; bu denemeler bazen anne babayı şaşkına çevirecek kadar sert olabilecektir. Nasihatlerinize, akıl vermelerinize kızacak; surat asacak, küsecek ve belki de isyan bayrağını çekecektir. Zaman zaman fikirlerinizi beğenmeyecek, sizi tutucu ve geri kafalı bulacaktır. Aldığınız elbiseyi, ayakkabıyı beğenmeyecek; kendi alışverişini kendi yapmak isteyecektir. Bu geçmişten kopma, kendini isbatlama hamleleri bazen onu da ürkütecek; boğulma ve kaybolma ihtimallerine karşı yine sizin sevginize ve şefkatinize sığınma ihtiyacı duyacaktır. Böyle anlarda bile, ipini uzun ve bol tutmanız, sahnede görünmemeniz gerekir. Yani ona çocuk muamelesi yapmadan ve yaptığınız yardımı başa kakmadan, arkasında olduğunuzu bilmesi onu rahatlatacaktır. İpi sıkı tutulan ve hareketlerine
devamlı müdahale edilen gencin karşı koyması şiddetli olur. Ailesiyle olan ipi koparır; bağımsızlığına kavuşmak için ne getireceği belli olmayan tehlikeli maceralara atılır.
Ergenlik Çağı
(14-18 yaş dönemi)
Ergenliğe geçişte, ailesinden yeterli anlayışı ve desteği bulamayan bir çocuk, sosyal intibaksızlık dediğimiz ağır bir buhranın içine düşer. Toplum içine çıkmak istemez. İçine kapanır ve orada kendisine mutlu bir hayal dünyası kurar. Gerçek dünyayla yüz yüze gelmek onu korkutur. Çünkü kurduğu hayal dünyası ile gerçek dünya hiç birbirine benzememektedir. Dış dünyaya olan bu güvensizliği, aslında kendine olan güvensizliğin bir yansımasıdır. Giriştiği her işte, "yanlış yapacağım, başaramayacağım," korkusu vardır. Karşılaştığı en küçük bir engelde paniğe kapılır; kendine güveni yoktur.
Güvensizlik duygusu en çok baba modelinden yoksun büyüyen çocuklarda görülür. Erkek kimliği babadan, kadın kimliği anneden görerek ve yaşayarak kazanılır. Hem erkek hem de kız çocuğu için baba modeli çok önemlidir. Erkek çocuğu kendi cinsiyetine uygun kimliği babanın davranışlarından ve ailede yerine getirdiği görevlerden gözlem ve taklit yoluyla geliştirir. Kız çocuğu da karşı cinsin davranışlarını babadan ve kan-koca ilişkilerinden öğrenir.
Gençler, bir yandan kendilerini seven ve onlara güvenen duyan anne ve babaya ihtiyaç duyarken, diğer yandan hür ve bağımsız hareket etmek isterler. Artık kendilerinin de büyüdüğünün kabul edilmesini, her işlerine karışılmamasını, görüşlerine değer verilmesini isterler. Nasihatten ve uzun nutuklardan hiç hoşlanmazlar. Çocuklarıyla küçük yaşlarda ilgilenmeyen ve onlarla sıcak bir diyalog kuramayan babalar, büyüdüklerinde onları anlamakta zorluk çekecekler ve belki de hiç anlayamayacaklardır. Aslında kuşaklar arası çatışma dediğimiz şey, ilişki kopukluğunun bir yansımasıdır. İlişkiler kopuk olduğu zaman gençlerin hayallerini, duygularını ve eğilimlerini anlamanız mümkün değildir. Artık çocuk olmadıkları için kurallarınızı ve isteklerinizi onlara zorla kabul ettiremezsiniz. Bu gerçeği kabul etmek istemeyen anne babalar, ergenleri suçlayıcı bir savunma geliştirirler: "Bu çocuğun huyları değişti. Her şeye itiraz ediyor. Hiç konuşulmuyor; kapıyı çarpıp gidiyor. Bize saygısı yok. Ne yapacağımızı şaşırdık."
Eğer çocuklarınızla çatışma yaşamak istemiyorsanız, küçük yaşlardan başlayarak kendilerini ifade etmelerine fırsat vermelisiniz. Size sevgilerini dile getirdikleri gibi, haksızlığa uğradıkları zaman, kızgınlıklarını da ifade edebilmeliler. Kızgınlığını, küskünlüğünü ve üzüntüsünü ifade etmek saygısızlık değildir.
Burada baba sevgi içinde otoriter olmalıdır. Çocuğuyla bir arkadaş gibi konuşabilmeli, problemlerine beraberce çözüm yolu arayabilmelidir.
Çocuk Kimliğinde Baba Modeli
Çocuğun cinsel kimliği anne-babayı taklitle ortaya çıkar. Kişinin kendi cinsiyetine uygun kimliğe sahip olması, kimlik kavramı ve ruh sağlığı için çok önemlidir. Çocukların bebeklik çağında anneleriyle özdeşleşme çabalan olağan kabul edilir. Çünkü erkek çocuk da kız çocuğu gibi günün büyük bir bölümünü annesiyle birlikte geçirir; onu gözlemler ve taklide yönelir. Üç yaşına kadar bu normaldir. Ama üç yaşından sonra aynım başlar. Erkek çocuklar babalarını, kızlar da annelerini örnek almaya ve onu taklit etmeye başlar. Ancak çocuğun bu aşamayı uygun şekilde geçirmesi örnek alınacak kişiyle birlikte bulunma oranına bağlıdır. Bu sebeple, kız çocukları erkeklere oranla cinsel kimliklerine daha kolay girerler. Çünkü anneleriyle daha çok beraber olma imkânları vardır.
Okula giden çocuğun zamanının büyük bölümünü okulda ve arkadaş çevresinde geçirdiği için, artık babaya ihtiyaç olmayacağı düşüncesi yanlıştır. Çocuk yeni bir dünyayı tanımaya başladığı, yeni ilişkilere girdiği bu yaşta, babanın hep yanında olduğunu, elini uzattığında erişebileceği yerde bulunduğunu bilmesi ona