ayten
Mon 27 September 2010, 12:22 am GMT +0200
Azimet Ve Ruhsat
Vaz´î Hükümlerin Beşinci Nevi: Azimet Ve Ruhsat
Vaz´î hükümlerden beşinci nevi azimet ve ruhsat bahsi olmaktadır.
Birinci Mesele:Azimet
"Azîmet´[1] baştan konan genel mahiyetti (küllî) hüküm-lerdir. "Genel mâhiyetli (küllî)"olmasından maksat, belli mükelkf-lere ve belli hallere mahsûs olmaması demektir. Mesela namaz gi-bi. Çünkü namaz bütün hallerde ve bütün mükellefler için mutlak ve genel bir şekilde meşru kılınmıştır. Oruç, .zekat, hac, cihııd vt İslâm´ın esaslarından olan diğer küllî yükümlülükler de aynı ^«kil. de azîmet türünden olan hükümlerdendir. Azîmet kapsamı ic´Uİ» ne aslında maslahatın teminine yönelik olarak meşru kılımın ,< za işlenilen cinayetlerle ilgili hükümler, kısas ve tazminat hüküm» leri gibi şeylerdir. Kısaca şer´î küllî hükümlerin tamamı bu kısımdandır.
Tarifte geçen "baştan konan" ifâdesinden kasıt ise, onunla Sâri´ Teâlâ´nın ilk baştan teklifi hüküm inşaallahâsında bulunmak İHtâ-miş olması[2] ve ondan önce şer´î bir hükmün bulunmuş olmamalıdır. Eğer daha önce bir hüküm bulunur, fakat önceki hüküm bu 80-nuncusuyla neshedilmiş olursa, bu neshedici olan sonuncusu da küllî ve genel maslahatlara bir giriş ve hazırlık olmak üzere baştan konan hüküm gibi kabul edilir. Bir sebeb üzerine vârid olarak gelen küllî hükümler de azimet kapsamı dışına çıkmazlar. Çünkü hükmü gerektiren sebebler daha önce yok olabilirler. Ortaya çıktıklarında da kendilerine uygun hükümleri gerektirirler. Bu tür hükümler de azîmet kapsamı dahilin-de olurlar. Örnekler: "Ey inananlar! (Peygamberi çağırırken yanlış mânâya çekilebilen ve bizi gözet anlamına gelen) ´râınâ´ demeyiniz.
(ünün ytrine yina aynı mânâda olan) ´unzurnâ´ deyiniz.[3] "Allah´tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar´da bilmeyerek, aşırı gidip ALLAH´a sövmesinler.[4]"Rabbinizden refah istemenizde bir engel (günah) yoktur[5] "ALLAH nefsinize güvenemeyeceğini-zi biliyordu. Bu sebeble tevbenizi kabul edip sizi affetti; artık eşlerinize yaklaşabilirsiniz.[6] "ALLAH´ı sayılı günlerde anın. Günahtan sakınan kimseye acele edip, Mina´daki ibâdeti iki günde bitirse günah yoktur, geri kalsa da günah yoktur.[7] Bu ve benzeri âyetlerde getirilen hükümler böyledir. Çünkü sebeb, duyulan ihtiyaca binâen peyderpey gelen hükümlerin yerleştirilmesi için birer hazırlık mâhiyetindedirler. Bütün bunları ´azîmet´ terimi kapsamaktadır. Çünkü bunlar baştan konulmuş küllî hükümlerdir. Keza genel ifftdelerden yapılan istisnalar ve diğer tahsis görmüş hükümler de buttan konulmuş küllî hükümlerden sayılmaktadır. Mesela: "İkisi ALLAH´ın yasalarını koruyamamaktan korkmadıkça kadınlara verdiklerinizden bir şey almanız size helal değildir. Eğer ALLAH´ın ya-mlarını ikisi koruyamayacaklar diye korkarsanız, o zaman kadının fidye vermesinde ikisine de günah yoktur.[8] "Apaçık hayasızlık etmedikçe onlara verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın.[9] âyetleri gibi. Keza âyette "Müşrikleri öldürünüz.[10] buyrulmuşken hadisle kadın ve çocukların öldürülmeleri yasaklanmıştır.[11] Bütün bu tür istisna ya da tahsis yoluyla getirilen hükümler de azimet kapsamı içerisinde bulunmaktadır.
Ruhsat: Haramlığı gerektiren küllî bir asıldan istisna olmak ve sadece ihtiyaç mahallerine has kılınmak üzere meşakkat veren bir özür sebebiyle meşru kılınan hükümlerdir.
"Bir özre mebnî meşru kılınmış olması", usûlcülerin ruhsat için zik-[302] retmiş oldukları özelliği teşkil etmektedir.[12]Ruhsat tarifinde "meşakkat veren" kaydını getiriyoruz. Çünkü özür sırf bir ihtiyaç neticesi olabilir ve ortada meşakkat bulunmayabilir. Bu durumda o şey ruhsat diye isimlendirilmez. Mesela kiraz (mudârabe) akdinin meşru kılınması gibi. Kırâz akdi aslında bir özürden dolayı meşru kılınmıştır. Bu özürde´ sermâye sahibinin ticâret için koşturmaktan âciz olmasıdır. Bununla birlikte kırâz akdi özür ve acziyetin bulunmaması burumunda-da caizdir. Müsâkât, karz, selem akitleri de aynı şekildedir. Bütün bunlar her ne kadar haram olan bir asıldan istisna edilmiş tasarruflarsa da, onları ´ruhsat´ kapsamı içerisine koymak mümkün değildir. Bunlar ancak "küllî olan hâciyyât" ada .altına giren tasarruflardır. Hâciyyâttnn olan şeylere ise âlimlerce ´ruhsat´ adı verilmez.
Bazan da özür tekmîlî (tamamlayıcı) bir asıla yönelik olabilir ve ona yine de ´ruhsat´ adı verilmez. Mesela namazı ayakta kılama-yan ya da meşakkatle kılabilen bir kimsenin oturma haline intikal etmesi meşrudur. Her ne kadar bu şekilde namaz kılması namazın rükünlerinden birini ihlal ediyorsa da meşakkat sebebiyle istisnaya tabi tutulmuş ve o kişi hakkında kıyam (ayakta durma) farzı kesinlik kazanmamıştır. Bu kesin olarak bir ruhsat olmaktadır. Eğer bu ruhsata sahip olan kimse imam ise o takdirde ne olacaktır. Hz. Peygamber [ "kJSSto1 ] hadislerinde: "İmâm ancak kendisine uyulması içindir. Bu itibarla eğer o oturarak kılarsa siz de hep beraber oturarak kılınız.[13] buyurmuşlardır. Şimdi bu durumda cemâatin oturarak namaz kılmaları bir özür nedeniyle olmaktadır. Ancak cemâat hakkında söz konusu olan özür meşakkat değil, imâma muvafakat etme[14], muhalefet etmeme talebiyle ilgilidir. Böyle bir şey küllî asıldan özür sebebiyle müstesna edilmiş olsa bile ruhsat diye isimlendirilemez.
Ruhsatların bir özre dayanılarak küllî bir asıldan istisna yoluyla meşru kılınmış olması, onların baştan konulmuş hükümler olmadıklarını göstermekteddir. Bu yüzden de ruhsatlar ´küllî (genel)´ özellik arzetmezler. Öyle gözükseler bile bu arızî olarak olur. Yolcu için namazı kısaltma ve oruç tutmama hükümlerinin caiz görülıti(»ni namaz v« oruç hükümlerinin istikrar kazanmasından sonra olmuş kabul «dilmektedir. Her ne kadar oruç âyetleri bir defada aynı anda nazil olmug olsa da, istisna bir nevi kendisinden istisna **** İn n şeyin (müstesna minh) hükmünün istikrarından neş´et eden ikinci bir hüküm olmaktadır, "...fakat, darda kalana günah sayılmaz.[15] âyetinde söz konusu edilen naçar durumda kalan kimse için lâşe yeme hükmünde de durum aynıdır.
"Sâdece ihtiyaç alanına has olması" da ruhsatların özelli İtlerinden biri olmaktadır. Küllî hâciyyâttan olmak üzere mcşrû kılınan hükümlerle ruhsatlar arasındaki ayırıcı özellik de işte bu nokta olmaktadır. Çünkü ruhsatların meşru kılınması cüz´îİlik taşımakta ve sadece ihtiyaç anma hasredilmektedir. Yolcun bitmesi durumunda kişinin namazları kısaltma ve oruç tutuluma ruhsat hükmünden asıl olan namazların tam olarak kılınman ve oruçların tutulması esâsına dönmesi vâcib olacaktır. Oturarak namaz kılma durumunda olan kimse ayakta kılmaya kadir olduğu zaman artık oturarak kılamayacaktır. Teyemmümle namaz kılan suyu bulduğu zaman abdest ile namazını kılmak zorunda olacaktır. Diğer ruhsatlarda da durum aynıdır. Karz (ödünç), kırâz (mudârabe) ve müsâkât akidlerinde ise durum böyle değildir. Bunlar ruhsatlara benzeseler de bu arzettiğimiz ıstılâhî mânâda ruhsat değillerdir. Çünkü bunlar özür ortadan kalksa da meşrûdurlar. Mesela bir insanın ihtiyacı olmasa da borç alabilir; bizzat kendisi ya da ücretle bakabilme imkânına sahip olsa bile bahçesini ortaklığa (müsâkât) verebilir; keza bizzat kendisi çalıştırmak ya da ücretle birini istihdam etmek suretiyle sermayesini işletebilme imkanı olmasına rağmen mudârabe akdinde bulunabilir. Benzer diğer tasarruflarda da durum aynıdır. Kısaca azîmet baştan konulmuş küllî bir asıla yönelik iken ruhsat, o küllî asıldan istisna edilen cüz´î bir hususa yönelik olmaktadır.
Fasıl:
Bazan ´ruhsat´ tabiri, mutlak surette haramlığı (meni) gerektiren küllî bir asıldan istisna edilen şeyler hakkında ve meşakkat veren bir özür sebebiyle olmasına aldırış edilmeksizin de kullanılır. 1304] Bu mânâda ruhsat tabiri içerisine karz (ödünç), mudârabe (kırâz) ve müsâkât akitleri, musarrât hadisinde sözü edilen sağılan süt karşılığında bir sâ´ yiyecek verilmesi meselesi, ariyye yani hurma ağacı üzerindeki taze yaş hurmaları tahminî olarak kuru hurma karşılığında satma meselesi, diyetin âkile üzerine yüklonmosi vb. gibi meseleler de girecektir. "Hz. Peygamber, yanında olmayan şeyi satmayı yasakladı"; "Selem hakkında ruhsat (izin) verdi." hadisi[16] buna delâlet etmektedir. Bu mânâda ruhsatlar hâ-ciyyât esasına dayanmaktadır. Hâcî asıla dayanması açısından birinci mânâsında ruhsat ile müştereklik göstermekte ve isimlendirme konusunda onun hükmüne tabi olmaktadır. Nitekim haram olan asıldan istisna durumunda da üzerine birinci mânâsında ruhsat hükmü cereyan etmektedir. Mazur imâma uymak için oturarak namaz kılan cemâatin durumları ile imâmla kılınan korku namazı da bu mânâda ruhsat altına girer. Ancak bu iki mesele hâciyyâttan değil de, tekmîlî[17] asıldatı«alınmış olurlar. Her ne kadar bir asıldan alınmış olmasalar da haklarında ´ruhsat´ tabiri kullanılır. Nitekim bazan zarûriyyâttan olan asıldan alınan bir durum için de ruhsat tabiri kullanılmaktadır.[18] Mesela ayakta durmaya güç yetireme-yen kimsenin namaz kılması gibi. Böyle bir kimse hakkında ruhsat zarurî olup hâcî bir özellik taşımamaktadır. Hâcî olması ancak kıyama kadir olması fakat namazda ya da bu yüzden kendisine bir meşakkat dokunması durumunda olmaktadır. Bütün bunlar açıktır.
Fasıl:
Bazan ´ruhsat´ tabiri bu ümmettten kaldırılmış olan ağır yükümlülükler ve zor işler anlamında kullanılmaktadır. Bu tür işler ve yükümlülüklere şu âyetlerde delâlet bulunmaktadır: "Rab-bimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme.[19] "O peygamber, onlara uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder, temiz şeyleri helal, murdar olan şeyleri haram kılar; onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir.[20] Çünkü
ruhsat kelimesi sözlükte ´yumuşaklık´ mânâsına gülmektedir. Bazı hadislerde vârid olan ´ruhsat´ ifâdeleri işte bu mânâya (yani kaldırılmış olan ağır işler ve zor yükümlülükler mânâsına) yorulur. Mesela bir hadiste şöyle denilir: "Hz. Peygamber bir iş yaptı da o işe ruhsat verdi.[21] "ALLAH azimetlerinin yapılmasını sevdiği gibi ruhsatlarının yapılmasını da sever.[22] hadisindeki ruhsat tabirinin de bu mânâya yorulması mümkündür. Bu konunun izahı ileride inşALLAH gelecektir. Kolaylık ve hoşgörü esası üzere gelen şeriatımızda mevcut bulunan müsamaha ve yumuşaklık, daha önce geçen milletlerin yüklenmiş oldukları ağır azimetlere (yükümlülüklere) nisbetle ´ruhsat´ olmaktadır.
Fasıl:
Ruhsat tabirinin kullanıldığı bir diğer mânâ da mutlak[23] surette kullara bir genişlik olmak üzere onların hazlarına ulaşmalarını, arzularını gidermeyi temine yönelik olmak üzere meşru kılınan hükümler olmaktadır. "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.[24] "Ehline namaz kılmalarını emret ve sen de ona dâim ol. Biz senden rızık istemiyoruz.[25] âyetleri ve benzerlerinde Yüce ALLAH ilk azimet hükmünü açıklamış olmaktadır. Bu ayetler genel ve tafsili olarak kulların ALLAH´ın mülkü olduğunu ifâde etmektedir. Bu itibarla kulların O´na teveccüh edip yönelmeleri, ona ibâdet uğrunda bütün çabalarını sarfetmeleri bir görevleri olmaktadır. Çünkü onlar ALLAH´ın kullarıdırlar ve ALLAH katında herhangi bir hakları olmadığı gibi, ona karşı bir hüccetleri de bulunmamaktadır. Buna göre, ALLAH´ın kulların nazlarım elde etme ve arzularını tatmin yönünde bir teşride bulunması durumunda bu onlar için bir nevi ruhsat olacaktır. Çünkü bu tür hazlann eldedilmesine yönelik davi´nıu^lar, ALLAH´tan başkasına yönelmek ve kulluğun gereği dışında başka şeylerle uğraşmak mânâsına gelmektedir.
Bu yaklaşımda azimet, mutlak ve genel olarak emirlere yapışmak, yasaklardan da kaçınmak ve bunlardan «alıkoyacak her türlü mubahlarla meşgul olmayı terketmek olacaktır. Emirlerin vâcib veya mendûb; yasakların mekruh ya da haram olması arasında bir fark gözetilmemektedir. Çünkü emreden kimsenin emrinden mak- [ao«ı şadı genel anlamda ona uyulmuş olmasıdır. Kul tarafından göz önünde bulundurulan hazlann elde edilmesi konusunda verilen izin ruhsat olmaktadır. IJu itibarla mükellef için hafifletici ve genişlik getirici her hüküm bu mânâda ruhsat kapsamına girmektedir. Azimetler, ALLAH´ın kullar üzerindeki hakkı; ruhsatlar ise ALLAH´ın bir lutfu neticesinde kulların elde ettikleri haz-ları olmaktadır. Bu tertib üzere mubahlarla ruhsatlar, her ikisi de kullar üzerine getirilen genişlik olmaları, ondan güçlüğü kaldırmaları ve hazzını temine yönelik olmaları hasebiyle müştereklik göstermektedirler ve mubahlar —bu bakış açısına göre— bazı kereler mendûblarla tearuz haline girmekte ve kul bazan âhiretteki hazzını dünyadaki hazzı üzerine tercih etmekte, bazan da Rabbinin hakkını kendi hakkına tercih etmektedir.[26] Bu durumda birinci şıkka göre mubahı işlememek suretiyle onu doğrudan ortadan kaldırmış veya ikinci şıkka göre Rabbinin hakkını alarak kendi hazzını terketmiş olur. Bu durumda kendi hazzı ALLAH´ın hakkına tâbi olarak bulunmuş olur. Maksûd olan ve öncelik verilen bizzat Allah´ın hakkı olmuş olur. Kula düşen gücü yettiğince çaba ve gayretini ortaya koymaktır; ALLAH ise dilediği gibi hükmedecektir.
Bu, sonuncu yaklaşım tarzı hâl erbabından bulunan ALLAH´ın velî kullarına has olmaktadır. Keza hallerden yükselmiş kimseler de bu mânâya itibarda bulunmakta ve şâkirdlerini (talebelerini) bu yaklaşım üzere terbiyeye tabi tutmaktadırlar. Dikkat edilecek olursa bunların görüşlerinin, ilmin azimetlerini almak ve ruhsatlardan tümden kaçınmak şeklinde olduğu görülecektir. Hatta öyle bir neticeye varnıişiardır ki, hûcî olan bütün asılları veya büyük bir kısmını hep ruhsatlardan telakkî etmişlerdir. Bu ise ruhsatın son mânâsından da anlaşılacağı üzere, kulun hazzına yönelik şeyler ol-[307] maktadır. Bu mânâ ileride açıklanacaktır.
Fasıl:
Ruhsat tabirinin bu dört mânâsı ortaya konulunca görülmüştür ki, bunlardan bir kısmı sadece belli insanlara, bir kısmı da bütün insanlara hastır. Bütün insanlara has olan ruhsatlar birinci anlamda olan ruhsatlardır. Ruhsat bahsine getirilecek ayrıntılar (teferruat) da bu kullanılış şekli üzerine bina edilecektir. Ruhsat tabirinin ikinci kullanılış şekli hakkında ise burada söz edilmeyecektir. Çünkü bu mânâda ruhsat üzerine düzenlenecek herhangi bir netice (furû) yoktur. Sadece şer´î bir kullanılış şekli olduğunun belirtilmesi için yer verilmiştir. Üçüncü kullanılış şekli de aynıdır. Dördüncüsüne gelince bu kullanılış şekli sadece belli bir kesime has olduğu için, onun üzerinde de özel olarak durulmayacaktır. Şu kadar var ki, birinci mânâsı üzerine düzenlenecek neticelerden (furû), dördüncü mânâsında ruhsatlar üzerine yapılacak düzenlemeler anlaşılmış olacaktır. Bu sebebten dolayı da özel olarak onun üzerinde durmaya ihtiyaç bulunmamaktadır. [27]
İkinci Mesele
Ruhsatın Hükmü:
Ruhsatın sadece ruhsat olması açısından hükmü mübâhlıktır.
Delilleri:
1.
Bu konuda mevcut bulunan nasslar: Bu konuda şu âyetleri zikredebiliriz: "Fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere günah sayılmaz.[28] "Açlıktan darda halan, günaha haymakıuzın yiyebilir.ALLAH bağışlayandır, mtrhametli olandır.[29]"Yolculuk ettinmı namazı kısaltmanızda size bir sorumluluk yoktur.[30] "Gonlıı ununla dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna...[31] Hu vi benzeri diğer âyetler mücerred "ona bir günah yok" ; "ALLAH bağışlayandır ve merhametli olandır." gibi ifâdelerle güçlüğün (haraç), günahın ve sorumluluğun kaldırıldığına delâlet etmekte vo ruhsatın hükmünün mübahlık olduğunu*göstermektedir. Bu âyetlorin tümünde ruhsatların işlenmesini gerektirecek bir emir bulunmıımjtk-tadır. Aksine bu âyetlerde azîmet hükmün terki neticesinde boktan-ti hâlinde olunan günah ve sorguya çekilme neticelerinin kaldırıldığı, aslî ibâha hükmünü* getiren pek çok nasslarda mevcut bulunan üslûp içerisinde belirlenmiştir. Aslî ibâha hükmü getiren nnm-ların üslûbu ile ilgili olmak üzere şu âyetleri hatırlayabiliriz: "Kadınlara el sürmeden ve mehirlerini biçmeden onları basarsanız sim sorumluluk yoktur.[32] "Rabbinizin kereminden ´istemenizde s iz t bir günah yoktur.[33]"Böyle bir kadınla kapalı bir şekilde evlenmt teklif etmenizde ve içinizden onlarla evlenmeyi geçirmenizde s iz t bir sorumluluk yoktur.[34] Ve buna benzer sadece günahın kaldırıl* mış ve istenilmesinin caiz görülmüş olduğunu belirten diğer âyutler gibi. Keza ruhsatın mübâhlığını belirtmek üzere şu âyette dt delâlet bulabiliriz: "Sizden bu ayı idrak eden oruç tutsun; hasta vt yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutsun.[35] Hadiste de şöyle vârid olmuştur: "Sahabe Rasûlullahla birlikte yolculuk yaparlardı. İçlerinden kimisi namazı tam kılar, kimisi de kısaltırdı; kimisi oruç tutar, kimisi de tutmazdı.Hiçbiri diğerini kınamatdı.[36] Bu konuya delalet edecek deliller ti»! çoktur,
2.
´Ruhsat´ kelimesinin aslı mükellefin yükümlülüğünü hafifletmek ve ondan güçlüğü kaldırmak demektir. Böylece mükellefin uzîmet hükümle ruhsat hüküm arasında bir tercihte bulunabilmesi ve bunun neticesinde yükümlülüğün getirdiği yükün kulun tercih ve vüs´ati dahilinde olması demektir. Bunun da aslı mübahlık oluyor. ALLAH şöyle buyurur: "Yerde olanların hepsini sizin için yaratan O´dur[37]"Ey Muhammedi De ki: "ALLAH´ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir [38]Pek çok nimetin /.ikrinden sonra da şöyle buyrulur: "Sizin ve hayvanlarınızın faydalanması için.[39] Ruhsatın asıl anlamı kolaylık ve yumuşaklık demektir. R-H-S kökü kolaylık ve yumuşaklık bildirmek için konulmuştur. Mesela Araplar iyice yumuşak olan şey hakkında "şeyun ruhsun"; pahalılığın zıddı olan bolluk, ucuzluk için "ruhs" tabir ederler; "Ruhhıse lehu fil-emri fe terahhase hüve fîhi"denilir ve bu ifâdeyle kendisinden işi sonuna kadar götürmesi istenilmemesi ve onun da buna meyilde bulunması mânâsı kasdedilir. Bu ve benzeri diğer kullanılış şekilleri bu kökün kolaylık ve yumuşaklık mânâsına geldiğini göstermektedir.[40]
3.
Eğer ruhsatlar mendûb ya da vâcib olmak üzere işlenmeleri emredilen bir şey olsalardı, o takdirde ruhsat değil azimet olurlardı. Oysa ki durum tersidir. Vâcib kendisinde tercih hakkı bulunmayan kesin ve bağlayıcı talep olmaktadır. Mendûbda da bir talep bulunması açısından durum aynıdır. Talep bulunduğu içindir ki, mendûblar hakkında "Hafifletme ve kolaylaştırma için meşru kılınmış hükümlerdir." dememiz mümkün olmamaktadır. Durum böyle olunca ruhsat üt tnıri bir artıda dU|Unm«k iki zıt şeyi bir ur oyu ft> tirmek kabilinden aksaktır. Bütün bunlar gösteriyor ki, ruhsatlar, ruhsat olmaları açıtından yapılmaları emredilen şeyler değillerdir.
Îtlraz: Bu konuya iki açıdan itiraz mümkündür:
1) Arzedilen deliller meseleden gözetilen maksada delâlet edecek durumda değildir. Zira bir şeyi işleyen kimseden günahın kaldırılmış olduğunun, bir sorumluluk terettüp etmeyeceğinin belirtilmesi o şeyin mübâh olmasına delâlet etmez. Çünkü o şey bazan vâcib ya da mendûb da olabilir,. Mesela birincisine "Şüphesiz Safa v$ Merve ALLAH´ın nişânelerindendir. Kim Kabe´yi hacceder veya umr$ yaparsa, bu ikisini de tavaf etmesinde bir günah yoktur.[41] âyetini örnek olarak gösterebiliriz. Bilindiği üzere bu âyette "bir günah yoktur" ifadesiyle belirtilen Safa ve Merve arasında tavaf vâcib olmaktadır. "Günahtan sakınan kimse acele edip, Mina´daki ib&dtti iki günde bitirse günah yoktur.[42] âyetinde ise beklemek mendûb olmak üzere talep edilmekte; orada bekleyen kimsenin acele eder«k iki gün sonra ayrılandan daha üstün bir davranışta bulunmuş ola* cağı belirtilmektedir. Buna benzer daha başka örnekler de bulunmaktadır.
Burada itirazımızı çürütmek için "Bu âyetlerin sebebleri vardır. Şöyle ki; Hz. Âişe hadisinde[43] de belirtildiği üzere, müslüman-lar bunlarda günah olacağını düşünüyorlardı. Onların bu düşüncelerini izâle için bu âyetler inmiştir." denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Mübâh olan şeyler hakkında da bazan hükümler sebeblerden dolayı inmiştir. Bu sebebler de o şeylerin günah olabileceği düşüncesidir. Mesela: "Rabbinizin kereminden istemenizde size bir günah yoktur.[44]"Evlerinizde veya babalarınızın evlerinde... izinsiz yemek yemenizde de bir sorumluluk yoktur.[45]"Ancak, gözleri görmeyen kimse savaşa gelmezse ona bir sorumluluk yoktur: topala ve hastaya da sorumluluk yoktur.[46] "Böyle bir kadınla kapalı bir şekildi tvltnmt teklif ttınenizde ve onlarla evlenmeyi içinizden geçirmenizde Hİze bir sorumluluk yoktur.[47]
Bütün bu âyetlerde ifâde edilen hususlarda ve benzeri durumlarda bir günah ve sorumluluğun bulunacağı zannedilmekte ve bu zannın ortadan kaldırılması için de âyetler inmektedir. Her iki konu da bu açıdan birbirine eşit olduğuna göre, günahın ve sorumluluğun kaldırılmasına temas eden nasslarda, özellikle ibâha (mü-bâhlık) hükmüne bir delâletin bulunacağını söylemek mümkün olmayacaktır. Bu durumda da ruhsatın hükmü bu nasslardan değil, başka yerlerden, başka delillerden çıkarılmak zorunda olacaktır.
2.
Alimler ruhsatlar içerisinde yapılması emredilen şeylerin bulunduğunu beyan etmişlerdir. Mesela açlıktan ölmek durumunda olan bir kimsenin lâşe vb. haram olan şeyleri yemesi kendisine vâcib olmaktadır. Keza Arafat´ta ve Müzdelife´de namazların cem´ edilerek[48] kılınmasının sünnet olduğunu belirtmişlerdir. Yolcunun namazının kısaltılması konusunda da farzdır veya sünnettir veya [3ii] müstahaptır denilmiştir. Hadiste de: "ALLAH ruhsatlarının işlenil-mesini sever.[49] buyrulmuştur. Ayette de: "ALLAH sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.[50] buyrulur. Buna benzer daha pek çok nass bulunmaktadır. Dolayısıyla bir tafsile gitmeden ruhsatın hükmü mutlak olarak mübâhhktır demek mümkün gözükmemektedir.
Cevap: Dilin konulusu açısından baktığımızda bir şey hakkında "güçlük ve günahın kaldırılmış olması" ifâdesinin kullanılmış olmasının, o şeyin alınmasının ya da kullanılmasının mübâh olması mânâsını gerektireceğinde bir şüphe bulunmamaktadır. Lafızla başbaşa bırakıldığımızda görüyoruz ki, lafız genel anlamda fiilin işlenmesi konusunda izin mânâsının bulunduğunu bildirmektedir. Günahın ve güçlüğün kaldırılması konusunda gerçi özel bir sebeb varsa da, bizim özel sebebi göz önünde bulundurmaksızın lafzın gereği doğrultusunda hareket etme hakkımız bulunmaktadır. Bazan daha önceden mevcut olan bir âdete ya da sonradan ortaya çıkan bir düşünceye müıtonld (duruk şmt´mn mubah olan bir «eyin ilişilmesinde de bir gunntt bulunduğu yanlış anlayışı mevcut olabilir, Nitekim bazıları tavafı elbise ile yapmada, bazı yiyecekleri yamada günah olacağını zannetmişlerdir. Bu yüzden de "ALLAH´ın kullan için yarattığı ziynet ve temiz rızıklan haram kılan kimdirt[51] Ayati nazil olmuştur. Babaların, annelerin ve âyette zikri geçen diğar |t-hısların evlerinden yemek yemek; iddet içerisindeki kadına, kendi´ siyle evlenmek arzusunda olduğunu çıtlatmak ve be-nzeri diğer konularda da durum aynıdır. "Bu ikisini tavaf etmesinde bir günah yoktur.[52] ifâdesi de aynı şekilde izin mânâsı vermektedir. Sa´yin vâcib olması hükmü isej "Safa ve Merve ALLAH´ın nişanelerindin» dir." kısmından ya da daha başka bir delilden alınmış olmaktadır.[53] Bu durumda burada tenbih , terkin caiz olması ya da olmaması noktasından sarfı nazarla mücerred izin üzerine olmaktadır. Sonra bizim âyeti özel sebebi[54] üzerine yormamız da mümkündür ve bu durumda "nişânelerindendir" ifâdesi lafzı aslî konuluş mânâ- tilil sından çeviren bir karine olmuş olur. Haddi zâtında mübâh olup da bir sebebi bulunanlara gelince, bunlar izin mânâsında kendisi için bir sebeb bulunmayanlarla aynı olmaktadırlar ve burada bir problem de yoktur. Diğer âyet[55] ve bu mânâda vârid olan diğer do H İler hakkında edilecek söz de bu tertîb üzere câri olacaktır.
İkinci noktanın cevabına gelince, daha önce de geçtiği gibi emirle ruhsat arasını bulmak (cem), birbirine zıt olan iki şeyi bir araya getirmek demektir. Dolayısıyla vücûb ya da mendûbluğun bizzat ruhsatın kendisine değil de mutlaka aslî bir azimete dönük(râci) olması gerekmektedir. Şöyle ki; naçar durumda kalıp da, helâl yoldan nefsini kurtarma imkanı bulamayan bir kimseye, lâşe yemesi konusunda kendisine ulaşacak sıkıntıyı kaldırmak ve açlık elemini bertaraf etmek için kendisine ruhsat verilmiştir. Eğer telef olmaktan korkuyor ve lâşe yemek suretiyle de nefsini helakten korumak imkanı buluyorsa, "Nefislerinizi öldürmeyiniz" [56]âyeti gereğince nefsini helâktan kurtarmakla memurdur. Nitekim bu durumdaki kişi sâdece lâşe yemek suretiyle değil, imkan bulduğu başka yollarla da nefsini helakten kurtarmakla memur olmaktadır. Hatta böyle bir kimsenin hali bir uçuruma rastlayan kimsenin durumu gibidir. Hiç şüphesiz o kimsenin uçurumdan uzaklaşması matlûptur ve kendisini oraya düşürmesi yasaktır. Şimdi böyle bir durum için ruhsat tabiri kullanılamaz. Çünkü burada söz konusu olan talep baştan mevcut bulunan küllî bir asıldan kaynaklanmaktadır. Lâşe [313] yemediği zaman helak olmaktan korkan kimsenin durumu da aynıdır ve o da nefsini kurtarmakla memurdur. Dolayısıyla —her ne kadar kendisinden güçlüğü kaldırmış olması açısından ruhsat demek mümkünse de— nefsini helâktan koruması açısından bakıldığında ona ruhsat denilmesi mümkün değildir.
Netice olarak diyebiliriz ki, genel anlamda nefsin muhafazası (ihyâsı) azimet olmak üzere matlûp bulunmaktadır. Burada söz konusu olan durum da o azimet hükmün dahiline giren kısımlarından birisidir. Ruhsat fiillere güçlüğün kaldırılması için izin verilmiş olduğunda da şüphe yoktur. Keza burada söz konusu olan durum da onun dairesine giren bir bölümüdür. Dolayısıyla cihetler aynı değil farklıdır. Cihetler farklı olunca zıtlık (münâfîyet) ortadan kalkacak ve ikisi arasını bulma (cem) imkanı doğmuş olacaktır.
Arafat ve Müzdelife´de namazların birleştirilmesi (cem) ve benzeri meselelere gelince, bunların matlûp olduğu görüşünde olanlara göre ruhsat olduklarını kabul etmiyoruz. Aksine bunlar bu görüş sahiplerine göre bir azîmet hüküm olmakta ve o şekilde ibâdet edilmek durumundadırlar. Namazların yolculuk sebebiyle kısaltılması hakkındaki "Namaz ilk önce ikişer rekat olmak üzere farz kılınmıştı. Sonra mukim halinde iken dörde tamamlandı. Sefer halinde iken ilk farziyeti üzere baki bırakıldı.[57] şeklindeki Hz. Âişe hadisi de buna delâlet etmektedir. Sefer esnasında namazın kısaltılması hükmünün güçlük ve meşakkate dayandırılması (talîli) onun ruhsat olduğuna delâlet etmez. Çünkü güçlüğün kaldırılmasına yönelik her hükme ruhsat adı verilmemektedir.[58] Eğer öyle olsaydı otakdirde geriştin piifdlfi bütün hükümlerin, daha Önceki prîatla-ra nisbetle daha haftf olması bakımından ruhsat olmam gerekirdi. Veyahut namazın dört rekat olarak meşru kılınması ruhsat olurdu, Çünkü semâda elli rekat olarak meşru kılınmıştı. Keza karz, mülâ-kât, kırâz (müdârabe), diyetin âkile üzerine konulması bütün bun» lar ruhsat olacaktı. Halbuki daha önce de geçtiği gibi öyle değildir. Mücerred ibâha hükmü dışarısına çıkan her. şey ruhsat değildir, "ALLAH ruhsatlarının işlenmesini sever." hadisinin açıklanman il» ileride gelecektir.[59]Yine mubahlar da hep aynı düzeyde doğildir, Bazı mubahlar vardır ki ALLAH´a sevimli gelir [60]bazıları da vardır ki ona ALLAH buğz eder. Nitekim bu konu "Teklifi Hükümler" bahsinde geçmiş bulunmaktadır. "ALLAH sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.[61] ve benzeri âyetlere gelince burada da durum aynıdır, Çünkü mübâh olan ruhsatların meşru kılınması bir kolaylaştırma ve güçlüğün kaldırılması demektir. (Dolayısıyla ruhsatların matlûp olduğu ve hükmünün mübâhlık olmadığı neticesi bu delillerden çıkmaz.) Tevfîk ancak ALLAH´tandır. [62]
Üçüncü Mesele
Ruhsatlar aslî değil izafîdir; yani ruhsatı işlemek konusunda herkes kendi vicdanıyla haşhaşadır ve herkes kendi fetvasını vermek durumundadır. Ancak mutlaka riâyet edilmesi gereken şer´î bir sınır varsa o zaman durum farklı olabilir. Meselenin açıklanması çeşitli açılardan olacaktır:
1.
Ruhsatın sebebi meşakkattir. Meşakkat ise güçlülük, zaaf ve ortamın farklılığına, keza azimli olup olmamaya, zamandan zamana, işten işe göre değişiklik arzeder. Mesela bir gün bir gecelik bir yolu emniyetli bir şekilde, güven duyduğu arkadaşları içerisinde, binerek, yavaş yavaş ve günlerin kısa olduğu kış günlerinde almakla, bunun zıddı olan şartlar altında almak farklıdır. Dolayısıyla bu farklılığa göre namazların kısaltılması ve orucun tutulmaması konuları da farklılık arzedeceklerdir. Aynı şekilde bizzat insanların farklı karakterlerinin bir neticesi olmak üzere sefer meşakkatleri ve zorlukları karşısında gösterilecek sabır ve tahammül de farklı olacaktır. Nice güçlü, dayanıklı insanlar vardır ki çölleri aşmak onlar için âdet halini almıştır ve böyle bir yolculuk durumunda en küçük bir sıkıntı ve tasa duymazlar; dolayısıyla yolculuk sırasında ibâdetlerini yapmak için yeterince güçlü olur, tam olarak ve vakitlerinde edâ kudretine sahip olurlar. Nice insanlar da vardır ki tam bunların aksine dayanıksız ve tahammülsüzdürler. Açlık ve susuzluk karşısında gösterilecek metanet ve sabır da aynı şekildedir. Keza durum korkaklık, cesaret ve zabt altına alınması mümkün olmayan daha başka durumlara göre de farklılık arzedecektir. Namaz, oruç ve cihâd gibi yükümlülüklere nisbetle hastanın durumu da aynı şekildedir. Durum böyle olunca, şer´î hafifletmede göz önünde bulundurulan meşakkatin ne özel bir kriteri ne de herkes için geçerli ve bidüziyelik arzedecek bir tarifi/ belirlenmiş bir sınırı bulunmamaktadır. Bu yüzdendir ki, Sâri´ Teâlâ bu gibi konularda sebebi illet yerine ikâme etmiş ve hükümlerde meşakkati değil de [315] seferi göz önünde bulundurmuştur. Çünkü sefer, meşakkatin muhtemelen bulunacağı en makul bir durum (meşakkatin mazinnesi) olmaktadır. Öbür taraftan yolculuk sırasında namazı kısaltma ve orucu tutmama konusunda da her bir mükellefi kendi vicdanıyla başbaşa bırakmıştır. Meşakkatlerle ilgili birçok konuyu içtihada bırakmıştır. Mesela hastalık gibi. Birçok insan hastalığı sırasında aynı hastalığa yakalanan başka kimselerin yapamayacaklarını kolaylıkla yapabilirler. Dolayısıyla ruhsat bu iki kişiden biri için meşru olurken diğeri için olmaz. Bunda herhangi bir şüpheye mahal bulunmamaktadır. Şu halde ruhsatların sebebleri genel ve temel bir kural altına girmemekte ve elde onları ölçebilecek bir kıstas bulunmamaktadır. Aksine bu sebebler her mükellefe göre tamamen izafî bir durum arzetmektedir. Şiddetli açlığa maruz kalan bir kimse, eğer açlığa metanet ve sabır gösterebilecek bir kimse ise, açlık sebebiyle kendisine bir noksanlık arız olmayacaksa —Arapların dayanıklılığı ve bazı velî kullardan nakledildiği gibi— o takdirde böyle bir kimsenin lâşe yemesinin hükmüyle, böyle olmayan metanetsiz birisinin yemesinin hükmü aynı olmayacaktır.[63]
321.
2.
Bazan müknlkfln yaptığı İşe kendisini sovkeden motifler (saik) bulunabilir ve bunun neticesinde başkalarına çok ağır gelen o iş kendisine çok hafif gelebilir. Buna misal olmak üzere âşıkların katlanmış oldukları sıkıntı ve zorlukları hatırlamak yeterlidir. Bunlar kendiliklerinden pek çok sıkıntıları göğüslemekte, bu uğurda enerjilerini tüketmekte, aradan uzun zanjan geçmesine rağmen ilk işlerinde hâlâ tahammül ve sabır göstermekte ve bütün bunları sevgililerinin hoşnudluğunu elde etmek için yapmaktadırlar. Bunlar tahammül ettikleri bunca sıkıntı ve meşakkatlarin kendilerine çok hafif geldiğini hatta onları» kendileri için bir haz ve nimet olduklarını belirtmektedirler. Halbuki aynı şeyler başkaları için büyük bir işkence ve acıklı bir azâb kabul edilmektedir. Âşıkların bu tavrı meşakkatlerin sebeblere ve nisbet edildikleri şeylere göre farklılık arzedeceğinin en güzel bir delîli olmaktadır.
3.
Meşakkatlerin izafî olduğuna delâlet eden nasslar bulunmaktadır. Mesela visal orucu[64] ve bütün zamanlan ibâdet içerisinde geçirme hakkında gelen hadisleri bu doğrultuda değerlendirebiliriz. Sâri´ Teâlâ kullarına olan rahmet ve merhametinin bir neticesi olarak rıfk ve yumuşaklıkla emirde bulunmuştur. Hz. Peygamber´i vefatından sonra gelen bazı kimseler, nehyin sebebinin —ki güçlük ve meşakkat olmaktadır— kendi haklarında mevcut olmadığını bildiklerinden dolayı visal orucunu tutmuşlardır. Bunlar visal orucu tutmalarına rağmen, bu durumun kendilerini ihtiyaçla-; nnı yerine getirmekten alıkoymadığını, yollarına suluktan kendile-) rini engellemediğini, kendileri için herhangi bir güçlük ve sıkıntı İ meydana getirmediğini belirtmişlerdir. Güçlük ve sıkıntının ancak | zorlanan ve bunun neticesinde de zarurî ve hâcî ihtiyaçlarını yerine I getirmekten kendilerini alıkoyan kimseler hakkında söz konusu olacağını ifâde etmişlerdir. Ruhsatın sebebinin izafî oluşunun mânâsı işte budur. Sebebinin izafî oluşundan ruhsatın da aynı şekilde olması gerekecektir. Ancak bu yaklaşım, meşakkatin cinsi ile nev´i-lerinden biri üzerine istidlal olmaktadır[65] Bu haliyle delîl olacak durumda değildir. Ancak daha önceki istidlal şekli üzerine eklenerek bir delîl şeklinde mütâlâası mümkündür. Deliller bahsinin "umûm" faslında da zikredileceği gibi, mürekkep delille istidlal sahihtir.
Îtîraz: Ruhsatların meşru kılınmasında muteber olan güçlük (haraç) iki kısımdır:
a) Ya mükellefin üzerinde bir işe ya da ibâdete kendisini vermeye muktedir kılmayacak kadar ya da onu emredildiği şekilde yaptırmayacak kadar etkisi olan güçlüktür.
b) Ya da bu ölçüde müessir olmayan, aksine mükellefin sabrı ve azmi karşısında yenik düşen güçlük.
Eğer birinci nev´iden ise, o güçlüğün ruhsat mahalli olduğu açıktır. Ancak ruhsatın işlenmesi, güçlüğün derecesine göre kendisinden ya vâcib ya da mendûb olmak üzere istenilecektir. Eğer ruhsatın işlenmesi emredilmiş oluyorsa, o takdirde daha önce de geçtiği gibi o ruhsat olmayacak; azimet olacaktır.
Eğer ikinci nev´den ise, bu takdirde de amelde ne bir güçlük ne de meşakkat bulunmayacak, sadece mutâd amellerde bulunan güçlük ve meşakkatler olacaktır. Bu tür güçlük ve meşakkatler ise, [iii7] ruhsat için illet olabilecek durum ve güçte değillerdir. Her iki kısımda da ruhsat mahalli bulunmadığı ortaya çıkınca —üçüncü bir şık da yoktur— ruhsat kökünden ortadan kalkmış olacaktır. Oysaki ruhsatın mevcudiyeti hakkında icmâ vardır. Bu bir tutarsızlıktır. Böyle tutarsız bir temel üzerine binen şey de tutarsızdır.
Cevap: Bu itiraza iki açıdan cevap verilecektir: BİRİNCİSİ:
1. Bu sorunun (itiraz) başka bir açıdan tersine çevrilmesi mümkündür. Çünkü bu soru bütün ruhsatların ya vâcib ya da mendûb olmak üzere emredilmiş şeyler olmasını gerektirir. Zira farzedilen hiçbir ruhmt yoktur ki, bu b»hi» onda câri olmasın. Soru htr iki taraflı da mü|tf*rek bir ilsAmı (bağlayıcılığı, teslimiyeti) gerek-tirdiğine göre, delîl olamaz ve dikkate alınmaz.[66]
2. Kabul edilse bile iki durumdan dolayı soru yine lâzım gelmez: Birincisi: Ruhsatların iki kışıma inhisar ettiği konusunda bir delîl yoktur; bu ikisi arasında pekâlâ bir üçüncü kısım da bulunabilir. Bu üçüncü kısım da, güçlüğün amele etki etmemesi, mükellefin de o güçlük karşısında sabır ve metanetini yitirmiş olmaması hâlidir. Herkes hastalık ya da yolculuk sırasında oruç tutarken bir güçlük ve sıkıntı duyar. Bununla birlikte bu güçlük onu seferden alıkoymaz. Hastalık amellerini ihlal etme ölçüsüne varmaz. Diğer ruhsat konularında da aynı şekilde bu taksim carîdir ve üçüncü kısım işte bizzat mübâhlık mahalli olmaktadır. Zira bu kısımda olan ruhsatı iki taraftan birine doğru çekecek bir unsur bulunmamaktadır.
İkincisi:[67]
Şâri´in hafifletme talebi, o şeyin ruhsat olması açısından değil; aksine mükellefin azimete güç yetirememiş olması veya dünya ya da âhiret işlerinden bir işin ihlâline sebebiyet verecek olması açısından olmaktadır. Dolayısıyla buradaki talep ihlâle sebebiyet verilmemesi açısındandır; yoksa bizzat ruhsatın işlenilmesi açısından değildir. Bu yüzdendir ki, ortada yemek var iken[68], sıkışık vaziyetteyken vb. durumlarda[69] namaz kılmaktan yasaklanılmıştır. Netice[70] olarak diyoruz ki, ruhsat, ruhsat olması açısından aslî ibâha üzere bakî kalmaktadır. Kesin olarak şerîatten kalkmış olması söz konusu değildir. Daha önce talep ve ibâha yönlerinin açıklanması ise geçmişti. Burada tekrar ona dönmek istemiyoruz.
Allahu a´lem! [71]
Dördüncü Mesele
Ruhsata nisbet edilen mübâhlık kavramı; acaba güçlüğün kaldırılması mânâsında mübâhlık kabilinden midir Yoksa yapmak ve yapmamak arasında muhayyerlik mânâsında mübâhlık türünden midir
Ruhsatlarla ilgili nassların zahirinden anlaşılan odur ki, ruhsat için kullanılan mübâh tabiri muhayyerlik mânâsında değil de güçlüğün kaldırılması anlamında mübâhlık olmaktadır. Mesela şu nasslara bakabiliriz: "Fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret mikdarını aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü ALLAH bağışlayandır, merhamet edendir.[72] Bu âyette Yüce ALLAH, darda kalan kişinin haram olan şeyleri yeme ya da terketme yetkisinin bulunduğundan söz etmemiş, sadece darda kalınması durumunda bunların alınması hâlinde günahın kaldırılmış olduğunu belirtmiştir, "îçMtdtn htmta olan veya yolculukta bulunan, tutamadığı günkrin sayımncn diğer günlerde tutar.[73] âyetindi d« aynı şekilde Yüce ALLAH "Bu durumda oruç tutmama yetkisi vardır" veya "Bu durumda oruç tutmasın![74] Oruç tutması kendisine elin HIM değildir." gibi bir ifâde kullanmamış; aksine bizzat özrü zikrettikten sonra şayet orucunu tutmayacak olursa tutmadığı günler ıayı-sınca diğer günlerde oruç tutması gerektiğine işarette bulunmuştur. "Namazı kısaltmanızda size´ bir günah yoktur.[75] âyetindi di, kısaltmadan maksadın namazın rekat adetlerini kısaltma olduğu görüşüne [76]göre kullanılan üslûp aynıdır. Yüce ALLAH "Kısaltabilirsiniz" veya "Eğer isterseniz kısaltınız." dememiştir. "Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor altında kalan kimse müstesna, inandıktan sonra ALLAH´ı inkar edip gönlünü kâfirliğe açanlara ALLAH katından bir gazab vardır.[77] Bu âyette küfür kelimesi söylemeye ZOIİa> nan kimsenin kalbi imanla dolu olduğu halde sçylemesi durumunda kendisine bir azabın dokunmayacağı belirtilmektedir. Bu âyetU de Yüce ALLAH "Küfür kelimesi söyleyebilir" veya "Eğer dilene löy-leşin" gibi bir tabir kullanmamıştır. Hadiste de: Bir adam gelerek Hz. Peygamber´e:
"—Yâ Rasûlallah! Karıma yalan söyleyeyim mi diye sormuş. Hz. Peygamber
"Yalanda hiçbir hayır yoktur.´ buyurmuşlar. Adam: "—Ona vaadde bulunayım mı demiş. Efendimiz de: "´Böyle yapmanda sana bir günah yoktur.´ diye cevapta bulunmuşlardır.[78]
Bu hadislerinde de Hz. Peygamber "Evet!" veya "E-ğer dilersen yap." gibi bir ifâde kullanmamışlardır.
Bu zikri geçen şeylerde muhayyer kılmanın murâd olmadığının delili şudur: Çoğunluk hatta bütün âlimler "Zor altında küfür kelimesini söylemeyip metanet gösteren ve bu uğurda ölen kimse mecûrdur ve en yüce derecelerdedir." demektedirler. Durum böyle iken zor altında küfür kelimesi söylemenin hükmünün muhayyerlik olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira muhayyer kılma (tehyîr) iki taraftan birinin diğerine tercihine ters düşer. Bu meselede durum böyle olduğuna göre diğer meselelerde de aynı şekilde [320] olacaktır.[79]
Muhayyer kılma (tahyîr) anlamında mübâhlık ise "Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlanıza istediğiniz gibi geliniz.[80] âyetinde ifâde edilmiştir. Burada nasıl isterseniz; ön tarafından, arka tarafından, yan üstü olmak üzere kadınlarınıza yaklaşabilirsiniz denilmektedir. Bu açıkça muhayyerlik ifâde etmektedir. "Ondan istediğiniz şekilde yiyiniz.[81]âyetiyle benzeri âyetlerde de durum aynıdır. Teklîfî hükümler bahsinde bu iki anlamında mübâh arasındaki fark geçmişti.
Aralarındaki fark üzerine ne gibi bir netice terettüp eder diye bir soru gelebilir.
Buna cevap olaraka şöyle denilebilir: Bu fark üzerine pek çok netice terettüp eder. Ancak burada meselemizle ilgili olanı şudur: Eğer ruhsat gerçekten muhayyer kılma anlamındadır dediğimiz zaman, o takdirde azimetin gereği ile birlikte tercihli vâcib kısmından olması lâzım gelir. "Günahın kaldırılması anlamındadır" dediğimiz zaman ise böyle bir netice terettüp etmez. Çünkü günahın kaldırılması muhayyerlik gerektirmez. Dikkat edilirse günahın kaldırılması vâcib ile birlikte bulunmaktadır. Durum böyle olunca, şu netice anlaşılmış olmaktadır ki, azimet şer´an maksûd olmak üzere aslen belirlenmiş olan vücûb hali üzere dâim bulunmaktadır. Eğer mükellef özrü bulunmasına rağmen onu yapacak olursa, onun bu fiiliyle özürlü olmayan diğer mükelleflerin fiilleri bir fark bulunmayacaktır, Anetık öaür, azimet hükümden intikal etmeyi ter-cîh etmesi durumunda mükelleften günahı kaldırmış olmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak, ileride inşALLAH etraflı açıklamalar gelecektir. [82]
Beşinci Mesele
Meşru olarak ruhsattan istifâde etme iki kısımdır:
a) Tahammül ve sabrı mümkün olmayan tabiî veya şor´î bir meşakkat karşısında ruhsat: Tabiî meşakkate örnek olmak üzere hastalığı verebiliriz. Kişi hastalık sebebiyle meşru kılındığı üzere namazı rükünlerini tam olarak yerli yerinde îfâ etmekten ya da nefsin helakine sebebiyet vereceğinden orucu tutmadan âciz kalır. Şer´î meşakkate örnek olarak da orucu verebiliriz: Mesela oruç mükellefin namaza duracak veya onun rükünlerini tamamlayacak vb. bir kudrete sahip olamaması neticesine götürmüş olabilir.
b) Mükellefin sabır ve metanet gösterebileceği bir meşakkat karşısında olur. Bunun örnekleri de açıktır.
Birinci kısımdan olan ruhsat, ALLAH hakkından kaynaklanmaktadır ve bu gibi yerlerde ruhsattan istifâde istenilmektedir. İşte bu noktadan hareketledir ki hadiste "Yolculukta oruç. tutmak iyilik ve takvadan değildir.[83] buyrulmuştur. Ortada yemek hazır iken, keza sıkışık vaziyette iken namaz kılnfayı yasaklayan hadisler de bu mânâya işarette bulunmaktadır. Hadiste "Akşam yemeği ortaya konulur ve namaza da çağırılırsanız, önce yemekle başlayınız.[84] buyrulmaktadır. Buna benzer daha başka hadisler vardır. Bu gibi durumlarda ruhsat ALLAH hakkından kaynaklanmaktadır.[85] Bunlarda ruhsatın azîmet gibi mütâlâa edildiğinde de bir anlaşmazlık yoktur. Bu yüzdendir ki âlimler, telef korkusu bulunduğunda kişinin lâşe yemesinin vâcib olduğunu, eğer yemez de bu yüzden ölürse cehenneme gireceğini söylemişlerdir.
İkinci kısımdan olan ruhsatlar ise ALLAH´ın rıfk ve kolaylaştırtatlından nasiblerini almak üzere kulların nazlarına ulaşmalarını temin noktasından kaynaklanmaktadır. Ancak bu kısım da iki nuv´idir:
a) Ruhsatın işlenmesine dâir talebin bulunması ve meşakkatin bulunup bulunmadığına itibar edilmemesi. Arafat ve Müzdelife´de namazların birleştirilerek (cem) kılınması gibi. Bu nev´in de azimetler gibi mütâlâa edildiğinde anlaşmazlık yoktur. Çünkü bunlar da azimetlerin istenildiği gibi mutlak surette istenilir olmaktadırlar. Hatta bazıları bunları mübâh değil de sünnet olarak kabul etmişlerdir. Buna rağmen bunlar ruhsat kapsamından dışarı çıkmazlar. Zira ruhsatlar hakkında işlenmelerine yönelik şer´î bir talebin bulunması, o şeyin ruhsat olmasına mâni olma-´ maktadır. Nitekim naçar durumda kalan kimse için lâşe vb. yeme konusunda âlimler böyle söylemektedirler. Şu halde bunlar ruhsat tarifine girmeleri açısından ruhsat, azimetlerin istenilmiş olması gibi yapılmalarının talep edilmesi açısından da azimet hükmünde olmaktadırlar.
b) Bir talebin bulunmaması ve sadece aslî hafifletme ve günahın kaldırılmış olduğu esâsı üzerinde bakî kalması. Bu kısım mübâhlık esası üzerinde bulunmaktadır. Mükellef eğer dilerse söz konusu meşakkate tahammül eder ve azîmet hükmü alır; veya dilerse ruhsat hükümle amel eder.
Bu taksimin sıhhatine delâlet edecek deliller açıktır; o yüzden [322] de burada zikrine ihtiyaç yoktur. Ama birileri çıkar ve ille de işarette bulunmamızı isterse, onun için şöyle deriz:
Birincisini ele alalım: Eğer meşakkat külli bir esasın ihlâline sebebiyet veriyorsa, o takdirde o konuda azimete itibar etmemek gerekmektedir. Çünkü burada ibâdetin tamamlanması ve meşru şekli üzere tamamlanması, onu aslından ortadan kaldırma,[86] yani ortaya konulmaması neticesini doğurmaktadır. Bu durumda şef´an istenilen şey ibâdetlerin gücün yettiği ölçüde ortaya konulmasıdır ki, bu da ruhsatın gereği olmaktadır. Bu delilin izah ve ortaya ko-nuluş şekli bu kitabın "Mekâsıd" bölümünde gelecektir.
İkinci kısım ise; belirli bir ruhsat hakkında o şeyin işlenmesini isteyen özel bir delilin bulunması durumunda, o ruhsat bu açıdan ruhsat hükümleri haricine çıkmış olacaktır. Nitekim İmâm Mâlik´e göre Arafat ve Müzdelife´de namazların cem´edilmesi bir talep halinde sabit bulunmaktadır. Bu ve benzeri meseleler, ruhsatın genel hükümleri içerisinde tahsis görmüş, özel bir durum almış olmaktadırlar. Burada da edilecek herhangi bir söz bulunmamaktadır.
Üçüncüsüne gelince, daha önce geçen deliller, ruhsatın işlenmesi konusunda mükellefin mezun bulunduğunda ya da işleyen kimseden günahın kaldırılmış olduğu hususunda açıktır.[87] [88]
Altıncı Mesele
Ruhsatın günahın kaldırılması anlamında[89] değil de azimetle ruhsat hükmün işlenmesi arasında ´muhayyerlik´[90] anlamında alınması durumunda, bu ikisi arasında bir tercihe gitmek gereke-caktir. îçte bu tercih işi geniş bir konu olmakta ve üzerinde durulman gerekmektedir. Şimdi burada her iki tarafın da delilleri hakkında «öz etmek istiyoruz:
Azimet hükmü ile amel etmenin daha üstün olduğu hususunda şu deliller getirilmiştir:
Azimet; sabit, kesin ve üzerinde ittifak edilen esas olmaktadır. Azimet üzerine gelen ruhsat ise, her ne kadar o da kesin ise de, ruhsatın sebebinin de aynı şekilde vukuu açısından kesin olması gerekmektedir. Bu ise bütün ruhsat çeşitleri için kesin tahakkuk «tmiş bir şey değildir. Ancak azimet kabilinden sayılanlarda bu kesinlik kazanır. Diğerlerinde ise böyle bir tahakkuk yoktur. Bu konu ictihad mahallidir. Çünkü ruhsata sebeb olan meşakkatin ölçüsüyle ilgili elimizde kesin bir mikyas yoktur; meşakkatler munzabıt değildir. Mesela dikkat edilecek olursa görülecektir ki, yolculuk konusunda üç mil mesafe ya da daha fazlasına itibar edilmiştir. Keza üç gün üç geceye de itibarda bulunulmuştur. Namazı kısaltmanın illeti meşakkattir. İllette ise meşakkat olarak kabul edilebilecek en az kısmına itibar edilmiştir. Hastalıkta da aynı şekilde, meşakkat tabir olunabilecek en az kısmına itibarda bulunulmuştur. Bazıları parmağmdaki bir ağrıdan dolayı oruç tutmamış; bir kısmı da üç mil (veya daha az) mesafede namazı kısaltmıştır. Başkaları ise daha fazlasına itibarda bulunmuştur. Bütün bunlar zan mahalleridir ve bu gibi konularda kat´iyet bulunmamaktadır. Bu durumda zanlann tearuzu söz konusu olmaktadır. Konu tercih ve ihtiyat mahallidir. Bütün bunların gereği olmak üzere, sebebde ihtimâlin mevcûd olması sebebiyle ruhsata yeltenilmemesi uygun olacaktır.Azimet, teklif konusunda külli bir esasa dönmektedir. Çünkü
bu külli esas bütün mükellefler hakkında asaleten genel ve mutlak olmak üzere meşru kılınmış bulunmaktadır. Ruhsat ise özür sahibi bazı mükelleflere yönelik, onların bazı halleri ve bazı vakitlerine has olmak üıtrt fttıl bir önhmm dönmektedir. Her hal ve vakitle ilgili olmadığı ftbi, bütün mükelleflerle de ilgili değildir. Bunlar, küllî üzerine sonrndan ânz olup ortaya çıkan şey gibidir. Yerinde de geleceği üzere kabul edilen bir kaide vardır: "Küllî bir durumla cüz´î bir durum tearuz halinde bulunursa, küllî olan takdim edilir." Çünkü cüz´î olan cüz´î (kısmî) bir maslahat gerektirir; küllî olan ise küllî (genel) bir maslahatla ilgilidir. Kısmî maslahatların ihlale uğramasıyla âlemdeki nizam bozulma´z. Cüz´î maslahatın küllî maslahattan öne alınması durumu ise bunun aksinedir. Çünkü küllî maslahatların ihlal ve dumura uğramasıyla âlemdeki nizam bozulur. Burada söz konusu ettiğimiz meselede de durum aynıdır. Zira bilindiği üzere azîmet, bütün mükelleflere nisbetle, küllî ve sabit bir durum olmaktadır. Ruhsatın meşru kılınması ise, sadece cüz´îlik üzere ve gerekçesinin bulunmasına bağlıdır. Burada üzerinde söz ettiğimiz konu ise (yani ruhsatın üçüncü kısmı), farzedpen her bir şeklinde mutlaka ona ters düşen küllî bir muarızı olmadan tahakkuk etmesi mümkün değildir. Bu durumda sorumluluktan tam olarak kurtulabilmek için küllî olana yönelmekten başka çare bulunmayacaktır; küllî olan da azimettir.
Şerîatta ruhsatı gerektiren şeyler bulunsa bile, mücerred emir ve yasakların gereğini yerine getirmeyi, onların acısına ve tatlısına sabretmeyi emreden nasslar vardır. Bununla ilgili deliller neredeyse sayılamayacak kadar çoktur. Bunlardan olmak üzere şu âyetlere bakabiliriz: İnsanlar onlara: "Düşmanınız olan insanlar size karşı bir ordu topladılar. ´Onlardan korkun´ dediler. Bu onların imanlarını artırdı da: ´ALLAH bize yeter, O ne güzel Vekîl´dir!´ dediler [91]Burada bahis konusu olan şey bir hafifletme yeridir. Bununla birlikte onlar sabretmişler ve ALLAH´a sığınmışlar; sonuç da ALLAH´ın haber verdiği gibi olmuş, yani kendilerine bir fenalık dokunmadan nimet ve bollukla geri dönmüşlerdir. Yine ALLAH Teâlâ : "Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi; gözler de dönmüştü; yürekler ağızlara gelmişti; ALLAH için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz.[92]diye Ahzâb (Hendek) günüyle ilgili tavsifte bulunduktan sonra "İnananlardan ALLAH´a verdiği ahdi yerine getiren adamlar vardır. Kimi bu uğurda canım vermiş, kimi de beklemektedir.[93] buyurarak şiddetli bir şekilde larıılmulonna, yürekleri ağızlara getiren çok güç durumların mevcudiyeti ne rağmen onları sadâkat göstermiş olmakla övgüde bulunmuştur. Hz. Peygamber
Ahzâb gününde ashabına Medine hurmalarının bir kısmını düşmana vermeyi ve böylece çekip gitmelerini sağlamayı teklif etmişti. Böylece durumları hafifleyecekti. Ancak onlar böyle bir teklife yanaşmadılar; ALLAH ve İslamla izzet bulduklarını, böyle bir zillet durumuna düşmeyeceklerini belirttiler.[94]Onların bu davranışı, haklarında övgü ve senada bulunulmasına sebeb olmuştu. Hz. Peygam-ber´in vefatından sonra Araplar irtidat etmişlerdi. Hz. Ebû Bekir [radı«Sahu] dışındaki bazılarının ya da çoğu sahabenin görüşleri, bunları zekattan belli bir süre muaf tutmak suretiyle gönüllerini almaya ve işi idare etmeye çalışmak, ümmetin durumu istikrar kazanınca da ne gerekiyorsa onu yapmak şeklinde idi. Hz. Ebû Bekir padiya£,huj yanaşma(lı Ve ALLAH´a yeminle tek başına da kalsa onlarla savaşacağını ısrarla ifâde etti. Olay meşhurdur.[95] Keza zor (tehdîd) altında küfür kelimesi söylenmesi de âyette[96] ruhsat hüküm olarak belirtilmiştir. Bununla birlikte bu ruhsatı terkederek metanet göstermek bütün ümmet nazarında ya da en azından çogunluk âlimler» |öf« d»h« üstün olmaktadır. Bu iyiliği emretmek, kötülükten de yamktemıik konusunda da geçerlidir. Burada da aynı şekilde kaide işlemekte ve bu vazife malın ve nefsin ziyanına neden olsa bile müstahap olmaktadır. Ancak kesinlik kazanması orta.-dan kalkar ve sevap bu konuda gösterilecek sabır ve metanet ölçüsünde olur.
Bir diğer delîl de Hz. Peygamber´in "Sizden birin, için daha hayırlı olanı, hiçbir kimseden bir şey istememesidir [97] buyruğudur. Ashâb bu sözü genelliği üzere almıştır. Böyle mı nâda bu hadisle amel etmeyi üstlenmenin pek çok meşakkatlen i" tireceğinde şüphe yoktur. Sununla birlikte onlar genelliği iı/.eır nl mışlar ve evliyadan pek çoğu da onlara uymuşlardır. Bunlardım İn risi de Ebû Hamza el-Horasânî´dir. Kuşeyrî ve daha başknlannm zikrettiğine göre bu zat kuyuya düşmüş (fakat hiç kimseden yıınlmı istememiştir). Halbuki böyle bir noktanın hiçbir şey istememe ,ın-lından istisna edilmesi uygundu.[98]Tebûk seferinden geri kalan üç kişinin durumu hakkındaki haberi de burada hatırlamak mumkün-dür. Bunlar sonunda Hz. Peygamber´e gelmişler ve, özür beyan etme durumları bulunmasına rağmen bu yola gitmemişlerdir.[99] Bunlara yeryüzü dar gelmiş, içleri içlerine sığmaz olmuşlardı. Ancak bunlar ALLAH´tan başka sığınılacak bir kapı olmadığını görmüşler ve sıdk ile tevbe etmişlerdi. Sonunda da tevbeleri kabul edilmişti. Allah onlar için kabul kapısını açmış ve onları doğrulardan saymış-ti.[100]Çünkü bunlar kendilerine bir özür bulmak gibi bir ruhsatla amel etmek yerine azimetle amel yolunu tutmuşlardı. Keza İslamın ilk dönemlerinde Osman b. Mazûn ve emsali Mekke´ye birisinin himâyesi olmadan giremeyen kimselerin durumları da bu kabildendir. Sonra bunlar ALLAH´ın himayesine itimatla kâfirlerin himayesine girmeyi terk etmişler ve bu uğurda başlarına bir çok da sıkıntı gelmişti. Bununla birlikte bütün bunlar onlar için önemsiz gelmiş "Şüphesiz ki sabredenlerin mükâfaatlan hesapsız olarak verilecek-[328] tir.[101] "And olsun ki, mallarınız ve canlarınızla sınanacaksınız; hiç şüphesiz, sizden önce kitap verilenlerden ve ALLAH´a eş koşanlardan çok üzücü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve ALLAH´a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bu üzerinde sebat edilecek işlerdendir.[102] âyetine olan îmanları sayesinde sabır ve metanet göstermişlerdir. Bu meyanda Peygamberine de "Ey Muhammedi Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret; inkarcılar için acele etme [103]buyurmuştur. Sonra da "Ama sabredip bağışlayanın işi, işte bu, azmedilmeye değer işlerdendir.[104] buyrulmuştur. "İçinizde olanları açığa vursanız da, gizleseniz de, onlar sebebiyle ALLAH sizi hesaba çekecektir.[105] âyeti inince, bu sahabeye çok ağır gelmişti. Kendilerine ´"İşittik ve itaat ettik!´ deyin." denilince hemen öyle dediler. ALLAH onların kalplerine îmânı yerleştirdi. Bunun üzerine Bakara sûresinin son iki âyeti geldi ve kulların takatlari üstünde yükle teklif altında tutulmayacakları, unutarak veya hatayla yaptıkları şeylerden mes´ûl tutulmayacakları... bildirildi.[106] Hz. Peygamber ölümünden hemen önce Üsâme´yi Suriye bölgesine gönderilen bir ordunun başına getirmişti. Ordunun çıkışı Efendimizin hastalığının ağırlaşması üzerine geciktirilmişti. Sonunda da vefat ettiler. İnsanlar Ebû Bekir´e:
—Üsâme´yi ordusuyla birlikte yanında tut. Onu sana karşı harb ilan edenlere karşı kullanırsın; demişlerdi.[107] Fakat Hz. EbûBekir: "(Hiç kâma* kalmaia da) köpekler Medineli kadınların hal-hallarını yalayacak hain çiseler bile, ALLAH Rasûlü´nün s«vk ettiği bir orduyu geri çaviremem." demiş, ancak Üsâme´den ricA ederek Hz. Ömer´i kendisine yardımcı olmak üzere bırakmasını istemişti. O da öyle yaptı ve ordusuyla birlikte yola çıktı Suriye bölgesine (Şam´a) ulaştı, orada düşmanla karşılaştı ve onları yendi. Bunun üzerine Bizanslılar: "Müslümanlar peygamberlerinin ölümü ile zayıflamamışlar." dediler. Bu durum onların kalplerine bir korku saldı ve netice hayırla tamamlandı. Buna benzer ruhsatların terki ve azimetlere yapışılmasıyla ilgili daha pek çok örnek vardır. Çünkü bu insanlar kendilerinin sınanmakta olduklarını anlamışlardır.
IV.
Mükellefler için söz konusu olan ve sonradan ortaya çıkan bu arızî meşakkat nevileri, Sâri Teâlâ´ca teklifin konulması sırasında göz önünde bulundurulmuş ve teklife mâni görülmemiş şeylerdendir. Yani teşrîden maksat, hükümleri mutad olan bir düzeyde koymaktır. Bir hükmün bazı insanlara veya bazı hallerde mutâd olmayan şekilde güç gelmesi, o hükmün Şâri´ce maksûd olmadığı neticesini gerektirmez. Çünkü cüz´î durumlar, küllî olan esasları ihlâl etmez; sadece bu cüz´î durumlar ictihâd neticesinde ve hâciyyât prensibine nazaran küllî olan esaslardan istisna edilirler. Bu ietihad sırasında da müetehidin ilk yapması gereken şey aslî azimet hükmü üzerinde kalmaya çalışmasıdır. Azîmet hükmünden ayrılması ancak güçlü bir delîl neticesinde olabilecektir. Bu yüzdendir ki, âlimler sefere has olan ruhsatın (illetinin) gereğini diğer konularda uygulamaya koymamışlardır. Mesela normal hallerde iken icra edilen sanatlarda sefer ruhsatının meşru kılınmasının illeti olan meşakkat bulunmasına rağmen, bu gibi hususlarda ruhsattan söz etmemişlerdir. Şu halde sürekli ve bidüziyelik arzetmeyen arızî meşakkatlar sebebiyle azîmet hükmünden ayrılmak uygun değildir. Çünkü bu gibi meşakkatler mutad dünyevî işlerde de mevcuttur. Bununla birlikte bu durum onların mutâd (âdî) olmalarını engellememektedir. Dolayısıyla meşakkatin olmaması esası yanında, arızî olan meşakkat —çok ve sürekli olmaması durumunda— mutâd bir durum gibi kabul edilecektir. Arızî olan meşakkat sebebiyle asıldan (azimetten) ayrılınmayacaktır.
İtiraz:Bu konu na«l olur da ictihâdî olabilir Hakkında pek çok naaş bulunmaktadır. Mesela: "Kim darda kalırsa, başkanının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere haram olan şeylerden yemesi günah sayılmaz.[108]"Sizden kim hasta ya da yolcu olursa.[109]"ALLAH ruhsatlarının işlenmesini sever.[110] nasslarını hatırlatabiliriz. Bunlara benzer daha birçok delîl bulunmaktadır.
Cevap: Darda kalma (ıztırar) hâli, nefsin (ya da bir organın) telef olmasından korkulan haldir. Böyle bir durum ise, ancak ibâdet ve normal mutad işleri yapabilmekten âciz kalmadan sonra [««01 olur. Bu (acziyet) da haddizatında bir özürdür. Bunun dışında kalım diğer durumlar ise, bulunması durumunda dînî ve dünyevî yükümlülükleri yerine getirmekten âciz kalmaya sebebiyet verecek bir meşekkatin tahakkukuna yorulur. Öyle ki bu durumda azîmet bir nevi teklifi mâ lâ yutâka (takat üstü yükümlülüğe) dönüşür. Takat üstü yükümlülük ise, naklen bilindiği üzere, yoktur. Böyle olmayan diğer meşakkatler ise, bu nasslann altına girdiklerine delâlet edecek delîllere muhtaçtırlar. Bu konuda ise —daha önce de geçtiği gibi— görüş açıları çok farklıdır. Dolayısıyla zikredilen nass-larla, üzerinde bulunduğumuz konu arasında bir çelişki bulunmamaktadır. Bunun sebebi —ki bu delîlin esasını teşkil etmektedir— şudur: Bu sonradan ortaya çıkan arızî güçlükler, inananların îmanlarını, mütereddidlerin tereddüdünü denemek ve onları imtihan etmek için vuku bulur. Bunun neticesinde de yakînî olarak Rabbine îmân edenle, şek ve şüphe içerisinde bulunanlar ortaya çıkar. Eğer bütün yükümlülüklerle ilgili küllî esaslar, ortaya çıkan her güçlükle bozulacak ve işlemez hale gelecek olsaydı, daha önce de geçtiği gibi bütün küllî esaslar ihlâle uğrar ve imtihan unsuru ortadan kalkar; bunun neticesinde de iyi ile kötü birbirinden ayrılamazdı. Yükümlülüklerde imtihan unsuru mevcuttur ve bu da ancak asıl olan azimetin bekasıyla olur. Kişi dîni ölçüsünde imtihana çekilir.
Yüce ALLAH şöyle buyurur: "Hanginizin daha güzel iş işlediğini belirtmek için ölümü ve dirimi yaratan O´dur.[111] "Elif, Lam, Mim. And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar ´inandık´ deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar[112] "And olsun ki, mallarınız ve canlarınızla sınanacaksınız.Sabreder ve ALLAH´a harşt gelmekten sakınırsanız bilin ki, bu ÜM-rinde sebat idüacih işlerdendir.[113] "And olsun ki sizi, içinizden Cİ-hada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberlerinizi açıklayana kadar deneyeceğiz.[114]"ALLAH´ın inananları arıtması ve inkar edenleri yok etmesi için, insanlar arasında bu günleri bazan lehe, bazan aleyhe döndürür dururuz.[115] "Muhakkak ki sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenlere müjdele.[116] Yüce ALLAH onların sabretmeleri, aslî yükümlülüklerini yerine getirmeleri ve ondan bir çıkış yolu aramaya çalışmamaları sebebiyle övgüde bulunmuştur. "Muhakkak ki bir şeyle sizi deneriz" ifâdesi, bu sıkıntılar Vt ona bağlı olarak deneme hallerinin çoğunluk olan diğer normal hallere nisbetle vukuu az olan durumlar olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim teklif ile ilgili hallerde geçmişti. Bu gibi durumlarda, şerîatın yükümlülüklerin aslî mecrasında seyrini teinin için sabırlı davranılmasını, metin olunmasını istediği bilinmektedir. Bu durumda ruhsatlarla amel etmek, mutlak surette Şâri´in, sevabın tam olması için amelin tamamlanmasını istemesi şeklindeki kasdına ters düşmüş olacaktır.
Ruhsatlarla amel etme mutlak surette esas alındığı zaman, bu durum mükelleflerin kulluk gösterisi (taabbud) sırasında kendilerinde bulunması gereken azim ve sebatlarında bir çözülmeye yol açar. Azîmet hükümle amel edilmesi halinde kullukta sebat ve kararlılık gösterilmiş olur ve bu yol ruhsatla amel etmeden daha uygun düşer.
Birinci hususun açıklanması şöyle: Hayır alışkanlık doğurur, şerre de bulaşıldığı zaman ondan ayrılması zor bir şeydir. Bunu müşâhadelerimizle biliyoruz. O yüzden de delîl ikâmesine gerek duymuyoruz. Bir şeye alışkanlık kesbeden kimseye, o şey başkalarına zor gelse dahi kolay gelir. O şeyin haddizatında kolay ya da zor bir şey olması arasında da fark yoktur. Kişi ruhsatlarla amel etmeyi kendisine itiyad haline getirdi mi, artık her azîmet kendisine zor ve güç gibi gelir. Durum böyle olunca da, o azîmet hükmü gereği gibi yerine getiremez ve ondan kurtulmanın bir yolunu bulmaya çalışır. Bu açıktır. Bu beklenti halinde olunan şey küllî esaslarda da olur, cüz´î fer´î meselelerde de olur. Mesela âlimlerin ihtilaflı oldukları konularda triu ve hevâya uymak meselesi, bir şeyin hanımlığı ve câizliği aralında ihtilafın bulunması durumunda hemen cevaz tarafını alma meselesi ve benzeri dikkat çekilen veya çekilmeyen meselelerde olduğu gibi.
ikinci hususun açıklanması da arzedilen bu bilgi neticesinde açıklık kazanmaktadır. Çünkü bu birincinin zıddı olmaktadır.
Bütün bunların sebebi şudur: Ruhsatların sebebleri çoğu kez gerçekten mevcut değildir; varlıkları takdir ve tahayyül edilmektedir. Mükellefin şiddetli olarak kabul ettiği şey, belki de aslında hafif bir meşakkattir. Tabiî bu da kulluğun icrasının sahîh olmamasına sebebiyet verecektir ve böylece yaptığı iş boşuna gitmiş, bir temel üzerine oturtulmamış olacaktır. İnsan bunu çoğu kez müşâ-hade etmektedir. Bazan insan bazı işleri zor sanır. Oysaki durum hiç de öyle değildir. Mesela hırsız veya yırtıcı hayvan korkusuyla teyemmüm alan kimse, eğer vakit içerisinde su bulacak olursa, İmam Mâlik´e göre tekrar abdestle namazı iade eder. Bu görüşüyle imam teyemmüm alan kişiyi kusurlu davranmış bulmaktadır. Zira bu ve emsali durumlara hakikatla hiç ilgisi bulunmayan vehmin karışması mümkündür. Ama kişi hırsızı veya yırtıcı hayvanı bizzat görür ve bu yüzden teyemmüm eder ve namazını kılarsa, bu durumda namazını iade etmez. Çünkü bu durumda taksir göstermiş sayılmaz. Eğer insan hak ve hakikate değil de, aslı olmayan vehimlere kendisini kaptıracak olursa, o takdirde kendisini derin uçu-[332] rumlarda bulacaktır ve vehim onun pek çok amelini iptal edecektir. Bu netice hem ibâdetlerde, hem muamelâtta, hem de şâir tasarruflarda değişmez bir özellik arzetmektedir.
Ruhsat sebebleri bazan da şiddetli olabilir. Ancak insanoğlun-dan, ALLAH için sabır göstermesi ve onun rızası için amel etmesi istenilmektedir. Sahîh hadiste "Kim sabrederse, ALLAH onu sabırlı kılar, (sabrı ona sevdirir).[117] buyrulmuştur. Enfâl sûresinde, bir müslümanın savaş esnasında on kâfire karşı sebat göstermesi hükmü neshedilerek iki kâfire karşı sebat göstermesi hükmü getirildikten sonra "ALLAH sabredenlerle beraberdir.[118] buyrulmaktadır. Bu âyet indiği zaman, bazı sahabe "Sayıdan azaldığı oranda sabırdan da azalmıştır." demiştir. Bu söz haber (hadîs) mânâsındadır ve hadisle âyete uygun düşmektedir.