- Azıkların Arttırılıp Eksiltilmesi Suretiyle Düzenlenmesi Müridlerin Perhizi

Adsense kodları


Azıkların Arttırılıp Eksiltilmesi Suretiyle Düzenlenmesi Müridlerin Perhizi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Sat 9 January 2010, 02:46 pm GMT +0200
Azıkların Arttırılıp Eksiltilmesi Suretiyle Düzenlenmesi Müridlerin Perhizi, Açlığın Fazileti Ve Selef´in Beslenmede İzlediği Yol
Azık olarak niteleyebileceğimiz günlük öğün yemeklerine baktığı­mızda, Selef-i Salih´ten bir kısmının bedeni tamamen yorgun düşü­recek kadar az yediklerini görmekteyiz. Onları izlemek isteyen mü-rid, her öğünde bir çöreğin yedide birinin çeyreği kadar az bir mik­tar yemekle yetinir. Bu şekilde perhiz yapan biri, tam çöreği bir ay­da yemiş olur. Midesini buna alıştıran mürid, bu eksiltmeden dola­yı hiçbir zarar görmez. Sadece midesinin üçte birini dolduracak ka­dar yemiş olur. Bu, mutad yemeğin üçte biridir. Müridlerin izleme­leri gereken yol da budur.

Alimler arasında, öğünde yenen yemeğin miktarını aynen mu­hafaza edip öğünler arasındaki süreyi uzatanlar da olmuştur. Bun­lar, yemeğin miktarını eksiltmez, ancak öğünler arasındaki süreyi her defasında biraz daha uzun tutarlar. Bu uzatma, bedenin ta­hammül gücünün yettiği süreye kadar gider. Bunda asıl olan, bede­nin farzları eda etme gücünü yitirmemesi ve akli fonksiyonlarda zayıflamaya yol açılmamasıdır.

Bu yolu izlemek isteyen müridler, iftar yemeklerini gecenin ye­dide birinin yansına kadar uzatırlar. Sonuçta her yarım ayda bir geceyi aç geçirmiş gibi olurlar. Bu, gecenin yedide biri, onda biri ve onbeşte biri kadar uzatılabilir. Perhizde böyle bir yol seçenler, sü­reyi her gün daha da uzatarak yemeği eksiltmekten kurtulmuş olurlar. Öğünler arasındaki sürenin düzenli olarak artması, beden üzerinde olumsuz etkide bulunmaz. Ne farzları eda etmede bir güç­lük, ne de akli bir zaafîyet sözkonusu olur.

Her halükârda perhizde güzel bir irade, samimi bir kararlılık ve sağlam bir niyete sahip olunmalıdır. Bu durumda perhiz yapan kula yardım edilecektir. Perhizde böylesine samimi olan kul, onda devam­lı olacak ve her öğün aldığı gıdayı biraz daha eksiltecektir. Yemeğini azaltmak için özel bir çaba sarfetmesi de gerekmeyecektir. Çünkü is­tikrarlı ve kararlı olduğu zaman, midesi giderek daralacak ve açlığı arttıkça yemeği de azalacaktır. Bu süreç, açlığa dayanmada ulaşaca­ğı son noktaya kadar böyle sürüp gidecektir. Hadislerle övülen açlık halinin faziletine ulaşmak için, mideyi küçültmek şarttır.

Halk içinde kimileri, açlığın ilk derecesinin ertesi günün aynı vaktine kadar yemek yememek olduğunu söylemişlerdir. Bu, yirmi dört saat aç kalmak anlamına gelir. Açlığın en üst derecesi ise, yet­miş iki saat yemek yemeden durmaktır.

Açlığın zamana bağlı tasnifi yukarıda olduğu gibidir. Öğünde yenilen yemeğe göre ise şöyledir: Açlığın sının, nefsin katıklı ekme­ği çekmemesidir. Nefs, katıklı ekmeği katıksızla birlikte çektiği za­man kişinin açlığına hükmedilir. Bu da açlığın ilk seviyesidir. Bir başkası ise şöyle demiştir: Açlık noktası, canın ekmek çekmesi ve katıklı katıksız arasında tercih yapmamasıdır. Can belli bir ekme­ği çektiğinde o kimsenin açlığına hükmedilmez. Çünkü ekmeği seç­me arzusunu henüz muhafaza etmektedir.

Kişi, herhangi bir yiyecek arasında tercihte bulunamayacak de­receye geldiğinde, bu da açlığın en üst sınırını teşkil eder. Bu nok­ta, Allah Teala´nın beden için gerekli kıldığı gıdaya zaruret derece­sinde ihtiyaç duyma noktasıdır. Bu, kul için üçten beşe oradan ye­di güne kadar olan açlık sınırlarının en üst noktasını oluşturur. Aç­lığın bu seviyesindeki kulun hali, yaşayabileceği kadarıyla yetinme ve azığın zaruri olanıyla iktifa etmedir. Bu da ona ibadetleri yerine getirmesini sağlayacak gücü kazandırmaya yetecektir. Bu hal, ge­nel olarak sıddıklar zümresinin halidir.

Sıddıklar zümresine mensup bir zat şöyle demiştir:
Açlığın ölçü­sü şudur ki, kul tükürdüğü zaman tükrüğüne sinek dahi konmaz. Bu, midesinin boş olduğunu gösterir. Bu zatın tükrüğü ölçü olarak takdim etmesinin sebebi, besleyici ve yağlı maddelerden hali olan bir tükrük, sudan farksız olacaktır. Bu tür maddelere konma isti-dadıyla yaratılmış olan sineklerin, tükrüğe konmayışları onun her türlü besleyici değerden arınmış olduğunun kanıtıdır. Açlığın bu derecesindeki kulun tükrüğü, her türlü tattan uzak, mücerred su gibi olacaktır.

Öğün yemeklerini kaçırmamak, türlü lezzetler denemek ve do­yacak şekilde yemek yemeye gelince, alimler bunu mekruh gör­müşlerdir. Bu tarz bir yemek kültürüne sahip olanlar, ulema nez-dinde hayvanlarla bir tutulmuşlardır.

Karnı şişinceye kadar tıka basa yemek ise, ulema nezdinde nsk ve günahkârlık olarak değerlendirilmiştir.

Ariflerden bir zat bize şöyle bir hadise anlatmıştı: Ebu Bek-ran´a, ´Oğlun dün karnı şişinceye kadar yemek yedi, ne dersiniz?´ denildiğinde şöyle demişti: O haliyle ölse, onun cenaze namazını kılmam!

Farz ve nafile oruçlara gelince, alimler bunu yukarıda anlatılan ´açlık´ île kasdedilen hal olarak görmemişlerdir. Çünkü açlıkta nef­sin susturulması ve beşeri tabiatın bastırılması sözkonusudur. Oruç ise, bedenin alışabileceği türden bir ibadettir. Oruç tutan kimse, if­tarla birlikte beşeri tabiatının gücüne tekrar kavuşmaktadır.

Oruç tutan, iftarını türlü arzu ve lezzetlerle açar ve tıka basa yerse, tuttuğu oruç beşeri tabiatını güçlendirmekten ve nefsini da­ha da azdırmaktan öte gitmeyecektir. Böyle biri arzularının etkisi altına girerek ibadetleri ifada da gevşeklik ve rehavete kapılacak­tır. Giderek daha üşengeç ve tembel bir mizaca sahip olacaktır. Bel­ki beşeri tabiatı olmadık şekilde kuvvet kazanacak, nefsi de onun üzerinde görülmemiş bir hakimiyet kuracaktır.

Oruçlu, gündüzleri daha önceki adet ve alışkanlıkları aynen sürdürür, ehli dünyaya yakışan bir hal üzere devam eder ve arzu­larının peşinden oraya buraya giderse, kendine göre dış görüntüsü itibarıyla ahiret sebeplerden biri olan oruca sarılmış gözükse de, iç dünyası tamamen dünyaya hasrolmuştur. Bunun temel sebebi, il­minin yetersizliğidir.

Oruç esnasında yemeği azaltmak ve azık olarak yeteni kadarıy­la iktifa etmek, böyle birinin kalbi için daha güzel, amelinin sürek­liliği için de daha uygundur. Bu şekilde tutacağı oruç, yukarıda an­lattığımız oruca göre, ahireti bakımından da daha tatminkâr ola­caktır. Üstte anlattığımız oruç, müsrif ehli dünyanın orucudur. Onu, zühd sahibi ahiret ehlinin orucu olarak nitelemeye imkan yoktur. Yemeği azaltmak, mideyi küçültmek, arzu ve şehvetleri ter-ketmek ve şüpheli hususlardan uzak durmak gibi çabalarla nefsin kararlılığı kırılıp beşeri tabiatı sindirilerek adet ve alışkanlıklar zaafa uğratılabilir. Böyle yapıldığı takdirde ahiret iradesi güç ka­zanacak, müridin çaba ve uğraşı ahirete yönelecek ve kalbindeki dünya tadı çıkıp gidecektir.

Aç kalmak, mideyi küçültmek ve nefsani lezzetleri terketmek gibi uğraşlar, kulun zahidler arasında sayılmasına katkıda buluna­caktır.

Üsame b. Zeyd (ra) ve Ebu Yezid et-TaviTden (ra) şöyle bir ha­dis rivayet edilmiştir:

"Kıyamet günü insanların Allah Teala´ya en yakın olanları, dünyada açlık, susuzluk ve hüzünleri uzun süreli olan, derin bilgi sahibi müttakilerdir. Görüldükleri zaman tanınmaz, kayboldukla­rında aranmazlar. Ama arzın bütün parçalan onları tanırken se­manın melekleri de onları Övgüyle anarlar. İnsanlar dünya ile ni-metlenirken, onlar Allah Teala´nm taatiyle nimetlenirler. İnsanlar yatakları yayarken onlar alınlarını ve dizlerini yayarlar. İnsanlar peygamberlerin davranış ve ahlaklarını yitirirken onlar bunu çok iyi korurlar. Onların kaybı arzı ağlatır. Onlardan birinin bulunma­dığı belde, Allah Teala´nın gazabına maruz kalır. Onlar leşin üzeri­ne üşüşen köpekler gibi dünyanın üzerine üşüşenlerden değillerdir. Yedikleri kuru, giydikleri yamalıdır. Saçları dağınık, üst başları toz içindedir.

Görenler, onlarda bir hastalık olduğunu sanırlar. Kendi kendi­lerine ´Bunların kafaları karışmış, akıllarını yitirmişler* derler. Halbuki kalp gözüyle bakanlar, dünyanın onları terketmiş olduğu­nu görürler. Ehli dünya gözünde akılsız kimselerdir. Halbuki onlar, diğer insanların akıllarını yitirdikleri hususları akledenlerdir. Ahi-rette de onlar için izzet ve itibar vardır.

Ey Üsame! Herhangi bir beldede onları gördüğün zaman bil ki onlar o beldenin sigortasıdırlar. Allah Teala onların bulunduğu bir kavme azap etmez. Onların bulunduğu toprak rahmetlidir. Cebbar Teala da oradakilerden Razı´dır. Onları dost edin. Umulur ki onlar sayesinde sen de kurtuluşa erersin. Ölümün sana ulaştığı anda aç ve susuz olmayı başarabilirsen çok değerli derecelere nail olabilir, peygamberlerle birlikte bulunabilirsin. Ruhunun gelişi, melekler için sevinç kaynağı olur. Allah Teala da sana salat ve selam eder".

Uzun süre aç kalma haliyle bilinen bir çok alim vardır. Bunlar­dan kimisi onbeş, kimisi yirmi gün, kimisi de bir ay aç durabilmek­teydi. Örnek olarak İbni Amr el-Avefi, Abdurrahman b. İbrahim, İbrahim et-Temimi, Haccac b. Karaflsa, Hafs b. el-Abid el-Masısi, Müslim b. Sa´d, Züheyr ei-Bena´i, Süleyman el-Hawas, Sehl b. Ab­dullah ve İbrahim el-Havvas´ı zikredebiliriz.

Ebu Bekir-i Siddık (ra) altı gün aç durabilirdi. Abdullah b. Zü~ beyr (ra) ise yedi gün aç kalabilirdi. îbni Abbas´ın (ra) arkadaşı Ebu´l-Cevza´ da yedi gün aç duranlardandı.

Rivayete göre Süfyan-ı Sevri (ra) ve İbrahim Edhem (ra) üçerli günler halinde aç dururlardı. Biz de dokuzar ve beşer günlük süre­lerle aç duranlara şahit olduk. Ancak çoğunluk üçer günlük dönem­lerde aç kalmayı tercih ederdi.

Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Kırk gün kesintisiz aç kalma­yı başaran kimseye melekûttan bir kudret verilir. Aynı alimin şoy-j le dediği de nakledilir: Kul, gaybi melekûttan bir kudrete muttali olmadıkça zühdün hakikatine ermiş sayılmaz.

Başka bir zat ise şöyle demiştir:
Kul, gaybi kudretlerden birini bizzat gözüyle görmedikçe ve bu kudreti devamlılık üzere müşahe­de etmedikçe meleküt ilmine nüfuz eden bir ilme, kendinden ayrıl­maz bir irfan haline, istikamet üzere daim olmaya ve sağlam bir yakini imana ulaşmış sayılmaz. Gaybi kudrete şahit olan kul, onu sürekli müşahede eder ve bu noktada Allah Teala tarafından ma­lum olur. O´nun havass kullarından ve kayyumiyetine mazhar olanlardan biri olur. Bu yola giren kul için, senede en az kırk gün aç kalmak gerekli olur. Öğün vakitlerini ertelemek suretiyle de dört ay aç kalabilir. Bunun nasıl olacağını daha önce açıklamıştık. Nefs riyazetiyle ilgili tarif ettiğimiz bu yol sayesinde geceler gündüzlere, gündüzler de gecelere karışır ve kırk gün, bir gün bir gece gibi olur. Mukarrebun .zümresinden bazıları da bu yolu izle­mişlerdir. Buna ancak, Allah Teala tarafından murad edilen, o yo­la sevkedilen ve nefsini oyalayacak, beşeri tabiatını susturacak, adet ve alışkanlıkları unutturacak derecede güçlü bir mükaşefeye muttali kılman kullar muktedir olabilirler. Bu mükaşefe, onları aç­lığı unutturup işin hakikatini gösterir. Bu sayede açlığı da hiç far­kında olmaksızın uzayıp gider.

Biz de bu yolda yürümeyi başarmış bazı kimseler tanıdık. On­lar melekût işaretlerden bir kısmına muttali olmuş, ceberûti kudh retin bir takım tezahürlerine mükaşefe yoluyla şahit olmuşlardı. Allah Teala, bu tezahürlerle ve bu tezahürlerden dilediği şekilde kendilerine tecelli etmişti.

Yukarıda anlattığımız zümreden bir zat, bir rahiple karşılaşmış-ve onunla durumu hakkında görüşerek kendisini müslüman etmeye niyetlenmişti. Rahibi, içinde bulunduğu aldanmışlık halinden kur­tarmak istiyordu. Ona islamın faziletlerine dair birçok şey anlattı.

Rahip, uzun uzun onu dinledikten sonra şöyle dedi:
Mesih (as), kırk gün aç kalırdı. Ben, bunun bir mucize olduğuna inanıyorum. Hiç bir peygamberin de böyle bir mucizeye sahip olamadığını düşü­nüyorum. Bunun üzerine sufİ ona şöyle dedi: Eğer elli gün aç kalır­sam, bulunduğun hali terkedip İslama girmeyi kabul eder, biz Mu-hammed (sav) ümmetinin hak, sizin de batıl üzere olduğunuzu iti­raf eder misin?

Rahip, ´Evet´ dedi. Elli gün boyunca yanından hiç ayrıfrnaksızm bekledi. Bir ihtiyacı için çıktığında bile rahibin gözü onun üzerinde oluyordu. Elli gün dolduktan sonra, ´İstersen biraz daha uzatayım* dedi ve açlık süresini altmış güne tamamladı.

Rahip suflnin sabır ve tahammülüne şaştı ve onun dininin üs­tünlüğüne iyice ikna oldu. Sufiye, ´Hiç bir beşerin Mesih´in (as) fi­ilini aşabileceğini sanmazdım. Ama bu sizin ümmetiniz ilim ve fa­zilet bakımından peygamberlere benziyor dedi. Sufinin açlığı, onun İslama girmesine vesile oldu.

ibrahim et-Temimi ve Haccac b. Karafisa kesintisiz kırk gün gün aç durabilenlerdendi. Yirmi, otuz gün aç durabilenler ise sayı bakımından oldukça fazladır. Bunlara örnek olarak da Sehl b. Ab­dullah ve Basralılar´dan bir topluluğu zikredebiliriz.

Ayda sadece iki, üç ya da dört kez yemek yiyenlerin sayısı ise burada yer verilemeyecek kadar çoktur. Şamlılar ve Yarımadahlar arasında birçokları bu adete sahipti.

Mürid, iftar yemeğini ikiye taksim etmek istediğinde bir somu­nu akşam girdiğinde yiyerek nefsini susturur. Diğer somunu da sa­hur vaktinde yiyerek ertesi günün orucu için kuvvet toplamış olur. Bu, güzel bir alışkanlıktır.

Eğer isterse, riyazet yapmak için iftarını erteler ve sahur vakti­ne kadar bir şey yemez. Sahuru geçirmeyerek tek öğününü sahurda yemiş olur. Böyle yapan mürid, beş haslet kazanmış olur: Oruçlu ise gündüz açlığı; Teheccüde kalkıyorsa gece açlığı; Midenin boş olma­sından dolayı kalp tenhalığı; Kalp tenhalığından dolayı fikirde in­celme ve tasada yoğunluk; Başına geleni iyi bilen nefsin sükunete yönelmesi ve yemek vakti gelmeden müridi tahrike yönelmemesi.

Bize göre bu; yolların ortası ve en sevimlisidir. O, seyir ve suluk ehlinin (=sâ´irûn) yoludur.

Asım b. Küleyb, babası vasıtasıyla Ebu Hüreyre´den (ra) şu ha­disi rivayet etmiştir:
"Allah Resulü (sav) kıyamda asla sizin gibi durmadı. O, ayakları şişinceye kadar kıyamda dururdu. Geceyi de sizin gibi asla birleştirmedi. O, iftarı sahura tehir ederdi". [28] Konuy­la ilgili Aişe (ra) hadisi ise şöyledir: "Allah Resulü (sav) iftarı sahu­ra uzatırdı". [29]

Mürid nafile oruçları gün aşırı tutarsa, oruçta en dengeli olan yolu izlemiş olur. Böyle yaptığı takdirde, bir kez oruçlu olmadığı gün öğleden sonra, bir kez de oruçlu olduğu gecenin fecrinde yemek yer. Eğer böyle yapmazsa, oruç tutmadığı gün, yarım öğün yemeli, bir gün önce de yarım öğün yemiş olmalıdır. Böylelikle her iki gün de oruç tutmuş gibi olur. Böyle yapmadığı takdirde bedenin denge­si bozulacak ve ibadet halinde bir gevşeklik belirecektir.

Belli bir oruç programı olmayan kimsenin doyuncaya kadar ye­mesinde bir mahzur yoktur. Böyle biri, açlığı iyice bastınncaya ka­dar kendini tutar. Açlığın sınırı; nefsinin ekmekler arasında seçim yapamayacak derecede güçsüz düşmüş olmasıdır. Eğer canı, belli bir ekmeği çekiyorsa, tokluk hali sürüyor demektir. Şayet ekmeğin yanındaki katığı da seçiyorsa, o zaman tamamen tok demektir.

Yemekte bilinen ve istenen bir çeşidi terketmek, Bağdatlı sufî-lerin riyazette izledikleri yollardan biridir. Bilinen bir yemekte de­vam ise, Basralılar´ın yoludur.

Senl´in (ra) vefatından sonra Basralı sufiler taziyede bulunmak için Ebu´l-Kasım Cüneyd´e geldiklerinde, Ebu´l-Kasım kendilerine şunu sormuştu: Oruçta nasıl bir yol izliyorsunuz? Şöyle dediler: Gündüz oruç tutar, akşam olduğunda küfelerimizi açarız. Ebul-Kasım, ´Ah! ah! Küfelerinizi açmadan tutabüseniz, suluktaki hali­niz bakımından daha güzel olurdu´ dedi. Yani, iftar içinen bilinen vakti kollamasınız daha iyi olurdu. Bunun üzerine, ´Ona gücümüz yetmiyor dediler. Gerçekten de yemek bakımından, belli bir Öğün peşinde olmayan Bağdatlıların izlediği yol, Basralılar dan daha üs­tündür. O, kuvvet sahibi tevekkül ehlinin yoludur.

Şunu da belirtmemiz gerekir ki Basralılar´ın belli bir öğün ve yemek konusundaki zamanlama noktasında izledikleri yol da, nef­si bir takım afetlerden uzak tutma ve gözü sağda solda olma halin­den kurtulma bakımından daha emindir. Bunu da müridlerin ve amel ehlinin yolu olarak görmekteyiz. [30]


armi
Sat 9 January 2010, 02:54 pm GMT +0200
Müridlerin Perhizi, Açlığın Fazileti Ve Selef´in Beslenmede İzlediği Yol



Ebu Zer (ra) yadırgayarak baktığı değişiklikler hakkında konuşur­ken şöyle demiştir: Hurmanızı da arpayla değiştirdiniz! Eskiden elek yoktu. Elenmiş undan ekmek pişirdiniz. Bir öğünde iki tür ye­mek yer oldunuz! Yemek çeşitleriniz alabildiğince çoğaldı. Bir elbi­seyle gidip öbürüyle gelir oldunuz! Allah Resulü (sav) zamanında insanlar böyle değildi.

Ebu Zer (ra) şöyle demiştir
: Cuma günleri azığım bir ölçek (=2. 917 kg) arpadır. O´nun huzuruna çıkıncaya kadar da bunu arttıra­cak değilim. Çünkü Allah Resulü (sav) şöyle derdi: "Bana en sevim­li geleniniz ve Kıyamet günü bana en yakın oturacak olanınız, bı­raktığım hal üzere ölümü kucaklayandır [31]

Sahabemden bir topluluğun azığı da her cuma aldıkları bir ölçek buğdaydı. Hurma yediklerinde ise, bir buçuk ölçekle yetinirlerdi. Suffe Ashabı´nın yemeği, her gün iki hurmadan ibaretti.

Hasan (ra) şöyle derdi:
Mümin ceylana benzer. Bir avuç hurma, bir tutam kavut ve bir yudum su ona yeter. Münafik ise vahşi hay­van gibidir. Parçalar da parçalar, yutar da yutar. Ne komşusu için açlığa tahammül eder, ne de kardeşine lütufta bulunur. Siz karşı­lıksız iyiliklerinizi önüne koyun. Ebu Yezid el-Bistami (ra) şöyle derdi: Fakir içecek suyu buldu­ğunda, ona bakma farziyetiniz düşer.

Meşhur bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Mümin bir bağırsakla yer, münafık (kafir) ise yedi bağırsakla yer". [32] Burada, çokluk ve israf babından bir misal verilmektedir. İlk bakışta anlaşılan, münafık ve kafirlerin, mümin­lerden katlarca fazla yemek yedikleridir. Hadise göre mümin, mü­nafık veya kafirin yedide biri kadar yemektedir. Araplar bu tür temsil ve teşbihlerde bir şeyin katlarını ifade etmek için yedi sayı­sını kullanırlardı.

Alimimiz Ebu Muhammed Sehl (ra) ise hadisi şöyle izah etmiş­tir:
Münafık ve kafirin yedi bağırsakla yemesi şu yedi illete işaret etmektedir: Aç gözlülük, tamah, hırs, arzu, gaflet ve alışkanlık. Bu­na göre bir münafık bu illetlere dayanarak yerken bir ´mümin ise, ancak zaruret halinde ve ayakta durabilecek kadar yer . Bazıları bu son cümleyi, hadismiş gibi Allah Resulü´ne (sav) izafe etmektedir­ler. Böyle yapanlar hatalıdır. O, imamımız Sehl b. Abdullah et-Tüs-teri´ye (ra) ait bir sözdür.

Bir defasında Ebu Muhammed´e (ra) müminin azığı sorulmuş­tu. O da şu cevabı vermişti: Onun azığı Allah Teala´dır. Soru sahi­bi, ´Size onun bedenini" ayakta tutan azığı sormuştum´ dedi. O da, ´Zikirdi dedi. Soru sahibi şaşkınlık içinde, ´Ben gıdasını sormuş­tum´ deyince, ´Gıdası ilimdir´ dedi. Soru sahibi, ´Yani bedenin yedi­ği´ deyince Ebu Muhammed şöyle demiştir: Bedenden sana ne! Ka­dimde sahibi kimse O´na bırak! Şimdi yine O ilgilenecektir!

O başka bir vesilede şöyle demiştir:
Beden bir sanat eseridir. Onda bir kusur varsa, Sanatkâr´ına geri verin!

Bir mecliste ´helal´ hakkında bir soru sorulmuştu. Şöyle bir ta­rifte bulundu:

Helal, başında Allah Teala´ya isyan içermeyen, sonunda Allah Teala´nın adı unutulmayan, yapılırken Allah Teala´nın adı zikredi­len ve bitirildiğinde de Allah Teala´ya şükredilen şeydir. Yemek hu­susunda ise şöyle demiştir: Müminler için azık; salihler için ayak­ta duracak kadar; sıddıklar içinse zaruret miktarıdır.

Kişinin belli bir öğünü varsa, bir günün tamamında iki somu­nun üstüne çıkmaması müstehaptır. Bu somunları da iki ayrı za­manda yemeli ve iki vakit arasını olabildiğince uzun tutmalıdır. Bunu ihtiyaca göre belirlemelidir. Candaki yeme isteği, alışkanlık ve arzuyu bastırmaya dayanmak zorunda değildir.

Bir somun, otuz altı lokmadan oluşur. Buna göre, bedenin sağ­lıklı bir şekilde hayatiyetini muhafaza etmesi için her saate üç lok­ma düşmektedir. Somunu bu şekilde yemek isteyen kişi, her üç lok­madan sonra bir yudum su içmelidir. Buna göre otuz altı lokma için, oni iki yudum su içilecektir. Bedenin sağlıklı bir şekilde deva­mı için bu diyet yeterlidir.

Konuyla ilgili olarak Ebu Zer´in (ra) şöyle dediği rivayet edil­miştir
: Allah Resulü (sav) devrindeki azığım, her cuma bir ölçek idi. Onunla tekrar karşılaşıncaya kadar bunu arttırmayacağıma yemin ederim. Buna göre Ebu Zer´in (ra) günlük besini, bir rıtl yani yak­laşık 460 gram olmaktadır.

Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkan temel husus, azığı mümkün olduğu kadar azaltmaktır. Bunu da Allah Resulü´nün (sav) şu hadisinde görmekteyiz: "Allah Resulü (sav) şişman bir adama baktı ve parmağıyla karnına işaret ederek şöyle buyurdu: Eğer o, orada değil de başka bir yerde olsaydı, senin için daha ha­yırlı olurdu [33] Allah Resulü´nün (sav) başka bir yerden kasdı, ahi-retti. Yani o kimse, karnına doldurduklarını kardeşleriyle paylaşa­rak ahiret azığına çevirseydi, onun için çok daha hayırlı olabilirdi. Bu hadisten de anlaşılacağı üzere, yemeğin azı çoğundan daha ha­yırlıdır.

Ebu Cuheyfe (ra) Allah Resulü´nün (sav) huzurunda geğirmişti. Yediği tirit ve etten dolayı midesi gaz yaptığı için geğirmişti. ´Ben, bir şeyler yemiştim´ deyince Allah Resulü (sav) ´Geğirtini bizden uzak tut. Dünyada en çok doyanlarınız, Kıyamet günü en çok acı-kanlarınız olacaktır* buyurdu. [34] Ebu Cuheyfe (ra) bilâhare şöyle de­miştir: O hadiseden sonra, şu güne oturduğum hiç bir sofradan karnım tok olarak kalkmadım. Geçenler için de Allah Teala´nm be­ni affetmesini ümid ediyorum.

Hasan (ra), Ebu Hüreyre´den (ra) şu hadisi rivayet etmiştir:
"Al­lah Resulü (sav) buyurdu ki: Yünlü giyin, çok çalışın ve karınları­nızın yarısını dolduracak kadar yiyin ki semavatm melekûtuna gi-rebilesiniz".

İsa peygamberin de (as) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Ci­ğerlerinizi aç, bedenlerinizi çıplak tutun, umulur ki kalpleriniz Al­lah Teala´yı görür. Bunu, Abdurrahman b. Yahya el-Esved, Tavus vasıtasıyla Allah Resulü´nden (sav) merfû olarak rivayet etmiştir.

Bu yolun en büyüklerinden biri sayılan Ebu Yezid el-Bistami´ye (ra), ´Bu bilgiye nasıl ulaştın?´ diye sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: Aç bir karın ve çıplak bir bedenle!

Rivayete göre Tevrat´ta şöyle yazılıdır: Allah Teala şişman din adamına buğzeder. Bir kitapta ise şöyle yazılıdır: Ehli Beyt, iki tür etten nefret eder. Bu ikisi de aynı sened zinciriyle Allah Resu-lü´nden (sav) müsned olarak rivayet edilmiştir.

Rivayete göre İbni Mesud (ra) şöyle demiştir:
Allah Teala aşırı kilolu kari´ye buğzeder. Mürsel bir hadiste ise şöyle buyrulmakta-dır: "Şeytan Adem oğluna kandan nüfuz eder. Aç ve susuz kalarak kan damarlarını daraltın"[35]

Kul, iki açlık arasında doyduğu zaman, açlığı tokluğundan uzun sürmüş ve Ebu Cuheyfe (ra) hadisinde geçen tehditten uzak durmuş olur. Açlık ile tokluğu aynı uzunlukta olan kişi ise, bu iki­sini dengelemiş olur. Günde iki öğün yemek yiyen kimse ise, toklu­ğa tabi olmuş ve Ebu Cuheyfe (ra) hadisinde yer alan tehdide ma­ruz kalmış olur. Çünkü onun tokluk hali, açlık halinden daha uzun sürelidir. Bu, sünnete uygun bir davranış değildir. Bu, daha çok şı­marık müsriflerin gittikleri yola uygun bir harekettir.

Ebu Said el-Hudri (ra) şunu rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) sabah yediğinde akşam yemez, akşam yediğinde ise sabah ye­mezdi". Selef-i Salih günde bir öğün yerlerdi. Allah Resulü´nün (sav) Aişe validemize (ra) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İs­raftan uzak dur! Günde iki öğün yemek israftır".

Allah Teala buyurdu ki
: "Rahman´m o has kulları, harcamala­rında ne israf eder, ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar". (Furkan/67) Buna göre günde iki öğün ye­mek israftır. İki günde bir öğün yemek ise eli sıkılıktır. Günde bir öğün yemek, her ikisinin ortasında dengeli bir yoldur.

Bu taksime bağlı olarak şunu söyleyebiliriz:
Dört somun yemek israftır. İki somun ise eli sıkılıktır. Öyleyse denge, üç somun ye­mektir. Bizce bu, azıkların en ölçülü olanıdır. Bir oturuşta dört so­mun yemek, bize göre hoş bir davranış değildir. Çünkü bu durum­da Ebu Cuheyfe´ye (ra) yönelen tehditten emin olamayız. Bu şekil­de yiyerek ilahi buğza muhatap olmaktan sakınmak gerekir.

Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir:
"Tokluk için yenilen yemek, alaca illetine yol açar". Seleften bir zat ise şöyle de­miştir: Kulun, arzu ettiği her şeyi yemesi israftır. Sahabe genellik­le iki öğün yer, iki kez de içerdi. İki öğünden biri, vakitli olarak ye­nilen yemekti. Diğeri ise akşam içilen süttü. Öğün (=vecebe) keli­mesinin belli bir vakti belirlemesine misal olarak şu ayet zikredil­miştir: "Yanı üstü yere yıkılınca da onlardan hem siz yeyin". (Hac/36) Ayetteki Vecebet´ kelimesi, kurbanlık hayvanın yıkılması­nı ifade etmektedir.

İkinci öğün olan ´Gabûk´ ise, kimi zaman süt içmek, kimi zaman da bir avuç hurma yemekle geçiştirilen bir tür hafif atıştırmadır. Bu Öğün, yatsıdan sonra olduğu gibi öğleyin de olabilir. Bu öğünün sahur yerine geçmesi de mümkündür.

İçmeyle ilgili iki vakit ise şunlardır: Bunlara ´Alel=Ikinci´ ve ´Nehel=Birincf denir. Nehel, gün içinde içilen ilk süttür. Yenilen ana yemek gibidir. İkincisi olan Alel ise, hafif geçiştirilen ikinci ye­mek gibidir. Alel olarak, hurma şerbeti veya üzüm şerbeti içilir. Bu iki iki öğünün yerini alabilir. Çünkü içeceğe tam olarak kanma söz-konusudur. İlk içecek ise bir tür susamayı bastırmadır. İkincisi, nefsin oyalanmasını sağladığı için, ´Alel=oyalanma´ olarak adlandı­rılmıştır.

Selef-i Salih, bedenlerinin hafiflemesi, yoksullara yardıma ol­ma ya da onlarla aynı hali paylaşma gibi kaygılarla sofradan doy­madan kalkarlardı. Fakirlerle aynı hali paylaşma çabalarının ar­dında ise, onların fakirlik sebebiyle kendilerinden üstün olmaları­na müsaade etmeme gayretleri yatardı. Bu nedenledir ki Aişe vali­demiz (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü´nün (sav) irtihalinden sonra çıkan ilk bidat, tokluktu. İnsanların karınları tıka basa doydu­ğu zaman, nefisleri onları dünyaya doğru koşturacaktır.

Rivayete göre Allah Resulü (sav) muhtaciyet olmaksızın aç ka­lırdı. Yani yeme imkanı olmasına rağmen bunu tercih ederdi.

Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir:
Allah Teala´nın en çok buğ-zettiği şey, tıka basa dolu bir midedir. Helalinden olması bunu de­ğiştirmez. Bu manada bir de müsned hadis rivayet edilmiştir.

"" İsrailiyat menşeli rivayetlerden birinde şu hadise anlatılmâktadır
: Yahya (as), İblis ile karşılaşmıştı. İblis´in üstünde türlü renk^ lerde çengeller vardı. Yahya (as), ´Bunlar da ne?´ diye sordu. İblis, ´Adem oğullarının değişik arzu ve şehvetleri´ dedi. Yahya (as) ´İçle­rinde benim için de bir şey var mı?´ diye sordu. İblis, ´Belki karnını iyice doyurursun da seni namazdan ve Allah´ı anmaktan soğuturuz´ dedi. Yahya (as), ´Bunun dışında bir şey var mı?´ diye sorunca İblis ´Hayır dedi. Yahya (as) da ona şöyle dedi: Allah´a yemin ederim ki hiç bir Öğün karnımı tamamen doldurmayacağım! İblis de şöyle de­di: Ben de Allah´a yemin ederim ki bundan sonra hiç bir müslüma-na karşı böyle dürüst olmayacağım!

Tabiun, yemeğe karşı açlığın ildsınmnan"Birine dayanıncaya kadar sabrederdi. Açlığın ilk sınırı, yirmi dört saatlik açlıktır. On­ların güzel ahlakı arasında zikredebileceğimiz hususlardan biri de yemek seçmemeleri ve öğün alışkanlığına sahip olmamalarıydı. Onlar ekmeğin belli bir türü üzerinde ısrar etmezlerdi. Açlıklarını bastıracak ve ayakta durmalarını sağlayacak ne bulsalar yerlerdi.

Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi
: Ahiret ihtiyaçların­dan biri gündeme geldiğinde, yemeği bırakıp onu giderin. Çünkü karnı tam doyan hiç kimse yoktur ki aklı eksilmemiş olsun. Bu sö­zün başka bir naklinde ise ´Aklı değişmemiş olsun´ ifadesi geçmek­tedir. Ebu Süleyman şöyle demiştir: Akşam yemeğimden bir lokma eksiltmem, bir geceyi ibadetle geçirmemden daha sevimlidir. Gö­rüldüğü üzere bu söz, açlığın ve yemeği azaltmanın tıka basa ye­dikten sonra yapılan ibadete tercih edilebilecek kadar önemli oldu­ğunu kanıtlamaktadır.

Vehb b. Münebbih ve başkalarından şöyle bir söz nakledilmiş­tir:
Bir abid, din kardeşlerinden birini davet etmişti. Sofraya iki so­mun koydu. Misafirliğe gelen kimse, o ikisini kontrol ederek pişkin olanını seçti. Bunun üzerine ev sahibi abid şöyle dedi: Bırak! Ne ya­pıyorsun? Şu bıraktığın ve kanaat etmediğin somunun nasıl yapıl­dığını bilmez misin? Onda sayısız emek ve çaba gizlidir. Onun mey­dana çıkması için bir çok sanat icra edilmiştir. Onun için bulutlar yürütülmüş, sonra onlardan su indirilmiş, o su ile toprak sulanmış, toprak onun buğdayını bitirmiş, bir çok hayvan ve insanın emeği geçtikten sonra önüne konmuştur. Bütün bunları bile bile, onu na­sıl gözden çıkarır ve bir kenara koyabilirsin?

Ekmek hakkında bundan daha tafsilatlı bir kıssa daha anlatıl­mıştır.

Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir:
Bir somun yuvarlanıp sofranıza gelinceye kadar üçyüz altmış sanatkârın eme­ği geçer. Bunların ilki, rahmet hazinelerinden indirelecek suyu tar­tan Mikail (as), ardından bulutları, güneşi, ayı, gezegenleri ve gök­yüzü melekûtunu hareket ettiren melekler görev alırlar. Bundan sonra yeryüzünde de bir çok canlının katkısı olur. En sonunda unu alarak yoğurduktan sonra şekil vererek pişiren fırıncının emeği devreye girer. Gerçekten de Allah Teala´nın nimetlerini sayacak ol­sanız, bunu başaramazsınız.

Meşhur bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır
: "Adem oğlunun doldurduğu kapların en kötüsü, karındır" [36] Bu ha­disin mefhum-i muhalifi, karnı az doldurmanın hayırlı olacağını göstermektedir. Yine O şöyle buyurmaktadır: "Adem oğlu, lokma­cıkların soyunu güçlendirdiğini sanır[37]"Hadiste geçen ´Lukay-mât=Lokmacıklar´ kelimesi, iki anlam ihtiva etmektedir. İlkinde azaltma, ikincisinde ise küçültme sözkonusudur. Kelimenin sonun­daki Ta´ harfi, cem-i katıl (=ondan aşağısını ifade eden çoğul) için kullanılmıştır. Küçültmeyi (=tasğîr) ise kelimenin kalıbından çı­kartmaktayız. Çünkü asıl kelime, ´Lukmatün=Lokma´ kalıbmdadır. Allah Resulü (sav) sözüne devamla şöyle buyurmuştur: "Eğer bunu da yapamazsa, yemeğin üçte biri, içeceğin üçte biri ve nefesin üçte biriyle yetinsin". Hadisin başka bir lafzında ise, ´Zikrin üçte biriyle´ ifadesi yeralmaktadır. Bu da yine mefhum-i muhalif yoluy­la karın tokluğunun zikre mani olduğunu göstermektedir. Zikre mani olan bir şeyin, şer olması kaçınılmazdır. Allah Teala şöyle bu­yurmaktadır: "Ve Allah katındaki daha hayırlı ve daha Baki´dir". (Şura/36); "Ahiret daha hayırlı ve daha bakidir". (Ala/17)

Allah Resulü´nün (sav) ´Yemeğin üçte biri´ ifadesinin manası şu­dur: Kul, alışkın olduğu doygunlukla yediği zaman, doymanın üçte birine ulaşmış olur. Beden, ikinci bir alışkanlıkla da ayakta dura­bilir. Karnı tıka basa doldurmak, önceki alışkanlık iken, üçte biri­ni doldurmak ikinci alışkanlığı olmaktadır. Üçte bir mikdarında doyma, yaklaşık 120 gramlık bir besin almaktır. Bunu da aşağıda­ki hadise göre belirlemiş durumdayız:

Allah Resulü (sav) buyurdu ki
: "Bir kişinin yemeği iki kişiye, iki kişinin yemeği de dört kişiye yeter". [38] Bu hadisin izanıyla ilgili ola­rak beş farklı yorum yapılmıştır:

Basralı alimlerimizden bir zat şöyle demiştir:
Bir kişiyi tam ola­rak doyuran yemek, azık olarak iki kişiye yeter. İki kişiyi tam ola­rak doyuran yemek de, azık olarak dört kişiye yeter.

Bir başka alim şöyle bir açıklama getirmiştir: Bir müslümanm yemeği iki mümine, iki müslümanın yemeği de müminlerin havas-sından dördüne yeter.

Hadisin şöyle anlaşılması da mümkündür: Bir münafığın yeme­ği iki müslümana, iki münafığın yemeği de dört müslümana yeter. Bunun dayanağı da daha önce zikrettiğimiz, ´Mümin bir bağırsak­la, münafık yedi bağırsakla yer* hadisidir.

Hadis şu şekilde de anlaşılabilir:
Faaliyette bulunan bir zana­atkarın yemeği, boşta gezip oturan iki kimseye, iki zanaatkarın ye­meği de dört kişiye yeter.

Bir diğer izah da şudur: Oruç tutmayan birinin yemeği, oruç eh­linden iki kişiye yeter.

Ömer (ra) hakkında şöyle bir hadise anlatılmıştır
: Bilindiği üze­re onun devrinde bir adam dinden çıktığı için İbni Mesud (ra) ve Ebu Musa´nın (ra) fetvasıyla tevbe verdirilmeden öldürülmüştü. Ömer de (ra) onlara şöyle demişti: Ne olurdu sanki, onun için bir hücre yaptırıp üç gün boyunca içine her gün bir somun bıraktırsa ve tevbe telkin etseydiniz! Belki tevbe eder ve tekrar İslama dönerdi. Her ne ise, bu yaptığınızı ne emrettim, ne gerçekleşmeden öğ­rendim, ne de gerçekleştiğinde rıza gösterdim!

Konumuzla ilgili olarak bu hadiseden çıkartılabilecek husus, günde tek bir somunun insana yetebileceğidir. Hicazlılar´a göre üç somun, 460 gram civarındadır. Buna göre her somun 56 miskal ağırlığında olmaktadır. Şu halde doygunluğun üçte birinin ölçüsü de bu olmaktadır. İlgili hadisteki ´lokmacıklar kelimesinin ondan aşağısı için kullanılan bir çoğul kalıbı olması da bunu gerektirmek­tedir. Bu, Ömer (ra) hakkında rivayet edilen ´O, yedi lokma yerdi* ifadesine de uygun düşmektedir.

Halifelerin hayatlarıyla ilgili anlatılan tarihçelerden birinde Halife Reşid´le ilgili şöyle bir hadise anlatılmıştır: Halife bir hind-li, biri romalı, biri ıraklı, biri de afrikah dört tabibi bir araya getir­di ve onlara, ´tedavi ettiği hastalık bulunmayan bir ilaç söyleyin´ dedi. Hindli ´Kara İhliç´ dedi. Romalı, Tabanı turp tanesi´ dedi. Iraklı, ´Sıcak su´ dedi. Afrikalı tabib, hepsinden daha bilgili çıktı ve şöyle dedi: Kara İhliç, hazmı kolaylaştırır ki bu bir hastalıktır. Ya­bani turp tanesi mideyi yumuşatır ki bu da bir hastalıktır. Sıcak su, mideyi genişletir ki bu da bir hastalıktır. Bunun üzerine diğer­leri, Teki sence nedir?´ diye sordular. O da şu cevabı verdi: Hasta­lığı bulunmayan ilaç, canınız çekinceye kadar yememeniz, canınız çektiği halde de yemeğe el sürmemenizdir. Hepsi birden, ´Doğru söylüyor diyerek o bilgeyi tasdik ettiler.

Ulemadan bir zat şunu anlatmıştır:
Kitab ehlinin tıpla uğraşan filozoflarından birine Allah Resulü´nün (sav) "Üçte bir yemek, üçte bir içecek ve üçte bir nefes" hadisini zikretmiştim. Şaşırdı ve çok hoşlandı. Şöyle dedi: Yemeği azaltmayla ilgili olarak bundan daha hikmetli bir söz işitmemiştim. Bu gerçekten de çok hikmetli bir söz! Birçok filozof ve tabip, yemeği azaltmayı telkin edecek güzel bir söz söylemek için çabalayıp duruyor ama bir türlü bulamıyorlardı. En sık söyledikleri, ´Sofrada yemeği arzu edecek kadar uzun oturma! Onu arzu ettiğinde ona dokunma´ sözüdür.

Başka biri şöyle demiştir:
Yemeği ancak acıkınca yemek ve doy­madan kalkmak gerekir. Bir diğeri şöyle demiştir: Ancak aşın aç­lıktan sonra yemeli ve tıka basa duymamalıdır.

Sizin peygamberiniz bütün bunlarla murad edilenleri hülâsa et­miştir.

Ulemadan bir zat şunu söylemiştir: Buğday ekmeğini edeble yi­yen kimse, ölümden başka bir illete maruz kalmaz. Bunun üzerine ´Hangi edeb?´ diye sordular. O da şöyle cevap verdi: Acıkmadan ye­memek, doymadan kalkmak!

Bu sözün altında yatan temel fikir şudur:
Hastalıkların vücuda girişleri toprakta yetişen bitkiler vasıtasıyla olur. Mide dört tabiatı ihtiva eder: Sıcaklık; soğukluk; rutubet ve kuruluk. Toprakta yetişen bitkiler de aynı şekilde dört tabiata sahiptir. Yetiştikleri arazi fark­lılaştıkça sıcaklık ve soğukluk tabiatları, asıl yaratılışından uzaklaş­maya başlar. Bu da midedeki tabiat dengelerini bozar. Rutubet ve kuruluk da aynı şekilde midenin rutubet ve kuruluk tabiatlarını kaydırır. Biri diğerinin üstüne çıkmaya başlar. Bu dengesizlik pekiş­tikçe, hastalıklar görülmeye başlar. Çünkü yenilen her yiyecek mad­desi, beden üzerinde belli bir fonksiyon ve etkiye sahiptir.

Bu noktada buğday, diğer bütün bitkilerden ayrışmaktadır. On­da dört tabiatın dengesi sözkonusudur. Ondaki bu dengeyi, içecek­ler içinde suyun konumuna benzetebiliriz. Yağının azlığı ve etinin yumuşaklığından dolayı Çil kuşunun eti, etler arasında nasıl bir yere sahipse, buğdayın hububat içindeki yeri de odur.

Tabiplerden biri şöyle demiştir: Dilediğiniz kadar ekmek yeyin. Size hiç bir zararı olmaz. Bir başka tabip ise şöyle demiştir: Sırf ek­mek yemek, katıktan daha iyidir. Bir başka tabip de şunu söylemiş­tir: İnsanın midesine en faydalı besin nardır. En zararlısı ise tuzlu yiyecektir. Tuzlu yiyeceği azaltmak, fazla nar yemekten daha fay­dalıdır.

Meyvalar içinde turunç, dört farklı tabiatı en iyi şekilde denge­leyen mide gibidir. Allah Resulü de (sav) mümini turunca benzet­miş ve şöyle buyurmuştur: "Tadı güzel, kokusu güzeldir".[39]

İşleri ilahi letafet ve hikmetin icaplarına göre düzenleyen Allah Teala, bir kulun beden bakımından sıhhatli olmasını murad ettiği zaman onun midesine, kendisine gönderilen her türlü bitkisel gıda için o bitkinin tabiatına zıd olanı salgılamasını vahyetmiştir. Buna göre alınan gıda sıcak ise, mide soğuyacak, kuru ise ıslanacaktır.

Böylelikle tabiatlar dengelenecek ve vücudun dengesi korunacaktır. Midesi bu şekilde işleyen bir insan, vücut bakımından sağlıklı olur. Allah Teala´nm her hangi bir kulunu hasta etmek istediğinde ise, midenin tabiatlarına gelen besinle aynı tabiata sahip olmaları­nı vahyeder. Bu durumda yaratılış karakterleri bozulur. Bu bozul­ma, vücudun her yanma ulaşan damarlar vasıtasıyla her yere ula­şır. Sonuçta her uzuv ve organ bundan etkilenmeye başlar. Uzuvla­rı, tabiatlarına ters düşen tabiatlar kaplar ve vücut hastalanmaya başlar. Hastalıklara yol açan illetler çok çeşitlidir. İlletler, hastalık­ların temel sebepleridir. Takdirin bu türünden ilim ve izzet sahibi olan Allah´a sığınırız.

Rivayete göre, insan bedeninin aslı, Allah Teala´dandır. Bunu Adem´in (as) yaratılışı babında görmekteyiz. Berâ, Abdulmun´im b. İdris´ten şunu nakletmiştir: Babam, Yemenli Vehb b. Münebbih´in Tevrat´ta şöyle yazılı olduğunu söylerken işitmiş: ´Ben Adem´i ya­rattım, onun bedenini dört şeyden terkip ettim. Sonra bunları, onun çocuklarına da veraseti kıldım. Onlar gelişirken bu dört şey de onların içinde gelişir. Onun bedenini terkip ettiğim dört şey, ru­tubet, kuruluk, sıcaklık ve soğukluktur. Ben onu topraktan yarat­tım, rutubeti sudan, sıcaklığı nefsinden ve soğukluğu ruhtandır. Bu ilk yaratıştan sonra onun ruhuna dört unsur yerleştirdim. On­lar, Benim iznimle bedenin sahibi olur ve onun yaşamasını temin ederler.

Beden, ancak bunlar sayesinde hayatiyetini devam ettirir..Bu unsurlardan her biri de diğerine bağlı olarak faaliyet gösterir. Bu dört unsur şunlardır: Sarı öd; Kara öd; Kan ve balgam. Beşerin dört tabiatı da bunlarla uyumlu kılınmıştır. Mesela kara öd kuru­luk tabiatıyla, sarı öd rutubet tabiatıyla, sıcaklık tabiatı kanla,.so-ğukluk tabiatı da balgamla uyumludur.

Bu dört unsurun mutedil olduğu beden, sağlıklı bir beden olarak hayatını sürdürür. Bu unsurlardan her biri, dörtte bir miktarında olup artma veya eksilme göstermez. Bu durumda vücud, ideal sağ­lığa ulaşır ve rahat eder. Bunlardan birinin aşırı güç kazanması, di­ğerlerini baskı altına almasına yolaçar. Bunun neticesinde diğer un­surlarda da sapma görülür ve vücudun sağlık düzeni bozulur. Has*-talığın derecesi de, sözkonusu unsurdaki güçlenmeyle orantılı olun Sonuçta diğerleri ona itaat edemeyecek kadar zayıflar ve ona yak-laşamaz olurlar. Bu da hastalığın derinleşmesine neden olur.

Hadis bu şekilde uzayıp gitmektedir. Bazı müridler sıcağın ha­kimiyeti altına girerler. Bunun kaynağında sıcaklık tabiatının güç­lenmesi yeralır. Onu da besleyen şüphelerin keskinliğidir. Buna bağlı olarak sıcaklık tabiatında aşırı bir güçlenme olur ve bekarlar­da meninin çoğalması gündeme gelir. Sıcaklığın artması kana da bağlıdır. Çünkü meninin aslı, kana dayanmaktadır. Sulb yolların­daki kanın hareke tindeki artış, meninin artmasına yolaçar. Çünkü kan oralarda ikamet eder. Sıcaklık onu sürekli olgunlaştırır ve be­yazlamasını sağlar. Sulb yollarında biriken bu beyaz kan, bulundu­ğu yere sığmayarak çıkmak ister. Çünkü sıhhatin devamı buna bağlıdır. Bu durumdaki bekarın evlenme isteği artar. Bu tür şika­yeti olan kul için tavsiye edilen, sıcaklık veren besinlerden uzak durmasıdır. Soğuk tabiatlı yiyeceklere yönelerek sıcaklığın artışını engellemelidir. Kuru ve sıcak tabiatlı yiyeceklerle, soğuk ve rutu­betli yiyeceklerden uzak durmalıdır. Aksi halde sıcaklık tabiatı ha­rekete geçecek ve uzvu güçlendirecektir.

Katade, Allah Teala´nın "Bize, gücümüz yetmeyeni yükleme" (Bakara/286) ayetini tefsir ederken şöyle demiştir: Burada kasde-dilen, kuvvet cinsi münsebet arzusudur. Feyyaz b. Nüceyh ise şöy­le demiştir: Erkeğin tenasül uzvu ayaklandığında, aklının üçte bi­ri gider. İbni Abbas (ra) "Karanlık göçtüğü zaman gecenin şerrin­den.." (Felak/3) ayetinin tefsirini yaparken şöyle demiştir: Burada kasdedilen erkek tenasül uzvunun faaliyete geçmesidir. Bir ravi, bunu müsned olarak Allah Resulü´ne (sav) izafe etmiştir.

Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
"Allahım, kulağımın, gözümün, dilimin, kalbimin ve menimin şerrinden Sa­na sığınırım" Allah Resulü´nün (sav) tahire hanımları, O´nun ve­fatından sonra şehvetlerini bastırmak için sirke ve soğuk tabiatlı yiyecekler yerlerdi.

Sufî şeyhlerinden biri şunu anlatmıştır
: Beşeri sıfatlarım, artık tahammül edilemeyecek derecede güçlenmiş ve irademi zorlamaya başlamıştı. Bunu gidermesi için sürekli Allah Teala´ya feryat edi­yordum. Bir gece rüyamda bir adam gördüm. Bana, ´Neyin var?" dedi. Ben de halimden serzenişte bulundum. ´Bana doğru ilerle´ dedi. Onun Önüne gittim. Elini yüreğimin üzerine koydu. Elinin soğuk­luğunu yüreğimde ve bütün bedenimde hissettim.

Ertesi sabah uyandığımda, rahatsızlığımın düzeldiğini gördüm. Bu halim bir sene sürdü. Aynı hal tekrar ve daha ağır olarak nük­setti. Allah Teala´ya feryad etmeye başladım. Rüyamda aym şahıs yeniden geldi ve şöyle dedi: Bu halin sona ermesini ve boynunu vurmamı ister misin? ´Evet´ dedim. Bunun üzerine, ´Boynunu uzat* dedi. Boynumu uzattığımda, nurdan bir kılıç çıkardı ve onunla boy­numu vurdu.

Ertesi sabah, şikayetçi olduğum halin düzeldiğini hissettim. Bu şekilde bir yıl geçti. Eski halim yeniden nüksetti ve bastırılmaz bir cinsel arzuya kapıldım. Yüreğimle gömleğimin arasından bir şah­sın şöyle seslendiğini işittim: Yazıklar olsun! Allah Teala´nın kaldır­mak istemediği bir dürtüyü kaldırması için daha kaç kez feryad ü figan edeceksin?! Onun bu azarı üzerine evlendim ve o hal beni ta­mamen terketti, bir daha da nüksetmedi. Bu evlilik onun zürriye-tine ve çocuk sahibi olmasına, .vesile oldu.

Kul, açlığını unutup sürekli Allah Teala´yı andığı zaman melek­lere benzemeye başlar. Karnı tok olduğunda ise, arzu ve şehvetleri­nin tasasıyla dolar. Bu durumdaki kul, daha çok hayvanlara benzer. Geçmişler şöyle demişlerdir: Açlık sahip olma, tokluk ise sahip olunmadır. Aç izzetli, tok ise zelildir. Açlık tamamıyla izzet, tokluk ise tamamıyla zillettir. Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demiştir: Açlık ahiretin anahtarı ve zühdün kapısıdır. Tokluk ise, dünyanın anah­tarı ve tutkuların kapısıdır.

Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her şeyin bir kapısı vardır. İbadetin kapısı oruçtur". Meşhur bir hadis­te de şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Oruç tutun ki sıhhat bulaşınız".

Kalplerin, beyinsel hastalıklardan azade olması, bedenlerin uz-vi hastalıklardan beri olmasından çok daha hayırlıdır. Aişe (ra) Al­lah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Size açı­lıncaya kadar cennetin kapısına vurmaya devam edin!´ Bunun üze­rine, ´Ey Allah Resulü! Cennetin kapısına vurmaya nasıl devam edebiliriz?´ diye sordum. ´Açlık ve susuzlukla´ buyurdu".

Ebu Said el-Harraz, açlık ehlinin makamlarını; maksadları, vecdleri ve himmetleri bakımından tasnif etmiştir. Cühdumi, Ah-med b. Şakir´den nakletti ki: Ebu Said el-Harraz´ın şöyle dediğini işittim: Güvenilir alimlerimizden birinin Abdülvahid b. Zeyd´i şunu rivayet ederken dinledim: O, Allah Teala üzerine yemin ederek şöy­le diyordu: Hiç bir Ademoğlu aç kalmaksızın seçilmez. Aç kalmak­sızın su üzerinde yürüyemez. Yeryüzü de aç kalmaksızın kendisi

için dürülüvermez, O, övülen ve yüceltilen ahlak esasTâfirir sayarken de, bunlara açlık çekmeksizin ulaşılamayacağını yemin ederek belirtmiştir. Ebu Said başka bir vesilede şöyle demiştir: Açlık, insanlara asılmış bir yafta gibidir. Çeşitli sebeplerden dolayı açlığa dahil olmak ve onunla amel etmek durumunda kalmışlardır:

Kimi insan, temiz ve pak bir şey bulamadığı için sahip olduğu vera´dan dolayı aç kalmaktadır.

Kimisi temiz ve pak bir şey bulduğu halde ahirette hesabının uzayacağı endişesinden dolayı zühde meylederek ona el uzatmadı­ğı için aç kalmış olabilir.

Kimi insan da ibadetin lezzetine ulaştığı için, sürekli dinç ve tez canlı olabilmek gayesiyle açlığı tercih etmiş, yeme içmeyi bu hali için engel olarak görmüş olabilir.

Kimisi Allah Teala´ya çok yakın bir dereceye yükselip kalbi ha­ya duygusunun hakikatine ermiş olabilir. Böyle bir kul, Allah Te-ala´nm kendisini her an gördüğünü yakinen bilmektedir. Haya ma­kamındaki bu kul, elleriyle yemek yerken, lokmaları çiğnerken ve türlü içecekleri içerken Allah Teala´nın kendisini gördüğünü bu ha­linin de O´nu rahatsız ettiğini düşünebilir. İlahi bakıştan çekindiği için de açlığı tercih etmiş olabilir. Bunlara verilebilecek en güzel misal, Ebu Bekir-i Sıddık´tır (ra).

Kimisi de yemek ihtiyacını unutup zikre daldığı ve kendisini açık ve gizli zikirle teselli ettiği için aç kalmış olabilir.

Ebu Said el-Harraz (ra) şöyle demiştir: Hikmet ehlinden bir top­luluk dediler ki:
Allah Teala, karnında dünyaya ait bir şey bulunan kimseyle konuşmaz. Bu, Allah Teala´nın Musa´ya (as) dönük emrine de delalet etmektedir. Allah Teala onunla konuşmak için, dünyadan arınmış, dünyevi nimetlere tamah etmeyen sükun bulmuş bir nefs ve ruhani bir ruhu şart koşmuştur. Daima Diri olan Allah Teala, o nefse kendi hayatı için can verir. İşte bu noktaya ulaşan kul, O´nun hitabına muhatap olma konumuna yükselmiş olur. Bu makamdaki kul, tercüman veya rehbere ihtiyaç duymaksızın O´nun Kelamı´na mazhar olur.

armi
Sat 9 January 2010, 03:06 pm GMT +0200
Hasan b. Yahya İbni Mesruk´tan şunu nakletmişti: Bir gün Sehl b. Abdullah ile karşılaşmıştım. Huzuruna girdiğimde çok sevindi ve beni öptü. O tam bir kararlılık ve boyun eğmişlik içindeydi. Ken­disine, ´Bu yola nasıl girdiğini ve azık olarak neler düzdüğünü an­latmanı istiyorum´ dedim. Şöyle cevap verdi: Her yıl üç dirhem har­cardım. Bunların biriyle hurma balı, biriyle yağ, biriyle de pirinç unu alırdım. Sonra senede üçyüz altmış kez bunları karıştırıp pişi­rirdim. Her gece bir öğünüm vardı vardı ve bu da iftarım olurdu. ´Peki şimdi ne yapıyorsun?´ diye sorduğumda ise şöyle karşılık ver­di: Belli bir vakte ve sınırlamaya gerek duymaksızın yiyorum.

Krallarla ilgili olarak anlatılan kıssalardan birinde şöyle bir ha­dise anlatılmıştır;
Hind kralı Halife Mansur´a bir takım hediyeler göndermişti. Bunlardan biri de filozof bir tabip idi. Halife Mansur bu değerli konuğunun çok güzel ağırlanmasını ve kendisine ihsan­da bulunulmasını emretti. Filozof onun huzuruna çıktığında şöyle dedi: Ey müminlerin emiri, size üç haslet getirdim ki bütün krallar bu üçünde birbirleriyle yarışırlar. Biz de bunları, ancak onlar için uygun görürüz. Mansur, ´Nedir onlar?´ diye sordu.

Filozof anlattı:
Bunların ilki sakalınızı siyaha boyatmanızdır. Sakalınızın rengi asla değişmemeli ve beyaz görünmemelidir. Hali­fe, ´ikincisi nedir?´ diye sordu. Filozof, ´Size öyle bir ilaç vereceğim ki, onun sayesinde dilediğiniz kadar yiyecek ´fakat şişmanlamaya­caksınız, çok yemeniz size sıkıntı vermeyecek´ dedi. Mansur, ´Üçün­cüsü nedir?´ dedi. Filozof onu da anlattı: Cinsel kudretinizi arttıra­cağım ve ilişkiniz çoğalacak. Dilediğiniz kadar münasebette bulun­sanız da bundan sıkılmayacaksınız ve ne gözünüz zayıflayacak, ne de kuvvetiniz eksilecek!

Halîfe Mansur filozofun anlattığı hasletler üzerinde bir müddet düşündü. Sonra başını kaldırıp şöyle dedi: Seni daha akıllı biri san­mıştım! Şimdi ´meziyet´ dediklerine bakalım:

Sakalları siyaha boyatmak, benim için gereksizdir. Çünkü bun­da aldanma ve aldatma sözkonusudur. Her şey bir yana sakallar-daki beyazlık heybet ve vakar ifadesidir. ALLAH Teala´nın bana nasip ettiği o nurları siyahın zulmetiyle değiştirmem sözkonusu bile olamaz.

Beslenme konusunda söylediklerine gelince, ALLAH´a andolsun ki aç gözlü biri değilim ve daha fazla yemek yemeye ihtiyacım yok. Çünkü çok yemek vücudu ağırlaştırıp olaylarla ilgilenmeme mani olacağı gibi sık sık tuvalete gitmemden başka bir şeye de yaramaz. Tuvalette ise sevmediğim şeyleri görmekten ve hoşlanmadığım ses­leri işitmekten başka bir şey yoktur,.

Kadınlar hakkında söylediklerine gelince, cinsi münasebet ak­lın yitirildiği anlardan biridir. Benim gibi bir halifenin, genç bir kı­zın önünde diz çökmesi kadar çirkin bir şey olabilir mi?

Şimdi kınanmış ve kovulmuş olarak kralına dön! Senin getir­diklerine ihtiyacım yok!

Sülük yoluna yeni girenlerden biri şunu anlatmıştır: Kasım el-Cû´i´ye giderek zühdün ne olduğunu sordum. ´Zühdün neyini soru­yorsun?´ dedi. ´Dediler ki zühd, ümidi kısa tutmaktır dedim. ´Zühd konusunda duydukların nedir?´ diye sordu. Ben de, ´Zühdün mal bi­riktirmeyi terketmek olduğunu söylediler dedim. ´Güzel, başka?´ dedi. Ben de zühdle ilgili olarak bütün duyduklarımı ona anlattım. Sükut ederek beni dinledi. En sonunda, Teki zühd hakkında sen ne diyorsun?´ dedim. Şöyle cevap verdi: Mide, kulun dünyasıdır. Kul, midesine sahip olabildiği ölçüde zühde sahip olur. Midesi ona sahip olduğu ölçüde de, dünya ona sahip olur!

Ümmetimizin hikmet sahiplerinden Vehb b. Münebbih de bu anlamda şöyle demiştir: Her şeyin iki ucu ve bir ortası vardır. Her hangi bir şeyi tek ucundan tuttuğunuzda diğer taraf sarkar. Orta­sından tuttuğunuzda ise dengede durur. Aynı şekilde mide de, uzuvların tam ortasmdadır. Onu iyi tuttuğunuzda uçlar da denge­de olur. Vücudun uçları ise, işitme, görme, konuşma organları ile avret mahalli ve ayaklardan oluşur.

Şeyhimiz İbni Salim de (ra) benzer manada şöyle demişti
: Mide­ye, arzu ettiği doygunluğu verirsen, diğer uzuvlar kendi arzularının da gerçekleştirilmesini isteyeceklerdir. Bu durumda iyice azacak olan nefs de sizi helake sürükleyecektir. Midenin arzu ettiği doy­gunluğu tam vermediğiniz de diğer uzuvlar da, verdiklerinizle yeti­neceklerdir. Bu da kalbinizin istikamet bulmasına vesile olacaktır.

Bişr b. el-Hars (ra) hastalanmıştı. Tabip Abdurrahman´a kendi­sine iyi gelecek yiyecekleri tavsiye etmesini rica etti. Abdurrahman da ona şöyle dedi: Benden yiyecek tavsiye etmemi istiyorsun, ama söylediğimde onları yemeyi reddedeceksin! Bişr ısrar ederek ´Sen hele bir söyle de bileyim´ dedi. Bunun üzerine Abdurrahman tavsi­yelerine başladı: Vücudunun düzelmesi ve tekrar eski sıhhatini ka­zanması için şu üçü gerekir: Mayhoş meşrubat içmen, ayva emmen ve bunların ardından isfîza yemen.

Bişr (ra), ´Mayhoş meşrubattan daha ucuz olup onun yerini tu­tacak bir şey biliyor musun?´ diye sordu. Abdurrahman, ´Hayır de­di. Bişr, ´Ben biliyorum´ dedi. Abdurrahman ne olduğunu sorunca da, ´Sirkeyle karıştırılmış hindiba´ dedi. Ardından, ´Peki ayvanın ye­rini alacak ve ondan daha ucuz bir şey biliyor musun?´ dedi. Abdur­rahman, ´Hayır deyince, ´Şam harnubu´ dedi. ´Peki, isfizadan daha ucuz olup onun yerini alacak bir şey biliyor musun´ diye sordu. Ab­durrahman yine ´Hayır1 deyince ´Ben biliyorum dedi. Abdurrahman, ´Nedir?´ diye sordu. O da ´İnek yağından çıkan ekşi su´ dedi.

Bu konuşmanın ardından Abdurrahman şöyle dedi
: Tıbbı ben­den daha iyi biliyorsun, bana niye soruyorsun ki?

Kul aç iken cinsi münasebeti arzu ederse yemek yememesi da­ha doğru olur. Böylelikle, nefsinin iki arzusunu birden karşılama­mış olur. Cinsi münasebet arzusu, namusunu muhafaza etme gibi ulvi bir gayeye dayanıyor olabilir. Nefsin yemek arzusu ise, müna­sebete kadar rahatlamak içindir. Yemekle münasebeti birleştir­mek, iki şehveti birden tatmin etmektir. Bu ise, nefsi güçlendirecek ve alışkanlığını körükleyecektir.

Kul, yemeğin ardından uyumamahdır. Böyle yapması halinde gaflet hallerinden ikisine birden düşmüş olur. Bu da kaygısızlığa ve kalbin katılaşmasına yol açar. Yemekten sonra namaz kılmak, otu­rup zikretmek gibi bir amelde bulunmalıdır. Bu, yemekten dolayı gereken şükür haline daha uygundur. Bu meyanda ALLAH Resu-lü´nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yemeğinizi na­maz ve zikir ile eritin! (Yemekten sonra) uyumayın, yoksa kalpleri­niz katılaşır".

Yemekten sonra kılınacak namazın asgari haddi dört rekattir. Bundan sonra da yüz tesbihatta bulunur. Her yemeğin ardından Kuran´dan bir cüz okumak güzeldir. Süfyan-ı Sevri (ra) karnının dolyduğu geceyi ibadet ile ihya eder, doyduğu günü ise namaz ve zi­kirle geçirirdi. O, bu halini şöyle misallendirirdi: Zenci doydu onu çalıştırın! Merkep doydu onu koşturun! O, açlık anında çok daha rahat görünürdü.

Bu yolu seçenler, ayda iki kez et ve yağlı yemek yemelidirler. Dört kez yemelerinde de bir mahzur yoktur. Selef-i Salih de böyle yaparlardı. Ali´nin (kv) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kırk gün bo­yunca et yemeyi terkeden kimsenin ahlakı bozulur. Kırk gün sü­rekli et yiyenin de kalbi katılaşır. O, devamlı surette et yemekten sakındınrdı. Etin de şarap gibi bağımlılık yaptığı söylenmiştir.

Ebu Muhammed Sehl (ra) Abadanlılar arasında yemeği azalt­makla tanınan zevata şöyle demiştir: Akıllarınızı muhafaza edin. Onları yağ ve yağlı etle buluşturun. Çünkü ALLAH Teala´nın hiç bir velisi eksik akıllı değildir.

Mürid tatlı veya meyva türünden bir şeyler yemek istediği za­man, bunları günlük ekmeğine karşılık olarak yemeli ve bununla açlık haline ara vermelidir. Yediği tatlı ve meyvalar, vücudunun ye­meğe ihtiyacı olduğunda kendisine destek olacaktır. Ama meyva yemeye alışmamalıdır. Çünkü bunda hem alışkanlık, hem de arzu­nun bir araya gelmesi sözkonusudur. Böyle yaptığı takdirde çabuk usanmaya başlayacaktır. Ekmek dışındaki yiyeceklerden bir veya iki kez tam doyduğu zaman, açlığı terketmeye yönelmesi veya ar­zusuna teslim olması sözkonusu olabilir.

Ebu Muhammed Sehl (ra), şeyhimiz İbni Salim´i (ra) elinde ek­mek ve hurma ile görmüş ve şöyle demiştir: Yemeğe hurma ile baş­la. Eğer yeterse tamamdır. Aksi halde ihtiyacın kadar da ekmek yersin. Çünkü hurma mübarektir. Ekmek ise, uğursuzluktur. Bu­nunla kasdettiği, Adem´in (as) cennetten çıkarılışına ekmeğin se­bep-olmasıydı.

Hurmanın bereketi ise şundan kaynaklanmaktadır: ALLAH Teala KuVan-ı Kerimede kelime-i tevhidi hurma ağacına benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Görmedin mi AUah Teala nasıl bir benzetme yaptı? Güzel söz (kelime-i tevhid), kökü yerin derinliklerinde sabit, dallan ise göğe uzanmış bir ağaç gibidir ki Rabbinin izniyle her za­man meyvesini verir". (Ibrahim/24-25) İbni Abbas (ra), ayette geçen ´güzel söz´ ile kelime-i tevhidin kasdedildiğini söylemiş, güzel bir ağaç olan hurma ağacı gibi bu ´söz´den daha tatlı bir söz bulunma­dığını beyan etmiştir.

Meyveler içinde, hurmadan daha tatlısı yoktur. ALLAH Resulü (sav) de, yumuşaklığı, tadı, kuvveti ve kökünün sağlamlığı bakı­mından mümini hurma ağacına benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: ´"Yaprağının dökülmemesi bakımından mümin gibidir [40]

Sehl (ra) şöyle demiştir: Yiyecek bakımından sırf ekmeğe ba­ğımlı olmazsan, senin için daha hayırlı olur. Onun bu sözle vermek istediği mesaj, ekmeğin de zaman içinde nefs tarafından ısrarla aranan bir bağımlılık doğurması endişesidir. Bu tür bir endişeye mahal vermemek için yemeği çeşitlendirmekte yarar vardır. Bunu Ebu Bekir b. Cela´ya aktardığımda, ondan hoşlanmış ve bu sözün hikmet ehline ait olduğunu belirtmiştir. Bu, onun haline de uygun düşmekteydi.

Mürid, gıda ve yiyecekler arasında herhangi birinin kendisi için adet ve alışkanlık haline gelmesinden, kalbinin ona meyletmesinden, canının onu çekmesinden emin olamayabilir. Bu durumdaki kul, işe yeni başlamış, nefsin tuzak ve oyunlarından habersiz biri olabilir. Böyle bir kul, nefsin afet ve tuzaklarım idrak edemeyeceği için o tür yiyecekleri terketmesi kendisi için daha hayırlıdır. O, bu tür bir yiye­ceği ALLAH rızası için ve nefeine uyma endişesi ile terketmelidir. Nef­si onu arzu eder ve onu yemek isterse, sırf o yiyecek yüzünden kötü­lük kapılarından birini açmış ve dinini onunla değişmiş olur.

Kul, herhangi bir yiyeceğe bağımlılık derecesinde düşkünlük gösterdiği zaman, bunun için tevbe etmeye de muktedir olamaya­bilir. Çünkü o, arzularına uymak suretiyle şüphelere dalmış ola­caktır. Çünkü alışkanlık (=âdet), ALLAH Teala´nın akılları mağlup eden bir askeridir. Aynı şekilde bağımlılık (=ibtilâ) da, ALLAH Te­ala´nın ilmi çiğneyip ezen güçlerinden biridir. Böylesi durumlarda kulun istikamet bulması mümkün olmaz.

Adet ve alışkanlıklar olmasa, insanların hemen hepsi tevbekâr olurdu. Bağımlılıklar olmasaydı, tevbekârlar da istikamet üzere ol­mayı başarırlardı.

Bütün bunlar çerçevesinde kula düşen; helal ve temiz olsalar dahi nefsin alışkanlık ve bağımlılığına konu olan yiyecek ve içecek­leri terketmektir. Alışkanlıkları sürekli arama noktasında nefsin­den endişe etmeli, onun afet türü iddialarından sakınmalıdır. Bun­ları yaparken de, yukarıda zikrettiğimiz çerçevede kalbinin İslahı ve nefsinin teskini için gayret etmelidir. Böylelikle nefsi kendisine sahip olmadan o ona sahip olacak ve kendisini helak etmelerine fır­sat vermeden alışkanlıklarını terketmiş olacaktır. Alışkanlık ve ba­ğımlılıklarım terketmek suretiyle beşeri tabiatı ve arzularını yen­meyi de başaracaktır. Aksi takdirde o ikisine mağlup olması kaçı­nılmazdır.

Hikmet ehlinden biri şöyle demiştir: İhtiyaçlarımın çoğunu, on­ları terketmek suretiyle gideririm. Bu, nefsim için de daha rahat­latıcı olur. Başka biri ise şöyle demiştir: Arzularımı tatmin için bi­rinden bir ödünç isteyeceğim zaman, nefsimden istemeyi yeğler ve o arzudan uzaklaşırım. Nefsim, en iyi alacaklımdır. Böylesi durum­larda nefsin arzularını terketmek ve ona mani olmak, nefs için de gıda olur. Almak ve yemek nasıl alışkanlık ise, terketmek ve bırak­mak da alışkanlık haline gelir. Bu ise, kalbini düzeltmesine ve ha­lini bu şekilde edevam ettirmesine yardımcı olur.

İbrahim b. Edhem dostlarından yiyecek bir şey istediğinde, eğer ´Pahalı´ derlerse şöyle derdi: Onu almayarak ucuzlatın! Ediplerden biri de bu anlamda şöyle bir mısra söylemiştir:

Bir şey bana pahalı geldiğinde onu terkederim, Pahalı olan da böylelikle çok daha ucuz olur.

Bu durumdaki kul, arzu ve şehvetleri ALLAH rızası için terket­miş, ALLAH Teala´nm âmil kullarından biri olur. Selef-i Salih´ten bir topluluk da ALLAH Teala´ya bu yoldan ulaşmaya çalışırlardı. Sayı bakımından giderek azalan bu insanların tuttukları yol da artık ta­mamen ortadan kalkmıştır. Onların ardından gelen ulema ise, ar­zularının peşine düşmüş ve bu sebeple de yukarıda anlattımız ma­kamlara yerleştirilmemişlerdir. Onlar bu yollara asla girmemişler­dir. Arzu ve şehvetlerin terki hakkında hiç konuşmamışlardır. Bu gibi olumsuz sebeplerden dolayı da anılan yoldan eser kalmamış,izleri bile tamamen silinmiştir. Yolun salikleri kalmadığı için, artık bilinmeyen bir yol haline gelmiştir. Kim bu yola girer ve onun icap­larını yerine getirirse onu meydana çıkarmış olur. Onu meydana çı­karan da o yolun ilk ehlini ihya etmiş sayılır.

Alimlerimizden biri Basralı müridândan birinden şunu nakletmişt
i: Nefsim pirinç unundan yapılmış ekmek ve balık yemek ko­nusunda benimle çekişmeye başlamıştı. İsteğini yerine getirme-dim. Bunun üzerine isteği güçlenmeye ve ısrarı artmaya başladı. Yirmi sene boyunca bu arzuya teslim olmamak için onunla cihadettim.

Bunu nakleden alimimiz şöyle dedi:
Bu mürid vefat ettikten sonra kendisini rüyamda gördüm ve ´ALLAH Teala sana ne yaptı?´ di­ye sordum. Şöyle karşılık verdi: Nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Öyle bir izzet-i ikramla karşılaştım ki tarif edemem. Beni karşıla­dıklarında ilk sundukları, pirinç unundan yapılmış ekmek ve balık oldu. Dilediğin kadar ye, afiyet olsun, dediler.

Kendilerine şöyle denir: Geçmiş günlerinizde yaptığınız güzel işlerden dolayı afiyetle yiyin, için!" (Hakka/24) Ayette bahsedilen kimseler, dünya hayatında terkettikleri arzu ve şehvetlerden dolayı ahiret yurdu­nun tükenmez rızıklarım haketmiş bulunmaktadırlar. Onlar, dün­ya hayatlarında açlık ve susuzluğu tercih ettikleri için, ALLAH Teala da onları yiyecek ve içecekle karşılamıştır.

Her amelin, ahirette kendi türünden bir karşılığı olduğu söylen­miştir. Bu anlamda Seri es-Sekatî şöyle demiştir: Otuz senedir de­ve budunu hurma balına batırıp yemek istiyorum. Ama her seferin­de de nefsimin bu isteği gerçekleştirmesine engel oluyorum.

Ebu Süleyman ed-Darani de şöyle demiştir: Nefsin arzuların­dan birini terketmek, kalp için bir sene oruç tutup gece namazı kıl­maktan daha yararlıdır. başka bir vesilede şöyle demiştir: Ak­şam yemeğimden bir lokma eksiltmem, bir geceyi ibadetle geçir­memden daha sevimlidir. Görüldüğü üzere bu ifadelerde yemeği azaltma ve bedeni hafifletmenin tercihi sözkonusudur. Bunun bir diğer sebebi, tokluğa alışma korkusu da olabilir.

Ebu Bekir b. Cele şöyle demişti:
Öyle birini biliyorum ki nefsi kendisine şöyle diyor: Senin hatırın için on günlük açlığa tahammül ederim. Ama ardından bana istediklerimi yedireceksin. O da nefsine şöyle karşılık verir: Senin on günlük açlığa tahammül et­meni istemiyorum. Arzuladığın şeyi terket, o bana yeter!

Ablamın biri bana şöyle demişti
: Rüyamda ALLAH Resulü´nü (sâv) gördüm. Kolumu kırbaçlamaya başladı. Bir yandan da şöyle diyor­du: Bu kadar acıkacak neyin vardı? Ama bana, açlığı terket buyur-madı. Eğer buyursaydı, belki de açlık halini terkederdim. Bu zat, bütün arzu ve şehvetleri terketmiş, otuz yıl sırf ekmek yemişti.

Cüneyd (ra) şöyle derdi: Onlardan biri namaza durduğu zaman, kendisiyle ALLAH Teala arasına yemek dolu bir zenbil koyarak Rab-bine yakarışın tadına varmak ya da hitab-ı ilahiyi işitmek isterdi. İnsan karnı, kirişleri olan bir uda benzer. Ondan çıkan sesin gü­zelliği, hafiflik ve inceliğinden kaynaklanır. Ud, içi boş olduğu için güzel bir ses çıkartır. İçi dolu olduğunda ağır olur ve durduğu yer­de hiçbir ses çıkarmaz. İnsanın içi de böyledir ve boş olması, kalp için daha güzel ve hoş olur. Karnı boş olarak Kur"an okuyan kimse­nin tilaveti daha güzel, kıyamı daha devamlı ve uykusu daha hafif olur. _

Cüneyd´in (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: , Abdülvahid b. Zeyd´e şunu Söylemişti:
Falan zat, kalbinde öyle bir noktadan bahsetti ki ne olduğunu bir türlü anlayamadım. Abdülva­hid ona şöyle dedi: O zat, hurma yemez. Sen ise hurma yiyorsun. Utbe, ´Eğer hurma yemeyi bırakıp onun yediklerini yersem ben de o noktayı görebilir miyim?´ dedi. O da, ´Evet, belki başka noktaları bile görebilirsin´ dedi. Utbe, onun bu sözü üzerine ağlamaya başla­dı. Dostlarından biri şöyle dedi: ALLAH gözyaşlarını durdurmasın! Yoksa hurma için mi ağlıyorsun? Abdülvahid araya girerek, ´Onu kendi haline bırakın, nefsi hurma yemeyi bırakma hususundaki ih-lasını gördüğü için ona acı çektiriyor. O bir şeyi terkettiği zaman bir daha ona asla yanaşmaz!´ dedi.

Şeyhlerimizden biri sıcak ekmek yerdi. Çünkü sıcak ekmekten zevk ve lezzet alırdı. Uzun yıllar bu adeti üzere devam etti. Niha­yet bu alışkanlığından dolayı kınandı. O da şöyle dedi: Nefsim yir­mi sene de sıcak ekmek yemeye tamah etse, bundan sonra asla ye­mem. O da muhtemelen nefsindeki arzunun şiddetinden, nefs ciha-dındaki kararlılığı ve nefsinin bu kararlılığı iyi bilmesinden dolayı ağlardı. Nefsi, verdiği söze sonuna kadar bağlı olacağını ve o lezzet­ten ilelebed ümit kesmesi gerektiğini iyi bilirdi. Bu ebedi mahrumi­yet de, onun gözyaşları dökmesine sebep olurdu.

Arzu ve şehvetler sınırsızdır. Halbuki kuvvet gibi ilim de belli sınırlara sahiptir. Nice düşük arzular vardır ki, çok ulvi mertebele­re mani olmuştur. Eğer arzulara gem vurmaz ve onları iyice bastır-mazsanız, rağbet edeceğiniz şeylerin en başta gelenini sunarlar. Arzu ve şehvetlerinizin ardının gelmesi beklentisiyle tevbeyi ihmal etmeyin. Çünkü nefsani arzu ve şehvetlerin, melekleri görünceye kadar duracakları son nokta yoktur. Ancak o noktada kaybolup gi­derler. Arzu ettiklerinizi yediğiniz zaman, onlara karşı istekli ol­mayın. Onalara karşı istekli olduğunuzda onları sevmeyin.

Eskiler şöyle demişlerdir: Ekmeğin üstünde yenen her şey hat­ta tuz bile arzu ve şehvetin eseridir. Biri daha ileri giderek şöyle de­miştir: Ekmek, arzuların en büyüklerinden biridir! Ekmeğin dışın­dakiler meyve türünden olup tad almak için yenilen gıdalardır. Ri­vayete göre Ibni Ömer (ra) şöyle demiştir: Ekmekle beraber bir meyve yenecekse, Irak´tan gelen meyveler bizim için ekmekten da­ha sevimlidir. Ekmek ise, canın azığıdır.

ALLAH Teala, fakir kulları için azığın orta karar olanım takdir et­miştir ki bu da ekmek ve süttür. Besinlerin üst sınırı et ve tatlıdır. Alt sınırı ise tuz ve sirkedir. ALLAH Teala, yemeğin en üst sınırını emretmemiştir. Çünkü bu zenginlere sıkıntı verecektir. Alt sınırını da emretmemiştir. Bu da fakirlere zor gelecektir. Bu nedenle de, bu ikisinin ortasını emrederek bir söz sahibinin ağzından şöyle buyur­muştur: "Kendi ailelerinize yedirdiklerinizin ortalamasından ye­dirmeniz". (Maide/89) Buradaki ortalama da, yukarıda işaret etti­ğimiz yiyeceklerdir.

Buraya kadar anlattıklarımız çerçevesinde, her hangi bir kul değişik tad ve lezzetlere bağımlı olduğu zaman bunu saklamayıp açığa vurmalıdır. Onları bizzat kendisi satın almalı ve halktan giz­lememelidir. Bu, ihlas ve samimiyetinin ifadesidir. Selef-i Salih de böyle davranırlardı. Amellerde yeterince mücahede edemiyor olsa da, halini olduğu gibi göstermede dürüst (=sıdku´l-hâl) olmalıdır. Eğer dürüst değilse, en azından kendi yalanında dürüst olmalıdır. Çünkü yalanda doğruluk, iki doğruluktan biridir.

Yalanı gizlemek, eksiltmek ve aksini göstermeye çalışmak, bir değil iki yalan sayılır. Böyle biri, kusurlu olduğu halde kâmil gibi görünmeye çalışmaktadır. Günah içinde olduğu halde, masum ha­vasına bürünmektedir. Bununki yalan üstüne yalandır. Bu sebeple de ilahi gazabı iki kez çekmektedir.

ALLAH Teala´nın münafıklara buğzetmesinin ardındaki hakikat da budur. Onlara dönük öfkesi iki kattır. Bu yüzdendir ki onlar için iki kez tevbe etmeyi farz kılmış ve iki şart koşmuştur. O bu meyan-da şöyle buyurmaktadır: "Şu kesindir ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bu­lamazlar". (Nisa/145)

Bu ayete göre münafıklar, kafirlerin bile altında yer almakta­dırlar. Bunun sebebi, kafirin bulunduğu halde dürüst ve samimi ol­masıdır. Onun içi dışı birdir. Münafik ise, inkar etmesine rağmen imana şirk koşmaktadır. İçi dışından farklıdır. ALLAH Teala´nın kal­bini görmesi tehlikesini hafife alıp insanların tepkisinden çekin­miştir. ALLAH Teala da onu aşağılamada daha ileri giderek bu halin­den kurtulabilmesi için iki kez tevbe etmesini şart koşmuştur. Bu meyanda da şöyle buyurmuştur: "Ancak tevbe edip hallerini düzel­tenler ve ALLAH´a sımsıkı sarılanlar ve bütün samimiyetleriyle sırf ALLAH´a itaat edenler müstesna". (Nisa/146)

Bu tarz bir imtihan, ALLAH Teala´yı layıkıyla bilenler için sözko-nusu olamaz. O´nu iyice akledenler de böyle bir aşağılamayla sı­nanmazlar. Kul, bir takıl lezzet ve arzulara düşkünlükle imtihan edilse de Rabbine hamdetmeyi bırakmamalıdır. Arif olanlar, bir ta­kım günahlarla imtihan edildikleri halde, insanlara gösteriş yap­makla sınanmazlar.

Selef-i Salih bu konuda iki yoldan birini tutmuştur: İlki, nefsle cihad etme ve arzuları terketme yoludur. Bazıları daha emin bul­dukları için bu hallerim gizler, bazıları da açığa vururlardı. Halle­rini açığa vuranlar, daha ziyade niyetlerinin sağlamlığından emin olan kimselerdi

Diğer yol ise, ulemadan bir topluluğun takip ettikleri bir yoldu. Bu alimler, türlü yemekleri yer ve bu konuda kısıtlama yapmazlar­dı. Bulduklarını yiyen bu kimseler, bunu halkın gözü Önünde yapa­rak nefslerini utandırmaya çalışırlardı.

Eğer ilk yola giremiyorsanız, o zaman ikinci yola girin. Bu, ha­liniz için daha güvenlidir.

Kul, çeşitli yemekleri gizli gizli yiyor ve bunu insanlardan sak­lıyor, hatta bunun aksi bir görüntü vermeye çalışıp zahidlik taslı­yorsa, şunu bilmek gerekir ki bu, yakini iman sahiplerine yakışan bir yol değildir. Dürüst sadıklar da böyle bir yola sapmaya tevessül etmezler. Bu yolu tercih edenler, doğru yollardan ayrılarak helak yollarına sapmış olurlar. Rehbersiz yollardan sakının! Aksi halde dar boğazlarda şaşırıp kalırsınız.

îsraiîiyat kaynaklarında şöyle bir kıssa anlatılmıştır
: İsaoğullarmdan bir abid, seyahatinde belli bir ailenin arazisine ulaş­mıştı. Arazinin ortasında, gelip geçenlerin girdikleri bir yol gördü. Kendi kendine, ´Bu başka insanlara ait bir arazi, bu yola nasıl gi­rerim?´ diye konuştu. Ama araziye girmeden çevresini dolaşmak da zahmetli görünüyordu. ´Herkesin gelip geçtiği bir yol, ben de geç-sem ne olur ki?´ dedi ve şahıs arazisinin ortasından geçti.

Oradan ayrıldıktan bir süre sonra bu günahından dolayı ceza­landırıldı. Ama günahını unutmuştu. Hangi günahtan dolayı ceza­landırıldığını bilmek istiyordu. Neden sonra kendisine şöyle denil­di: Geçmemen gereken bir yoldan geçtin. Arazinin sahiplerinin iz­nini almaksızın özel araziden geçtin. İşlediğin günah buydu! O za­man günahını hatırladı ve şöyle dedi: ALLAHım! Sana özrümü sunu­yorum, ben oranın halk tarafından kullanılan bir yol olduğunu dü­şünmüştüm.

ALLAH Teala da ona vahiyde bulunarak şöyle buyurdu
: Zalimler ne yol tuttularsa, onu Bana ulaştıran bir yola çeviriyorsun. Aldanı­şa kapılarak zalimlerin gittikleri yola giren kimse bu yaptığında mazur görülemez! ALLAH Teala bu vahyinden sonra o abidi şaşkınğa itti. Abid, düştüğü bu şaşkınlık halinde helak oldu ve kendisine uyanları da helak etti.

Anlaşıldığı üzere yukarıda izah ettiğimiz yol, insanlara şirin gö­rünmeye çalışan, cahil ve dar kafalı kimselerin girecekleri bir yol­dur. O, arzu ve şehvetleri terkettiği havası uyandırarak insanların takdirini kazanmak ister. Halbuki kendi iç dünyasında vecd bakı­mından karanlıkta, yakin bakımından zaaftadır. Gözlerden ırak ol­ması da bu halini değiştirmez.

Selef-i Salih arasındaki dürüst insanlar, canlarının çektiği yiye­cekleri bizzat kendileri satın alır ve evlerinde de insanların görebi­lecekleri yerlere koyarlardı. Diğer insanlara rağbet ehlinden olduk­larını göstermekten çekinmezlerdi. Böyle davranmaları sebebiyle ALLAH katında da zahidlerden sayılmaları muhtemeldir. Onlar bu tür yiyecekleri yemek suretiyle kendilerini cahiller nezdinde aşağı­da göstermek ve bu sayede gerçek hallerini gizlemek niyetine sa­hiptiler. Böyle davranmak suretiyle gaflet ehlinin gıpta dolu bakış ve ilgilerinden azade olarak yakin makamlarım hızla geçer ve Mahbub ile birçok muamelede bulunurlardı.

Selefin bu kesimi, eşyada zühd sahibi zevattan oluşurdu. Ama onlar, zühdlerini en ileri derecede gizlemeye çalışırlardı. Zühdü giz­lemede varılabilecek en ileri derece, onun aksini izhar etmek ve züh­de konu olan şeylere düşkünlük göstermektir. Onlar, halkın zannet­tiğinin aksine satın aldıkları şeyleri kullanmaz ve yemezlerdi.

Dikkat edilirse bu, nefsle cihad etmekten daha çetin bir uğraş­tır. Çünkü burada nefse iki ağırlık yüklenmektedir: İlki satın alı­nan şeyden yararlanamamak, ikincisi de buna rağmen insanların gözünde derece kaybetmektir. Nefs, bir yandan satın alınan yiye­cek veya eşyayı yeme veya kullanma zevkinden mahrum olmakta, bir yandan da gösterdiği zühde rağmen halk nezdinde itibar kay­betmektedir. Bir anlamda sabır kâsesini iki kez yudumlamaktadır. Bu; arzu ve şehvetler noktasında dürüstlük gösteren sadıkların ve sağlam irade sahiplerinin halidir. Bu, bir bakıma gerçek zahidlere yakışan bir haldir.

Konuyla ilgili bir diğer mesele, bağış (=´atâ) meselesidir. Ulema­dan bazıları bu tür bağışları açıktan alır ve gizli olarak dağıtırlar­dı. Bağışları almak, itibarlarını gölgeleyen bir davranıştı. Çünkü bunda dünya malına rağbet etme düşüncesi sözkonusuydu. Halbu­ki onu dağıtmada, gizli bir amel sözkonusu idi. Bağışı açıktan ka­bul etme, onu reddetmenin sağlayacağı itibarı ortadan kaldırmak­tadır. Aldıktan sonra dağıtmak ise, o parayla yapılabilecek zevkten mahrum olmak anlamına gelmektedir. Bu, nefse çok ağır gelen bir davranıştır. Zühd ulemasının izledikleri yol buydu. Bu yola kimse­ler, onun yardımıyla sıddıklar makamına bile yükselebilirler. Ama bu da, artık körelmiş bir yoldur.

Zamanımızda bu yolun izi dahi kalmamıştır. Ona girenler, an­cak birebir öğrenenlerdir.

Kari´ler ve fakihler tarafından en fazla çiğnenen, yapmacıklık ve insanlara şirin görünme gibi maksadlara götüren yollardır.

Cafer-i Sadık´m (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bana bir şehvet musallat olduğunda derhal nefsime bakarım. Eğer onu ar­zuladığını gösterirse o şehveti gidermesine izin veririm. Böyle yap­mak, mani olmaktan daha hayırlıdır. Eğer onu arzuladığını gizler ve istemediğini ima ederse, onu mani olmakla cezalandırır ve o şehveti tatmasına asla müsaade etmem.

Bu sözün açıklaması şöyle yapılmıştır: Nefsin herhangi bir şeh­veti arzu ettiğini açıkça göstermesi, onu tadan biri olarak tanınma­yı önemsememesinden kaynaklanır. O, din sahipleri nezdinde böy­le bir şehveti tadıyor olarak bilinmek istediği için arzusunu açıkla­maktadır. Bir şehveti tatmayı arzu etmediğini ima etmesi ise, onu tadıyor olmakla tanınmak istememesinden dolayıdır. O, bu lezzeti tadanlar arasında görünmekten hoşlanmaması böyle davranması­na yol açmaktadır.

Cafer-i Sadık da (ra), nefse verilecek en güzel cezanın, sözkonu­su şehveti terketmek olduğunu bildirmiştir. Çünkü nefsin arzu et­tiği bir şehveti, başka şehvetleri için terketmesi, ardından da onu terkeden bir nefs olarak tanınmak istememesi bütün şehvetlerin anasıdır. Bu durumdaki nefs, hoşlanmadığı durumdan daha beter bir hale düşmüş olur. Kendisine bakılması ve halk tarafından övül­mesi arzusunu tatması, nefs için yenilebilir bir lezzeti terketmek-ten aldığı hazdan çok daha büyüktür. Bu duruma ´Gizli Şehvet´ (=şehvet-i hafiyye) denilmiştir.

Konuyla ilgili bir hadiste ALLAH Resulü´nün (sav) şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir:
"Ümmetim için en çok endişelendiğim husus; riya ve gizli şehvettir".[41] Riya; genellikle amellerde görülürken ´giz­li şehvet´, arzu ve şehvetleri terketmekle tanınma ve bu şekilde ni­telenme arzusudur.

Alimlerden birine, zahidlerden biri hakkında soru sorulmuştu. Alim sükut etti. Soru sahibi, ´Onunla ilgili sakıncalı bir husus bi­liyor musunuz?´ dedi. Bu ısrar üzerine alim şöyle dedi: Onunla ilgili olarak sakıncalı ve çirkin olarak bildiğim tek husus; yalnız ba­şına iken yediklerini, halk içinde yememesidir. Bildiğim tek kusu­ru budur.

Bu, gerçekten de önemli bir kusurdur. Çünkü sıdk sahipleri, halk içinde yediklerini yalnız başlarına iken yemezlerdi. Görüldü­ğü gibi onlar, yukarıdaki zahidin yaptığının tam tersini yapmak­taydılar. Kul, iki tür yemekle karşılaştığında hafif olanı tercih eder, ihtiyacı kadarını ondan karşılamalıdır. Böylelikle ağır olanı yemek­ten kurtulmuş olur. Ehli dünya ise, ağır yemekleri, hafiflerine ter­cih ederler. Böylelikle daha fazla yemiş ve şehvetlerinin azmasına katkıda bulunmuş olurlar.

Ariflerden biri mideyi ceviz çuvalına benzetmiştir. Çuvalda ce­viz alacak yer kalmayınca boşluklara susam doldurmaya girişebi­lirsiniz. Böylelikle çuvalın boş kısımları da susamla dolmuş olur. Mide de çuvala benzer. Ağır bir yemeğin arkasından hafif şeylerle doldurduğunuzda şehvetler yerlerini almaya başlarlar. Doyma ha­linden sonra, öncekine göre çok daha sağlam ve kuvvetli olurlar.

Araplar, yemeğin bu tarzım ayıplar ve asla böyle yemezlerdi. Yemekte izledikleri adet; genellikle etle başlayıp tiritle devam et­mekti. Iraklılar5! kınamak isteyen biri Nabatiler*den birine şöyle demişti: Yoksa sen de, yemeğe kebaptan önce tiritle başlayanlar­dan mısın?

Müridin önüne konulan iki yemek, hüküm bakımından eşit ol­duklarında veya müridin daha iyi olanı bırakma yönünde bir niye­ti bulunmadığında; eğer yemek arzusunu terketmiş ve bunun ar­dından kendisine ikramda bulunulmuş, kendisi de niyeti üzere sa­bit ise iki yemekten daha aşağı olanı yemişinde bir mahzur yoktur.

Sıdk ehlinden bir zat, kendi başına olduğu zaman lezzetli ye­mekleri terkeder ama halk içinde bir ikramda bulunulduğunda, ba­kışların üzerine yönelmemesi ve övgücülerin kalplerinin kendisine çevrilmemesi için hafifçe atıştırırdı.

Ebu Süleyman ed-Darani bu konuda şöyle demiştir: İnsanların arasında iken lezzetli bir yemek ikram edildiğinde onu yemeyen bi­ri olsanız dahi hafifçe alın ve nefsinizin tam olarak doymasına izin vermeyin. Böylelikle nefsinizin övülme arzusunu kursağına tıka­mış ve az bir şey yiyerek tadını damağında bırakmış olursunuz.

Müridin böyle yapması daha doğrudur. Çünkü Ebu Süleyman´ın bu durumdaki müridle ilgili şöhret arzusu yönündeki endişesi, gayet yerindedir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi kendisine ikram edilen bir yemeği açıkça reddeden kimse, bundan dolayı üstün sayılma gi­bi daha tehlikeli bir arzuyu tatmin etme konumuna düşebilir. Da­ha önce de ifade ettiğimiz üzere şehvetin bu türü, bütün şehvetle­rin anasıdır.

Kendisine ikram edilen yemeği yiyen mürid, nefsinin gayesine ulaşmasına izin vermek suretiyle onu hoşgörmüş olur. Oysa daha önce ihlası sebebiyle nefsini o yemekten mahrum etmekteydi. Bu­nu çok büyütmemek gerekir. Halkın deyimiyle, bir çocuk sebebiyle bazan bir hayvan doyar.

Yakini imanı çok kuvvetli, halkın bakışından iyice uzaklaşmış ve kendinden emin biri kendisine ikram edilen böyle bir yemeği ye-meyebilir. Bunu yaparken de, kalbi iman ile huzur içindedir. Çün­kü o, kendisine bakılmasından doğacak afetlerden arınmıştır. On­dan bir parça alarak kendini teselli de edebilir.

Bir diğeri, o yemekle ilgili olarak kendisini vera´dan uzaklaştı­racak bir hususa takıldığı için yemeği geri çeviren veya nefsiyle ci­hadı sürdürmek isteyen müridin halidir. Bu tür bir teklif, onun için ALLAH Teala tarafından gelen bir imtihan olup kulun nasıl davrana­cağının görülmesi istenmiş olabilir. Acaba ne yapacaktır? Bize göre bu durumdaki müridin yapması gereken; o yemeğe el sürmemesi, bir takım bahaneler bularak vaziyeti kurtarmaya çalışmasıdır. Böylelikle dikkat de çekmeyecek ve hiç kimse yemeği, nefs müca-hedesi sebebiyle terkettiğini düşünmeyecektir.

Bu mürid, iki hususu birden ifa etmiş olmaktadır: 1. Yemeği reddetme konusundaki kararlılığını ihlal etmeme; 2. Basit bir hile ile, halini halka ifşa etmekten kurtulma. Bunu; müridlerin izledik­leri bir yol ve takva sahiplerinin sıfatlarından biri olarak görebili­riz. Bu, daha önce de ifade ettiğimiz gibi en alttaki yoldur. Eğer Al­lah Teala´nın yakınlığı ve bakışı güçlü olursa, hileye başvurmasına bile gerek kalmadan o vaziyetten sıyrılabilir. ALLAH Teala lütuf ve ikramı gereği, kulunu bunlara tevessül etmekten muhafaza ede­cektir. Bu da yukarıda son olarak izah ettiğimiz en üstün yol olup yakin sahiplerine mahsustur.

Müride ikram edilen yemek katı ve sert yiyecekler türünden ise, hüküm bakımından sakıncasız, şüpheden olabildiğince uzak ol­duğu için onu yemesi ilmen daha faziletli ve hal bakımından da da­ha arıdır. Kendi başına iken yediği de zaten o türden yiyeceklerdir.

Denildi ki: Kulun helalinden yediği ilk lokma, ALLAH Teala tara­fından geçmiş günahlarının bağışlanmasına vesile olur. ALLAH Teala da tad bakımından lezzetli, hüküm bakımından şüpheli bir lokma­yı terketmesi sebebiyle kula şükürle karşılıkta bulunur.

Sunulan lokma, hüküm bakımından mekruh ise onu ALLAH rıza­sı için terketm elidir. Bu da geçmiş günahlarının bağışlanmasına vesile olur. Çünkü ALLAH Teala çok Bağışlayan ve çok Şükreden´dir. Bunun izahında şöyle denilmiştir: Sayılamayacak kadar çok günah için Bağışlayıcı, basit ameller için dehi kuluna Şükredici´dir. Nasılolmasın ki? O, müminleri hidayet ve tevhid sahipleri, yediklerini iyi araştırmaları sebebiyle rahmet ve rüşd sahipleri olarak vasfet-miştir.

ALLAH Teala bu meyanda Ashab-ı Kehfin kıssasında şöyle buyur­maktadır: "Gerçekten onlar Rablerine tam iman etmiş gençlerdi. Biz de onların hidayetlerini ve yakinlerini arttırdık. Kalplerine kuvvet ve metanet verdik de ayağa kalktıklarında dediler ki:". (Kehf/13-14) Ayağa kalktıklarında tevhid şehadetlerini tazelediler. Onların ayağa kalkışları da, yiyebilecekleri temiz bir rızık bulmak içindi. Nitekim kıssanın devamında şöyle buyrulmaktadır: "Şu akçeyi verip içimiz­den birini şehre gönderelim de baksın hangi yiyecek daha temiz ve helal ise size ondan rızık .tedarik etsin". (Kehf/19) Görüldüğü gibi şehre gönderdikleri elçiye, yiyeceğin helalini araştırmasını söylemiş­tirler. Çünkü onlar, yemekle ilgili hususlarda Rablerinin emrine uy­mak istemişlerdi.

ALLAH Teala, temiz ve helal rızkı, salih amellerin bile önüne koy­muştur. Bunu da şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Temiz rızıklar-dan yeyin ve salih (amel) işleyin". (Müminun/51) Müminler, sahip oldukları vera´ ve takvanın en tabii icabı olarak rızkın temizini ara­yacaklardır. Müminlerin yoluna girmek istiyorsanız, siz de böyle yapın. Böylelikle ahirette de onlarla beraber olursunuz. Sakın gü­nahkâr suçluların yollarına düşmeyin. Aksi halde onlarla birlikte hasredilirsiniz.

Buraya kadar anlattıklarımız müridlerin ve nefsleriyle cihad eden mücahidlerin perhizi hakkındaydı.

Perhiz konusunda ariflerin durumu biraz daha farklıdır. Onla­rın yeme konusunda fazla tecrübeleri yoktur. Onlar bir şey yedik­leri zaman, olabildiğince az yer ve çok şükrederler. Onlar ALLAH Te-ala´nın tecelli ettiği bir yer gördüklerinde onu her şeye tercih eder­ler. Aç kaldıklarında daha fazla amel eder ve sabrı elden bırakmaz.-lar.

Aişe (ra) ALLAH Resulü (sav) hakkında şunu anlatmıştır: "O, ev halkının yanına geldiğinde, Tiyecek bir şeyler var mı?´ diye sorar­dı. ´Evet´ derseler, oturup yerdi. ´Hayır dediklerinde ise ´Öyleyse oruçluyum´ buyururdu. O´nu bir şey ikram edildiğinde, ´Oruca ni­yetlenmiştim ama´ buyurur ve sunulanı yerdi".

Konuyla ilgili bir diğer hadis de şudur: "ALLAH Resulü (sav) bu­gün evden çıktı ve ´Oruçluyum´ buyurdu. Eve döndüğünde Aişe (ra) ´Bize hays (=tereyağı ve unla karıştırılan hurmadan yapılmış bir tatlı) hediye edildi´ dedi. Bunun üzerine, ´Oruç tutmak istemiştim´ buyurduktan sonra, *Yine de yanaştır" diyerek onu yedi. O´nunla Al­lah Teala arasında, oruç tutması ve tutmaması hususunda bir işa­ret vardı". [42] Yiyecek bir şeyin bulunması, orucunu açmasının işare­ti iken, bir şey bulunmaması oruç tutma işaretiydi.

Ariflerin kalplerinin de bu şekilde çekip çevrildiği söylenmiştir. O lamba (=ALLAH Resulü), şehadet ehlinin basiretlerini de aydınlat­maktaydı. Onlar da belli bir hale yaslanıp kalmaz, bir makamda donup kalmazlardı. Onların bu üç meziyeti, ancak şu üç hasletle gerçekleş ebilirdi:

1. Hevadan tamamen arınma ve nefsi alışkanlıklardan sakın­dırma;

2.Yemekte de, oruçta da niyet sahibi olma. Onların yemesi Al­lah rızası içindir. Her ikisindeki etken de aynı olduğu, yani ALLAH rızası olduğu sürece yemek yemekle oruç tutmak onun için farklı olmayacaktır.

3
.Altı uzvu dikkatle gözeterek muhafaza etmek. Arif, üzerine farz kılındığı için oruç tutar. Bu onun için en faziletli olandır. Söz-konusu altı uzuv şunlardır: Göz, kulak, dil, kalp, eller ve ayaklar.

Midesi ve tenasül uzvu ile oruç tutmasa dahi, diğer uzuvlarıyla tut­tuğu oruç ALLAH Teala nezdinde daha kıymetli ve daha sevimlidir. Bunlara sahip çıkan arifin oruçsuz hali bile sırf iki uzvu ile oruç tu­tanların halinden daha üstündür.

Kişi, oruç tutmaya niyetli olarak sabahlayıp ardından bu üç sı­fat çerçevesinde yemek yerse, gizli şehvet tehlikesiyle karşılaşır. Daha önce de naklettiğimiz bir hadisinde ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Ümmetim için en çok endişelendiğim husus; riya ve gizli şehvettir". (36 no´lu dipnot) ALLAH Resulü (sav) gizli şehveti tefsir ederken şöyle buyurmuştur: "Sizden birinin oruç tutma niye­tiyle sabaha çıkması, ardından kendisine sunulan bir yemeği işta­hı çektiği için yiyerek orucunu açmasıdır.

ALLAH rızası için oruca niyetlenip de bu niyetini fesheden kimse için hiç bir fazilet sözkonusu değildir. ALLAH için tuttuğu orucu, O´ndan başka bir şey uğruna bozan kimse, ahirette bu hareketin­den dolayı kalbi ve uzvi cezalardan biriyle cezalandırılır. Bu, amel­lerin faziletlerini terketme cezasıdır.

Konuyla ilgili bir hadiste şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Alimin uykusu ibadet, nefesi tesbihattır". Bir defasında Bişr b. el-Hars´a (ra), Talan zengin, ömür boyunca oruç tutuyor* denilmişti. Şöyle karşılık verdi: Zavallı! Kendi halini bırakıp başkasının hali­ne girmiş! Halbuki ona düşen açları doyurmak, çıplakları giydir­mek ve ihtiyaç sahiplerini görmektir. Bu, onun için ömür boyunca oruç tutmasından daha hayırlıdır.

Yine Bişr (ra) şöyle demiştir: Zenginin ibadeti, çöplüğün üzerin­deki bahçe gibidir. Fakirin ibadeti ise, güzel bir kadının boynunda­ki mücevher gerdanlık gibidir.

Süfyan-ı Sevri (ra) Ebu İshak el-Firazi´yi ziyaret etmişti. Ken­disine bir tabak hurma tatlısı ikram edildi. Süfyan, ´Oruçlu olma­saydım yerdim´ diyerek ikramı geri çevirdi. el-Firazi de şöyle dedi: Kardeşiniz İbrahim b. Edhem de gelip şu oturduğunuz yere otur­muştu. Aynı tabakla ona da hurma tatlısı ikram edilmişti. Hurma tatlısını yedikten sonra ayrılırken şöyle dedi: Buraya gelirken oruç­lu idim. Ama onu sizinle beraber yiyerek sizi mutlu etmek istedim. Bunun üzerine Süfyan da tabağı eline aldı ve yemeye başladı. Böy­le yaparak İbrahim b. Edhem´in edebine tâbi olmuş oldu.

Sehl (ra) hakkında şöyle bir hadise nakledilmiştir:
Ona marifet yolunun başlarında nasıl davrandığı sorulmuştu. O da riyazetin ve perhizin çeşitli türlerini anlatmıştı. Bu perhizler arasında şunları zikredebiliriz: Arabistan Kirazı´nın yapraklarını yemek; Üç yıl bo­yunca sadece incir çekirdeği yemek; Üç dirhemle üç yıl geçinmek.

Bunu nasıl yaptığı sorulduğunda ise şöyle demiştir
: Her sene iki danik (=dirhemin altıda biri, 53 gram gümüş) değerinde hurma, dört danik tutarında da nebati yağ alır ve bu ikisini iyice yoğurur-dum. Ardından bu hamuru üçyüz altmış parçaya böler ve her gece bir parçasını yerdim. Kendisine halihazırda nasıl bir perhizi oldu­ğunu sorduğumda şöyle dedi: Artık her hangi bir zaman veya sımr koymaksızm sırf bulabildiğimi yiyorum.

Maruf el-Kerhi (ra) kendisine ikram edilen güzel ve temiz yiye­cekleri yerdi. ´Bişr kardeşiniz bunu yemiyor* denildiğinde ise şunu derdi: Sahip olduğu vera´ Bişr kardeşimizi tutuyor. Sahip olduğum marifet ise beni rahatlatıyor! O, başka bir vesilede de şöyle demiş­tir: Ben, Mevlamın yurdunda bir misafirim. Verdiğinde yerim, aç bıraktığında sabrederim- İtiraz ve sitem benim neyime!

Bişr-î Hafi´nin canlarından biri şunu anlatmıştır: Bir gün yanı­na gittiğimde yemek yiyordu Bana, ´Sen de ye´ dedi. ´Oruçluyum´ deyince, bir parça uzattı ve ´Benim için ye´ dedi. Verdiği parçayı ye­dikten sonra şöyle dedi: Böylelikle orucun afetinden kurtulmuş ol­dun ve beni sevindirdin.

Bişr (ra) oruca niyetli olarak sabaha çıkmıştı. O gün değerli dos­tu Feth el-Mavsıli kendisini ziyarete geldi. Hüseyin el-Meğazili şu­nu aktarmıştır: Bana bir avuç dirhem verdi ve ´Pazarda bulabildi­ğin yiyeceklerin en güzel ve temizlerinden, tatlıların en iyisinden ve kokuların da en güzelinden al da gel!´ dedi.

el-Meğazili der ki
: Daha önce böyle bir istekte bulunduğunu as­la görmemiştim. Sonra pazara gidip istediklerini getirdim ve o iki­sinin önlerine koydum. Feth el-Mavsıli ile beraber yediğini gör­düm. Oruca niyetli olmasına rağmen başkalarıyla da yemeği pay­laştığını görmüştüm.

Bu topluluktan bir zat şöyle demiştir:
Mevlanız size bir para verdiğinde onunla dilediğinizi satın alabilirsiniz. Yiyecek bir şey verdiğinde ise onu yeyin ve başka bir şeye meyletmeyin.

İbrahim b. Edhem (ra) dostlarından birine birkaç dirhem ver­miş ve ´Bununla tereyağı, bal ve Horan ekmeği al´ demişti. Dostu, ´Ey Ebu İshak, bu paranın aldığı kadar mı?´ diye sordu. Şöyle kar­şılık verdi: Ne oldu ki! Bulduğumuz zaman biz de adam gibi yeriz! Bulamadığımızda ise adam gibi sabrederiz!

ibrahim b. Edhem (ra) bir yemek yaptırmıştı. Ama yemek çok olduğu için aralarında Sevri ve Evza´i gibi dostlarının da bulundu­ğu bir topluluğu yemeğe davet etmişti. Kendisine, ´Bunun israf ol­masından endişe etmiyor musun?´ diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: Yemekte israf olmaz. İsraf, ev eşyası ve giyim kuşamda olur.

Selef-i Salih´in bu konuda takip ettikleri yol işte böyle bir yoldu. Onları iyi tanıyan bir zat şöyle demiştir: Onlar göç yükleri bakı­mından bol, giyecek ve eşya bakımından dar idiler.

ALLAH Resulü (sav) devrinde adamın biri yemek pişirmiş ve dost­larını yemeğe davet etmişti. Geldikleri zaman, ´Ben oruçluyum´ di­yerek sadece onlara buyur etmişti. Bu durum ALLAH Resulü´ne (sav) haber verildiği zaman şöyle buyurmuştur: "Kardeşiniz size bir ye­mek pişirdiğinde onu yemezsiniz. Orucunuzu açLp yerine başka bir gün tutsanız olmaz mı?"

Ulemadan bir zat hakkında da şöyle bir hadise anlatılmıştır:
Bu zat, San´a şehrinde kadı idi. Bir gün San´a emirinin huzuruna çık­mıştı. O esnada emirin yemek vakti de gelmişti. Emir kendisini ye­meğe davet etti. Kadı, oruçlu olduğunu söyleyince emir yemeğe başladı. Bir yandan da kadı ile konuşuyordu. O sırada sofraya bir deve budu getirildi. Kadı yavaş yavaş kımıldamaya ve sofraya doğ­ru yanaşmaya başladı. Yemeğe katılmak üzere elini uzattığında emir, ´Oruçluyum demedin mi?´ dedi. Kadı, ´Ey emir, tuttuğum bir kaza orucudur. Böyle bir devenin kazasına kimbilir ne zaman muk­tedir olabilirim?

Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle demiştir: Kişi üstüne alın­madığı sürece arzular ona zarar veremez. Onlar, ancak kendileri için hırslananlara zarar verirler. Ebu Süleyman da dostlarını çağı­rır ve onlara en güzel yiyeceklerden ikram ederdi. Dostları da, ´Hem bizi sakındırıyorsun, hem de bizzat kendin ikram ediyor­sun?!´ derlerdi. O da bu tür sözölere şöyle karşılık verirdi: Bu tür yi­yecekleri arzu ettiğinizi iyi biliyorum. Onları benim meclisimde yemeniz sizler için daha hayırlıdır. Zühd yolunda biri gelse, ona tuz­dan fazlasını ikram etmem.

Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi
: Güzel yemekler ye­mek, kulda ALLAH Teala´dan razı olma melekesini geliştirir. Halife­lerden biri de şöyle demiştir: Suyu buzla içmek, şükrün daha halis olmasını temin eder!

Rivayete göre ALLAH Teala veli kullarından birine vahyederek şöyle buyurmuştu: İzzetim için uyanıklık (=fıtnat) lütfunu ve lüt­fün gizlisini idrak et! Ben bundan hoşlanırım. Veli, ´Ey Rabbim, uyanıklık lütfü nedir? diye sordu. ALLAH Teala da şöyle buyurdu: Üstüne bir sinek konduğunda, onu Benim kondurduğumu bil ve Ben´den onu kaldırmamı dile! ´Peki gizli lütuf nedir ey Rabbim?´ di­ye sordu. ALLAH Teala da şöyle buyurdu: Sana haşlanmış bir nohut geldiğinde dahi, seni onunla hatırladığımı bilmen ve onun için Ba­na şükretmendir.

Peygamberlerden birine ise şöyle vahyedilmiştir:
Hediyenin kü­çüklüğüne değil, onu verenin büyüklüğüne bak! Günahın da kü­çüklüğüne değil o günahı, aleyhinde işlediğin Zat´ın büyüklüğüne bak! Fakirlik veya ziyana uğradığında Beni yarattıklarıma şikayet etme! Kötülüklerin katıma yükseltildiğinde Ben seni meleklerime şikayet etmem! [43]