- Aydınların Toplumsal Sorumluluğu

Adsense kodları


Aydınların Toplumsal Sorumluluğu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Sat 23 July 2011, 11:23 am GMT +0200
Dün Bugün Yarın



Şubat 2010 134.SAYI
 

Sadık ILGAZ kaleme aldı, DÜN BUGÜN YARIN bölümünde yayınlandı.

Aydınların Toplumsal Sorumluluğu

600 yıllık Osmanlı tarihinde yetişmiş en önemli münevverlerden (aydın) birisi de Kâtip Çelebi’dir. 1609-1657 yılları arasında yaşayan Kâtip Çelebi, 48 yıllık kısa ömrüne tarih, coğrafya, biyografi, bibliyografya gibi ilmî alanlarda “Cihannüma”, “Fezleke”, “Fezleketü’t-Tevarih”, “Keşfü’z-Zunûn” başta olmak üzere yirminin üzerinde kıymetli eser vermiş, yazdığı kitapların dışında büyük bir kütüphane de bırakmıştır.

Devlet meselelerine de yakından ilgi duyan Kâtip Çelebi’den kalan şu anı, bir münevverin toplumsal sorumluluklarına dair önemli mesajlar içermektedir:

Kâtip Çelebi, devlet maliyesini düzeltme çareleri arayan bir heyette görev almıştı. Hazırladığı bir raporu Divan-ı Hümayun’a sundu. Raporda, idarî bünyedeki bozuklukların sebeplerini ortaya koyarak nasıl düzeltilebileceğini anlattı. Bu layihada, canlılığını hâlâ koruyan şu sözleri sarf etmekten de çekinmedi:

“Raporun dikkate alınmayacağını, dediklerimin uygulanmayacağını daha raporu vermeden biliyorum. Fakat yarın kıyamet günü Allah bana soracak ve diyecek ki: ‘Sen ki memleketin münevver bir insanı idin, neden bu bozuklukları görüp de çarelerini söylemedin, üzerine düşeni yapmadın.’ O zaman ben, üzerime düşeni yerine getirdiğimi bu raporumla gösterip kendimi vebalden kurtarırım. İşte raporumu bu düşünce ile yazdım.”

Şu olay da onun kişiliğine dair ipuçları taşır:

Kâtip Çelebi bir gün Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin konağına misafir olmuştu. Biraz sohbetten sonra Yahya Efendi:

– Çelebi, hanenizde Tevarih-i Âli Osman’a ait pek çok eser olduğu söyleniyor, doğru mu, diye sordu. Kâtip Çelebi cevaben:

– Olması gerekir, diye cevap verdi.

Fakat bakışlarından şeyhülislâm efendinin kendisine inanmadığını sezince ertesi gün yirmi katır üzerine 1300 yazma kitap yükleterek Yahya Efendi’nin konağına getirdi. Yahya Efendi katırlar dolusu kitabı görünce şaşırıp kaldı. Kâtip Çelebi:

– Efendi hazretleri, bunlar yalnız ciltli olanlardır, ciltsizleri fakirhanemde, diye ilave etti.

Hukuksuz Köyde Değneksiz Vaziyetler

Son birkaç yıldır Türkiye’de ilginç bir süreç yaşanıyor. Derin devlet olarak isimlendirilen bir yapılanmanın deşifre edilmekte olduğu yazılıyor, çiziliyor. Bu kapsamda bulunan silah ve mühimmatlar, yapılan (asker-sivil) tutuklamalar, gözaltılar, devam eden mahkeme süreçleri, açığa çıkan darbe yapılanmaları... İşin tuhafı bu yapılanmalara dair açığa çıkan bilgi ve belgelere göre, birileri doymak bilmeyen iktidar hırsları uğruna toplumla ve siyasetle kendilerince oynamaktan çekinmeyeceklerini gösteriyorlar.

İddia edilen kimi planlarda farklı dinî ve etnik kökenden vatandaşlarımızı birbirlerine düşürmek, kimisinde bir denizaltıya yerleştirdikleri bombayı patlatıp çoluk çocuğu havaya uçurmak, kimisinde camilere bomba koyarak namazdan çıkanları öldürmek, komşu bir ülkeyle ilişkileri gerip sıkıyönetim ilan ettirmek için kendi uçağımızı düşürmek gibi akla ziyan senaryolar yer alıyor.

Tüm bunlar doğruysa, anlaşılıyor ki birileri bu ülkede kendini hukuktan da, halktan da, halkın iradesinin tecelli ettiği yer olan TBMM’den de üstün görüyor. Hukuksuzluğun ayyuka çıktığı bir ülkede birileri kendi düşüncelerini gerekirse her türlü hukuksuzluğa başvurarak dayatmayı kendilerine hak olarak görebiliyor.

Tam da bu noktada şu soru önem kazanıyor: Türkiye bir hukuk devleti değil mi? Şu bir gerçek: Hukukun olmadığı yerde zorbalık hakim oluyor. Güç hukuka galebe çaldığında, geriye bin parçaya ayrılmış hayatlar, insanlar, devletler kalmıyor mu? Tıpkı 362 yıl önce Hezarpâre Ahmed Paşa’nın başına gelenler gibi...

Yıl 1648. Sultan İbrahim’i tahtından indirmek için ayaklananlar, ilk önce Sadrazam Ahmet Paşa’yı yakaladılar ve Vezir Sofu Mehmet Paşa’nın Şehzadebaşı’ndaki konağına götürdüler. Sofu Vezir, Ahmet Paşa’ya iyi davrandı, istirahat etmesi için kendisine harem tarafında bir oda tahsis etti. Ama bir yandan da Şeyhülislâm’a haber göndererek katli için fetva aldı. Bu arada hayatını kurtarmak şartıyla Ahmet Paşa’dan bütün malını mülkünü istedi. Buna dünden razı olan Ahmet Paşa, bütün servetini bağışladıktan sonra odasından alındı, aşağı indirildi. Cellat Kara Ali, Paşa’yı boynuna kement atarak boğdu.

Ahmet Paşa’nın cesedini bir beygire bağlayıp sürükleye sürükleye Sultanahmet meydanına getirdiler ve meşhur çınarın altına bıraktılar. Asıl facia bundan sonra ortaya çıktı. Yeniçeri kıyafetine bürünen bir eşkıya, “İnsan yağı mafsal ağrılarına iyi gelir!” diye etrafa haberler uçurdu. Zavallı Sadrazamın cesedini parça parça edip beşer onar akçe karşılığında satmaya başladı. O gün cesedin geriye kalan parçaları alınarak gömüldü. İşte bundan sonra Sadrazam Ahmet Paşa “Hezarpâre, yani “bin parça” diye anılmaya başlandı.

Kraldan Fazla Kralcılara

Osmanlı Devleti’nin 6. padişahı olan Sultan II. Murad (1404-1451) zamanında askere ulûfe (üç ayda bir verilen maaş) dağıtılan bir gün, huzura gelen sadrazam:

– Hünkârım, leşker-i hümayuna (askerimize) ulûfesini dağıttık. Lakin bir miktar akçe arttı. Şayet ferman-ı hümayununuz olursa artan kısmını ihtiyat akçesi olarak ‘hazine-i hassa’ya koyup muhafaza edelim, dedi.

Padişahın yüzü karardı ve:

– Bak vezir! Her zaman ulûfe dağıtılırken akçe artmaz iken bu kere fazla gelmesinin sebebi ne ola, diye sordu. Sadrazam başını eğip susuyordu. Hünkâr devam etti: “Herhalde defterdar, bize yaranmak için fazla akçe toplamış ki hazinemizde akçe birikmiş!”

Suskunluk sürdükçe Sultan’ın öfkesi giderek artıyordu.

– Bize, padişaha yaranmak için halka zulmeden ve halkın malını elinden alan defterdar gerekmez, diyerek defterdarı görevinden azletti.