hafız_32
Sat 9 October 2010, 09:47 am GMT +0200
ASTRONOMİ VE DİN
Abdüllâtîf HARPÛTÎ
Sunuş:
Bu makale Osmanlı Dârü'l-fünûn'u ve Medresetü'l-vâizîn'inde il-m-i Kelâm muallimliği yapmış bulunan Abdüllâtîf Harpûtî'ye ait «Ten-kîhu'l-kelâm fî akaaidi ehli'l-lslâm» adlı kitaptan alınmıştır. Kitabın ikinci baskısı 1330 h./1911 m. tarihinde, iki cild halinde, İstanbul'da yapılmıştır. Yazı bu baskının birinci cildinin sonunda müstakil olarak yer almaktadır (s. 376-399). Mezkûr kitap Yeni îlm-i Kelâm devrinin kıymetli eserlerinden sayılır. Yer yer göze çarpan za'f-ı te'liflerle birlikte ağır bir üslûp ta taşıyan makale, tarafımızdan sadeleştirilmiş, başlıklar konulmuş, dipnotları ilâve edilmiştir. Ayrıca âyetlerin maalleri zikredilmiş ve makalede adı geçen bazı şahısların vefat tarihleri gösterilmiştir.
Makalenin başında bugün astronominin sahasına giren çeşitli konulara ait eski telâkkilerle Batlamyus ve Kopernik teorilerine temas edilmekte, bunun yanında ilâhî kitapların beyanlarına da yer verilmektedir. Daha sonra, mevzu' îslâmî yönden ele alınarak önce eski îslâm âlimlerinin görüşleri kaydedilmekte, bil'âhara İslâm tarihi boyunca ilim ve hikmetin gösterdiği inkişaflara paralel olarak âlimlerimizin, konu ile ilgili âyetleri tefsir ve izah ederken yeni yeni merhaleler kat'ettikleri isbat edilmekte ve «netice»de yeni hey'et ilmi muvacehesinde ilgili âyetlerin yorumlanmasında ta'kîbedilecek metodun tes-bitine çalışılmaktadır. [1]
1. Eski Çağlarda Astronomi:
Tarihi ve geçmişte yazdan eserleri tedkik edenler bilirler ki akıl ve fikir sahibi insanlar, daima ayaklarıyla bastıkları yeryüzü ve gece gündüz gözleriyle seyrettikleri güneş, ay ve diğer yıldızlar hakkında birbirinden farklı görüşler ileriye sürmüşler ve ayrı ayrı hükümler beyan etmişlerdir.
a) İnsanların pek çoğu varlıkları, ancak dış görünüşleriyle idrak edebildikleri ve bununla yetindikleri için bu varlıkların zahirde gösterdikleri hususiyetler ve bıraktıkları izlerle istidlal ederek onların gerçek hüviyetlerini anlıyamamişlardır. Böyleleri dış görünüşe aldanarak dünyanın, ayaklar altına serilmiş bir döşek gibi dümdüz olduğunu sanmışlar, ayın ve diğer yıldızların da üzerlerine kurulmuş, gök renkli çadır biçiminde kocaman bir cisimde (gökte) yer aldıklarını kabul etmişlerdir. Bunlara göre kar ve yağmur gibi yukarıdan düşen şeyler de o kocaman gökten inmektedir. Bu fikirde bulunan insanlar her asırda çoğunluğu teşkil etmiş, muhalifleri ise hemen hemen yok denilecek kadar az olmuştur. Bu sebeple aynı kanaati taşıyanlara «âmme-i nâs» ve «kâffe-i nâs» nâmı verilmiştir,
b) Milâddan önce 140 yıllarında Batlamyus (Claude Ptoleme, ölümü m.ö. 170 civarında) nâmında bir rasatçı dünya İle gök cisimleri arasında hissedilen devri hareketi dikkate almış; fakat o da dış görünüşe aldanmiş; gemide bulunan bir insanın geminin deği! de sahilin hareket ettiğini zannetmesi gibi, bahsi geçen hareketi dünyaya değil yıldızlara nisbet etmiştir. Batlamyus böylece dünyamızı sabit ve kâinatın merkezi kabul etmiş, yıldızların ise onun üstünde devrederek döndüğünü söylemiştir. O, gök cisimlerinin hareketlerinde görülen küllî ve cüz'î değişikliklere bağlı olarak 9 küllî ve 24 cüz'î felek (gök. semâ) bulunduğunu iddia etmiştir. Ona göre dünyanın üstünde dönerek daimî hareket ettikleri görülen bu gök cisimleri (ecrâm-ı semâviyye) hiç bir şekilde bozulmaz, yok olmaz, yeniden teşekkül etmez de. Üst üste katlar halinde dünyamızı her yönden kuşatan bu gök cisimleri yuvarlak ve canlıdır. Her bir gök cismi, kendi feleği ile dünya üzerinde döner. Dünya ise bazı yönleriyle bir bakıma yuvarlak sayılır.
Batlamyus, üzerimize düşen kar ve yağmurun aslında gökten inmediğine kaani' olmuştur. O, sıcaklığın te'siriyle meydana gelen buharlaşmanın hava tabakasında soğukla karşılaşarak yoğunlaştığına, bul Jt haline geldikten sonra oradan yere indiğine hükmetmiştir.
Batlamyus'un dünya île gök cisimleri hakkındaki bu görüşü ya-yılamamiş, kendi asrında ve Kitâb-ı Mukaddesin nüzulü sırasında kendisine bağlı bir kaç kişiye münhasır kalmış, dolayrsiyle büyük insan çoğunluğu kendi fikirlerinden hiç bir zaman vazgeçmemiştir.
c) Milâddan sonra 1500 yıllarında Polonya'lı Kopernik (Kopper-nick Nicolaus, 1473-1543) dünya ile gök cisimleri hakkında şu fikirleri İleri sürmüştür : Dünya yuvarlaktır. Kendisi gibi yuvarlak olan diğer gezegenlerle birlikte âlemin merkezini teşkil eden güneş etrafında dönerler. Fakat Kopernik'in bu görüşü o zamanlar beğenilmemiş ve büyük insan çoğunluğu yine eski kanaatlerinde sabit kalmıştır. [2]
2. İlâhî kitapların telâkkisi:
Buraya kadar sıraladığımız bu üç görüşten Batlamyus ile Koper-nik teorilerinde birleşen bir nokta vardır: gerek dünyamız, gerek gök cismileri yaratıkların en muazzam, en belirgin, en güzel ve en san'atkârâne yaratılmış olanlarıdır. Binâenaleyh Yaratıcılarının varlığına, üstün kudretine ve yüceliğine birer delil teşkil ederler. Bu hüküm insanların kanaatlerine göre de doğrudur. Kâinatın Yaratu;if-sını haber vermek, ahlâkı düzeltmek, amelleri, fiil ve hareketleri tashih etmek hikmetiyle gönderilen Mukaddes Kitapların gelişi sırasında muhatapların çoğu «âmme-i nâs» olduğundan, bu kitaplarda Allah'ın varlığı ve kudretine delil olmak üzere zikrolunan gök cisimleri herkesin anlayabileceği tarzda anlatılmıştır. Nitekim :
«Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki sakınanlardan olasınız. O Allah ki yeryüzünü sizin için döşek yapmış, göğü de bir bina gibi kurmuştur. Gökten yağmur indirerek onunla (tane ve) meyvalardan size nzıklar meydana getirmiştir» [3] gibi birçok âyet-i kerime vardır.
Kur'ân-ı kerimde ve diğer Mukaddes Kitaplarda yıldız ve gezegenlerin zikredilişi, bunların gerçek hüviyetlerini belirtmek için değil, Yüce Yaratıcı'nın varlığına ve kudretine delil olmaları içindir.
Nitekim : «O'nun âyetlerinden biri de gökle yerin O'nun emriyle kaaim olmasıdır» [4]
«Güneş, ay ve yıldızlar... O'nun fermanına tâbi'dir» [5] maâlindeki ilâhî beyanlarla benzeri âyetlerde zikri geçen cisimler, yalnız ilâhî emir ve kudretin delil ve eserleri olmaları bakımından zikredilmiştir. Bunların kendilerine mahsus halleri ile aslî hüviyetlerinin anlatıl-maması, bu işin muhatapların bilgi ve anlayışına bırakıldığını gösterir. Kur'ân-ı kerimin : «Onlara de ki : göklerde ve yerde neler var, bir bakın.» [6] gibi âyetlerinde göklerde ve-yerde bulunan ve yüce Allah'ın kudretinin şahidi olan eserlere bakılması muhataplara emredilmiş ve bu hakikat İslâm âlimlerinin bu mev-zu'daki araştırmalarıyla da sabit olmuştur. [7]
3. Dinî delillerin hususiyetleri:
a) Büyük İslâm âlimi İmam Gazzâlî (v. 505/1111), eserlerinde şu cümleyi tekrar etmekle ehemmiyetli bir noktaya temas etmiş oluyordu :
«Şunu bilmelisin ki ilâhî kitaplar, mütehassıs tabibin, hastanın bünyesine göre tertip ve isti'mal ettiği ilâçlar menzilesindedir» [8] Bir hastayı tedavi eden doktor, sahasında mütehassıs olduğu ve hastanın kuvvet ve za'fına göre ilâç tertip ettiiğ takdirde hastası şifa bulur; aksine, doktor mütehassıs olmaz, ilâcı da hastanın bünyesine göre tavsiye etmezse hasta şifa yerine ölüme sürüklenir. Aynen böylece insanların irşadı gibi mühim bir vazifeyi üzerine alan ma'nevî doktor da kâmil olur ve kalbleri bâtıl inançlarla ma'lûl bulunan kimseleri, kabiliyetleriyle mütenâsip, anlayış ve kavrayışlarına uygun sözlerle hakka davet ve irşad ederse ma'nevî hastaların itikadları sıhhat kazanır, kendileri de doğru yola gelirler. Şayet mürşid, kâmil olmaz ve kalbleri hasta olanları anlıyacakları sözlerle hakka da'vet etmezse, bil'akis anhyamıyacakları sözlerle fikirlerini karıştırır, gönüllerini teşviş ederse inançlarındaki bozukluk daha da artar, böylece sapıklık içinde helak olur giderler.
İşte şimdiye kadar söz konusu ettiğimiz hikmet ve hakikate bağlı olarak; tabiî ve alışılmış ifadelerle maksadlarını anlatmaya, örf ve âdete dayanan delillerle iddialarını isbata alışmış bulunan büyük halk çoğunluğunun irşadı için İndirilen ilâhî kitaplarda : bir taraftan, avamı kolayca yola getirebilmek için alışkın oldukları tabiî ifadeler açıkça kullanılmış, diğer yönden de kesin hakikatlere işaret edilmiştir. Böylece ilâhî kitaplar mütehassıs tabîbin tertip ve tavsiye ettiği ilâçlar mesabesinde olmuştur.
b) İmâm Fahreddîn er-Râzî [v. 606/1210),
«Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, ...Allah'tır» [9] maâlindeki âyet-i kerîmenin tefsirinde, âyetin makabli ile olan alâkasını gösterirken şöyle der; «Bilmelisin ki bu yüce kelâmdan maksad ruhları ve gönülleri yaratıklarla meşgul olmaktan kurtarıp Hakk'ın ma'rifeti deryasına salmaktır.» Müfessir bu sözü ile, Kur'anda zikri bizzat maksud oian şeyin Allah'ı tanıtmak olduğunu anlatmak istemektedir. Yine :
«Göklerde ve yerde Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı gökler de yer de karmakarışık olur bozulurdu» [10] âyet-i kerimesinin tefsirinde Râzî şu izahatı vermektedir: Bu âyette tevhide ait âdî (alışılmış) ve hatâbî (iknâî) delil apaçık zikredilmiş, bunun yanında kat'î delile de işaret buyurulmuştur. Nitekim Kur'ân-ı kerimin diğer bir çok âyetlerinde de durum aynıdır; yani bu gibi âyetlerde büyük çoğunluğu ikna' edici alışılmış deliller tasrîh edilirken kat'î olan aklî delilere de işaret buyrulur. Âdî ve hâtâbî delillerin tasrih kılınmasının sebebi, büyük çoğunluğun, aklî olan kat'î delilleri anlıyamaması, hatta bu gibi delilerin avamın fikirlerini karıştıracak ve itikadlarını bozacak bir karakter taşımış olmasıdır. İşte Kur'ân-ı kerimin bu üslûbu âmmenin fikrini ve itikadını karışıklık ve bozukluktan korumuş, aynı zamanda onların irşadlarını kolaylaştırmış ve çabuklaştırmıştır. Âyet-i kerimelerde iknâî delillerin tasrîh edilmesi yanında kat'î ve aklî delillere işaret buyurulmasının hikmeti de ilim ve hikmet erbabı olan havassın kesin aklî delilleri idrak edebilecekleri ve böylelerine bir işaretin dahi kâfi gelebileceğidir.
Böylece havâss da aklî ve kat'î delillerle doğru yolu bulmuş olur. Netice itibariyle şunu söyliyelim ki «Yaş, kuru hiç bir şey yoktur ki apaçık Kitapta bulunmasın» [11] hükmü gereğince yüce kitap Kur'-ân-ı kerîm her sınıf halkın anlayıp kabul edebilecekleri hükümler ile bunların delillerini ihtiva etmekte, onun da'veti umûmî ve kâmil bir hususiyet arzetmektedir.
c) Allâme Beydaavî (v. 685/1286) de :
«Rabbinin yoluna hikmetle ve güze! öğütle da'vet et» [12] âyetinin tefsirinde: hikmeti, şek ve şüpheyi izale ederek kat'î ilim ifade eden kesin delil ve burhanlar ile; mev'ıza-i haseneyi de ikna' edici hitaplar ve müessir ibretler, yani hatâbî olan zannî deliller ile tefsir etmiştir. Beydaavî, hikmet yoluyla da'vetln havâssa, mev'iza-i hasene ile da'vetin de avama olduğunu sylemiştir.
Yukarıda geçen âyetin Kaadıy Tefsîri haşiyesinde, Şeyhzâde (v. 951/1544), İslama da'vetin iki yola hasredilmesinin sebebini şöyle anlatır: İslama da'vet edilen insanlar iki kısma ayrılır: Birincisi âlimler ve hakîmler gibi tefekkür kuvvetiyte istidlal kabiliyetine sahip olan ve asiî gerçeklerle kat'î bilgilere tâlib bulunan havâsstir. İkincisi ise böyle bir kabiliyete sahip bulunmayıp dış duyularının sâ-hâsi içinde kalan avamdır.
d) Allâme Zemahşerî (v. 538/1144) ise
«Sana yeni doğan aylan sorarlar, de ki onlar İnsanlar için vakit ölçüleridir» [13] âyet-i kerîmesinin tefsirinde şöyle der: Burada sorulan soru ayın mahiyet ve teşekkülüne dair olduğu halde bunun cevabı verilmemiş, sadece ayın bu teşekkül ve görüntüsünden çıkarılan, vakit tayini gibi insanlar için pratikte faydalı olan şeyler zikredilmiştir. Bunun sebebi şudur: Hey'et ilminin inceliklerinden sayılan ayın mahiyet ve teşekkül tarzından bahsedilerek cevap verilmiş olsaydı büyük halk çoğunluğundan ibaret bulunan muhataplar bunu anlıyamıyacak ve dolayısiyle verilen cevap hale münasip düşmiye-cekti. [14]
4. Dünyayı taşıyan öküz :
Yukarıda isimleri geçen seçkin İslâm âlimlerinin temas ettikleri hikmet ve hakîkatten Mukaddes Kitapların muhatapları bulunan halk çoğunluğu (avam) habersiz olduklarından; dış görünüşleri itibariyle yer, gök, güneş, ay ve yıldızlar hakkında Mukaddes Kitaplarda mevcud olan beyanları, bunların asıl hakikat ve mahiyetleri zannetmişler ve aynen inanılmasının dinî bir zaruret olduğu kanaatine varmışlardır. Tevrat ehli yahûdîler ve İncil ehli hıristiyanlar ittifakla aynı inanış üzere devam edip dururken, astronomide Yunan'lı Batlam-yus'un görüşüne vâkıf olan Yunanlılar hıristiyanlığı kabul etmişler, diğer hıristiyan ve yahûdîlerle fikir temasına başlamışlardır. Böylece Batlamyus görüşü yahûdî ve hıristiyan dünyasına yayılmaya başladı. Fakat bu görüş, Mukaddes Kitapların zahiren te'yîd ettiği ve Ehl-i kitap arasında ötedenberi kabul edilegelen şekle muhalif düşüyordu. Neticede Ehl-i kitap Batlamyus astronomisini red ve inkâr etmiş, taraftarlarını küfür ve zındıklığa nisbet etmiş, kendi görüş ve İnanışlarını kuvvetlendirmek ve korumak için de akla hayale gelmiyecek sözler söylemişlerdir.
Ehl-İ Kitabın inanışına göre : düz ve sabit olan dünya, düzlüğünün ve hareketsizliğinin sağlanması İçin yerler ve gökler kalınlığında bir yakut taş üzerine konulmuştur. Bu taş da kırk bin ayaklı ve kırk bin boynuzlu bir öküzün boynuzları arasına yerleştirilmiştir. Öküzün boynuzları yerin etrafından Arş'a kadar yükselmiş ve bu suretle yerler ile gökler birbiriyle perçin edilmiş. Dünyayı taşıyan bu kocaman öküzün ayaklan yedi kat yer ve yedi kat gök büyüklüğünde kumdan bir tepenin, tepe de o nisbette büyük bir balığın arkasındaki kanadın üzerinde bulunur. Balık uçsuz bucaksız bir denizin içinde bulunmakta, deniz de havada yer tutmaktadır.
Yine bu inanışa göre çadıra benziyen arzın üzerfne kurulmuş bulunan yedi kat göğün ayakta durmasını sağlamak ve pekiştirmek için bu gökler, yeri her yönden kuşatan yedi sıra Kaf Dağı üzerine bindirilmiştir. Bu kadar ağır bir yük altında bulunan öküzün gördüğü işten bîzâr kalacağı düşünülmüş olmalıdır ki vazifeli bir sineğin öküzü devamlı olarak uyardığını ve böylelikle ağır yükünü üzerinden düşürmediğini de ilâve etmişlerdir. Fakat şeytanın vesvesesiyle arada bir yükünü atacakmış gibi cüz'î olarak hareket eden öküzün bu kımıldanışından zelzele hâsıl olmaktadır. Ayrıca bu öküzün gece ve gündüz birer defa olmak üzere 24 saatte iki defa solumasıyla denizlerde med ve cezir meydana gelmektedir. Ehl-i Kitap bütün kâinata karargâh olan havanın ise ilâhî kudret sayesinde durabildiği hakîka-tı'nî kabul etmişlerdir.
Kur'ân-ı kerîmde : «Gök ile yerin O'nun emriyle durması yine O'nun âyetlerindendir» [15] «Gökleri ve yeri korumak O'na asla ağırlık vermez» [16] gibi âyetlerin beyan ettiği üzere göklerin ve yerin varlığı ve devamı her şeyin fevkinde olan ilâhî kudret ile olduğu gerçeğini yahûdî ve hıristi-yanlar her şeyden önce kabul etseler ve o tutarsız sözlerde bulun-masalardı dinlerini böyle hurafelerle lekelemiş olmazlardı. Ehl-i Kİ-tabm bu hurafeleri, akıl ve mantık ile bilinir ve söylenir sözler olmadığından, bunların, Mukaddes Kitaplarda yazılmış veyahut peygamberlerin beyanlarında yer almış kudsî ifadeler olduğu sanılmış ve dinlerinden addedilmiştir. Böylece dinleri için büyük bir leke olmuştur. [17]
[1] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:295.
[2] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:296-297.
[3] el-Bakara (2), 21-22.
[4] er-Rûm (30), 25.
[5] el-A'raf (7), 54.
[6] Yûnus (10), 101.
[7] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:297-298.
[8] Gazzâlî'nin bu nevi' görüşleri için bk. İlcâmu'1-avâm an ilmj'l-kelâm, s. 18 v.dd.
[9] el-A'raf (7), 54; Yûnus (10), 3.
[10] el-Enbiyâ' (21), 22.
[11] el-En'âm (6), 59.
[12] en-Nahl (16), 125.
[13] el-Bakara (2), 189.
[14] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:298-302.
[15] er-Rûm (30), 25.
[16] el-Bakara (2), 255.
[17] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:302-305.