- Asr-ı saadette oluşan islâm ahlâkı

Adsense kodları


Asr-ı saadette oluşan islâm ahlâkı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Thu 30 September 2010, 06:17 pm GMT +0200
ASR-I SAADET'TE OLUŞAN İSLÂM AHLÂKI


Doç.  Dr. Mustafa Çağrıcı
 

Mustafa Çağrıcı 1950 Yılında Sivas'a bağlı Şarkışla ilçesinde doğdu.1969 yılında Sivas İ.H.L.nden 1973'de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun oldu. 1977 yı­lında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde İslâm Ahlakı asistanı o1du."Gazali'ye Göre İslâm Ahla­kı" konulu tezi ile doktorasını tamamladı ve aynı Enstitüde öğretim üyesi oldu. 1983 yılında Mar­mara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam ana-bilim dalında yardımcı doçent, 1990 yılında da İslâm Felsefesi Tarihi anabilim dalında doçent ol­du. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakülte­si öğretim üyeliği görevini sürdürmektedir. Eserleri:

- Gazali'ye Göm İslâm Ahlakı

- Ana Hatlarıyla İslâm Ahlakı

- Ahlakımız

- İslâm Üzerine Düşünceler

- Hadislerle Ahlakî Davranışlar

- İslâm Düşüncesinde Ahlak [1]

 

Birinci Bölüm


İSLAM AHLÂKININ DOĞUŞU


Giriş
 

Hz. Muhammed (s.a.v.) «Ben ahlâk güzelliklerini tamamla­mak için gönderildim.»[2] buyurmuştur. Bu hadis, bir bakıma, ahlâk ilminin gayesini göstermektedir. Gerçekten, ahlâk ilminin gayesi, Resûlallah'm yalın ifadesiyle ahlâk güzelliklerini, yani iyi huyları ve yüksek vasıfları insanlara kazandırmaktır.

islâm düşüncesine göre insan bir ruh ve beden varlığıdır.[3] İn­san, beden sağlığını olduğu kadar ruh sağlığını da korumak ve ge­liştirmek zorundadır. Kur'ân-ı Kerim1 deki «Kendi elinizde kendi­nizi tehlikeye atmayınız; iyilik yapınız..,»[4] mealindeki âyetin in­sanı, bedenî tehlikelere olduğu kadar ahlâkî hastalıklara ve manevî eksikliklere karşı da uyardığı ortadadır.

Hedefi bu hastalıkları tedavi etmek olan İslâm ahlâkının asıl kaynağı Kur'an ve onun ışığında oluşan Sünnettir. îslâm ahlâk düşüncesi Kur'an ve Sünnetle başlar. Bu iki kaynak dinî ve dünyevî hayatın genel çerçevesini çizmiş, amelî kurallarını belir­lemiş, böylece daha sonra fikıhçılar , hadisçiler, kelamcılar, muta­savvıflar, hatta filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlâk an­layışlarının temelim oluşturmuştur. Bu sebeple "Asr-ı Saadet'te Oluşan îslâm Ahlâkı"nı inceleyen bu çalışmada Kur'an ve Sün­netin ahlâkla ilgili hükümleri esas alınacak, ahlâk problemlerine bu perspektiften bakılmaya çalışılacaktır. [5]

 

A. İslâm'dan Önce Araplarda Ahlâkî Vaziyet Ve İslâm'ın Tesiri
 

Konuya girerken önemli bir noktaya işaret etmeyi gerekli gö­rüyoruz: insanlık âlemi bir değerler âlemidir. Değer hükümleri­nin, başka bir deyişle iyi-kötü telakkilerinin bulunmadığı, bazı davranışların onaylanıp bazılarının da yerilmediği hiçbir insan topluluğu düşünülemez. Kötü toplum —ne kadar kötü olursa ol­sun.— iyilik fikrinin tamamiyle ortadan kalktığı; faziletin, insan­ların zihninden ve hayatından silinip yok olduğu toplum değildir. Çünkü insanlarda ahlâk fikri din fikri kadar eski, köklü ve yay­gındır.

Buna göre Cahiliye Araplarınm da bir ahlâkı olmalıdır ve vardı. Şu halde bu ahlâkın genel karakteri ne idi ve îslâm ona ne yönde ve ne ölçüde tesir etti?

Özellikle, Ahlâk gibi, örf ve âdetlerle sıkı sıkıya alakası bulu­nan bir alanda içtimaî bünyeyi ve bu bünyenin kültürel yapısını, değerlerini, telâkkilerini bütünüyle red ve inkâr ederek tamamen yeni bir hayat sistemi kurmak ve onu cemiyete mal ederek başa­rıyla işlemesini sağlamak beşerî plânda mümkün değildir. Her os-yal değişiklik gibi ahlâk alanındaki değişikliğin dahi — hiç olmaz­sa bir ölçüde— kültürel bir zemine oturtulması, ma'şerî vicdanda kabul görebilmesi bakımından gereklidir.

- Bu sebepledir ki, tebliğ faaliyetinde mevcut sosyal imkânları ve imkânsızlıkları dikkatle göz önüne alan îslâm Peygamberi, içinde bulunduğu toplumun ahlâk telakkilerini tamamen reddet­mek yerine, bunlardan uygun bulduklarını, islâm'ın temel esprisi ile bağdaştıran bir uzlaşma yoluna gitmiştir. Onun, «îslâm'da, Cahiliye devrinin faziletlerinin tatbikine devam edilecektir.» manasmdaki hadisi bu müsbet tavrının örnek bir ifadesidir.[6] Aynı şeyi bir diğer hadisinde şöyle belirtmiştir:

«insanların Cahiliye devrinde hayırlı olanları —ilim irfan sahibi oldukları sürece—îslâm devrinde de hayırlıdırlar.»[7]

Ancak, yukarıdaki ifadelerden, islâm ahlâkının cahiliye ahlâkının bir devamı olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Zira islâm'ın, kendisinden Önceki ahlâk telâkkileri ile uyuşma halinde bulunduğu noktalar, sâdece fazilet sayılan bazı davranışların şekli ile ilgilidir. Buna karşılık islâm Dini, özde ve ruhta yani ahlâkî davranışların arkasındaki «niyet» te ve yöneldiği «gaye» de Cahiliye ahlâkından tamamiyle ve esaslı bir şekilde ayrılır. Bura­da, şekildeki yaklaşmaya rağmen özdeki ve muhtevadaki bu esas­lı ayrılığı daha iyi göstermek ve îslâm ahlâkının orijinalliğini be­lirtmek üzere bazı mukayeseler yapmakta yarar vardır.

Önce şunu belirtmeliyiz ki, Cahiliye devrinde ahlâka dair ya­zılmış müstakil eserler bulmak mümkün değildir. Fikrî ve ilmî ha­yatın son derce basit olduğu bu dönemde bir ahlâk ilminin veya felsefesinin geliştirilmemiş olması tabiîdir. Câhiiiye devrinin en Önemli ve belli başlı vesikaları sözlü cahiliye edebiyatı, özellikle şi­iridir. Ayrıca, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde de bu devrin ahlâk telâkkilerine ve yaşaşıyına dair Önemli malumat mevcuttur.

Bu kaynaklardan edinilen bilgilere göre dine fazla bir alaka göstermeyen, hatta, devrin hayat anlayışının, inanç ve düşüncesi­nin belli başlı dili olduğunu az önce belirttiğimiz şiirde dahi dine ve dinî mevzulara —meselâ— kadın, aşk, şarap gibi hafif mevzu­lardan daha az ve müphem bir yer veren Cahiliye Arabmda, yine de bir «Allah» mefhumu vardır. Bununla beraber putperestlik, onun Allah'a olan saygı ve alâkasını koparmış olup bu durum, di­nin insanda bıraktığı derûnî ve ahlâkî tesirden Cahiliye Arabım Önemli ölçüde mahrum kılmıştır.

Yaygın görüşe göre Cahiliye devrinde ahlâk «murue» (mü­rüvvet) tâbiri ile ifade edilirdi.[8] Bu tabir, başta yiğitlik ve cömert­lik olmak üzere, hürriyet, namusa düşkünlük, misafirperverlik, yardımlaşma ve dayamşma gibi faziletleri kapsıyordu.

Biçim bakımından ahlâkî olan bu kavramların o devrin anla­yışındaki muhtevaları, tatbik tarzları ve yöneldikleri idealler-bakımından da ahlâkî olup olmadığını anlamak için bunlardan önemli olanlarına biraz daha yakından bakalım. [9]

 

A) Yiğitlik (Şecaat Ve Cesaret)
 

Cahiliye Arabi yiğittir; silahını yanından bırakmaz, tbn Hal­dun (v. 808/1406)'un dediği gibi «şecaat ve cesaret onun seciyesidir.»[10] Ancak, Arabın yiğitliği kendi kabilesi uğruna öldürdüğü in­sanların sayısıyla ölçülürdü.[11] Şu halde müşrik Arapta şecaatin hedefi, insanî ideallerin gerçekleşmesi, hak ve adaletin yerini bul­ması gibi yüksek idealler değildir. Çünkü onun şecaati benlik ve gururundan gelmektedir. Şecaat ve cesaret gösterisinin altında ferdî ve kabilevî üstünlüğü ispatlama tutkusu yatmaktadır. Bu yüzdendir ki, kabileler arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen sa­vaşlar onları maddeten ve manen perişan etmekte idi.

îslâm Dini, arabın öfkesini yatıştırdı; şecaatini duygusallık­tan kurtararak aklîleştircü; bu fazileti yeni ve üstün ideallere yö­neltti; taşkın ve şuursuz cesareti hilim, sabır, hak ve adalet kaygı­sı gibi yüksek sıfatlarla dizginledi. Böylece islâm, sonraları Türk­ler üzerinde göstermiş olduğu olumlu tesirlerden birini, daha önce Araplar üzeinde göstermişti. Kur'ân-ı Kerim1 de bu tesirin netice­sini ifade eden âyetlerden birinde şöyle buyurulmuştur.

«Hani, bir zamanlar siz (birbirinize) düşman kimselerdiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O'nun lütfü ile (birbirinizin) dostları oldunuz. Bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz ki, sizi oradan Allah kurtardı. »[12]

 

B) Cömertlik Ve Misafirperverlik
 

Cahiliye arabı cömert ve misafirperverdi. Fakat onda bu fazi­letlerin gayesi, kendisinin ve kabilesinin medhu sena edilmesine zemin hazırlamaktı. «Hürmet görmek; asaleti, sahaveti ve cesareti ile herkes arasında şöhret kazanmak, korku ve hayranlık ilham etmek. îşte... Arabın en yüksek ideali!»[13]

İslâm ahlâkı, cömertlik ve misafirperverliği devam ettirmek­le beraber, bunlara ahlâkî muhteva kazandırdı. Buna göre bu fiil-lerdeki niyet, şahsın ve kabilenin üstünlüğünü isbat etmek mak­sadı taşımamalıdır; insan sevgisi ve Allah rızâsı olmalıdır. Mülk Allah'ındır[14] ve Allah'ın mülkünü Allah'ın kullarına hizmette kul­lanmak, mahlûka himmet yoluyla Ma'bud'a hizmet etmek gere­kir, islâm Peygamberi, «Veren el alan elden üstündür.»[15] buyur­muştur. Fakat verirken almamak, yani gurura kapılmamak ve çı­kar gözetmemek gerekir. Kur'ân-ı Kerim, Araplarla birlikte bü­tün insanlara: «Biz size Allah rızası için ikram ederiz; sizden bir karşılık, bir teşekkür beklemeyiz.»[16] demelerini telkin ve talim ediyor; böylece Kant'tan 12 asır önce şartsız ahlâkın temel kanu­nunu getirmiş oluyordu. [17]

 

C) Hürriyet
 

Çöl hayatı Cahiliye Arabını ibtidaî bir hürriyet fikrine yö­neltmişti. Ibtidâî hürriyetin bariz vasfı otorite tanımamaktır ve müşrik Arap, otoritenin hemen her türlüsüne başkaldırınışti. Bunun bir sonucu olarak merkezî bir otorite yoktu. Ictimâî birlik nadir hallerde kabileyi aşardı. Ne sistem olarak ne de müessese olarak müeyyideli bir hukuk düzeni vardı. Anlaşmazlıklar ya ayak-üstü denebilecek bir şekilde tesbit edilen hakemlere havale, edilir veya —daha sık olarak— silâhlarla halledilirdi (!).

Cahiliye Arabi ferdî hürriyete düşkün olmakla beraber içtimaî hürriyetten habersizdi. Hürriyetin sınırı, ferdin ve onun mensup olduğu kabilenin gücü nisbetinde genişti. Umumiyetle soylu kimselerin teşkil ettiği hürler sınıfı, her türlü hakları ve im­kanları inisiyatiflerinde bulundurmakta ve bunlardan kuvvetleri nisbetinde yararlanmaktalardı. Azatlı köle ve cariyelerden olu­şan mevâli sınıfı ne tam hür ne de köle idi; dolayısıyle hakları az çok kısıtlı idi. içtimaî yapının en alt tabakasını meydana getiren­ler, savaşlarda yakalanan veya esir pazarlarından satın alman kimseler ile bunlardan doğanların oluşturduğu köleler ve cariyeler sınıfı idi. Easen hürler sınıfi, bunlara içtimai yapının en altında bile yer vermezlerdi. Çünkü mevcut telâkki onları hay­vandan farksız görürdü. Bu telâkki o kadar yerleşmişti ki, bizzat köleler dahi kendilerinin gerçek birer insan olmadıklarını kabullenmiş gibilerdi. Efendileri onları dövebilir; ellerim, ayakla­rını, burunlarını, kulaklarım kesebilir; gözlerim oyabilirdi. Hür bir insana yapıldığında kabile savaşlarına yol açabilecek haksız­lık ve zulümlerin bunlara karşı yapılması gayet normal karşıla­nırdı. Bunlar, efendilerinin inandıklarına inanmak, inanmadık­larını reddetmek zorundaydılar. Nitekim, köle iken müslüman olanların bu yüzden müşrik efendilerinden gördükleri işkenceler, İslâm tarihinin acı ha tır alarmdandır.

îslâm Dini, insanların sadece bir kısmı için geçerli ve sınırsız bir hürriyet fikrine karşı çıktı. Kur'ân-ı Kerimin, inanmış bir kö­lenin hür bir müşrikten daha değerli olduğu ilkesi[18] müşrikleri çi­leden çıkardı. Bu sebeple İslâm'a en büyük tepki, hürler denen mütegallibe sınıfından geldi. Onlar, Peygamber (s.a.v.)'e, çevre­sindeki köleleri ve zayıfları kovduğu takdirde, kendisi ile müzake­reye oturabileceklerini bildirmişlerdi ki, Kur'an bunu kesinlikle reddetti.[19]

islâm ahlâkı meseleyi önce ruh plânında halletme yolunu tuttu; hürriyet fikrini ahlâkî zemine oturttu. Yeni sistem, her şey­den önce, insanın, kendi hürriyetini kendi vicdanında bizzat ken­disinin sınırlandırmasına imkân verecek tedbirler getirdi. Buna göre: «Allah insana şah damarından daha yakındır.»[20] O, insa­nın —gizli açık—bütün yaptıklarından haberdardır.»[21] Şu hal­de müslüman, kendi hareketlerini ve temayüllerini kontrol etmek zorundadır. Bu temel düşünce, Câhiliye Arabının ruhunda, hayat telakkisinde ve değerler dünyasında çok derin ve o ölçüde sür'atli bir inkılâp meydana getirdi. Artık insan hem beşer-üstü Otori-te'nin, hem kendi vicdanının, hem de cismanî iktidarın buyruğu altına girmişti. Bir konuda ihtilaf çıktığında bunun çözümü için kaba kuvvete başvurulmuyor; Allah ve Resulünün hükümlerine müracaat ediliyordu.[22] Bütün müslümanlar, «Allah'a, Resulüne ve kendilerinden olan ulu'l-emr'e itaat»[23] etmek gerektiğini kabul etmişlerdi. Şu veya bu zümrenin ve sınıfın ekonomik ve politik kaprislerinin etki alanının dışında ve hakkın yanında olan Kitap ve Sünnet'in hükümlerine uymak, muhalif davranılması halinde bu hükümlerin âdil müeyyidelerine katlanma mecburiyetinde ol­duklarını kavramışlardı. [24]

 

D) Yardımlaşma Ve Dayanışma
 

Câhiliye Arabmda yardımlaşma ve dayanışma temayülü de asabiyet (kabilecilik) gayretinden öte geçmez; müşrik Arabın tâbi olduğu kavmin dışına taşmazdı. Bunun nâdir istisnalarından bi­ri, Arabın, başı darda olduğu için kendisine veya kabilesine sığı­nan bir yabancıya «emân vermesi» yani onu mütecavizlere karşı himayesine almasıdır. Ancak eman verme geleneğinin temelinde de Arabın, üstünlüğünü ve yiğitliğini isbatlama arzusu vardır. Bunun dışında o, başkalarına, kan bakımından uzaklığı nisbetin-de acımasızdır. Onun gözünde, başka insan va varlıklar, kendisi­ne fayda sağlaması nisbetinde değerlidir. Bu sebeple Câhiliye Arapları «insanların mallarını gasbetmekte, kendilerim durdura­cak bir sınır tanımazlardı.»[25] Ellerinden geliyorsa, iş yaptırdıkları kimselerin ücretlerini gasbetmekten bile çekinmezlerdi.[26]

islâm ahlâkı, yardımlaşma ve dayanışma temayülünü, kab' le gayret ve taassubundan kurtararak, ahlâki prensiplerle bağda şan bir insan sevgisi ve aama duygusu üzerine kurdu, -islâm inan­cı etrafında toplanan bütün insanlara kardeş nazarıyla baktı ve onları bir bedenin muhtelif uzuvlarına benzetti.[27]

Resûlullah (s.a.v.), «Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!»' buyurunca,bunu duyan müslümanlar, bir zamanlar kabile ırkçılığının kesin kaidesi olan bu sözün Peygamberin ağzından çıkmasına hayret etmiş olmalılar ki, içlerinden biri, «Ya Resûlallah,mazlum olursa yardım ederim ama zalim olursa nasıl yardım ederim?» diye sorunca, Peygamber (s.a.v.), «Onun zulmü­ne engel olursun. İşte ona yapılacak yardım da budur.» diyerek onların meraklarını giderdi.[28]

Şu halde islâm Dini, Câhiliye ahlâkmdaki "yardım" kavra­mının muhtevasını değiştirmişti. Artık sadece "iyilik ve takva" yolunda yardımlaşmak vardı; "kötülük ve düşmanlık" yolunda yardımlaşmak kesin bir surette yasaklanmıştı.[29]

 

E) Namusa Düşkünlük
 

Câhiliye Arabi namusuna düşkündür. Fakat o kadın ve şa­raba da düşkündür. Kadın, aşk ve şarap câhiliye şiirinin pervasız­ca işlenen temalarmdandır. Müstehcen şiir ve edebiyatın kaba duygular üzerindeki sihirli tesiri bilinen bir gerçektir. Buna kar­şılık, insanın kötü ihtiraslarına karşı direnecek sağlamlıkta ahlâkî ve hukukî tedbirlerin bulunmayışı da gözönüne alınırsa, câhiliye toplumunda Özellikle himayesiz kadınların rız ve namus­larının ne ölçde emniyetten yoksun kaldığı daha iyi anlaşılır. Câ­hiliye devrinde zina ve fuhuş temayülü, gayr-i meşru ilişkileri ko­laylaştırıcı, son derce çirkin ve yüz kızartıcı âdet ve telakkilerin, sözde nikâh usullerinin gelişmesine yol açmıştı.[30] Kur'ân-ı Ke-rim'in bir ayetinden anlıyoruz ki, Câhiliye Arabının bu fuhuş te­mayülü, bir nevi beyaz kadın ticaretinin de doğmasına sebep ol­muştu.[31]

Öte yandan, sürüp giden kabile savaşları da aile namusu için ciddî bir tehlike teşkil ediyordu. Çünkü «Câhiliye Arabında kadın, savaş sonunda herhangi bir mal gibi, kendisinden çeşitli şekiller­de istifade edilen bir ganimet mesabesinde idi.»[32]

Bu vaziyet karşısında, kız çocuklarının ileride fahişeliğe zor­lanabileceğinden endişelenen ve namusuna da düşkün olan müş­rik Arap, yeni bir kızının dünyaya gelişini utanç verici bir hadise telakki etmiş ve onu, ileride fahişe olmaktan kurtarmanın yolunu toprağa gömerek öldürmekte bulmuştu! Bu cinayetin işlenmesin­de kısmen geçim kaygısının tesiri de vardı.[33] Her ne kadar aynı endişe erkek çocuklar bakımından dahi vârid ise de, içtimaî ve kabîlenin delikanlılarının, başka bir iade ile silahşörlerinin çokluğu, onlar için hem hak ve yaşama teminatı, hem de başkala­rına karşı üstünlük ve galebe imkanı veriyordu. Bu sebeple «Ara-bın ideali, mümkün olduğu kadar çok erkek evlat sahibi olmakti.»[34]

İslâm Dini, zina ve fuhşu Önleyici kesin hukuki tedbirler aldıktan başka, bütün müslümanların kardeş olduğunu ve her müslümanm malının,  kanının ve namusunun «Mekke ka-dar,Kâbe kadar» mukaddes ve dokunulmaz olduğunu ilan etmek suretiyle[35] kabileler arası savaşı ortadan kaldırdı ve —doğru­su—bu gelişme en çok kadınların işine yaradı. Çünkü yeni nizam, onları esir düşüp cariye olmaktan, erkekler için gelişi güzel bir tatmin vasıtası ve ganimet malı haline gelmekten kurtardı. Artık kadın iffetsizliğe zorianamayacak, hatta iffetine gölge düşürücü sözler söylenemeyecekti.[36] Kız çocukların hor görülmesi kesinlik­le yasaklanmış;[37] kız evlat ile erkek evlat arasında hiçbir değer farkının olmadığı ifade edilmişti.[38] Kadının fizik bakımından er­keğe nisbetle zayıf olduğu gerçeği kabul edilmekle berber, bu onun için bir horlanma sebebi sayılmayıp, aksine, bu vesile ile erkeğe, onu himaye etme, sevgi ve şefkat gösterme ve ihtiyaçlarını karşı­lama gibi görevler yüklenmiş;[39] bütün bunların ötesinde, kadına anne olması itibariyle ayrı bir değer ve yücelik verilmiştir.[40]

Buraya kadar câhiliye devrinin ahlâk telakkilerine, bazı ör­nekleriyle işaret ettik ve islâm'ın bu konuda meydana getirdiği büyük değişikliği ifade etmeye çalıştık. Önemle belirtelim ki islâm Dini, müşrik Arapların o vakte kadar bilmedikleri yepyeni bir ahlâk düşüncesi ortaya koydu. Bu düşünceye göre artık insan bakışlarını kendisine çeviriyor; anlamsız ve gayesiz boğuşmaları, benlik iddialarını bir tarafa bırakıyor; kendi ruhî varlığında ve beşeri münasebetlerinde huzur ve barışa ulaşmak istiyor; bunun yolunu da her şeyden Önce, bizzat kendi manevi ve ahlâki varlığın­da bir inkılap yapmakta buluyordu. Böylece, o zamana kadar ken­di dışındakilere karşı yönelttiği mücadeleyi, artık kendi ruhunun selâmeti ve ölüm ötesinin saadeti için kendi nefsinin kötü tcza-yüllerine yöneltiyor ve kendisini beşerin kurtuluşuna adaya:/::: gönül zenginliğine ulaşıyordu.

Şüphesiz, ilk tatbik sahası olan Arapların ahlâki hayat-ü-ki İslâm'ın bu tesiri, daha sonra müslüman olan diğer millcier için de aynı şekilde geçerli ve değerlidir. Hatta İslâm kürtüruı_i. müslümanlar dışında kalan başka milletlere de çeşitli yolla ve çeşitli ölçülerde yayıldığı gerçeği gözönüne alınırsa, ahlâkının tesirinin müslüman milletleri aştığı sonucuna varılır. [41]

 

B. ASR-I SAADETTE AHLAKİ VAZİYET
 

İslâm ahlâkını ortaya koyan Kur'ân-ı Kerim'dir. Bu sebeple "İslâm ahlâkı" tabiri, prensip olarak "Kur'ân ahlâkı" tabiri ile aynı şeyi ifade eder. Nitekim Hz. Âişe (r.a.), bir soru münasebetiy­le Hz. Muhammed (s.a.)'in ahlâkının "Kur'ân ahlâkı" olduğunu belirtmiştir.[42] Şu halde Kur'ân ahlâkını herkesten önce kendi ha­yatına uygulayan ve çevresindekilerin de onu uygulamalarını sağlayan, bizzat İslâm Peygamberidir. Bu sebepledir ki o, bir ahlâk eğitimcisidir ve hayatı boyunca bu eğitimcilik görevim sür­dürmüştür.

Zaman ve ihtiyaç faktörleri, eğitimin başarılı olmasının te­mel şartlarındandır. İslâm ahlâkı, kaynağı bakımından beşer-üs-tü olmakla beraber, uygulama alam bakımından beşerîdi. Yani beşerin ahlâkî ihtiyacını karşılar. Şu halde bu ahlâkın eğitimi de beşerî kurallara uygun olacaktır. Pedagoji açıkça göstermiştir ki, insan oldukça zor eğitilebilen bir varlıktır. Zira başka canlıların eğitimi tamamen şartlandırma yoluyla gerçekleştirildiği halde, insanın eğitimi büyük ölçüde iknâya dayanır. Çünkü insan akıllı varlıktır. Kendisine teklif edileni tartıp düşünmeden, fikren mut­main olmadan, bu teklifin kendisi için nasıl bir kıymet taşıdığını düşünmeden, önceden sahip olduğu kanaatleri ve hükümleri ile mukayesesini yapıp bir tercihe varmadan bu teklin kabul etmek istemez. Bu ve daha başka sebeplerledir ki —bir kere daha tekrar edelim— insan zor eğitilen bir varlıktır. İşte insanın bu özelliği se­bebiyle İslâm'ın ahlâkî tebliğleri bir anda başlayıp bitmemiş; Hesûlullah'm peygamber olduğu zamandan başlayarak 23 senelik bir zaman içinde ve ihtiyaçlar ortaya çıktıkça ahlâk ile ilgili hü­kümler de ortaya konmuştur.

İslâm'ın ahlâk bakımından gayesi, ahlâk problemlerine dair sıradan bir nazariye ortaya koymak ve meraklı zihinleri tatmin etmek için kuru tartışmalara girişmek, kısaca, gerçek hayattan kopuk bir ahlâk felsefesi yapmak değildir, islam ameli bakımdan insanların ahlâk alanındaki ihtiyaçlarına cevap vermek; zaman içinde onları, bu alandaki kusurlarının şuuruna vardırmak ve bu kusurları gidermelerine imkan hazırlamak, kısaca, ahlâkî pren­siplerinin en iyi ve en güvenilir şekilde hayata intikalini sağla­mak ister. Hz. Peygamber'e okumayı emreden ilk ayetlerin he­men ardından, insanları kötülükten sakındırmasını emreden âyetlerin inmesi[43] bu bakımdan çok anlamlıdır, islâm Dini, ahlâkî hükümlerin hayata mâl edilmesi, yalnız "bilinen" değil, aynı za­manda "yaşanan" bir ahlâk olması idealine, Asr-ı Saadette zaman ve ihtiyaç faktörlerini dikkate alarak ulaşmıştır.

Asr-ı Saadette islâm ahlâkı müstakil bir disiplin olarak sis-temleştirilmemiş, tali derecede önemli olan bu çalışma daha son­raki devirlere bırakılmıştır. Fakat islâm ahlâkı "yaşanan bir ahlâk" olma iddiasını Sahabe topluluğunda gerçekleştirmeyi ba­şarmıştır ve bu başarıya, tabii ve beşeri şartlar dahilinde sürdürü­len bir eğitim yoluyla ulaşılmıştır. Bu eğitimde ahlâkın temel hü­kümleri ve kanunları Kur'ân-ı Kerim'den alınıyor; böylece ruhlar ve gönüller ahlâk dışı kaygılardan, niyet ve düşüncelerden olabil­diğince arındırılıyor; uygulamada Peygamber (s.a.v.)'in hayatı ör­nek gösteriliyor[44] ve bu hayat titizlikle takip ediliyordu. Zira bili­niyordu ki, onun hayatı vahyin sıkı kontrolü altındaydı; bir beşer olması sıfatıyla nadiren vuku bulan bazı sürçmeleri (zelleleri) sebebiyle dahi Kur'ân ayetleri ile ikaz ediliyor ve bu sürçmeler dü­zeltiliyordu.[45] Kısaca, islâm ahlâkının, sistem olarak ve beşerin ihtiyaçlarına uygun olması bakımından mükemmelliği yanında, prepsipleri ve uygulama metodları yönünden de aynı mükemmel­likte bir eğitimin takip edilmesi sayesindedir ki, —Kur'ân-ı Ke-rim'in tabiri ile— «en hayırlı ümmet» gerçekleştirilmişti.[46]

Burada şu önemli soru akla gelebilir.Asr-ı Saadette ahlâki hayat tamamiyle kusursuz muydu? Yani o zaman da vazifelerini ihmal edenler, ahlâki kusurlar işleyenler yok muydu? Doğrusu, bu sorulara müsbet cevap vermek, çok açık bir beşerî gerçeği gözardı etmektir. Gerçekten, o devirde de ahlâkî hatalar işlenebil-mekteydi. Çünkü söz konusu olan, bir melek topluluğu değil, in­san topluluğudur.

islâm inancına göre kusursuz olan sadece Allah'tı, insana ge­lince, Resûlullah (s.a.v.)'m ifadesi ile, «Her insanoğlu hatâ eder.»[47] Kur'ân-ı Kerim bildiriyor ki, en büyük ahlâk timsalleri olan pey­gamberler bile bu konuda kendilerinden emin olamazlar. Onları dahi günahtan ancak Allah'ın inayeti kurtarır.[48] islâm, prensip olarak — Hristiyanhkta olduğu gibi— insanı, ne bütün insanlığı günah kirlerine boğan bir Âdem, ne de ilah mertebesinde günah­sız bir Isa kabul eder. Esasen "faziletli toplum", kötülüğün tama­miyle ortadan kalktığı toplum olmayıp, faziletin rezilete, hakkın bâtıla üstün geldiği, iyilerin kötülere hakim olduğu toplumdur; ve Asr-ı Saadette, bu bakımdan, bir insan cemiyeti için mümkün olan en yüksek seviyeye ulaşılmıştır. Resûlullah (s.a.v.) «Ben ahlâk 'güzelliklerini tamamlamak için gönderildim. »[49] buyurmuştu. En son inen ayetlerin birinde de «Bugün ben size dininizi ikmal et­tim, size olan nimetimi tamamladım.»[50] buyurmuştur ki, "ahlâk güzellikleri" de bu "nimet"in bir parçasıdır. Gerçekten, kaynak­larda, Asr-ı Saadet müslümanlarının —insan için kaçınılmaz olan bazı hatalar dışında— devrin mükemmelliğini gölgeleyecek şekil­de ahlâk dışı bir hayat yaşadıklarına dair hiçbir kayda rastlanma­makta; buna karşılık, o asrın, ahlâki yaşayış bakımından mükem­mel bir devir olduğu hakkında sayısız belgeler bulunmaktadır. [51]

 

C. HZ. MUHAMMED (S.A.V.) İN AHLAKİ ŞAHSİYETİ
 

Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayat ve şahsiye­tini müslümanlar için en iyi örnek olarak göstermiş (Ahzâb, 21) ve bu sebeple Ashab-ı Kiram O'nun hayatını titizlikle izlemişler; bu hayatı hem bizzat kendi yaşayışlarına örnek almışlar, hem de nesillere büyük bir gayret ve itina ile nakletmişlerdir. Hz. Pey-gamber'in ahlakı hakkında en büyük kaynağımız Kur'an-ı Kerim'dir. Çünkü Hz. Aişe'nin de belirttiği gibi "Onun ahlakı Kur'ân'dır" (Müslim, Müsafirûn, 139). Hadis mecmuaları yanında Siyer, Şemail ve Hilye Kitapları, Hz. Peygamberin hayatım, bedenî Özelliklerini ve ahlakî şahsiyetini anlatan hadisleri ihtiva eder. Bu kaynaklardaki malumat, yalnız Peygamberimizin ahlakı hakkında bilgi vermek bakımından değil, aynı zamanda hem Asr-ı Saadet'te ahlâkî vaziyet konusunda bize fikir vermesi hem de bir müslümanm ahlakî yaşayışının nasıl olması gerektiğini göster­mesi bakımından son derece Önemlidir. Bu sebepledir ki, sözü edilen kaynaklarda Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ahlakî şahsiyetine dair malumatın kısa bir özetini vermeyi yararlı görüyoruz.

Rasûlullah (s.a.v.) bir defasında kendisini şöyle tanıtmıştı: «Rabbimin katında benim 10 ismim var: Ben Muham-med'im; Ahmed'im; Mâhî'yim, yani Allah benim vasıtamla inkarcılığı mahvedecektir; ben Hâşir'im, yani Allah kullarını benim izimde toplayacaktır; Ben Rahmet Peygamberi'yim; tevbe Peygamberiyim; Kahramanlık Peygamberi'yim; ben Mukafî'yim, yani bütün insanları Allah yoluna yöneltirim; niha­yet ben (insanlığı) kemâle erdirenim»[52]

Kusursuz bir ifade kabiliyetine sahip olan Hz. Peygamber, bütün hayatı boyunca sadece gerçeği söylemiş ve söylediklerim harfi harfine yaşamıştır. O, daima tatlı dilli, güler yüzlü ve tole­ranslı olmuş; bununla beraber, her dediğini saygı ile dinletmeyi de başarmıştır.

Toplulukta yemek yemeyi severdi. Yemeğe "Besmele" ile ve çok kısa bir duâ ile başlar; sağ elini kullanır; tıka-basa doymadan sofradan kalkar; yemekten önce ve sonra mutlaka ellerini yıkardı. Sağlığa zararlı ve dinen haram olan veya kokusu ile çevresindeki­leri rahatsız eden şeyleri yemez, bunların dışında hiçbir yemek için "sevmiyorum" demezdi. Suyu yudum yudum içerdi. Sofra âdabına titizlikle uyar ve bu konuda etrafindakileri sabırla ve nezâketle eğitirdi.

ipek elbise giymez, altın yüzük takmazdı. Giyimde temizliğe ve sadeliğe önem verir pejmürdelikten hoşlanmazdı. Temizliği imanın yarısı sayardı. Bizzat kendisi temiz olduğu gibi bu alışkan­lığı çevresindekilere de kazandırmaya çalışırdı.

Hz. Muhammed (s.a.v.), lüks ve ihtişama önem vermez, geçici sıkıntıları tasa edinmezdi. Çevresindekilere de, azla yetinmeyi, hayata daima iyimser bakmayı telkin ederdi. Gönlü zengindi. Affetmeyi sever, kimseyi incitmez, düşmanlarının dahi iyiliğim isterdi. Kur'ân-ı Kerim, Al-i İmran suresinin 159. ayetinde O'nun bu huyundan övgü ile bahseder ve «Eğer kaba, katı kalbli olsay­dın, muhakkak ki çevrenden dağılır giderlerdi...» der. O, insanla­rın kusurlarım yüzlerine vurmaz, tenkidlerini isim vermeden yapardı. Bir öğünlük yemeğini, olmayana verdiği için ailesinin aç sabahladığı geceler çok olmuş; fakat, O ve ailesi, açlığın sıkıntısı­nı, iyilik yapmanın ve Allah'ın hoşnutluğuna lâyık olmanın verdi­ği saadetle altetmeyi bilmişlerdi. Yeri gelince eşsiz bir yiğit, yeri gelince de son derece halîm-selim idi. Adaleti titizlikle korur, insanlara mevki ve makamlarına göre itibar etmezdi. Aksine fa­kirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin, hastaların, gariplerin, çocuk­ların daha çok ilgi ve mutluluğa muhtaç olduklarını bilir ve bunu onlardan esirgemezdi. Kibirlenmekten nefret eder; kimseye karşı ululuk taslamaz; fakat düşmanları karşısında da küçülüp ezil­mezdi. Otoritesini sürdürmek için sun'î tedbirlere'başvurmaz; meclislerde boş bulduğu yere otururdu. Dalkavuklardan nefret ederdi. Kendisine bir ilâh gözüyle bakılmasına asla razı olmaz; kendisinin de bir insaîı olduğunu, ancak Allah'ın koruması ile hatâdan kurtulabileceğini —hiçbir kaygıya kapılmadan— sami- ifade ederdi. Halk arasına katılır; beşerî münasebetlerini herhangi bir insan gibi sürdürür; hastaları, dostlarını, komşuları­nı ziyaret eder; müslümanların acı ve tatlı günlerini paylaşmak­tan geri kalmazdı.

Resûlullah (s.a.v.)'ın aile hayatı son derece muntazam idi. Eşlerine saygı duyar; haklarına riayet eder; hatta, geceleyin nafi­le ibadet edeceği zaman bile yananda bulunduğu eşinden izin alma inceliğini gösterirdi. Aile ferdleri ile şakalaşmayı sever; nadiren vukûbulan fevri ve tatsız davranışları sabır ve anlayışla karsılar, ikazlarını medenîce yapardı.

O,«Beni Rabbim terbiye etti ve en güzel şekilde terbiye etti.»[53] buyurmuştu. Gerçekten, her bakımdan geri ve câhil bir toplum içinde, ana-baba ilgisinden dahi yoksun olarak yetişen Hz. Muhammed (s.a.v.), —Allah'ın lütfü ile— bütün manevî ve ahlâkî güzellikleri eşsiz bir şekilde kazanmış ve bu sayede, zamanımıza kadar tarihçileri, mütefekkirleri, ilim adamlarını ve —tabii— bütün ümmetim kendisine hayran bırakmıştır.

Hz. Peygamberin ahlâkî kişiliğini bütün yönleriyle incele­mek bu yazımızın sınırlarını aşar. Ancak yine de, bu kişiliğin bazı yönleri üzerinde biraz durmak gerekir. Din ve dünya işleri arasın­da ideal bir uyum kurması, O'nun en önemli özelliklerinden ve ba­şarısının sebeplerinden biridir. Müsteşrik M.G. Demombynes "Muhammed" adlı eserinde "İsa'nın vaazında öbür dünya için ha­zırlık, bu dünyanın nimetlerinden vazgeçmekle başlar. İslâm'da ise kesinlikle böyle bir şey yoktur... islâm'a göre iyi bir şekilde kul­lanmak şartıyla hiçbir nimet kötü değildir"[54] der. Bazı sahabiler, ebedî kurtuluşlarım kazanabilmeleri için geceleri hep namaz kı­lacaklarını, gündüzleri hep oruç tutacaklaını, evlenmeyecekleri­ni, evli olanlar, eşlerine yaklaşmayacaklarını söylemişlerdi. Hz.Peygamber, onları şu sözlerle uyardı: «Sizlerin bazı şeyler söy­lediğini duyuyorum.. Bakın, yemin ederim ki ben, Allah'a hepi­nizden daha çok saygılıyım. Bununla birlikte (nafile olarak) oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de; namaz da kıla­rım, uyku da uyurum; kadınlarla da evlenirim... Kim benim sün­netimden yüz çevirirse benden uzaklaşmış olur»(Buhari, Nikâh, 1). «Dünyada zühd içinde olmak, helali haram saymak değildir» , 29). Kur'ân, Allah Elçisi'ni insanlar için "güzel Örnek" olarak gösteriyor. Muhammed Hamidullah'ın dediği gibi "Şayet Hz. Muhammed, insanın dünya hayatını, zevkleri tamamen red­deden, bunlardan uzak kalan bir melek hayatı sürdürmek istesey­di, onun sürdürdüğü bu hayat, insanlar için ölü doğmuş bir norm olarak kalacaktı."[55] Nitekim Roma'mn barbarlaştırdığı Hristi-yanlık, dünyaya hakim olsa bile, İsa'ya nisbet edilen Hıristiyanlık kilise ve manastırların duvarlarını aşamamıştır.

Hz. Muhammed, Kur'ân-ı Kerim'deki deyimiyle bir "beşer resul"dixr(İsrâ, 93). Onun ebedî mesajına göre, kendisi de dahil ol­mak üzere, "bütün insanlar hata eder; hata edenlerin en hayırlısı ise tevbe edenlerdir"(Tirmizi, Kıyamet, 49). En mükemmel insanın hayatında bile iyilik-kötülük mücadelesinin bittiği bir son nokta yoktur. O sebepledir ki, kendisine "yaşlandınız ya Resûlallah" de­nilmesi üzerine O, "Beni Hud ve Şura sûreleri yaşlandırdı" (Tirmizî, Tesir, 56/6). buyurmuştur. Çünkü her iki surede de ona "Emrolunduğun gibi dostoğru ol!" buyurulmuştu (Hûd, 112; Şûra, 15). İslâm dini, prensip olarak, Hristiyanlıkta olduğu gibi, Hz. Muhammed de dahil olmak üzere herhangi bir insanı, ne bütün insanlığı günah bataklığına sokan bir Adem, ne de insan kılığına girmiş, ilah mertebesinde hatasız bir İsa kabul eder. Bu yüzden Hz. Peygamber, sık sık tevbe ve istiğfar ettiğini söyler, iyilik yo­lunda sebat ettirmesi, ahlakını güzelleştirmesi için Allah'a dua ederdi(Mesela bk. Müslim, Müsafirûn, 201; Nesaî, îftitah, 16,17).

Bu vesileyle Allah Elçisi'nin, gereğini yerine getirmek için bir ömür tükettiği "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" mealindeki aye­tin ahlak bakımından önemi hakkında biraz durmak isterim. Mü-fessir Razî'nin de belirttiği gibi[56] bu ayet, hem Peygamber'in şah­sıyla ilgili, hem de vahyin tebliğ edilmesi, kanunların açıklanması gibi risaletiyle ilgili bütün görevlerikapsayan bir emirdir; yani bu, Kant'm "kategorik emperatif' dediği şeydir; Ahlakın maksimi, düsturudur; hiçbir gaye gütmeyen, şartsız ahlakın ifadesidir. Bu ayet, ahlakî emirlere, bize ne kazandıracağına bakarak değil, sırf Duyurulduğu için itaat etmemiz gerektiğini gösterir ki, Ehl-i Sün-net'in "Allah bizim iyiliklerimizi ödüllendirmek zorunda değildir" şeklindeki görüşleri bu açıdan büyük önem taşır. Bizzat Hz. Pey­gamber de "hic kimseyi güzel iş ve ibadeti cennete ulaştıramaz"

Ahlâkı buyurmuş; yanındakiler "Sizi de mi ya Resûlallah?" diye sorunca "Evet, Allah'ın lütuf ve merhameti olmaksızın beni de amellerim cennete götürmez"(Bk. Tecrîd-i Sarîh, Trc, XII, 72) demiştir. Yine Fah-reddin Razî'nin belirttiği gibi, Hz Peygamber'i yaşlandıran bu ayet, ahlakî hayatın kolay olmadığını gösterir. Çünkü bir ömür bo­yu doğruluk çizgisinden sapmadan ilerlemek, bu "sarp yokuş"u tırmanabilmek zor, zor olduğu kadar da kutsal bir çabadır. Bu güçlük, ahlakın bir hürriyetler alanı olmasından ileri gelir. Kur'an'da; "biz insana (doğru) yolu gösterdik; artık o, ister min­nettar olsun, ister nankörlük etsin"(lnsan, 3). buyurulurken bu hürriyete işaret ediliyor. Hayvan için hayvanca hayatı yaşamak kolaydır. Çünkü hayvan hür değildir, insanın, insanca hayatı ya­şaması onun hür varlık, yani insan olmasının sonucudur. Kur'an'da insanın diğer varlıklara karşı üstünlüğü, tamamen zor olan bu hayatı yaşamasına bağlanmıştır.CBk. A'raf, 179; Furkan, 44; Muhammed, 12).

işte Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah tarafından "ebedî risa­lemle görevlendirilmiş olmak bakımından en büyük imtiyaza mazhar olması yanında, hem bir insan ve kul olarak, hem de kendi deyimiyle "ahlakî güzellikleri tamamlamak için" gönderilmiş bir rehber olarak bütün Ömrünü erdemli yaşamaya adamış olması bakımından da en seçkin insandır ve bu yüzden "üsve-i hase-ne"dir. Yani onun imtiyazı, kanunlar üstü olmasından değil, getir­diği ilkelere titizlikle uymasından ileri gelir. Buna rağmen garip­tir ki, bazı müslüman müellifler, güya, Hz. Peygamber'in insanlar arasında imtiyazlara sahip olduğunu göstermek için yer yer onun hakkında, sıradan insana bile yakışmayacak isnatlarda da bulun­muşlardır. Mesela ünlü Suyutî, el-Hasaisul-Kübrâ adlı kita-bında[57] peygamber'in yüksek ahlakıyla "bağdaştırılması müm­kün olmayan halleri, ona tanınmış birer imtiyaz olarak gösterme­ye çalışmıştır. Suyutî'ye göre Peygamberin "sebepsiz olarak baş­ka birine beddua ve lanet etmesi", "eman dileyeni öldürmesi" onun hakkında caizdir; bunlar ona tanınmış imtiyazlardır. Güya Hz. Peygamber'in "Allah'ım! Ben bir beşerim; birine eziyet, beddua veya lanet etmiş isem, bunu o kişinin günahına keffaret kıl" şek­lindeki ifadeleri, onun bu imtiyazım gösteriyormuş. Halbuki tam tersine Rasûlullah'm bu sözü açıkça kendisinin de yanılabileceği-ni, bu şekilde birini incitmesinden dolayı duyduğu üzüntüyü dile getirmektedir. Buna karşılık bir de Kettanî'nin naklettiği bir anekdotu arzedelim:[58] Ikrime'nin karısı, Mekke'nin fethi sıra­sında müslüman olmuş, bu arada Yemen'e kaçmış olan kocası için Hz. Peygamber'den eman dilemişti. Bu hususta söz alınca Yemen'e giderek kocasını bulup getirdi. Ikrime müslüman oldu. Eşi Ikrime'yi huzura getirirken Hz. Peygamber "Hoş geldin süvari yolcu" diyerek onu güler yüzle karşıladı. Bu arada Ashabına da şu talimatı verdi: "Ikrime aranıza katılıyor. Onun yanında sakın ola ki babasına hakaret etmeyesiniz, sövüp saymayasınız. Çünkü öle­ne yapılan hakaret, hayatta olana eziyettir." Böylesine yüksek ruhlu bir Peygamberin başkalarına sebepsiz yere lanet okumayı eman dileyeni öldürmeyi kendisine mubah gördüğü nasıl düşünü­lebilir! Bazı islâm bilginlerinin, tamamen ahlakî sebeplerle hik­met ve adalete aykırı fiil işleme yetkisini Allah hakkında bile caiz görmemişlerken, böyle bir yetkiyi, imtiyazlılık adına Hz. Peygam­ber e tanımak olsa olsa bir gaflettir.

O'nun en yüksek ve örnek erdemlerinden biri de kendisini as­la kanunlar üstü görmemesidir. Kur'an defalarca O'na, kendisine vahyedilen hükümlere uymasını emretmiştir. Kur'an'ın ona ver­diği bir talimat olan "Ben müslümanların ilki olmakla emrolundum"(Zümer, 12) şeklindeki ifade, O'nun diğer bir çok konuda oldu­ğu gibi, ahlâk ve fazilette de bir öncü ve örnek olmasını gerektirir. Bu sebepledir ki Kur'an'daki birçok emir ve yasaklar doğrudan O'na hitap eder.

Birçok ahlak düşünürü bütün kötülüklerin en fenasımn, en zararlısının bir kimsenin inanmadığı bir görüşü savunması, yap­madığı bir işi buyurması olduğunu belirtirler. Kur'ân'da «yapma­dığınız bir şeyi söylemeniz Allah katında büyük bir öfkeye sebep olur»(Saff, 13) buyurulmuştur. Münafıklam, "Cehennemin en dibinde" gösterilmeleri de bundandır(Nisa, 145). Bu açıdan Hz. Pey­gamber'in inanmadığı veya yaşamadığı bir görüş ya da işi buyur-duguna,kendi kendisiyle çeliştiğine davasından en küçük bir şüp­hesi bulunduğuna dair tek bir delil yoktur. Voltair'e isnat edilen bir sözde "insan, evinin içinde büyük olamaz; ailesinin içinde kah­raman sayılamaz" denilir. Gerçekten insan, evinin içinde, dışarı­da olduğu kadar ölçülü ve dikkatli davranma eğiliminde olduğun­dan, onun kusurlarını en iyi yakınları bilir. Buna rağmen Hz. Peygamber "ebedî risâlet'le görevlendirildiğini aşıkladığmda, O'nun bu en yüksek şerefe layık olduğunu ilk tasdik edenler, en yakınları olmuştur. Bizzat Hz. Hatice'nin de ifade ettiği gibi, bu durum O'nun ahlâkî değerlere saygı ve bağlılığının bir sonucu idi.

Tecrübeler bize gösteriyor ki, büyüklerin ölümsüz bir saygıya mazhar olmalarında başardıkları büyük işler kadar, belki de bun­dan daha fazla küçük ve Önemsiz gibi görünen iş ve davranışları­nın ahlakî değerleri etkili olmuştur, tikeler, bütün değerlerine rağmen yuvarlak ve formel olup, bütün ayrıntılarıyla hayata yan­sıdığı ve bu suretle içerik kazandığı ölçüde anlamını bulur. Nite­kim tarihte ilkeler, kanunlar, kurallar koymuş nice kişiler gelip geçmiştir; fakat yalnız peygamberler çağlar boyunca hak, dürüst­lük, iyilik ve fazilet örneği olarak saygıyla izlenegelmişlerdir. Özellikle hayatım ayrıntılarıyla tamma bahtına erdiğimiz yegane peygamber olan Hz. Muhammed'in, bir çocuğun başını okşaması, kızması gereken bir küstahlığı tebessümle karşılaması, işlerinin en yoğun olduğu zamanlarda bile, sıradan bir erkeğin veya kadı­nın özel sorusuyla içtenlikle ilgilenmesi ve kaynaklarda yüzlerce örneğim, gördüğümüz daha başka basit gibi görünen erdemli dav­ranışlardır ki, eşsiz bir ahlak kahramanının, fazüet örneğinin zengin ahlakî kişiliğini oluşturmuştur.

Bilindiği gibi Kur'ân'ın birkaç ayetinde, Hz. Peygamber bazı küçük yanılgıları dolayısıyla ikaz edilmiştir.[59] Bu ayetler, onun bir ilah gibi görülmemesi gerektiğini ortaya koyması bakımından büyük önem taşır. Fakat bundan daha da önemli olanı şudur ki, Resûlullah bu ayetleri, en ufak bir komplekse kapılmadan, açık-yüreklilikle halka okumuş, duyurmuş; dahası, namazlarda okun­masına da izin vermiştir. Tarihte kendisini eleştiren sözlerin kutsallığım kabul eden, bunları okumayı ibadet sayacak kadar ahlakta ve erdemde yükselmiş olan bir başka şahsiyet yoktur. İşte bundan dolayı O, insanlığa örnek, âlemlere rahmet sayılmıştır. Sonraları akıl, bilgi ve zeka timsali gösterilecek olan Hz. Ali, Hic­ret sırasında Peygamberin yerine, O'nun ölüm döşeğine girerken, ne ahmak idi, ne çıkar peşindeydi ve ne de zor altındaydı. Sadece, bu fazilet abidesini, uğruna Ölmeye değer bulmuştu. Bugünkü Incillere göre Hz. Isa ipe götürülürken ortalıktan sıvışan Havarileri düşününce, Hz. Ali'nin ve nice defalar Peygamberle bey'atleşen, uğruna başkoyduklarına and içen Ashab'ın değerim ve onların bu soylu bağlılığını kazanmayı başarmış olan Peygamber'in büyük­lüğünü daha iyi anlarız.

Hz. Peygamber, davet ettiği insanlara, inanmayana bağlı ahiret kurtuluş ve mutluluğundan başka hiçbir peşin çıkar vaadetmiyor, aksine bir yolun uzun, çetin ve dikenli olduğunu, on­lara göklerin, yerin ve dağların bile taşıyamayacağı kadar ağır bir emaneti getirdiğini açıklıyor; fakat samimi bir mü'min temiz ve le­kesiz bir insan olarak her türlü batıllardan, haksızlık edepsizlik ve aşağılıklardan kurtularak, doğru ve samimi inanca, erdemler­le bezeli insanlığa çağırıyor; bizzat kendi yaşayışıyla da bu imanın ve erdemlerin zengin örneğini sergiliyordu. Bununla ilgili küçük bir anekdot aktarmama izin veriniz. Mekke müşriklerinin Habe­şistan'a gönderdiği heyet, Necaşî'den, ülkesine sığman müslü-manları iade etmesini isteyince Necaşî önce tarafları dinlemeyi uygun gördü. Müslümanların sözcüsü Cafer b. Ebu Talib'in yaptı­ğı konuşmada şu çarpıcı ifadeler vardı: "Biz vaktiyle cahiliye halkı olarak putlara tapar, ölü eti yerdik; bir sürü edepsizlik yapardık; yakınlarımıza ilgisiz kalır, komşularımıza kötülük ederdik; güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi, işte Allah bize Peygamberimizi gön­dermeden önceki halimiz bu idi (...) O Peygamber bize doğruluğu öğretti; emanete sadık olmayı, akrabamıza ilgi göstermeyi, kom­şularımıza iyi davranmayı, insanların haklarına ve hayatlarına saygılı olmayı emretti. Çirkin davranışları, yalancı şahitliği yetim malı yemeyi, iffetli kadınlara iftira etmeyi yasakladı." Resûlul-, lah'ın muhalifleri, O'nu atalarının dinini terkettiği, şair sihirbaz, mecnun olduğu gibi içeriksiz iddialar ve saçmalıklarla halkın gözünden düşürmeye çalıştılar. Fakat hiçbir zaman O'ndan şüp­helenmeyi haklı kılacak olan herhangi bir kötü sözünü, fena tutum ve davranışını delil gösteremediler; herhangi bir zamanda yalan söylediğini, ahdini bozduğunu, hıyanet ettiğini, birine hak­sızlık yaptığını, mal veya şehvet düşkünü olduğunu, intikam pe-Şmde koştuğunu iddia edemediler; kısacası müsteşrik Watt'm da belirttiği gibi "Hz. Muhammed'in çağdaşları O'nda hiçbir ahlakî kusur görmemişlerdir" [60]Buna rağmen müşrikler, bütün haksız­lıkların başvurduğu zorbalık ve zulüm yollarının her türlüsünü deneyerek halkı O'ndan soğutmaya çalıştılar. Fakat otoritesini, saygınlığım zorbalıktan değil, getirdiği ilahî ilkelerden dayandığı doğrulardan, yaşadığı faziletlerden alan Allah elçisinin karşısın­da zalimlerin direnişi ancak bir çocukluk dönemi kadar sürebildi. En sonunda Allah O'na, haksızlıkla çıkarıldığı kutsal yurduna muzaffer olarak dönme mutluluğunu yaşattı. Fakat insanı, saygı­nın da ötesinde heyecanlandıran asıl nokta, O'nun fetih sarhoşlu­ğuna kapılmadan, bu zorbalara karşı takındığı tavırdaki soylu­luktur. Mekke fethedilmiş, bütün suçluların bağışlandığı ilan edilmişti. O vakte kadar Ebu Cehil'den sonra İslâm'ın en yaman düşmanı, müşriklerin lideri, orduların kumandanı olan Ebu Süf-yan islâm karargahına geldiğinde, Hz. Peygamber onu saygıyla karşılamış, hatta evinin dokunulmazlığı, oraya sığınanların güvence içinde olduğu talimatını vermiştir. Ebu Süfyan ve diğer­lerinin eski tutumları ile karşılaştırılınca, Peygam-berin bu alice­naplığının ihtişamı ne kadar çarpıcıdır! Bu tavır, eşsiz cesarete sahip muzaifer bir kahramanın aynı ölçüde alçakgönüllü, kinden uzak ve hoşgörülü olması lazım geldiği dersini verir. Çünkü bu olay, Peygamber'in güç, cesaret ve zaferle hilim, alçakgönüllülük ve merhameti birleştirdiğini gösterir. Cahiliye döneminde Arap­lar acizlik, pasiflik ve korkaklıktan nefret eder, hareket ve cesa­retten hoşlanırlar; hatta saldırganlıktan bir tür zevk alırlardı; an­cak, güçlü ve yiğit olduğu halde öfkesini ve gururunu yenenlere de saygı duyarlardı. Eğer Peygamber'in ağırbaşlılık ve yumuşaklığı aczinden ileri gelseydi; veya tersine, yiğitlik ve cesareti gurur ve kibirinden kaynaklansaydı asla sevinmez ve taraftar bulamazdı. Hz. Aişe O'nun çok önemli iki özelliğini şu ifadelerle anlatır: "Allah Elçisi, iki durumdan birini seçmek gerektiği zaman, eğer kötü değilse, mutlaka kolay olanını seçerdi; bu durum kötüyse O, kötülükten, herkesten daha çok uzak dururdu. Bir de Allah Elçisi kendisiyle ilgili bir kötülükten dolayı asla intikam peşinde olma­mıştır; Fakat Allah'ın birkanunu ihlal edilince mutlaka bununce-zasını verirdi" (Buhari Edeb, 80).

Hz. Peygamber'in ahlakı, kendisinden sonraki dönemlerde de gerek müslüman kitlelerin ahlâkî yaşayışı için, gerekse bilim ve düşünce adamlarının ahlâk görüşleri veya felsefeleri için örnek ve asıl olmuştur. Her şeyden önce, müslüman kitlelerin, takip et­meyi bir görev ve vefa borcu bildikleri "Sünnet" kavramı hem iba­det, hem de ahlâk uygulamalarını kapsar. Çağlarboyunca bütün müslümanlar, erdemli yaşamayı sırf bir ahlâkî ödev değil, aynı zamanda Sünnet'in tatbiki anlayışıyla değerlendirmişlerdir. Öte yandan, İslâm alimleri içinde daha çok hadisçi ve fıkıhçılarm ahlâk anlayışları üzerinde Peygamber ahlâkının formel taran et­kili olmuştur. Nitekim bunların ahlâk kitapları çoğunlukla "adab" tarzında eserlerdir. Bu eserlerde çeşitli hal ve hareketlerin adab ve erkanı genellikle Peygamber'in davranışları örnek alına­rak işlenir. Hadis mecmualarının "Edeb" veya "Birr" başlığını taşıyan bölümleri yanında imam Buharî'nin (ö. 256/870) el-Ede-bül-Müfred'i, Ebu Muhammed Abdullah el-Isfahanî'nin (ö.369/979) Ahlâku'n-Nebî ve Adabuh adlı eseri, Ahmed b. Hasan el-Beyhakî'nin (ö. 458/1066) el-Adâb'ı, Ebu Ali et-Tabersî'nin (Ö.548/1153) Mekârimü'l-Ahlâfcı, sayısı yüzleri bulan bu tür eser­lerin birkaçıdır.

Tasavvufî literatürde Peygamber ahlâkının, formeltarafın-dan ziyade derunî ve manevî boyutunun ağırlık kazandığı görü­lür Nitekim bu tür eserlerde tevbe, niyet, ihlas, vera, takva, sabır, şükür havf ve recâ, muhasebe ve murakabe gibi, tasavvuf litera­türünde "makamlar" denilen ve biçimden ziyade öze dair olan ahlâkî erdemler ağırlık kazanmıştır. Muhasibî'nin (ö. 243/857) er-Riaye'si ile başlatabileceğimiz bu alamn tartışmasız en büyük örneği Gazali'nin (Ö. 505/lll)İhyâ'sıdır.

Peygamber ahlâkının "hikmet" cephesi ise daha çok îslâm feylosoflarının ilgisini çekmiştir. Yani bir fakîh veya muhaddisin ahlâk anlayışında, davranışların biçim yanı ağırlık kazanırken, yine bir mutasavvıfın gözünde nefsin tezkiyesi, iç arınma ön plana geçerken bir feylesofun ahlâk tefekküründe zihnin geliştirilmesi, akha hikmete açılması yoluyla en yüksek kemale ve üstün mutlu­luğa ulaşılması amaçlanmıştır. Özellikle Farabî'den (ö. 339/950) itibaren "faal akıl" vasıtasıyla en yüksek hikmete, dolayısıyla en yüksek mutluluğa ulaşmada, Peygamber'in Cebrail vasıtasıyla ilahî âlemle bağlantı kurması örnek alınmıştır. Ayrıca Peygam­berin siyasi tavrı ve konumu da fakihlerle birlikte feylesoflar için de örnek teşkil etmişti. Açıkça belirtilmese de, Farabî'nin siyaset ahlakında, gözellikle devlet başkanının misyonu ve onda aradığı nitelikler hakkında gözönüne aldığı Örnek Hz. Peygamber'dir. Kuşkusuz Farabî bu hususta Yunan düşünürlerinin ahlâk ve si­yaset felsefelerinden de görüşler almıştır. Ancak bunlar îslâm ahlakıyla uzlaştırılması mümkün olan görüşlerdir. Aynı yaklaşım sonraki feylesoflarca da devam ettirilmiştir. İbn Sina (ö. 428/1037) toplumların siyasi lidere ihtiyacını, ümmetin peygambere ihtiya­cını örnek vererek açıklar. Feylesoflar, "bir fazilet iki reziletin ortasıdır" şeklindeki "itidal" veya "vasat" görüşünü tereddütsüz kabul etmelerinde de Hz. Peygamber'in ibadetler de dahil olmak üzere, bütjün davranışlarda orta yolu esas almasının etkili oldu­ğunda kuşku yoktur. Nitekim feylesofların Kur'an ve Sünnet ahlâkına uiyan bu fazilet görüşü, diğer bütün islâm ahlâkçılannda da benimsenmiştir. Bir fakih-ahlakçı olan imam Maverdinin (Ö.450A030) Edebü'd-Dünya ve'd-Din'de işlediği faziletler gibi, bir feylesof-ahlâkçı olan Ibn Miskeveyh'in (ö. 421A030) Tehzibul-Ah-lakında dört temel erdem altında sıraladığı faziletler de büyük öl­çüde hadis literatüründe geçen peygamberi niteliklerdir.

Sözlerimi, Endülüslü ünlü islâm âlimi îbn Hazm'ın İ456/ 1064), her cümlesi bir hikmet değerinde olan el-Ahlâk ve's-Siyer adlı ahlak kitabındaki birkaç cümle ile bitirmek istiyorum: "Ahi-ret iyiliğini, dünya bilgeliğini, düzgün yaşayışı, bütün ahlaÜ gü­zellikleri, bütün erdemleri kazanmak isteyen kişi, Hz. Muham­medi örnek alsm"[61] Çünkü "Resûlullah bütün hayırlarda Ht ile­ridedir. Allah O'nun ahlakını övmüş, faziletleri en mükemmel şekliyle onda toplamış ve O'nu her türlü kusurlardan arındırmıştır"[62]


[1] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/63-64.

[2] Muvatta, Husnü'1-hulk, 8

[3] En'âm 7/11-12.

[4] Bakara 2/195.

[5] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/65.

[6] îbn Hanbel III, 425.

[7] Buharı, Menakib, I, Enbiyâ, 8.

[8] T. H. Weir,î. A. "Cahiliye" md

[9] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/66-68.

[10] İbn Haldun Mukaddime, s. 125.

[11] T.H. Weir,İ.A. "Cahiliye" mi

[12] Âli lmrân, 3/103.

Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/68.

[13] M.J. de Geoeje,Î.A. "Arabistan" md. (Etnografya).

[14] Ali İmran 3/26; Nûr 24/33.

[15] Buharı, Vasaya, 9.

[16] Insân76/9.

[17] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/68-69.

[18] Bakara 2/231.

[19] Kehf 18/28.

[20] Kaf 50/16.

[21] Bakara 2/77; En'âm /3.

[22] Nisa 4/59.

[23] Aynı âyet.

[24] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/69-71.

[25] İbn Haldun Mukaddime, s. 149-151.

[26] İbn Haldun, a.g.e.., s. 150.

[27] Buharı, Edeb. 27.

[28] Buharı, Mezâlim, 4; İkrah, 7.

[29] Maide 5/2.

Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/71-72.

[30] Geniş bilgi için bkz. M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlâkı, s. 70 vd

[31] Nûr 24/33.

[32] el-Belhî el-Havîî, el-îslâm ve'1-mer'etü'l-muâsıra, s. 13.

[33] En'âm 6/151; îvâ 1 7/31.

[34] M.J. de Goeje, Î.A. "Arabistan" md, (Etnografya).

[35] Buharı, Hacc, 132.

[36] Nur 24/4-6.

[37] En'âm 6/151; İsrâ 17/31.

[38] Nahl 16/56-59.

[39] Nisa 4/24-25.

[40] îsrâ 17/23-25.

[41] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/72-74.

[42] Müslim, Müsafırin, 139.

[43] Alak 96/1-5; Müdessir 74/1-7.

[44] Ahzâb 33/21.

[45] Bkz. msl. Abese 80/1-7; Tahrim 66/1-2.

[46] Ali İmran 3/110.

[47] Tirmizî Kıyame, 49; İbn Mace, Zühd, 30.

[48] Yusuf 12/23-24, 53.

[49] Muvatta. Husnu'1-hulk, 8.

[50] Maide 5/3.

[51] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/75-77.

[52] Müslim, Fedail, 126; Darimî, Mukaddime, 8; îbn Hanbel, IV., 395, 404, 407; V., 405.

[53] el-Münavî, Feyzu'l-kadir şerhu Câmii's-sahih, hadis no.310.

[54] M.G. Demombynes, Mahomet, Paris 1957, s. 599-600.

[55] Hamidullah, İslâm Peygamberi, trc. Salih Tuğ, İst. 1990, II, 664.

[56] Fahreddin Razi, Mefaühu'l-Gayb, XVIII, 70-71.

[57] Suyutî, el-hasaisu'1-Kubrâ Kahire, ts. III, 287, 290, 296.

[58] Bk. Kettanî, et-Terâtibii'lîdariyye, 1,196 (Beyrut ts.).

[59] Mesela, bk. En'am, 68; Mii'min, 55; Abese, 1.

[60] M. Watt,Hz. Muhammed, trc. H. Örs, îst. 1963, s. 246.

[61] îbn Hazm, el-Ahlâk ve's-Siyer, Kahire, 1962. s. 19-20.

[62] îbn Hazm, a.g.e., s. 50.

Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/78-88.

gulbaharaktay
Mon 17 November 2014, 03:39 pm GMT +0200
konuyu paylaşandan ALLAH razı olsun.ödevime ve bana birçok şey kazandırdınız.teşekkürler

yunus emre 7/B
Mon 17 November 2014, 05:56 pm GMT +0200
allah bu paylasimi yapandan razi olsun
allahim bize teog a gireceklere yardim et yarrabbim