- Asr-ı saadette idarî hayat

Adsense kodları


Asr-ı saadette idarî hayat

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Tue 5 October 2010, 11:10 am GMT +0200
ASR-I SAADET'TE İDARÎ HAYAT


Doç. Dr. Hüseyin Algül
 

1945 yılında Konya Bozkır'da doğdu. İlkokulu ora­da bidirdi. 1964 yılında Konya İ.H.L.ni 1968 yılın­da İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünü bitirdi. 1975 yılında Bursa Yüksek İslâm Enstitüsünde öğretim üyesi oldu. 1982 yılında Uludağ Üniversi­tesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi olarak "İslâm Tarihinde İlk Siyasi ve Dinî Fırkaların Zu­huru" konusunda doktora tezi verdi. 1990 yılında aynı fakültede doçent oldu. Halen bu fakültede İslâm Tarihi Öğretim Üyesi olarak çalışmaktadır. Yayınlanan eserlerinden bazıları:

— İslâm Tarihi (3 cilt)

—  Hz, Muhammed'in Şemaili, Ahlakı ve Adabı -İstanbulun Fethi ve Fatih

— Bursa'da Medfun Osmanlı Sultanları ve Emir Suttan

Ayrıca çeşitli dergilerde yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır. [1]

 

GÎRİŞ
 

Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekke'de peygamberlikle görevlen­dirildiği zaman (M. 610 Ramazan) Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ebu Be­kir, Zeyd b. Harise, Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkas, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. el-Avvâm, Ebu Ubey-de b. el-Cerrah, Said b. Zeyd, Erkam b. Ebil Erkanı, Habbab b. el-Eret, Abdullah b. Mes'ud, Mus'ab b. Umeyr, Suheyb b. Sinan, Âmir b. Füheyre, Ebu Fükeyhe, Bilâl-i Habeşî, Ebu Zerr-i Gıfârı, Yasir-Sümeyye ve oğulları Ammar'ı ilk müslümanlar arasında görüyoruz. Öte yandan Ebu Cehil, Ebu Leheb, Umeyye b. Halef, Velid b. Mugîre, Utbe b. Rebia, Ukbe b. Ebî Muayt, Hakem b. Ebi'l-As, Nadr b. Haris, Ebu Süfyan gibileri ise müslümanlığın kitlelere ulaşmasını önlemek için her tedbire başvuruyorlardı.

Bilal-i Habeşî, Yasir-Sümeyye gibi zayıflara caydırıcı bir yön­tem olarak işkence; Hz. Ebu Bekir, Osman, Talha, Zübeyr, Sa'd b. Ebî Vakkas gibi güçlülere karşı akraba muhiti içinde hoşgörüsüz­lük, yalnızlığa itmek ve kısmen eziyet uygularken, daha sonra her iki zümreyi de hedef alan sosyal boykot, iktisadî abluka uygulu­yorlardı. Bu sistemli engellemelerden Hz. Peygamber de hissesi­ne düşeni almış; Ka'be avlusunda boğulmak istenmiş, geçeceği yollarda taciz edilmiş, evi taşlanmış, sürekli rahatsızlığa uğra­mıştır. Böylece müslümanlar henüz ilk yıllardan itibaren Mekke site devletinin otoritesi ile karşı karşıya gelmişlerdir. Dârun-nedve denilen parlamentoda müslümanlarm aleyhine pek çok ka­rar alınmıştır.

Bi'setin yedinci yılında müslümanlara karşı iktisadî abluka, ıctimâî boykot; bi'setin onuncu yılında Tâif ten dönerken Hz. Peygamberi ülke sınırları içine koymama ve bi'setin onüçüncü yılında Hz. Peygamber hakkında ölüm kararı almış olmaları bunlardan sadece birkaçını oluşturmaktadır.[2] "Sikâye, eî-Ukâb, Rifâde, Nedve, Ka'be anahtarlarını taşıma, Şûra, Eşnak, Kubbe, Sifâre, Eysar-Ezlâm, Emvâl-i Muhâcere" gibi Daru'n-Nedve'ye bağlı birimler bütünüyle islâm'ın ve müslümanlann aleyhine ça­lışıyordu. Bunun bir sonucu olarak, bi'setin beşinci ve altıncı yılla­rında yaklaşık 105 müslüman Habeşistan'a göç etmek mecburiye tinde kalmıştır.[3]

 

Birinci Bölüm


İSLÂMÎ İDARENİN OLUŞUMU


I. Mekke'de Siyasî/İdarî Faaliyetler
 

Mekke siyasî otoritesinin islâm'a karşı bu acımasız savaşı çok erken dönemde Hz. Peygamberi, mukabil bir siyasî teşkilât kur­maya sevketmiş olmalıdır. Son devir islâm tarihi araştırmacıla­rında bu tespit giderek yoğunluk kazanmaya başlamıştır. IVfeselâ Muhammed Hamidullah'ın en son ulaştığı kanaat bu istikamette­dir. O, bir devlet için bir yönetici (başkan), millet, organizasyon, toprak ve kanunun gerektiğini belirttikten sonra şöyle diyor: "Hz. Peygamber (s.a.v.) ilk vahiyden itibaren bunlarla meşgul oldu. Toprak açısından baktığımızda başlangıçta o devlet içinde bir devlet gibiydi. Yani her Mekkeli müslümamn evi islâm devletinin topraklarından bir parça idi".[4]

Muhammed Hamidullah Bey'in bu görüşünü Mekke döne­minde teşekkül etmiş bir devlet şeklinde anlamamak lâzımdır. Bunu, "Olayların gidişinin Rasûl-i Ekrem'i müstakil bir siyâsî or­ganizasyonu düşündürmesi" tarzında algılamanın daha uygun olacağı kanaatindeyim. Ancak bu düşüncenin, kuvveden fiile dö­nüşmesi için şartların oluşması beklenecektir.

Öyle anlaşılıyor ki, islâm'ın fert ve toplumla ilgili amaçları bunu gerçekleştirmeyi plânlayan bir devleti zaruri kılıyordu. Müslümanların maddî-manevî varlık ve değerlerim koruyup ge­liştirebilmeleri uygun devlet kurumlarına ihtiyaç hissettiriyordu. [5]

 

II. Akabe Biatları ve Hicret
 


A-Akabe Biatları
 

Islâmî idareye giden yolda Akabe biatları ve Hicret iki önemli dönüm noktasıdır. Şöyle ki: Hz. Peygamber bi'setin 11. yılı (M. 620) Mina ile Mekke arasında Mekke'ye yaklaşık 3 km. uzaklıkta­ki Akabe'de Hazrec kabilesinden altı kişi ile karşılaştı. Onları islâm'a davet etti. Onlar da müslümanlığı kabul ettiler. Peygam­berliğin 12. yılı (M. 621) vuku bulan Birinci Akabe Biatı'na katılan 12 kişiden 10'u Hazrec, 2'si de Evs'e mensuptu. Sözkonusu 12 kişi, "Allah'a ortak koşmayacaklarına, O'nun emirlerine boyun eğecek­lerine, hırsızlık yapmayacaklarına, yalan söylemeyeceklerine, if­tira etmeyeceklerine, hiçbir hayırlı işte Peygamber'e muhalefet etmeyeceklerine, genişlikte ve darlıkta sözlerinden dönmeyecek­lerine" and içtiler.[6] Bu esnada Mekkeli genç bir müslüman olan Mus'ab b. Umeyr'in Öğretici ve mürşid olarak Medine'ye gönderil­mesi ve Medineli ilk müslümanîardan Es'ad b. Zürare'nin deste­ğiyle bir yıl içinde oldukça başanh'bir eğitim-öğretim faaliyetini gerçekleştirmiş olması îslâmî kurumlaşmada çok mühim sayıl­maktadır.[7]

Peygamberliğin 13. yılı (M. 622) ise, daha çoğu Hazredi ve iki­si de kadın olmak üzere 75 kişi ikinci Akabe Biatı'nda, "Allah'a ve Rasûlüne iman, Allah ve Rasûlünün emirlerim yerine getirmek, namaz, zekât, insanlardan gelebilecek kınamalara aldırış etmek­sizin hakkı söylemeye devam, emr bi'1-ma'ruf, nehy ani'1-münker (iyiliği yayıp kötülüğü önlemek), muhtaçlara-yoksullara yardım, şahıslarını ve aile fertlerini her sıkıntıya karşı korudukları gibi Hz. Peygamber1 de korumak" hususunda ve "istikbalde mallarının ve canlarının telef olması pahasına sözlerinden dönmeyecekleri­ne" dair and içtiler[8] Hz. Peygamber de onlara, "Sizin kanınız be­nim kanım, ben sizdenim, siz de bendensiniz. Siz kiminle savaşır­sanız ben de onunla savaşırım, kiminle barış içinde olursanız ben de onunla barışırım" diye teminât verdi. Bunu müteakiben Rasûl-i Ekrem, onlardan kabile temsilcilerini seçmelerini istedi. Bunun üzerine Hazrec grubu dokuz, Evs grubu da üç reis (nakib) seçtiler. Hz. Peygamber bunların reisliklerini onayladı. Es'ad b. Zürare'yi de genel başkan (reisü'r-Rüesa/nakîbü'n-nükebâ) yaptı. Böylece Medine toplumunun teşkilâtlandırılması ile müstakbel islâm devletine güçlü bir adım daha atılmış oluyordu. Medineli bu ilk müslümanlarm, her fedakârlığı göğüsleyerek and verişine karşı cennete erişecekleri Kur'ân-ı Kerim'de bildirilmiştir.[9] Az sayıda hanım, ikinci biatta, bizzat hazır bulunup and vermişler, Medineli diğer islâm hanımları da şimdilik seçilen reislere itaat edecekler, hicretten sonra da Rasûlullah'a and vereceklerdir.[10]

Akabe Biatlan aynı amaçta kaynaşan, kafa ve gönülerini aynı bilgi ile besleyip aynı heyecanla dolduran cesur ve inançlı bir top­luluğun oluşumuna yol açmış, birlik ve dayanışmanın devlete giden yolda ne kadar mühim bir unsur olduğunun tarihî delili olmuş; büyümenin,güçlenmenin, teşkitâtlanmanın köşe taşım oluşturacak olan hicretin temelini meydana getirmiş, müslüman-lara yepyeni bir vatan ve devlet müjdelemiştir. Nitekim bu biatlar sonunda Hz. Peygamber, Mekkeli müslümanlarm Medine'ye hic­ret edebileceklerini bildirerek şöyle buyurmuştur: 'Artık, sizin hicret edeceğiniz şehrin iki kara taşlık arasınçLa hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi... Mekke'den çıkmak isteyenler Medine'ye gitsinler, orada müslüman kardeşleriyle birleşip kaynaşsınlar. Hak Teâlâ onları size kardeş yaptı. Beldelerini de sizin için güven ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı."[11]

 

B- Medine'ye Hicret
 

Mekkeli müslümanlar peyderpey Medine'ye göç etti. Hz. Pey­gamber de Hz. Ebu Berir'le birlikte Medine'ye ulaştı. Sevr mağa­rasında 4 Rebiülevvelinde başlayan yolculuk, 12 Rebiülevvelinde Küba'da sona ermişti.(M.622).

Bu yer, o zaman için Medine'ye yaklaşık üç kilometre mesafe­de bir köydü. Dolayısıyla Hz. Peygamber, şehre girmemişse de Medine'ye gelmiş sayılırdı. Hz. Peygamber Küba'da Külsum b. Hidm'in evinde misafir kaldığı süre içinde islâm tarihinde ilk hür kalışın ve camia olarak istiklâline toprak ve insan unsuruyla sahip olabilmenin hayırlı bir meyvesi olarak Küba mescidini bina etmiştir.[12] Nihayet bir cuma günü Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Medine'ye girmek üzere hareket ettiğinde Benî Salim b. Avf yurdundan geçerken Ramına Vadisi'nin ortasına varıldığında islâm tarihinin ilk cuma namazım kıldırdı, ilk hutbesini irâd etti.[13]

Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde, Ebu Eyyub el-Ensârî (r.a.)'nin evinde yedi ay misafir kaldı. Bu süre içinde Mescid-i Nebî'yi inŞa etti ve bitişiğinde yapılan odalara (Hücre-i Saadet) taşındı. Ayrıca Hz. Peygamberin hicretten sonraki ilk aylarda selâmlaşmak, muhtaçları gözetmek, akrabaya yardım ve ideal be­raberliği olanlar arasında ziyaretleşme gibi sosyal içerikli uygula­maları siyasî-idârî teşkilâtlanmanın mevcudiyeti için şart olan sağlıklı insan unsurunun oluşumu doğrultusunda yararlı sonuç­lar vermiştir.[14] Keza bu süreç içinde toplumu olgunlaştırıp gelişti­ren bir faktör olarak Muhâcirûn-Ensâr arasında muâhât (kardeş-leşme) gerçekleştirilmiştir. Bu, başlangıçta birbirlerine miras almayı doğuracak kadar mühim bir gelişmedir.[15] Hicretten yakla­şık beş ay sonra gerçekleştirilen bu kardeşlik tesisi, Medine, islâm toplumunda bütünleşmenin sağlanmasında ve o günkü sosyo-kül-türel-ekonomik problemlerin çözümünde kayda değer olumlu ge­lişmelerin başında gelir. Hz. Peygamberin bu iki zümre arasında gerçekleştirdiği muâhât'ın "hılf denilen cahiliye âdetinin ortadan kaldırılması, Muhacirlerin Medine'ye intibaklarının sağlanması, onlara maddî destek imkânları araştırılırken bunun manevî bir kardeşlikle desteklenmesi, yardım görenlerde doğabilecek psiko-jik ezikliğin giderilmesi, güçlüklere sabırla samimiyet ve tecrübe kazanan Muhacirlerin Ensâr'a öğretmen, Ensâr'm da onlara öğ­renci kılınarak eğitici bir hareketin programlanması, ashâb ara­sında ortak zevklerin yaygınlaştınhp seciye ve karakter beraber­liğinin sağlanması; inkarcı, münafık ve yahudi fitnesine karşı ümmet arasında dayanışmanın temini" gibi hikmetleri vardı. Böylece teşkilâtlanmanın dayanacağı halk unsurunu biraz daha kaynaştırmış oluyor; rabıta olarak da iman ve ülkü birliğini Ön plana çıkarıyordu.

1. Hicrî yıl itibariyle Medine'de mevcut olan on bin kişiden bin beşyüzünün müslüman olduğu düşünülürse, geri kalan nüfus he­nüz islâm'a girmemiş putperest Araplarla Yahudilerden oluşu­yordu. Mevcut sayıdan bin kadarı münafıktı. Bir de başta Mekke müşrikleri olmak üzere müslümanlar aleyhine kışkırtılan kırsal alan putperestleri vardı. Bilhassa Mekkeli putatapıcılar hem kır­sal alan putatapıcılanyla, hem Medine'deki münafıklarla ve Ya­hudilerle, hem de ilerleyen zaman içinde Hayber Yahudüeriyle müslümanlar aleyhine geniş bir düşman ittifakı oluşturma çaba­sına girişeceklerdi. Bu durumda Medine'de filizlenmeye çalışan îslâm toplumu içten ve dıştan çeşitli engellemelerle ve problem­lerle karşı karşıya idi.

Müslümanların Mekke'de siyasî otoritenin hem karar, hem de icra organı durumunda olan Dâru'n-Nedve'den çeşitli baskıla­ra ilaveten, hicretten sonra karşılaştığı yeni şartlar ve Medine'de önceki durum itibariyle Evs, Hazrec, Benî Kaynuka, Benî Nadir, Benî Kureyza ilişkilerinin son derece kaygan bir zeminde yürü­mesi gibi hususlar Hz. Peygamberi teşkilâtlanma faaliyetlerini hızlandırma konusunda düşündürmüş olmalıdır. Bu durumda siyasî otoritenin belirlenmesi, Muhâcirûn ile Ensâr'm taban alı­narak gayr-i müslimlerin de bir kanun dahilinde yükümlülük altı­na sokulması elzem duruma gelmişti. Esasen geçmiş tecrübeler, sosyal ahlâka riayeti sağlayabilmek için dünyevî yaptırımların gerekli olduğunu ortaya koymuştu. Yalnızca ahlâkî talimat ve öğüt yeterli olmuyordu.

Bunun dışında ülkede, îslâmî kavram ve anlayışlara göre dünyevî bir başkanın fonksiyonlarını icra edecek herhangi bir kimse de bulunmuyordu. Bu arada islâm'ı gereği gibi bilen başka biri yoktu. Ayrıca tarih şunu gösteriyordu ki, devlet başkanları ve çeşitli kademelerdeki idareciler, izinden gidecekleri Örneklere muhtaç olagelmişlerdir. Üstelik o devrede insanlık âlemi gerek dinî, gerekse sosyal alanda ıslahat ihtiyacı içinde kıvranmakta idi, Şayet her şey mutlak yetkileri elinde tutan devlet başkanları­nın keyif ve takdirine bırakılan bu durum, insanlığa anarşiden daha beter bir kötülük bulaştırabilirdi.[16] Bu münasebetle Hz. Peygamber bu aşamada halli zaruri siyasî meselelerle ilgilenme­ye koyuldu.

Kendisi ile mü'minlerin karşılıklı hak ve vazifelerinin belir­lenmesi, şehrin müslüman olmayan Arap ve Musevî kesimi ile an­laşma yapılması, ülkenin tarif ve tanzimi —harp ve siyasî ilişkiler de dahil— yabancılarla münasebetlerin düzenlenmesi, bu yeni ülkede oluşan siyasî topluluk mensuplarının devlet iktidarının temsilcisi durumunda olan Hz. Peygambere, malî, kazaî ve askerî ilişkilerinde sahip oldukları haklar ve vecibelerin gösterilmesi ge­rekiyordu, îşte bu ve diğer zaruret ve ihtiyaçlar O'nu siyâsî ve idarî hayatın organizesini de üzerine almaya şevketti. Müslüman ve gayr-i müslimlerle danışmalar yaptıktan sonra Hz. Enes'in evinde toplanarak kurmaya karar verdikleri site-devletin anaya­sasını kaleme aldılar. Bu hukukî metin, bir devletin başı tararın­dan vazedilip yürürlüğe konulmuş bir anayasa oluyordu.[17]

Bu yasanın kendi kendisini "Kitâb" (Yazıt) olarak isimlendir­mesi ve baştan sona ele alındığında sekiz defa "Sahîfe" (varak, ve­sika, yazılı kanun) diye tavsifi "uyulması gereken yazılı kaideler manzumesi" doğrultusunda bizi düşündürmektedir (bk. md. 1, 22, 36, 39, 42, 46, 47). Esasen bu isimlendirmenin Kur'ân-ı Kerim'de geçen ve peygamberlere indirilen ayetlerin teşkil ettiği "Kitâb ve Sahîfe'leri çağrıştırması bağlayıcı yüksek hukuk kaideleri fikrine yol açmakta, neticede insanların siyasî-idarî münasebetlerini dü­zenleyeceği bu kurucu anayasanın itibar ve önemi ortaya çıkmak­tadır.[18]

"Kitab"m ilk maddesinde "Kureyşli ve Medineli müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla, onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için hazırlandığı ve bu zümrelerin diğer insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ettiği" belirtil­mektedir (md. 1,2). Buna göre, hayat tarzları pek farklı, kendi ara­larında kavgalı kabilelerin yanı sıra, müslümanlarla ne din, ne sosyal hayat, ne de riyasette herhangi bir ortak tarafları bulunmayan Yahudi kabilelerinden teşekkül etmesi dolayısıyla bazı araştırmacılar kurulmakta olan devlete ilk yıllar itibariyle "Medi­ne Birleşik Devleti"[19], "Konfederasyon"[20] tabirini kullanmakta­dırlar. Daha sonra Yahudiler ayrılacak ve müstakil olarak islâm devleti gelişecektir.

47 veya 52 madde tarzında farklı iki tasnifi yapılan "Sahîfe" nin, devletin unsurları ve fonksiyonları açısından önemli madde­ler ihtiva ettiği görülmektedir. Vesikaya göre;

Yesribli müslümanlarla gayr-i müslimler dış tehlikeler karşı­sında bir araya gelme ve askerî katkı yükümlülüğü almışlardır (md. 18,24, 36, 37, 38,47).

Ülke unsuru üzerinde durulmuş, şehir devletlerinin dokunul­maz ve kutsal sayılan arazisi ve sınırları özel bir dikkatle belirtil­miştir, (md. 39).

İnsan unsuru yeni bir yapıya kavuşturulmuştur. O zamana kadar yarımadada kan durumuna dayanan determinist ve kabile­ye dayalı bir sosyal yapı anlayışı varken insan olgusuna ve onun seçimine dayanan bir yapı öngörülmüştür. Buna göre dili, ırkı, di­ni ne olursa olsun, sırf insan olması itibariyle bu siyasî yapıya üye olan kişiler haklar kazanma, sorumluluklar yüklenme imkânına sahip olabilmektedirler (md. 1, 2,16, 25). Hem o günkü hem de bu­günkü dünya için bu anlayış-fevkalade yeni ve ilginç bir gelişme sayılmalıdır.

Gayr-i müslimlere kendi hukuk esaslarına uyma imkânı ve­rilmekle (md. 25, 42), vesikaya dahil olanlara adlî muhtariyet ta­nınmakta, ancak tarafların üzerinde anlaşamadıkları bir dava­nın çözümü için nihaî hal mercii olarak Hz. Peygamber'e başvura­cakları belirtilmektedir (5md. 23, 42).

Keza bu vesika ile ortak ümmeti (milleti) oluşturan üyelerin malî yükümlülükleri gösterilmiş (md. 3,12, 37); bir savaş duru­munda kumandanlık meseleleri ve ilgili malî yüklerin nasıl karşı­lanacağı hususu belirtilmiştir (md. 17, 23, 24, 36, 37, 38).

Vesika'da mü'minlerin bir cemaat teşkil ettikleri belirtildik­ten sonra, her işte dayanışma içinde oldukları, hak ve görevlerde ortak prensiplere bağlı bulundukları vurgulanmakta, Medine'deki bütün kabileler ayrı ayrı sayılarak hepsinin ortak ödemelere, mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet um­delerine göre katılacakları ifade olunmaktadır, (md. 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9,10, 11). Ayrıca, mü'minler içlerinden hiçbirini borca batmış bir durumda bırakmayacaklardır (md. 12), birbirlerinin aleyhine herhangi bir anlaşma yap m ac aklardır (md. 12/b). "Takva sahibi mü'minler, kendi aralarında mütecavize ve haksız bir fiil îkâını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü'minler arasında bir karışıklık çıkarma kastını taşıyan kimse­ye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır" (md. 13).

"Bu sahifenin muhteviyatım kabul eden, Allah'a ve âhiret gü­nüne inanan bir mü'minin bir katile yardım etmesi ve ona sığına­cak bir yer temin etmesi doğru değildir; ona yardım eden veya sığı­nacak bir yer gösteren, kıyamet günü Allah'ın lanet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden, ne bir para tediyesi ve ne de bir taviz alınacaktır" (md. 22). Keza vesikada egemenlik prensibi (md. 23, 42) (izerinde durulmuş, eşitlik kavramına dair kayıtlar dercedilmiş (md. 14,15,17), içtimaî sigorta anlamına ge­lebilecek düzenlemelere yer verilmiş (md. 3,11, 37/b), teşri ve icra selâhiyeti (md. 23, 42) ortaya konulmuş, anayasanın bağlayıcı ni­teliğine (md. 17, 33, 37, 46, 47) değinilmiş, dış münasebetler (md. 34, 35, 40, 43, 45/a) üzerinde durulmuş, anayasa denetim meka­nizmasının (md. 42, 46, 47) nasıl işleyeceği belirtilmiştir.[21]

Sahife'nin son maddelerine göre, kurulmakta olan devletin vatan topraklarını oluşturan Yesrib herhangi bir düşman hücu­muna karşı hem müslüman, hem de yahudilerce müdafa edilecek­tir (md. 44). Bu sahife'de yazılı olan kanun maddelerine aynen uyulacaktır, kesinlikle bu kitap (yazı) devlete karşı haksız bir fiili îkâ eden ve cürüm işleyeni himaye etmez. Allah ve Rasûlünün hi­mayeleri bu sahîfe'yi tam bir sadakat içinde koruyan kimseler üzerine olacaktır (md. 46, 47).[22]

Hülasa bu vesika (Sahîfe, Kitâb), amme hukuku ile ilgili ko­nularda düzenleyici kurallar getirmekte, devlet iktidarım teşkil ve tesis etmekte, genel hatları ile kaza ve icra fonksiyonlarını ele almaktadır. Yani gerek iktidarın, gerekse tebeamn hakları ve ve­cibeleri Özetle belirtilmektedir. Bu vesika önceki devirlerle kıyas­lanınca, bilhassa dayandırıldığı insan unsuru itibariyle (siyâsi ümmet kavramına açıklık getirmesiyle), inanç hürriyetinin ilânı ve farklı dinlere hürmetin benimsenmesiyle, siyasî otoritenin ve tebeamn uymaya mecbur olacağı yazılı bir kanuna sahip bulun­ması itibariyle başlı başına bir inkılab teşkil etmekte, îslâm amme hukuku gelişiminin sosyal ve tarihî değerlendirmesinin ya­pılmasında çok önemli bir temel taşı oluşturmaktadır.[23]

 

III. İdarî Teşkilatlanmanın Kaynağı
 

Asr-ı Saadeti 610-632 yılları arasında geçen zaman dilimi ola­rak düşünmek gerekirse, bu safhada teşkilâtlanmanın kanun kaynağı her şeyden önce Kur'ân-ı Kerim (ilâhî vahiy) ve onun uy­gulayıcısı durumunda olan Hz. Peygamber'dir.

Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet'te başta, geçmiş peygamberler dev­rinde yaşanmış olaylar olmak üzere Eski Mısır'da Firavunlar dev­ri monarşilerine ve îsrailoğulları'na atıfta bulunularak mevcut islâm devleti mensuplarına iyi örneklerden yararlanma, kötüler­den ise kaçınma ibretleri sergilenmiştir.[24] Keza Kur'ân-ı Kerim'de hakimiyetin Allah'a ait olduğu vurgulanmaktadır. (Al-i Imrân, 3/26). Söz konusu bu hâkimiyet önünde bütün insanlar eşittir, Ka­nun koyma yetkisi Allah'a aittir, Allah'ın emir ve iradesinin üs­tünde bir emir ve irade bulunamaz. Allah insanları yeryüzünde halife olarak yaratmıştır.[25] insanlar bu sıfatla yeryüzünde O'nun hakimiyetini sağlayacaklardır. Dolayısıyla ilahî iradeye aykırı şeylere itaat edilmez.

Kur'ân-ı Kerim'de islâm devleti ile ilgili diğer bazı prensipler Şöyle sıralanabilir: Yeryüzünde düzen ve istikrarın[26] Hakk'a tesli­miyet ve kanuna itaatin,[27] kanun hakimiyetiyle adaletin sağlan­ması ve bu yolla hukuk devletinin ikamesi,[28] toplumun ıslahı ile

(Islâmî ölçülere göre sosyal hayatı ayakta tutacak tüm hukukî, ahlâkî ve ekonomik) değerlerin korunması (emr bi'1-ma'ruf, nehy ani'l-münker: iyiliğin yayılması, kötülüğün önlenmesi), danışma (müşavere),[29] sosyal adaletin gerçekleştirilmesi,[30] îslâmî ölçülere göre devletler arası ilişkilerin kurulması,[31] dinî hoşgörü ve hürri­yet (yani belli bir din kabul ettirmek için insanlara baskı yapılma­ması),[32] İslâm devletinin bütün insanlara açık olması.[33]

Kur'ân-ı Kerim'in devlete ve toplumun yönetimine ilişkin or­taya koyduğu bir temel prensipler muvacehesinde insanların kanun yapma bakımından işlevleri, bilim adamlarının tabiat ka­nunlarım keşf için çaba göstermelerine benzetilmiştir. Buna göre müslüman bilginler Allah tarafından konmuş bulunan kanunları vahiy kaynağına başvurarak ictihad etmek suretiyle ortaya çıka­racaklardır.[34] Nitekim bu konuda da ilk örneği Hz. Peygamber vermiş ve hakkında vahiy gelmeden problemleri ictihad ile çöz­müş ve böyle olması gerektiğini ashabına da öğretmiştir. [35]

 

İkinci Bölüm


İDARÎ TEŞKİLATLANMANIN UNSURLARI


Bir devlet için yönetici, millet, teşkilâtlanma (organizasyon), toprak ve kanun gerekir. Hz. Peygamberin hayatında bunlar ger­çekleşmiş ve kendisi bir peygamber olmanın ötesinde, aynı za­manda kurduğu devletin başkanı olmuş ve devletle ilgili olarak yukarıda sıraladığımız îlahî prensileri uygulamaya koymuştur. O, asayiş, güvenlik ve sosyo-ekonomik hayatın îslâmî hedefler doğrultusunda geliştirilmiş, islâm öğretim ve eğitiminin planlan­ması, vergilerin toplanması ve benzeri gayelerle valiler, hakimler, (kadılar) vergi memurları (âmiller), öğretmenler (mürşidler, mü-belliğler) görevlendirmiştir.

Şimdi Hz. Peygamberin idarî hayatla ilgili uygulamalarına ipuçları halinde değinmek istiyoruz: [36]

 

I. Adalet Mekanizması
 

Hakimin adaletle hükmetmesi esastır. Adaletin ortaya çık­ması için her çabaya başvurur, adam kayırmaz, iltimas etmez. Zi­ra "Allah adaletli hâkimlerle beraberdir"[37] Bunun için de hakim­ler Kur'ân ve Sünnet'den hüküm çıkarma (ictihad) hususunda mütehassıs ve takva sahibi kimseler arasından seçilirdi. İçtiha­dında isabet eden hakime iki ecir, yanılana ise bir ecir vardır.[38] Çünkü gerçeği ortaya koymak için iyi niyetle çaba sarfetmiştir. Hakim, delillere göre hükmeder, dolayısıyla onun hükmüyle bir haram asla helâl olmaz. Bu sebeple yalana şahitlik ve asılsız delil ileri sürmek şiddetle yasaklanmıştır. Hakimi yanıltarak hakkı ol­madığı halde lehinde hüküm çıkartan kişinin eline geçen için Hz. Peygamber, "O, ateşten bir parçadır" buyurmaktadır.[39] Hâkim muhakeme esnasında bütün dikkatini ona sarfedecektir, sorum­luluk şahsîdir. Fiillerde niyet dikkate alınır, her fert adliye önün­de eşit haklara sahiptir. Hâkimin sinirli iken hüküm vermemesi iyi sayılmıştır. Rüşvet vermek, almak gibi haram kılınmıştır. Maznunun suçu işleyip}işlemediği konusunda açıklık yoksa af ci­hetine gidilir. Cezalandırmak değil, affetmek esastır. Bu sebeple, suç sabit değilse dava beraatla sonuçlanır. [40]

 

II. Bürokrasi
 

Hz, Peygamber, halkın işlerinin hızla ve kolaylıkla yürütül­mesini prensip ediniyordu. "Kolaylaştınnız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!"[41] talimatını bu amaçla vermiş­ti. Hz. Peygamberin yapmış olduğu bir duası bu açıdan çok ilginç­tir: "Allah'ım! Her kim ümmetimin işinden bir şeyi üzerine alır da onlara meşakkat verirse, Sen de ona meşakkat ver! Her kim de üm­metimin işlerinden bir şeyi üzerine alıp onlara lütuf ve merhamet­le muamele ederse, Sen de ona lütuf ve merhametle muamele yap!"[42] Hz. Peygambere göre halk hizmetlerinin yürütülmesi bir tür sosyal cihaddı, Görevliler de bunu yürüten, muhakeme ve ieti-had kabiliyetine sahip,[43] bilgili, becerikli, dirayetli, anlayışlı, sempatik, güleryüzlü, hoşgörülü, iyi niyetli, kişilerden seçiliyor­du. Bir göreve ısrarla gelmek isteyen bundan engelleniyordu. Çünkü ihtiras, kişinin görevini kötüye kullanmasını, rüşveti ve iltiması doğurabilirdi.[44] Hz. Peygamber bu konuda şu talimatı vermiştir: "Bir devlet memuriyetini (ısrarla) istemeyiniz. Zira şa­yet senin isteğin üzerine bu iş sana tevdi edilecek olursa,sen bu iş­teki kifayetsizliğinden dolayı sorumlu tutulursun; böyle olmayıp da sen istemeksizin bu iş sana tevdi edilecek olursa yardıma erişti­rilirsin!"[45]

Hz. Peygamber, devlet idaresinde istihdam edeceği kişilerde becerikliliğe ve liyakatli olmaya o kadar önem vermiştir ki, ilk müslümanlar arasında olmakla bilhassa takva konusunda müm­taz bir sahabî sayılan Hz. Ebu Zerr-i Gıfârî'nin valilik isteğini geri çevirmiştir. Çünkü hadisteki ifadeye göre o, hizmet yelinde otori­teyi sağlamak konusunda zayıf kalacak ve başarısız olacağı için hizmetler aksayacak, neticede hem dünyevî ziyan, hem de uhrevî hüsran doğacaktı.[46] Bu durum Kur'ân-ı Kerim'de yer alan "emânetlerin ehline verilmesi"[47] prensibiyle yakınen ilgilidir. Ni­tekim Rasûl-i Ekrem de çeşitli idarî kademe ve hizmetleri emânete benzetmiş ve, "... iş ehil olmayana verildi mi, kıyameti bekle!" demiştir.[48] Hz. Peygamber istihdam ettiği bir devlet me­murunun ihtiyaçlarını hazineden karşılıyor ve yetecek kadar da maaş veriyordu. Memura, aile fertleriyle rahatça kalabileceği bir mesken sağlıyor, yani konut problemini hallediyor, ev işlerinde yardımcı olacak bir hizmetçi için tahsisat ayırıyor, işyerine gidip gelebilmesi için bir binit sağlıyordu, yani ulaşım problemini hafte-diyordu. Bunlar temin edildikten sonra, alınacak her kuruşun bir kusur, haddi aşmak ve hırsızlık sayılacağım, görev başında iş ta­kipçilerinden kabul edilecek hediyenin bile bir çeşit rüşvet sayıla­cağım söylüyordu.[49] Ayrıca iğne değerinde bir şeyi bile zimmetine geçirmenin kıyamet gününde bir hıyanet ve hırsızlık olarak karşı­sına çakanlacağım ifade ediyordu.[50]

Keza Hz. Peygamber, devlet memurlarının yüksek sorumlu­luk duygusuna sahip bulunmalarım ve adaletten ayrılmamaları­nı tenbih ediyor ve şöyle diyordu: "İnsanlar üzerinde yönetici olan kişi, bir güdücüdür ve güttüğünden sorumludur..."[51] Ayrıca, "Kendi ahali ve idarelerinde bulunanlarla ilgili hükümlerinde her zaman adalet edenlerin Allah katındaki kıymetlerinin büyük olacağını" müjdeliyordu.[52] "Zulmeden yöneticilerin ise cennete giremeyeceklerini belirtiyordu.[53]

Hz. Peygamber, mesaide verimliliğin, çalışanların huzur ve anlaşmasına bağlı olduğu görüşündedir. Nitekim O, Yemen tara­fına vali, öğretmen ve vergi memurlarını gönderirken, "... Birbiri­nize uyun, ihtilâfa düşmeyin!" diye sıkı bir biçimde tenbihte bu­lunmuştur.[54]

 

III. Ekonomik Hayat
 

Hz. Peygamber, üretici ve tüketici haklarının korunması, gü­venli alışveriş ortamının hazırlanması için ticarî hayatla ilgili ge­rekli tedbirleri de almıştır.

Medine'ye hicretten sonra islâm ekonomi kurallarının yürür­lükte olduğu bir müstakil alışveriş merkezinin teşekkülünü sağ­lamış, kendisi de sık sık giderek denetlemelerde bulunmuştur. Bir gıda maddesinin ıslak kısmını alta koyarak satmaya kalkışan bi­rini denetlerken, "..Aldatan kimse bizden değildir!" demesi meş­hurdur.[55]

Hz. Peygamber'in bu alanda uygulamaya koyduğu yeni pren­siplerden bazıları şöyle sıralanabilir:

Bir müslümamn pazarlığı üzerine pazarlık yapılmaması,[56] müşteri kızıştırmaktan kaçınılması,[57] üreticinin malının pazara intikalden önce ucuza kapatılmaması,[58] ticarette doğruluğa riayet,[59] el emeğine, kişisel çaba ile elde edilen kazanca önem ve­rilmesi,[60] satılan mal ile ilgili kusurların gizlenmemesi, olduğun­dan farklı bilgi verilmemesi, alışverişte karşılıklı güven duygusu­nun oluşturulması,[61] zengin tacirin takvadan uzaklaşmaması, dinî, içtimaî, malî sorumlulukların gereğini yerine getirmesi,[62] borcun bir ihtiyacı gidermek için alınması ve zamanında ödenme­si,[63] darda kalan iyi niyetli borçluya mühlet verilmesi,[64] malın sürümünü yalan yere yeminle artırmaya girişilmemesi,[65] helâl yoldan aynlmmaması (Ibn Mâce, Ticârât, 2), çalışan işçinin eme­ğinin, hakkı ne ise hemen ödenmesi,[66] aldatan tacirlerin günahkâr[67] ve dürüst tacirlerin öteki dünyada peygamberler, sıd-dıkler ve şehitlerle beraber olacağı[68] eksik tartıp yanlış ölçmenin toplumların helakine sebep olacağı,[69] spekülasyonun yasaklan­ması[70] vs.

Hz. Peygamber'in hiç şüphesiz iş hayatı, işi yürüten iş sahibi, işi yapan (işçi), malı satan (esnaf/tâcir), alan (tüketici), meyve, sebze ve hububat üreticileri (müstahsil), şirketler (ortaklıklar) vs. hakkında daha yüzlerce prensip ortaya koyduğunu ifade etmek gerekir.[71]

 

 

SONUÇ
 

Hz. Peygamberin hayatında idarî hayatın tüm tezahürünü ilk örnekler olarak görmek mümkündür. Yukarıda ilkelerini sıra­ladıklarımıza ilaveten mesela iç barışın, millî beraberliğin, sosyal tesanüdün sağlanması, eğitim-öğretim işlerinin organizesi, ge­rektiğinde savaşlar ve barış yapması (komutanlara liva: sancak, râye: bayrak vermesi), diplomatik münasebetlerin tesisi (Bizans, Habeşistan, Iran, Mısır'a elçiler gönderilmesi) de zikredilebilir.

Görülüyor ki Kur'ân-ı Kerim1 de idarî hayata dair umumî prensipler vazedilmiş, Hz. Peygamber de bunları uygulamıştır. Bu sebeple meseleye Asr-ı Saadet açısından baktığımızda, Hz. Peygamberin sağlığında "din ve devlet iç içeliği" sözkonusudur. Çünkü o dönemde ilâhî vahiy ve ondan mülhem olarak uygulama yapan Hz. Peygamber hem dinî hem de dünyevî hayatı tanzim et­mektedir. Dinî hayata vücud veren unsur ile dünyevî hayata şekil veren unsur aynıdır.

 

KAYNAKLAR
 

Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut, ts.

Algül, Hüseyin, İslâm Tarihi, I-III, İstanbul, 1986

Buharî, el-Câmiu's-Sahîh, İstanbul, 1315

Hamidullah, Muhammed, islâm Peygamberi (Çev. Salih Tuğ), is­tanbul, 1990

Hamidullah, islâm'da Devlet idaresi, (çev. Kemal Kuşçu), 5. bs., Ankara, 1979

Hamidullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, Beyrut, 1985.

"Hamidullah ile İslâm ve Devlet Üzerine", ilim ve Sanat, (Ocak 1993), sy. 34.

Ibn Hişam, es-Sîre (nşr. Mustafa es-Sekka-ve ark.), Kahire, 1355/1936

Ibnu'1-Esîr, el-Kâmil, Beyrut, 1385/1965.

Ibn Sa'd, Tabakât (Dâru Sâdır), ts.

Ibn Mâce, Sünen, Kahire, 1954.

Karaman, Hayreddin, "Kur'ân-ı Kerime ve Örnek Uygulamaya Göre Devlet", ilim ve Sanat (Ocak 1993), sy. 34.

Koksal, Mustafa Asım, İslâm Tarihi, istanbul, 1981

Ma'ruf Devâlibî, İslâm'da Devlet ve iktidar (çev. Mehmed S. Hati-boğlu), istanbul, 1985

Mansur Ali Nasıf} et-Tâc, (çev. Bekir Sadak), istanbul, 1965-1975

el-Mübârekfûrî, Safıyyurrahman, er-Rahîku'l-Mahtûm, Beyrut, 1408/1988

en,Nedvî, Ebu'l-Hasan, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Cidde, 1981

Sahîh-i Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercümesi (çev. Ahmed Naim-Kâmil Miras), 2. bs., Ankara, 1973.

oönmez, Abidin, Rasûlullah'ın Diplomatik Münasebetleri, İstan­bul, 1984.

Şirvânî, Harun Han, İslâm'da Siyâsî Düşünce ve İdare Üzerine Araştırmalar (çev. Kemal Kuşçu), istanbul, 1965

Tirmizî, el-Câmiu's-Sahîh, (nşr. A. Muhammed Şakır), Mısır, 1357/1938

Tuğ, Salih, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, istanbul, 1969

Tuğ, Salih, "Hicretle Gelen Devlet ve Anayasa Nizamı", Nesil Der­gisi Hicret Özel Sayısı, (Ekim-Kasım 1979).

Yazır, Elmalık Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, Eser Kitabevi, istanbul, ts. [72]


 


[1] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/143-144.

[2] İbn Hişam, es-Sîre (nşr. Mustafa es-Sekka ve diğerleri), I, 376 vd., II, 14, 60, 124 vd.; Îbnu'1-Esîr, et-Kâmil, II, 87,101-102; îbn Sa'd, Tabakât, I, 210 vd., 226.; Ebu'î-Hasan en-Nedvî, es-Sîretü'n-Nebeviyye, s. 119 vd., 122 vd.; Sa-fîyyürrahman el-Mübârekfûrî, er-Rahîku'l-Mahtum, s. 122 vd.

[3] İbn Hişam, age., I, 359 vd.; İbn Sa'd, age., I, 203. vd. d.; İbnü'1-Esîr, age, II, 76 vd.

Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/145-146.

[4] Muhammed Hamidullah ile İslâm ve Devlet Üzerine, İlim ve Sanat, (Ocak 1993), s. 11.

[5] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/147.

[6] İbn Hişam, age., II, 73-75; İbnü'1-Esîr age, II, 96.

[7] İbn Hİşam, age., II, 80; İbnü'1-Esîr, age., II, 98.

[8] İbn Hişam, age, II, 88 vd.; Îbnü'1-Esîr, age, II, 99; İbn Sa'd, Tabakât, I, 222 vd.; Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercümesi VIII, 251.

[9] Bk. Tevbe, 9/111.

[10] Bk. Mümtehine, 60/12, Tefsiri için bk. Elmalıh M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 4915 vd.

[11] İbn Hişâm, age, II, III; İbn Sa'd, Tabakat, I, 226.

Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/148-149.

[12] Bk. Tevbe, 9/108. Mescidin bina edilişiyle ilgili ayrıntılı bilgi için bk. İbn Sa'd, age., I, 235; îbn Hişam, age, II, 139; İbnü'1-Esîr, el-Kâmil, II, 107; Tecrîd-i Sarîh, X, 107 vd.

[13] İbn Hİşam, age, II, 146; İbnü'1-Esîr, age, II, 107; M. Asım Koksal, İslâm Ta­rihi, I, 17 vd.

[14] İbn Sa'd, Tabakât, I, 235.

[15] Daha sonra gelen bir ayetle mirasın hangi yakınlara verileceği belirtilmiş­tir. Bk. Enfâl, 8/75.

[16] Geniş bilgi için bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1,189, vd.

[17] Salih Tuğ, "Hicretle Gelen Devlet ve Anayasa Nizamı", Nesil Dergisi Hicret Özel Sayısı (Ekim-Kasım 1979), s. 40; Hayreddin Karaman, "Kur'ân-ı Ke­rime ve Örnek Uygulamaya Göre Devlet", îlim ve Sanat Dergisi (Ocak 1993), s. 7; Hamidullah, age, I, 189.

[18] Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1,191; Tuğ, agm, s. 41.

[19] Bk. Ma'ruf Devâlibî, İslâm'da Devlet ve İktidar, s. 46-49.

[20] Muhammed Hamidullah ile İslâm ve Devlet Üzerine", İlim ve Sanat Der­gisi (Ocak 1993), s. 11.

[21] Bk. Abidin Sönmez, Rasûlullah'ın Diplomatik Münasebetleri, s. 92.

[22] Anayasa metninin tamamı için bk. îbn Hişam, age, II, 147; Hamidullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, s. 57-62, İslâm Peygamberi, I, 202-210; Tuğ, agm, s. 35-42; Devâlibî, age, s. 45-49; Karaman, agm, s. 6-11; Hüseyin Algül, îslâm Tarihi, II, 130-201; Sönmez, age., s. 81-89.

[23] Tuğ, agm, s. 41; Karaman, agm, s. 8.

Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/149-155.

[24] Bk. En'am, 6/83-90; Tâhâ, 20/43; Yunus, 10/14,83; Kasas, 28/4; Bakara, 2/247; Enfâl, 8/53, Ra'd, 13/11, Hûd, 11/57.

[25] Nemi, 27/62; Bakara 2/30.

[26] Bakara, 2/205, 217; Enfal, 8/39; Hucurat, 49/9.

[27] Al-İ îmrân, 3/32, Nisa, 4/59.

[28] Bakara, 2/179, 216, Mâide, 5/44, 45, 47; Şûra, 42/15; Nisa, 4/58,135.

[29] Şûra, 42/36-39, ÂI-i îmrân, 3/159.

[30] Zâriyat, 51/19; Tevbe, 9/60,103, Enfâl, 8/41; Haşr, 59/7.

[31] Bakara, 2/193; Rahman, 22/39; Mümtehine, 60/1; Enfâl, 8/70; Kasas, 28/54.

[32] Bakara, 2/256

[33] Rûm, 30/22, Hucûrât, 49/13.

[34] Ayrıntılı bilgi için bk. Karaman, agm, s.8-11; Harun Han Şirvânî, İslâm'da Siyasî, Düşünce ve İdare Üzerine Araştırmalar, s. 19-31.

[35] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/155-156.

[36] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/157.

[37] Tâc,III, 115.

[38] Tirmizî, Ahkâm, 2/1326; Tâc, III, 127.

[39] Tirmizî,Ahkâm, II, 1339.

[40] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/157-158.

[41] Buharî, İlim, 11; Müslim, Cihad, 51.

[42] Müslim, îmâre, 19.

[43] Bk. Tirmizî, Ahkâm, 3.

[44] Bk. Buhârî,İcare, 1; Müslim, İmâre, 14.

[45] Müslim, İmâre, 13; Ebu Davud, İmâre, 2.

[46] M. Ali Nâsıf, Tâc, III, 81 vd., (Müslim, Ebu Davud).

[47] Nisa, 4/58.

[48] Tecrîd-i Sarih, I? 67/54; Müslim, İmâre, 16.

[49] Bk. îbn Lütbiyye hadisi/ müslim, İmâre, 26-29.

[50] Müslim, İmâre, 30.

[51] Müslim, İmâre, 20.

[52] Müslim, İmâre, 18.

[53] Müslim, İmâre, 21, Zekât, 91.

[54] Tâc, IV, 705.

Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/158-160.

[55] Müslim, îmân, 102.

[56] Müslim, Büyü, 9,11.

[57] Müslim, Buy», 9.

[58] Buharı, Büyü, 72; Müslim, Büyü, 7.

[59] Buharı, İman, 24; Müslim, İman, 106.

[60] Buharı, Büyü, 15.

[61] Buharı, Büyü, 19; Müslim, Büyü, 51.

[62] Müslim, Zühd, 11.

[63] Buharı, Zekât, 18.

[64] Buharı, Büyü, 18; Tirmizî, Büyü, 65.

[65] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 235.

[66] İbn Mâce, Ruhun, 4.

[67] Tirmizî, Büyü, 4.

[68] Tirmizî, Büyü, 4; Ibn Mâce, Ticârât, 1.

[69] Tirmizî,Büyü, 9.

[70] İbn Mâce, Ticârât, 6.

[71] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/160-161.

[72] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/162.