hafız_32
Mon 4 October 2010, 06:53 pm GMT +0200
ASR-I SAADETTE DİNLER VE GELENEKLER
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş
Ali Osman Ateş 1954 yılında Konya'da doğdu. Ladik ilkokulunu bitirdikten sonra Manisa İ.H.L.den mezun oldu. 1978 yılında Erzurum İslâmî İlimler Fakültesi Tefsir-Hadis bölümünden mezun oldu. 1983 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler En% titüsüne bağlı olarak doktora çalışmasına başladı. 1989 yılında "Sünnetin Kabul veya Reddettiği Ca-hiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri" konulu tez ile doktorasını tamamladı. 1985 yılında yine Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesine araştırma görevlisi olarak atandı. Halen aynı fakültede çalışmalarını sürdürmektedir. [1]
Giriş
ARABİSTAN'DA DİNLER VE YAYILDIKLARI BÖLGELER
Asr-ı Saadet olarak nitelendirilen Hz. Peygamber'in içinde yaşadığı dönem, Arap Yarımadası'nda ilk planda Müşrikler, Hanifler, Yahudiler ve Hristiyanlar göze çarpmaktaydı. Arap Ya-rımadası'mn kuzey bölümü olan Suriye-Filistin'de Hristiyanhk hakimdi. Bu bölgeler Bizans'ın himayesindeydi. Öte yandan Sasanîler, himayeleri altına aldıkları kuzeydeki Hîre hristiyanla-rına, rakipleri olan Bizans'a karşı Nasturî mezhebini telkin etmişlerdi. Arabistan'ın Yemen gibi güney bölgeleri ise zaman zaman Yahudilikle Hristiyanhk arasında el değiştirmiştir. Hıcâz gibi iç bölgelerde ise Müşriklik hüküm sürüyordu, ayrıca koloniler halinde yahudiler mevcuttu. [2]
1- Güney Arabistan
Tarihi belgelerden öğrenildiğine göre Güney Arabistan'ın eski dini, güneş, ay, yıldızlar gibi gök cisimlerine tapmaktan ibaretti. Başlıca gök tanrıları arasında Astar (Babil'deki İştar/Zühre), Vedd (Babildeki Sin/Ay), Nekruh (Zuhal veya Merih), Anbay (Babil'deki Nebo), Hol-Şems (Babil'deki Şamas/Güneş tanrıçası bulunmaktaydı. Güney Arabistan tanrılarının mahiyetlerini iyi anlayabilmek için, daha eski devirlerdeki Mezopotamya kavimlerinin tanrılarıyla karşılaştırmak gerektir.
Güney Arabistan tarihinin son dönemlerinde yer alan Him-yerliler'de, M. 6. yüzyıl başlarında önce Yahudiliğin daha sonra da Hristiyanhğm yayıldığım görmekteyiz. M. 630 yılma doğru da tüm güney Arabistan ve Yemen halkı İslâmiyet'i kabul etmiştir.
Yemen'de bulunan Yahudilerin, buraya ne zaman geldikleri hakkında ibranî kaynaklarında herhangi bir bilgi yoktur. Fakat onların Yemen'e Kayser Titus ile Kayser Hederyan'ın Filistin'e yaptıkları saldırılar sonrası geldikleri sanılmaktadır. İslâm tarihçilerinin kaydettikleri bir rivayete göre, Yemen hükümdarı Es'ad Ebu Kerîb doğu seferinden dönerken Yesrib'e (Medine) uğramış ve giderken burada bıraktığı oğlunun öldürülmüş olduğunu öğrenerek burayı yerle bir edeceğine yemin etmiştir. Fakat Benû Kurayza'ya mensup iki haham ona, bu beldeye son Peygamber'in hicret edeceğini, şayet bu beldeye saldırırsa kendisinin helake uğrayacağını söyleyerek onu fikrinden caydırmışlardır. Yemen Tübba'sı Es'ad Ebu Kerîb, daha sonra bu iki hahamın asıl dinini kabul ederek Yahudiliğe geçmiştir. Daha sonra da Yemen halkı toptan Yahudiliği kabul etmiştir. Es'ad Ebu Kerib'den sonra, küçük oğlu Zû Nuvâs (Zür'a) hükümdar olmuş ve Necrân bölgesinde bulunan hristiyanları Yahudiliğe davet etmiştir. Yahudiliği kabul etmeyen 20.000 hristiyanı, M.S.525'de Kur'ân-ı Kerim'de Uhdud olarak bahsedilen içi ateş dolu çukurlara atarak yakmıştır. Bu zulümden kaçarak kurtulan Devs Zû Saleban adlı bir hristiyan Bizans İmparatoruna giderek yardım istemiş, o da Habeş Necaşisi'ne bir mektup yazarak yardım etmesini istemiştir. Bunun sonucu olarak, Yemen Habeş istilasına uğramış ve buradaki yahudi hakimiyeti sona ererek, idare Habeşli hri s ti yanların eline geçmiştir.[3]
Habeş istilasından sonra Yemen'deki yahudiler kendilerini toparlayamadılar. islâm'ın burada yayılışı esnasında da herhangi bir mukavemetleri söz konusu olmadı. Sasanî valisi Bazan ile geniş bir halk topluluğu islâm'a girince Yahudiler de müslüman olmayı veya cizye vermeyi kabul etmişlerdir, islâm'ın ortaya çıktığı anda Yemen'de hiç yahudi olmadığı iddiası isabetli olmamalıdır. Çünkü kaynaklarımızda, Hz. Peygamber zamanında Yemen'de yahudüerin mevcut olduğuna dair rivayetler vardır ve zamanımıza kadar Yemen'de yahudiler mevcut olmuşlardır. Habeşlilerin Yemen'e saldırılarının başlangıcı M.S. 2. yüzyılın başlanna kadar gitmektedir, ilk zamanlar Yemen ve Tihame'nin bazı kısımlarını ele geçiren Habeşliler, daha sonraları Yemeni tamamen elde etmişlerdir. Habeşlilerin Hristiyanlığı Arap Yarımada sı 'nda yaymak maksadıyla, Roma imparatoru Büyük Kostantin'in (ö. 337) teşvikiyle saldırdıkları bilinmektedir. Bizans imparatorları nüfuz ve ticaretlerini genişletmek için bir vasıta olarak kullandıkları Hristiyanlığı Arap Yarımadası'nda yaymak için büyük gayret sarfetmişlerdir. Onların Necran ve Aden taraflarına papazlar gönderip "Necran Kabe'si" diye anılan bir manastır yaptırdıkları bilinmektedir.
Habeşlilerin Yemen valisi olan Ebrehe'nin, San'a'da, "El -kulleys11 adı verilen çok güzel bir kilise yaptırarak, bütün Arapların Mekke'deki Kabe'yi bırakıp buraya yönelmelerini istedi. Ancak Kinane oğullarından bir arap Ebrehe'nin bu teşebbüsüne karşı çıkarak, San'a'da bulunan el-Kulleys tapmağına girdi ve içine pisledi. Bu durumu öğrenen Ebrehe çok sinirlendi ve Kabe'yi yıkmaya and içti ve ordusunu alarak Mekke'ye doğru yola çıktı. Ordusunda Mahmud adlı bir de fil vardı. Böylece Kur'ân-ı Kerim'de bahsedilen fil vak'ası meydana geldi. (M. 570) Ebrehe'nin bu teşebbüsünün, Hristiyanlığı Arabistan'ın iç bölgelerine de yaymak maksadım taşıdığı düşünülebilir. Yemenliler daha sonra, Sasanî hükümdarı Anoşervan-ı Adil zamanında iranlıların hakimiyeti altına girdiler, iranlılar, din ve ibadet hususnda Yemenlilere karışmadılar ve zor kullanmadılar. Yemen'in iranlı valileri zamanla Hadramevt, Uman ve Bahreyn taraflarım da ele geçirdiler, iran'ın son Yemen valisi Bazan, H. 7/M. 629'da îslâmiyeti kabul edince Yemen'deki Iran hakimiyeti sona erdi. islâmiyet ortaya çıktığı zaman Güney Arabistan'da Hristiyanlık oldukça yaygın bir durumdaydı. Ancak Araplar arasında, Yahudilik ve Hristiyanlık geniş kitlelere intikal etmemiştir. Bunun sebepleri arasında Arapların putperestliği milli bir din olarak benimsemeleriyle, hürriyetlerine bağlı oluşlarının tabii sonucu olarak yabancı dinlere iltifat etmeyişleri gösterilebilir. Hristiyanlık Güney Arabistan'a Hicaz yolu ile Suriye, Habeşistan ve deniz yolu ile muhtelif kıyılardan hristiyan misyonerleri tarafından yayılmıştır.[4]
2- Kuzey Arabistan
İslâm'dan Önce Kuzey Arabistan'da Nabathlar, Palmirliler, Gassanîler, Hireliler ve Kindeliler'in devlet kurduklarım görmekteyiz. Nabathlar putperest olup, Zü'ş-Şera, Menat ve Kays adında üç büyük tanrıya tapmaktaydılar. Palmirliler de putperest olup 60 kadar tanrıları vardı. Bu tanrılar arasında Bal, Baalşemin, Bel, Beltis, Belhammon, el-Lât, el-Uzzâ ve el-Menât vardı. Neme-sis talih tanrısı idi. Arso ve Azizo da akşam ve sabah yıldızlarını temsil eden tanrılardı. Yarhibol güneş tanrısıydı. Gassanîler ise, Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Hireliler ise başlangıçta putperest idiler ve el-Uzzâ adlı putları meşhurdu. Miladî 6. asrın ikinci yarısına kadar hüküm sürmüş olan hükümdarları Münzir, esirleri el-Uzzâ'ya kurban ediyordu. Miladî 5. yüzyıl ortalarında Hire şehrinde Hristiyanlığın Nasturî mezhebine mensup bir topluluk meydana gelmişti. Hire hükümdarlarının, Hristiyanlığm misyonerlik faaliyetlerine karşı epeyce direndikleri anlaşılmaktadır, ilk olarak M. 563'de tahta çıkan Amr B. Hind'in Hristiyanlığı kabul ettiği bilinmektedir. Amr'm annesi Hind bir hristiyandı. Amr'dan sonra, el-Uzza putuna tapma adeti tekrar geri gelmişti. Daha sonra M. 586'da tahta geçen Nunıan b. Münzir Ebu Kabus Hristiyanlığa girdi. R. Dozy, Arabistan'ın her tarafında, Arapların Hristiyanlığı gerçek olarak değil, dış görünüş itibariyle kabul etmiş göründüklerini ileri sürmüştür. Hristiyanlığı kabul eden Hire hükümdarları, Hire şehrinde birçok kiliseler yaptırmışlardı. Kilise tarihleri, M. 410'dan beri Hire şehrinin bir piskoposluk merkezi olduğunu bildirmektedirler.
Hire hükümdarlarından Münzir b. Maissema, Sasanî hükümdarlarından Kubad (Saltanatı m. 488-531) tarafından Mazdek mezhebine girmeye zorlanmışsa da Münzir bunu kabul etmemiştir. Mazdek adlı biri tarafından kurulan ve mal, kadın ortaklığı ile hayvan kesme yasağına dayanan Mazdek mezhebinin Hire'de taraftar bulamadığı anlaşılmaktadır.[5]
3- Hicaz Bölgesi
Hicaz bölgesi denilen Mekke, Medine (Yesrib) ve Taif dolaylarından meydana gelen sahada ise, Yahudilerle Araplar yaşamaktaydı. Araplar, Mekke'de Kureyşliler, Medine'de Evs ve Hazrec, Taif te Sakif "kabilelerinden meydana geliyordu, içlerinde Hz.ibrahim'in getirdiği dine inanan ve "Hanif' olarak adlandırılan az sayıda kimse mevcut olmasına rağmen, Arapların çoğu putperestti. Hristiyanlara da rastlanmaktaydı. Hz. Peygamberin gönderildiği çağda, Mekke Arap putperestliğinin merkezi haline getirilmiş, Hz. ibrahim ve İsmail'in Allah'ın evi olarak inşa ettikleri Kabe bir putperest mabedine dönüştürülmüştü. Hz. ibrahim'in getirdiği Tevhid Dinini unutarak, tahrif eden, şirke bulaştıran Arap kabilelerinden herbirinin bir putu vardı. Bunlardan Huzeyl kabilesi Ruhat bölgesinde Suva adlı bir puta tapmaktaydı. Kelb kabilesi ise Dumetü'l-Cendel'de Vedd putunu benimsemişlerdi. Tay ve Mezhic kabilelerine mensup Cüreş halkı Yağus putunu ilah olarak kabul etmişti. Hemdan kabilesinin Hayvan boyu ise, Yemen'de Yauk putunu benimsemişti. Himyer kabilesinin Zü'1-Küla boyu da Nesir (veya Nesr) putunu seçmişti. Havlan boyunun da Umyanis adlı bir putu vardı. Milkan boyuna gelince, onların da Sa'd adında bir putları mevcuttu. Ayrıca Devs kabilesinin de bir putu olduğu bilinmektedir.
Kureyş kabilesi ise, Kabe'nin içinde bulunan Hubel adlı bir puta tapmaktaydı. Bu put, Mekke'nin hakimiyeti Huza'a kabilesinin eline geçtikten sonra, onların başkanları olan Amr b. Luhay tarafından Suriye'den getirilmişti. Amr b. Luhay'm Hz. ibrahim'in tevhid dini Hanifliği tahrif ederek, Araplar arasında putperestliği yerleştiren kimse olduğu bildirilmektedir. Hübel, kırmızı akikten yapılmış, insan şeklinde bir put idi. Bu putu, Peygamberimizin dedelerinden Kusay'm Kabe'nin içine aldığı kaydedilmektedir. Yine Kureyş kabilesi Zemzem kuyusunun yanında bulunan Isâf ve Naile adlı putlara da tapmaktaydı. Bunlardan başka Tâğut demlen tapmakları vardı. Bunlar Kabe'den ayrı olup sayıları yüz civarındaydı. Araplar bunlara da Kabe'ye gösterdikleri saygı gibi saygı gösterirlerdi. Bu tağutlarm "Sadin" ve "Hâcib" denilen bakıcıları ve kapıcıları mevcuttu. Fakat yine de Kureyş'e mensup araplar Kabe'nin bütün tağutlara üstün olduğunu bilirler ve Hz. İbrahim'in inşa ettiği mescid olduğunu kabul ederlerdi. Arapların benimsemiş oldukları diğer putlar arasında el-Uzzâ, el-Lât, el-Menât bulunuyordu. El-Uzzâ Kureyş ve Kinane kabilelerime ait olup, Batn-ı Nahle'deydi. el-Lât ise Taif ve civarında ikamet d Sakif kabilesine aitti. Menat'a gelince bu da Evs ve Hazrec kabileleriyle, Medine'de bulunan diğer putperest kimselere ait olup, deniz kıyısında Müşellel dağı civarındaydı. Bunlardan başka Devs, Haram, Becile kabilelerine ait olan Zü'1-Halasa tapmağı vardı. Bu tapınak Tebale bölgesindeydi. Tay kabilesinin Fels adını taşıyan bir mabedleri mevcuttu. Bu tabutların bazısı hem tapınak, hem de birer tanrı gibi telakki edilmekteydi. Ayrıca bunlardan herbiri hem bir dini ziyaret merkezi, hem de ticaret merkezi durumundaydı. Bilhassa Taif tapınağı ile, Yemen'deki "Yemen Kâbesi" denilen tapmak ticarî açıdan Kabe'ye rakip idiler.[6] Hz. Peygamberin gönderildiği dönemde Arabistan'ın çeşitli bölgelerinde muhtelif koloniler halinde yahudiler de yaşamaktaydı. Bunlar daha çok Medine, Hayber civarında yoğunlaşmıştı. Fedek, Va-di'1-Kurâ, Teymâ, Maknâ, Eyle, Cerbâ, Ezruh, Ariz gibi bölgelerde de yahudi nüfus mevcuttu. Yemende ise, Habeş istilasına sebeb olan yahudi hakimiyetini bilmekteyiz.
Yahudilerin Arap Yarımadası'na ne zaman geldikleri kesin olarak bilinmemektedir. Fakat onların Babil kralı Buhtunna-sır'ın M.0.587 yılında Kudüs'ü işgalinden ve halkını esir olarak Babil'e götürmesinden sonra veya Roma imparatoru Titüs'ün Kudüs'ü ele geçirmesinden sonra kaçarak buraya geldikleri ve kabileler halinde Arabistan'ın çeşitli bölgelerine yerleştikleri tahmin edilebilir. Arabistan'ın Hicaz, Vadil-Kura, Hayber, Teyma, Yes-rib, Eyle gibi bölgelerine yerleşen yahudiler buralarda ziraat ve ticareti geliştirmişlerdir.
Medine yahudileri, ilk önce şehrin kenar kısımlarına yerleşmişler, zamanla buranın yerlileri olan Cürhüm ve Amalikaları sürerek şehrin kontrolünü ele geçirmişlerdir. Bedevi araplarm saldırılarına karşı korunmak için "Utum" adı verilen kaleler inşa etmişlerdir. Hz. Peygamber döneminde Medine yahudileri başlıca, Beni Nadir, Beni Kureyza ve Beni Kaynuka kabilelerinden meydana geliyordu. Babil sürgününden sonra dinî hayat yönünden kapalı cemaatlar halinde yaşayan Medine (Yesrib) yahudileri, dil hususunda Araplara uymuşlardı. Milattan sonra 2. asırda Yemen'deki Seylü'1-Arim adı verilen bazı Arap kabileleri buradan göçederek, Medine'ye yerleşmişlerdir. Ancak bunlar, uzun yıllar yahudilerin baskısı altında onlara haraç vererek yaşamışlardır.
Daha sonraları Hazrec kabilesine mensup Malik b. Aclan, Suriye'deki Gassanîler'in yardımıyle yahudileri yenmiş, böylece Yes-rib'in idaresi Evs ve Hazrec'in denetimine geçmiştir. Bundan sonra yahudiler aralarında siyasî bir birlik kuramamışlar, bazan Evs, bazan Hazrec kabilesinin yanında yer alarak birbirlerine karşı savaşmışlardır.[7] Medine yahudileri bu dönemde dini ve kültürel yönden Araplardan üstün görünme gayreti içindeydiler. Bunu kısmen de olsa kabul ettikleri düşünülebilir. Eğitim, öğretim ve kazaî işlerini gördükleri Beytü'l-Midras adlı bir müesseseye sahiptiler. Burada dinî törenleri yapıyor, Tevrat, Mişna ve Zebur'u okuyor, çocuklarının eğitim ve öğretim işlerini hallediyorlardı. İçlerinden suç işleyenleri de burada cezalandırıyorlardı. Yahudiler kendi hukuklarına tam riayet etmeseler de, bu dini hukuk zaman zaman, yahudi olmayan bazı Araplar tarafından da benimsenmişti. Tevrâtı İbranice okuyup, Arapça tefsir ediyorlardı. Bu da onların, Arapları kendi dinlerine çevirme hususunda az da olsa gayret sarfettiklerini, dinlerini sadece kendilerine mahsus görmediklerini hatıra getirtmektedir. Fakat Araplar, Yahudilerin dinlerine fazla rağbet göstermemişlerdir. Ancak tek tük de olsa onların tesir sahasına girenlere de rastlanmaktaydı. Söz gelimi, çocuğu olmayan Araplar, Allah kendilerine bir çocuk verdiği takdirde, onu yahudi terbiyesine göre yetiştireceklerine dair adakta bulunmaktaydı. İlerde de kaydedileceği gibi, Yahudileri taklid etmek suretiyle, hayızlı hanımlarını evden çıkaran, onlarla irtibatı kesen Araplara da rastlanmaktaydı. Yahudiler, Arapları kendi dinlerine çevirme gayretlerinden dolayı bazan çekişmeye giriyorlar ve sıkıştıklarında da, semavi bir kitaba sahip olduklarım hatırlatıp, psikolojik bir üstünlük sağlamak istiyorlardı. Kendilerinin Allah'ın dostları ve sevgilileri olduklarını söylüyorlar,[8] Arapları Tevrat'ta geleceği bildirilen bir peygamber ile korkutuyorlardı.[9] Bekledikleri peygamber gelince, onunla birlik olup, Ad ve İrem kabilelerinin akıbetine uğratacaklarını söyleyerek Arapları teh-did ediyorlardı.[10]
Birinci Bölüm
HANİFLİK VE GELENEKLERİ
Hz. Peygamber dönemi Arabistan'ında Hz. ibrahim'in getirmiş olduğu dine inanan ve "Hanifler" olarak adlandırılan birtakım kimselerin mevcut olduğunu kaynaklarımız haber vermektedir. Bunlar, putlara tapmıyorlar, kurban keserek ya da başka bir şekilde onlara ta'zimde bulunmuyorlardı. Kısacası bunlar, Allah'ın birliğine inanan şirke bulaşmamış kimselerdi. Hz. ibrahim ve ismail'den kendilerine ulaştığı kadarıyla dini hayatlarını sürdürmeye çalışan bu kimseler, Yahudiliği ya da Hristiyanlığı da benimsememişlerdi. Cahiliye devri Arap toplumu içerisinde çok temiz bir hayat sürdükleri anlaşılan bu kimseler zina ve fuhşa saplanmıyor, içki içmiyor, yağma-soygun, hırsızlık, cinayet vs. gibi dönemin yaygın kötülüklerine bulaşmıyor, kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlere engel olmaya çalışıyorlardı. Bunlar arasında Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Hz. Ebu Bekir, vb. kimseler bulunmaktaydı. Kendisine peygamberlik verilmeden önce Hz. Peygamberin de Hanifler'e mensup olduğu açıktır. Şimdi Asr-ı Saadette, Hz. İbrahim'in getirdiği dine (Haniflik) inanan bu kimselerin bazı geleneklerinden bahsetmek istiyoruz.[11]
a) Gusül:
Kaynaklarımızda yer alan bilgilerden guslün menşeinin Hz. ibrahim'e kadar uzandığını görmekteyiz. Hz. ibrahim'in getirdiği dinde yer almış olan gusül, Hanifler'in ayırdeci bir özelliği olmuştur. Nitekim, islâm öncesi Cahiliye döneminde, hacceden, sünnet olan, cünüblükten dolayı yıkanan kimselere "Hanif' denilmekteydi.[12] Ayrıca Hz. Peygamberin "Fıtrattandır" diye haber verdiği mazmaza ve istinşak gibi gusülde mevcud olan hususlar,[13] Hz. İbrahim ve daha önceki peygamberlerin tatbikatandandır. Bu da guslün daha önceki peygamberlerin sünnetinde yer aldığını gösteren bir husustur. Cahiliye dönemine ait bazı şiirlerden, bu dönemde hayızlı kadınların putlara yaklaşmadıkları anlaşılmaktadır.[14] Bu durumun Hz. İbrahim'in dininden kaldığı ve tahrif edilmiş şekliyle müşrik araplar arasında süregeldiği anlaşılmaktadır. Buradan hareketle bu dönemde Haniflerin, hayız, nifas, cü-nüblük gibi bazı hallerden dolayı guslettiklerini söyleyebiliriz.[15]
b) Namaz:
Kaynaklarda yer alan bazı haberlerden, Cahiliye döneminde Hanifliğe mensup bazı kimselerin namaz kıldıklarını öğrenmekteyiz, îbn Habib ve Müslim'in kaydettiklerine göre, Ebu Zer ile Kus b. Saide Cahiliye döneminde namaz kılan kimseler arasında yer almaktaydı.[16] Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde Hz. İbrahim ve İsmail'in namaz kıldıkları ve kendilerine tâbi olan kimselere namaz kılmayı emrettikleri bildirilmektedir.[17] Yine Kur'ân-ı Kerim, Hz. İbrahim'in, "Rabbim! Beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle!" diye dua ettiğini haber vermektedir.[18] Kur'ân-ı Kerim'de yer alan, "Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, orada kıyama duranlar, rükû edenler ve secdeye varanlar için evimi temiz tut, diye İbrahim'i Kabe'nin yanına yerleştir mistik"[19] ayeti, Hz. İbrahim'in namazının, kıyam, rükû ve secde rükünlerine haiz olduğuna işaret etmektedir.
Hz. İbrahim'in dininde namaz ibadetinin mevcut olduğunu sözlü Yahudi rivayetlerinden de anlamaktayız. Talmud'da, Hz. İbrahimin sabahları erken kalktığı, şafak vaktinde Tann'ya ibadet ettiği, yahudilerin "Şaharit" ibadetinin Hz. İbrahim'den kaldığı kaydedilmiştir.[20]
Islâmî kaynaklarda yer alan bazı rivayetler de bu konuya ışık tutmaktadır. Ezrakî'nin kaydettiği bir rivayete göre Hz. İbrahim, Makam-ı İbrahim'i kıble edinmiş, kapı yönünden oraya doğru namaz kılmıştır. Hz. İsmail de aynı uygulamayı devam ettirmiştir.[21] Yine Hz. İbrahim ve ismail, dört bir yandan gelen mü'minlerle birlikte, Zilhicce'nin sekizinci günü (Terviye Günü) Mina'ya gelerek, cemaat halinde öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarım kılmışlardır. Geceyi orada geçirdikten sonra, sabah namazını kılıp erkenden Arafat'a çıkmışlar, orada öğle ve ikindiyi cemederek kılmışlar, güneşin batmasından sonra Müzdelife'ye gelmişler, orada akşam ve yatsı namazını cemederek kılmışlar geceyi orada geçirmişlerdir. Yine Müzdelife'de sabah namazını kıldıkta-n sonra, Cemreyi taşlamışiardır. Kaydedildiğine göre Hz. İbrahim'e bu uygulamayı Cebrail (a.s.) uğretmiştir.[22] Daha sonra Allah (c.c.) Hz. Peygambere, Hz. İbrahim'in bu uygulamasına uymasını emretmiştir.[23] Peygamberimiz'in dedesi Abdülmuttalib'in Kabe'nin Hz. İbrahim tarafından kıble olarak tesis edildiğini bildiği,[24] Zeyd b.Amr'm da Cahiliye döneminde kıbleye yönelip, "ilahım, ibrahim'in ilahıdır, dinim de ibrahim'in dinidir" diyerek secdeye kapandığı kaydedilmektedir.[25] Bu ve benzeri haberler, namazla ilgili bazı izlerin, Hz. İbrahim devrinden Cahiliye devrine intikul ettiğini göstermektedir.[26]
c) Cuma Namazı:
Cahiliye döneminde Ka'b b. Lüey'in, Cuma günü Kureyşliler'i toplayarak, içinde bir de hutbe kısmı bulunan haftalık bir ibadet icra ettiğini görmekteyiz. O devirde ibadet yapılan bu güne "Yev-mü'1-Arube" (Araplık Günü), veya "Ma'ruzat" (Açıklama Günü) adı verilmektedir. Ibnü'l-Cevzî, Ka'b'm okuduğu bu hutbelerden bazı kısımlar nakletmiştir.[27] Yukarda kaydedilen hususlar, Cuma ibadetinin Hz. ibrahim'den kaldığını ve Ka'b b. Lüey zamanında henüz devam etmekte olduğunu göstermektedir.[28]
d) Kurban Bayramı:
Bazı kaynaklarda yer alan bilgilerden, Hz. İbrahim'in yapmış olduğu hac ibadeti esasında, Mina'da kurban kestiğini görmekteyiz.[29] Kur'ân-ı Kerim'de de "Ey Muhammedi Hanif olan İbrahim'in dinine uy!" [30]buyrularak bu hususa işaret edilmiştir. Buna göre, islâm'da mevcut olan Kurban Bayramı'mn Hz. ibrahim'den kaldığı tahmin edilebilir. Daha önceki Araplar arasında mevcut olan, o gün Mina'da kurban kesme adeti, islâm tarafından yalnız hacılar için kabul edilmemiş,dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan tüm müslümanları da içine alacak şekilde genişletilmiştir.[31]
e) Cenaze:
Cahiliye döneminde Hanifler, cenazelerini yıkayıp kefenlerler ve üzerine dua okurlardı. Ölünün tabuta konulmasından sonra, velisi ayağa kalkarak, onun bütün iyiliklerim sayarak medhe-der, daha sonra: "Allah'ın rahmeti senin üzerine "olsun" derdi. Bu bir nevi cenaze namazı sayılır, daha sonra cenaze demolunurdu.[32] Kaynaklarımız, Peygamberimizin amcası Ebu Talib'in cenazesinin yıkandığını, kefenlenip defnedildiğim haber vermektedir.[33] Peygamberimizin hanımı Hz. Hatice'nin vefatında da, cenaze namazı henüz farz kılınmadığı için, Cahiliye devri usulüne göre dua yapılmıştı. Yine Peygamberimiz'in (s.a.v.) hanımı Hafsa'nm (r.a.) ilk kocası olup, Mekke'de vefat eden Sekran b. Amr'm cenazesinde de bu usulün uygulandığı kaydedilmektedir.[34] Cahiliye döneminde mevcut olan cenazelerin yıkanması, kefenlenmesi, dua edilip defnedilmesi uygulamasının Hz. ibrahim'den kaldığı muhakkaktır.[35] Kaydedildiğine göre, Cahiliye döneminde, Cenaze geçerken ayağa kalkarlar ve cenazeyi görünce "Senin içinde bulunduğun durum hayattayken aileyin içinde bulunduğun durum gibidir" derlerdi.[36] Bunu söyleyenlerin Ahiret'e inanan Hanifler olması muhtemeldir.[37]
f) Oruç:
Haniflik'teki oruç ibadeti hakkında Kur'ân-ı Kerim'de net bir bilgiye rastlanılamamaktadır. Ancak bazı rivayetlerde, Hz. ibrahim'in orucundan bahsedilmektedir. Buna göre, Hz. ibrahim'in her ayın üç gününde oruç tuttuğu nakledilmektedir.[38] Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, (Allah'a karşı gelmekten) sakınasınız diye size de sayılı günlerde farz kılındı"[39] buyurulmuştur. Buradan orucun Hz. ibrahim'in dini Haniflik'te de inananlara farz kılınmış olduğunu anlıyoruz.
Cahiliye döneminde Araplar, Recebü'1-Esam ve Şehr-i Mudar dedikleri Recep ayında oruç tutmaktaydılar.[40] Yine Hz. Aişe'den (r.a.) nakledildiğine göre, Cahiliye döneminde hem Kureyşliler, hem de Hz. Peygamber Aşura Günü oruç tutuyorlardı.[41] Aşura Orucu'nun Araplara Hz. ismail'den kaldığı kaydedilmektedir.[42] Cahiliye döneminde mevcut orucun, Hz. ibrahim'in Dininden kalmış olduğuna dair görüş isabetli gözükmektedir. Çünkü Araplar, hiçbir zaman topyekün Yahudi veya Hristiyan olmamışlardır. Hz. ibrahim ve ismail'den sonra Araplara hususi bir peygamber gönderilmediğine göre, islâm'dan Önce Arapların tutmuş oldukları orucun Hz. ibrahim'den kalmış olması daha mantıkîdir. Zira Kur'ân-ı Kerim'de de "Sizden evvelkilere farz kılındığı gibi"[43] buyrularak bu duruma işaret edilmiştir. Aslında, oruç ibadeti Hz. ibrahim'den önce de mevcuttu. Tufan ile alakalı olarak Hz. Nuh tarafından tutulan Muharrem orucu, islâm'daki Aşura orucunun menşei olarak görülmektedir. Bir hadiste, Hz. Nuh'un Ramazan ve Kurban bayramları hariç bütün yılı oruç tutarak geçirdiği bildirilmiştir.[44]
g) Zekât:
Kur'ân-ı Kerim'den, zekât ibadetinin Hz. İbrahim'in Dini'nde de emredilmiş olduğunu anlıyoruz; "Hz. İbrahim'e, buna ilaveten îshak ve Yakub'u da verdik, her birini iyi kimseler kıldık. Onları, buyruğumuz altında insanları doğru yola götüren önderler yaptık. Onlara iyi işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vah-yettik."[45]Yine Kur'ân-ı Kerim, zekâtın Hz. İsmail tarafından da devam ettirildiğini, Hz. İsmail'in çevresindekilere zekât vermelerini emrettiğini kaydediyor:
"Ey Muhammedi Kitab'da İsmail'e dair anlattıklarımızı da an. Çünkü O, sözünde doğru bir kimseydi. Tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdi. Çevresinde bulunanlara namaz kılmalarını, zekât vermelerini emrederdi"[46] Yukardaki ayetlerde Hz. İbrahim ve İsmail tarafından ifa edildiği bildirilen zekât ibadetinin, şekli, miktarı ve mahiyeti hakkında teferruatlı bilgilere sahip değiliz.[47] Ancak hayvanlardan ve ziraî mahsullerden zekât verildiği düşünülebilir. İslâm gelmeden önce Hz. Peygamberin çağında yaşayan Haniflerin zekâtla ilgili uygulamaları hakkında da yeterli bilgiye rastlanılamamıştır.[48]
h) Hac:
Kur'ân-ı Kerim'den anlaşıldığına göre İslâm'dan önce Arap-larda mevcut hac ibadeti Hz. İbrahim'den kalmıştır. Kur'ân-ı Kerim, Kabe'nin Allah'ın buyruğu üzerine, Hz. İbrahim ile oğlu Hz. ismail tarafından inşa edildiğini haber vermektedir.[49] Kabe'nin inşası bitince, Allah (c.c), Hz.Ibrahim'e: "insanları hacca çağır, yürüyerek veya binekler üstünde sana gelsinler."[50] buyurmuştur. Hz. İbrahim de: "Nasıl çağırayım, Ya Rab?" demiş, Cenâb-ı Hak da: "Lebbeyk Allahümme Lebbeyk, de" buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. İbrahim, Yemen, Şam ve diğer yönlere dönerek, insanları hacca çağırmış ve bu ilk telbiye olmuştur.[51] Böylece Hz. ibrahim'in Haniflik dininde Kabe'yi tavaf etmek suretiyle hac ibadeti farz olmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de bu konuda, "Kabe'yi insanlar için toplanma yeri kılmıştık. İbrahim'in Makamı'nı namaz yeri edinin, dedik. Evimi, tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rüku ve secde edenler için temiz tutun, diye İbrahim ve İsmail'e ahd verdik."[52] buyurulmaktadır. Allah'ın buyruğuyla Hz. ibrahim'in hacca çağırdığı insanlar sadece Hz. İsmail ve nesli değildir. Hz. ibrahim'e iman eden, onun Haniflik dinini benimseyen bütün insanlar, hangi ırk veya bölgeye mensup olanlarsa olsunlar bu davetin içine girerler.[53] Ayrıca, Taberî'nin kaydettiğine göre, Hz. İbrahim, kendisine Cenab-ı Hak tarafından insanları hacca çağırması emredildikten sonra: "Ey insanlar! Bey t-i Atik'i ziyaret etmek üzerinize fark kılınmıştır" diye inananlara seslenmiştir.[54] Yine Hz.lbrahim, "Ey Rabbimiz!... Bize ibadet yollarımızı göster!"[55] diye dua etmiş, Cenâb-ı Hak da Cebrail'i göndererek, Hz. ibrahim'e hac ibadetini nasıl yerine getireceklerini göstermiş-tir.[56] Buradan Hz. ibrahim'in dinindeki hac ibadetinin ihram, telbiye, vakfe, tavaf, say, cemrelerin taşlanması, kurban kesilmesi, gibi hususları bünyesinde bulundurduğunu anlamaktayız. Bunlar, bir takım şirke ait unsurlar ve hurafelerle karışmış, tahrifata uğramış olarak cahiliye devrinde de devam etmiştir. Ancak bu dönemde yaşayan Haniflerin, hac ibadetini şirke ait unsurlara bulaşmadan yerine getirmeye çalıştıklarını söylemek yerinde olacaktır. Kısaca söylemek gerekirse, Hac ibadeti Hz. ibrahim zamanında başlamıştır ve bu ibadetin kuralları, nasıl yerine getirileceği de yine Hz. İbrahim tarafından insanlara tebliğ edilmiştir.[57]
Mekke'nin hürmet edilmesi gereken bir yer olması (haramlı-ğı) da Hz. İbrahim'den kalmıştır. Kur'ân-ı Kerim, Hz. ibrahim'in, Kabe ve Haram dahilinin mübarek ve emniyetli kılınması için dua ettiğini bildirmektedir.[58] Hz. Peygamber de, Hz. ibrahim'in Mekke'yi haram kıldığını haber vermişlerdir.[59] Buradan hareketle, Hz. ibrahim zamanında da müşriklerin necis kabul edilerek, Mekke'ye, Haram dahiline sokulmadıklarını söylemek mümkün
görünmektedir. Kabe'yi tavaf Hz. İbrahim'den kaldığı gibi, Kabe'nin tavafına nereden başlanılacağını gösteren Haceru'l-Esved de Hz. İbrahim'in emriyle, Hz. İsmail tarafından Ebu Ku-beys dağından getirilmiş[60] ve yerine konulmuştur.
Safa ve Merve arasında Sa'y de, Hz. İbrahim devrinden kalmıştır. Bazı İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, Allah (c.c.) Hz. İbrahim'in hanımı Hacer'in, oğlu İsmail'e (a.s.) su aramak için Safa ile Merve arasında koşuşmasını, Allah'a itaat ve buyruklarına bağlılıklarından dolayı haccm menasıkma dahil etmiştir.[61] Cemrelerin taşlanması da Hz. İbrahim'den kalmıştır.[62] îslâmî kaynaklar, Hz. İbrahim ile oğlu Hz. İsmail'in hac sırasında Mina vadisine indiklerine, Cemretü'l-Akabe'de şeytanın kendilerine göründüğünü, Cebrail'in (a.s.) Hz. İbrahim'e "ona taş at" diye emrettiğini, Hz. İbrahim'in de yedi tane taş attığını, bu olayın Cemre-tü'1-Vusta ve Cemretü's-Süfla'da da aynen cereyan ettiğini kaydetmektedirler.[63]
Hac esnasında kurban kesme adeti de Hz. İbrahim'den kalmıştır. Taberî, Hz. İbrahim'in bizzat Mina'da kurban kestiğim kaydetmekte ve "Şimdi ey Muhammedi Sana, "Doğruya yönelen, putlara tapanlardan olmayan İbrahim'in dinine uy! diye vahyet-tik"[64] ayetinin buna işaret ettiğini söylemektedir.[65]
i) Kurban:
Kurban, Haniflik'te de mevcut bir ibadet tarzıydı. Kur'ân-ı Kerim1 de bildirildiğine göre, Hz. İbrahim gördüğü bir rüya üzerine oğlunu kurban etmek istemiş, ancak Cenâb-ı Hak buna izin vermeyerek, Hz. İbrahim'e büyük bir kurbanlık göndermiş ve Hz. İbrahim oğlu İsmail'in yerine bunu kurban etmiştir.[66] Hz. ibrahim'in oğlunu kurban etmek istemesi olayından Tevrat da söz etmektedir. Ancak, burada kurban edilmek istenen oğulun Hz. Ishak olduğu nakledilmektedir.[67] İslâm âlimlerinin bir kısmının görüşüne göre kurban edilmek istenilen oğul Ishak değil, ismail'dir.[68] Tevrat'ta ilk doğanların kurban edilmesinden bahsedilmektedir, ilk doğan oğul ise, Ishak değil, Hz.îsmaü'dir. Bu durum da Tevrat'ta bahsedilen ilk doğanların kurban edilmesi kuralına uygun olarak, kurban edilmesi gereken Hz. ismail olmaktadır. îslâmî bazı rivayetlerden, Hz. ibrahim'in kurban etmek istediği oğlunun Hz. ismail olduğunu anlamaktayız. Bunlardan birisine göre, Hz. Peygamber "Gerçekten kurbanlık ismail'dir" buyurmuş,[69] diğer bir rivayete göre kendisine "Ey iki kurbanlığın oğlu" diye hitabedilmesine ses çıkarmamıştır.[70]
Hz. İbrahim zamanında müesseseleşen kurban ibadeti, Ca-hiliye dönemi Arapları arasında da içine bazı şirk unsurları karışarak devam etmiş, putlara, dikili taşlara kurbanlar kesilir olmuştur. Ancak Hz. Peygamber döneminde yaşamış olan Hanif-lerin, Allah'tan başkası adına kurban kesmediklerim söyleyebiliriz. Nitekim haniflerden Zeyd b. Amr b.Nüfeyl, Kureyşlileri putlara kurban kesmelerinden dolayı şu şekilde ayıplamaktaydı; 'Koyunu Allah yaratmış ve onun için gökten yağmur indirmiş, Yeryüzünde ot bitirmiştir. Sonra da kalkıp siz onu Allah'tan başkasının adına boğazlıyorsunuz."[71]
Cahiliye döneminde mevcut olup, bazı tashihlerle islâm'da da devam etmesine izin verilen akika kurbanının da Hz. İbrahim'in dininden kaldığı kaydedilmektedir.[72]
i) Adak:
Kur'ân-ı Kerim'den adak (nezir) uygulamalarının Hz. ibrahim döneminde de mevcut olup, bunun Kabe'de yerine getirildiğini anlamaktayız. Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim'e hitabederken: "Sonra kirlerini giderip temizlensinler, adaklarını yerine getirsinler. Kabe'yi tavaf etsinler"[73] buyurmuştır. Ancak daha sonraları Hz. İbrahim'in Tevhid dini Haniflikteki adak uygulamaları şirke bulaştırılmış, Allah'tan başkası adına, dikili taşlara, putlara adaklar yapılmaya başlanmıştır. Hz. Peygamber döneminde yaşayan haniflere gelince, onların putlara ve dikili taşlara adakta bulunmaktan kaçındıklarım tahmin edebiliriz. [74]
j) Sünnet Olma:
Sünneti ilk tatbik edenin, Hz. İbrahim olduğu hu.susun.aa Yahudi ve bazı îslâmî kaynaklar ittifak etmiştir. Ancak Barnaba Incili'nde ilk defa sünnet olanın Hz.Adem olduğu kaydedilmektedir.[75] Bu hususun genetik ilminin verilerine uygun düştüğü açıktır.
Tevrat'ın kaydettiğine göre Allah, Hz, ibrahim'e sünnet olmasını ve emrindekileri sünnet etmesini emretmiş, bunun aralarında bir "ahd" olduğunu bildirmiştir.[76] Bu sırada 99 yaşında olan Hz. İbrahim ile 13 yaşındaki oğlu Hz. İsmail sünnet olmuşlardır. Daha sonra da sekiz günlük iken oğlu İshak'ı sünnet ettirmiştir.[77]
Hz. İbrahim'in sünneti hususunu îslâmî kaynaklar da teyid etmektedirler[78] Kur'ân-ı Kerim'de, Allah'ın Hz.ibrahim'i bir takım "Kelimelerle imtihan ettiği haber verilmektedir.[79] Hz. ibrahim'in imtihan edildiği bu "kelimelerin, kendisiyle mükellef kılındığı emir ve nehiyler olduğu bunların arasında sünnet olmanın da bulunduğu nakledilmektedir.[80]
Bazı hadislerde Hz. ibrahim'in 80 yaşında Şam civarındaki Kaddum köyünde sünnet olduğu kaydedilmiştir.[81] Bazı îslâmî rivayetlerde, Hz. ibrahim'in ilk defa sünnet olan kimse olduğu ileri sürülmüşse de,[82] bu husus isabetli görülmemektedir.[83]
Cahiliye döneminde "Hanif' olarak adlandırılan ve Hz. ibrahim'in dinine bağlı olan bazı kimselerin mevcut olduğunu görmüştük.[84] işte bu kimseler, Hz. ibrahim'in dinine uyarak sünnet oldukları gibi, diğer Cahiliye aı-aplan da sünnet olmaktaydı. Atalarının sünnetine son derece bağlı olan Arapların, Hz. ibrahim'in hitan (sünnet) âdetini devam ettirdikleri, bunu adeta milli bir gelenek haline getirdikleri görülmektedir.[85]
"Hanif kelimesinin sünnet olan kimse anlamına geldiği ileri sürülmüştür. Katade, hanifleri, sünnet olanlar, annenin ve mahremlerin nikâhını haram sayanlar olarak tarif etmiştir.[86] Taberi de, haniflerin Hz. ibrahim'in yoluna uyarak sünnet olduklarını, ancak "Hanif' kelimesinin sadece sünnet olmaya tahsis edileme-yeceğini,Hanifliğin Hz. ibrahim'in dinine tâbi olmak anlamına geldiğini kaydetmiştir.[87]
Kadınların Sünneti:
islâm öncesi kadınların sünnet edildiklerini bilmekteyiz. Taberî, kadınlardan ilk sünnet olanın Hz. Hecer olduğunu nakletmektedir. Taberî'nin rivayetine göre, Hz. ibrahim'in hanımı Sâre, Hz. ismail'in annesi Hacer'i kıskanmış, ona kızarak Hz. Hacer'in vücudundan et keseceğine yemin etmiştir. Sâre, yeminini nasıl yerine getireceğini düşünmüş, kulak veya burnunu kesersem çir-kinleşir gerekçesiyle Hacer'i sünnet ettirmiştir. Hacer, kanını gizlemek için etek giymiş, kadınlarda etek giymek ve sünnet olmak âdeti buradan kalmıştır.[88]
Sâre'nin Hacer'i kıskandığına dair rivayetler Tevrat'ta da yer almaktadır.[89] Ancak Tevrat'ta, Hacer'in Sâre tarafından sünnet edildiğine dair bir kayıt yoktur.
Kadınların sünnet olmalarını ve etek giymelerini böyle bir olaya dayandırmak yanlış olur kanaatindeyiz. Taberî'nin naklinden bu işin ilahi bir buyruk veya sağlık gibi bir hikmete binaen değil de, sırf Sâre'nin kıskançlığını tatmin için zulnıen yapılmış olduğu manası sezilmektedir ki bu doğru değildir. Hz. ibrahim'in, emrindeki kimselere zulmettirmesi kabul edilemez. Taberî'nin bu rivayetini, Hacer'in sünnet oluşunu haber vermesi dışında, güvenilir kabul etmeye imkan yoktur. Ayrıca, bazı bölgelerde halen devam etmekte olan kadınların sünnetini de, böyle bir olaya bağlamak yanlış olur. Kanatimizce Hz. Hacer'in sünneti bir sağlık hikmetine dayalıdır. Nitekim bu gün de bir yaratılış Özelliği olarak, bazı bölge kadınlarında sünnet edilerek giderilen bir fazlalık mevcuttur. Hz. Hacer'in sünnetinin de, aynı şekilde vücudunda sünneti gerektirecek bir fazlalığın mevcut olmasından dolayı yapılmış olması muhtemeldir. Eski Mısır'da vücudlanndaki fazlalıktan dolayı kız çocuklarının da sünnet edildiği bilinmektedir.[90] Hz. Hacer ise, Mısırlı bir cariye idi.[91]
Buraya kadar kaydettiklerimizden hareketle, Hz. ibrahim'in dininde yaratılışları gereği vücudlannda fazlalık bulunan kız çocuklarının sünnet edilmelerinin emredildiği ve bunun bir gelenek halinde cahiliye Arapları arasında da devam' ettiğini söyleyebiliriz. [92]
k) Nikâh:
Zina ve fuhşun çirkin bir fiil sayılması açısından, Haniflik'te de nikâhın teşvik edilip, kutsal bir müesesese sayıldığı hatıra gelmektedir. Hz. İbrahim'in dini olan Haniflik'te de nikâh akdinin içinde mehir, velime (düğün ziyafeti) gibi hususların bulunduğunu söyleyebiliriz. Yahudilik, Hristiyanhk, Cahiliye dönemi ve İslâm'da da bu hususların bazı farklılıklarla yer alması bu sonuca ulaşmamızı sağlamaktadır.
Yukarda, Katade'nin "Hanifler"i, annenin ve mahremlerin nikâhım haram sayanlar olarak tarif ettiğini kaydetmiştik.[93] Buradan hareketle Hz. İbrahim'in dini olan Haniflik'te, anne-baba, kardeş, torun, hala, teyze, amca, dayı, gelin, yeğen, babanın karısı, kayınvalide gibi yakınlarla evlenmenin haram kılındığına hükmedebiliriz.
Tevrat'ın kaydına göre, Hz. İbrahim'in torunu Hz. Yakub, dayısı Laban'ın iki kızı Rahel ve Lea'yı aynı anda nikahlamıştı.[94]Yine Tevrat'ın kaydına göre Hz. Musa'dan sonra iki kız kardeşle aynı anda evlenmek yasaklanmıştır.[95] Taberî, Ismailoğulları'nın Hz. Musa'ya kadar iki kız kardeşin birarada aynı adamla evlenmeşini caiz gördüklerini kaydetmektedir. Gerek Hz. Musa'nın şeriatında, gerek Hristiyanlık'ta, gerekse islâm'da yasak olan bu uygulamanın, Hz. ibrahim'in dini haniflikte serbest olduğunu iddia etmenin doğru olmadığı kanaatindeyiz. Tevrat'ın, Hz. Yakub'u, dayısı Laban'ın iki kızı Rahel ve Lea'yı birbirine kuma olarak aldığına dair nakline ihtiyatla yaklaşmak gerekmektedir. Hz. Yakub'un, hanımı Rahel'in vefatından sonra, Lea'yı nikahlamış olması daha makul gözükmektedir.
Haniflik'te üvey çocuk, üvey kardeş, süt anne, süt baba, süt kardeş gibi yakınlarla evlenmenin de yasak olduğu tahmin edilebilir. Başkasıyla evli bir kadınla evlenmenin de yasak olacağı hususu ise izaha muhtaç değildir. Anne ile kızını aynı anda nikahlamak da Hz. ibrahim'in dininde yasak olan hususlardan olmalıdır.
Yine Yahudilik, Hristiyanlık ve islâm'da aynı doğrultuda yer alan hükümlerden hareketle, Haniflik'te de müşriklerle evlen e-nin yasak olduğuna hükmetmek mümkün görünmektedir. Hz. ibrahim'in şirke şiddetle düşman olması bu görüşümüzü güçlendiren hususlardandır.
Haniflik'te çok kadınla evliliğe müsaade edildiği görülmektedir. Hz. İbrahim kendisi çok kadınla evlenmiştir. Tevrat'ın kaydına göre Hz. ibrahim, hanımı Sâre'den başka, onun cariyesi Ha-cer'le evlenmiş, daha sonra Ketura adlı bir hanım daha almıştır.[96]
Yahudi kaynaklarından Talmud'da, bir kimsenin dörtten fazla kadın alamayacağına dair bir kayda rastlanmaktadır.[97] islâm'da da evlenilecek kadın sayısının en fazla dörtle sınırlandırıldığı göz önüne alınırsa, Talmud'da yer alan bu ifadenin Hz.Ibra-him'in dininden kaldığı sonucuna varılabilir ve Haniflik'te bir erkeğin evlenebileceği kadın sayısının dörtle sınırlandırılmış olduğu düşünülebilir.[98]
Cahiliye döneminde Hz. ibrahim'den kalan nikâh uygulamasının dejenere edildiğini, mut'a, sigar, haden, istibda, bedel adı altında nikâhlar uydurulduğunu, birtakım fuhuş şekillerine de nikâh denildiğim görmekteyiz. Ancak bunun yamsıra, Hz. ibrahim'in sünneti olan Nikâh da devam etmiş ve daha sonra islâm tarafından tasvib edilmiştir. Hz. Peygamberin nesebi böyle bir nikâh yoluyla gelmiştir ve onun nesebinde zina mahsulü bir kimse mevcut değildir. Hz. İbrahim'den kalan ve Hanifler'le diğer bazı müşrik araplar tarafından devam ettirilen bu nikâh şu şekilde cereyan ederdi: Bir kimse, diğer bir kimseden kızını veya kız kardeşini ister, o şahıs da kızını vermeye rıza gösterir, kızın gönlünü alarak isteyen şahsa nikâhlardı. Kadına mehiri de verilir, düğün töreni ve ziyareti tertiplenirdi.[99]
1) Talâk:
Yahudilik, Cahiliye dönemi ve islâm'da da boşama uygulamasının olması, Hz. İbrahim'in dini Haniflik'te de boşama müesseselerinin mevcut olduğunu hatıra getirmektedir. Zaten insanın dünya ve ahiretteki mutluluğunu hedef almış semavî bir dinde boşanma müesseselerinin olmaması düşünülemez.
Yahudilik ve İslâm'daki uygulamalardan kocanın karısını zina ile suçlayıp, şahit gösteremediğinde başvurulan Liân (Lanet-leşme) yoluyla evliliğe son verme uygulamasına Haniflik'te de izin verildiği hususu hatıra gelmektedir. Yine Yahudilik, Cahiliye ve islâm dönemindeki uygulamalardan Hz. ibrahim'in dininde de kadınların boşama hakkım ellerinde tutmaya, ya da geçineme-dikleri zaman aldıkları mehiri iade ederek nikâhı feshettirmeye Chul) selahiyetli oldukları sonucuna varabiliriz. Haniflik'te, bir erkeğe karısını sonsuz defa boşamaya, bu yolla ona eziyet etmeye; bir başkasıyla evlenmesine mani olmaya yetki verilmediğini, ayrıca talakın belirli bir sayıyla sınırlandırılmış olduğunu, kadınların iddetlerine riayet edildiğini tahmin edebiliriz. [100]
m) Miras:
Haniflik'te miras uygulamalarının nasıl olduğuna dair bilgiye rastlamak şimdilik mümkün görünmüyor. Ancak, karı-koca, anne-baba ve çocuklarını, yakınlık sırasına göre diğer akrabalar arasında miras uygulamasının cereyan ettiğini söylemek güç olmasa gerektir. Hz. ibrahim getirdiği hak bir din olan Haniflik'te, Hz. Musa'dan önce Israiloğulları arasında ya da Cahiliye dönemi araplannda olduğu gibi, kadın ve kızların mirastan mahrum edilmediklerini tahmin edebiliriz. [101]
n) Yeminler:
Kaynaklarımızda mevcut bilgilerden, Cahiliye döneminde yaşamış olan Hanifler'in, yapmış oldukları yeminlerde, Allah'ın kudretine, azametine ve varlığına yemin ettikleri görülmektedir. Haniflerin tabiat olaylarına değil de, onların yaratıcısı olan Allah'a yemin ettikleri anlaşılmaktadır. Onların yeminlerine dair kaynaklarda yer alan bilgilerin incelenmesinden, Hanif inancına sahip kimselerin yeminlerinde Allah'a şirk koşucu ifadelere rastlanmamaktadır.[102] Aşağıda onların yaptıkları yeminlere bazı örnekler verilmiştir:
"Hayır, denizleri akıtana andolsun" "Hayır, Arz'ı yayıp döşeyene andolsun".[103] "Hayır, Güneş'in ve Ay'ın Rabbi'ne andolsun". "Hayır, Kabe'nin ve Haceru'l-Esved'in Rabbi'ne andolsun".08 "Hayır, bana şahdamarımdan yakın olana andolsun."[104] "Hayır, Hıll ve Haram bölgelerinin Rabbma andolsun."[105]"-"Hayır, Göğü direksiz yükseltip kaldırana, yeri yayıp döşeyene, hayata erveiişli hale getirene andolsun."[106]
o) Kasame:
islâm Hukukunda, katili meçhul olan ve üzerinde katil eseri (levs) bulunan bir maktulün bulunduğu yer halkından 50 kişinin hususi bir şekilde yemin etmelerine, kasame denilmektedir.[107]
Tevrat'ta yer alan ifadelerden Yahudilik'te kasameye benzer bir uygulamanın mevcut olduğunu anlıyoruz.[108] Cahiliye döneminde ise, Peygamberimiz'in dedesi Abdülmuttalib tarafından tatbik edilmiştir. Ibn Abbas bu konuda "Cahiliye devrinde ilk kasame, bizim Haşim oğulları arasında olmuştur."[109] demektedir.
Kasame uygulaması islâm'da da mevcut olup, Hz. Peygamber tarafından da tatbik edilmiştir.[110]
Kasame'nin Tevrat'ta da mevcut oluşu, bunun menşeinin Hz. ibrahim'e kadar çıktığını düşündürtmektedir. Çünkü benzeri bir uygulama Cahiliye döneminde Abdülmuttalib tarafından tatbik edilmiştir. Tevrat'ta da bu konuda hükümlerin bulunması, Abdülmuttalib'in Araplar arasında kasame hususundaki hükümleri ilk defa ortaya koyan kimse olmayıp, bunu Cahiliye devrinde uygulayan ilk kimse olduğunu hatıra getirmektedir. Kısacası kasamenin ilahî menşeye dayanan bir uygulama olup, Hz.ibrahim'in dininin-bir esası olarak islâm öncesinde hem Yahudilik'te hem de Araplar arasında devam ettiği düşünülebilir.[111]
ö) Cezalar :
Kısas: Yahudilik, Cahiliye dönemi ve islâm döneminde kısas uygulamasının mevcut olması, bunun Hz.ibrahim'in tevhid dini Haniflik'te de mevcut olduğunu hatıra getirtmektedir.
Hırsızın Elinin Kesilmesi: Hırsızlık yapan kimsenin elinin kesilmesinin, Hz. ibrahim'in şeriatından kaldığı belirtilmektedir.[112]
Yol Kesenlerin Asılması: Bu uygulamanın da Hz. ibrahim'in sünnetinde mevcut olduğu kaydedilmektedir.[113]
Hz.Ibrahim'in dini Haniflik'te, zina yapmanın, sihirbazlığın, putperestliğin de ceza kapsamında olduğu hatıra gelmektedir. Yine Yahudilik, Cahiliye dönemi ve islam'da diyet uygulamasının mevcut olması, Haniflik'te de bu konuda hükümler bulunduğunu düşündürtmektedir. Ancak bu konuda yeterli bilgiye sahip bulunmamaktayız. [114]
p) Yenilmesi Yasak Olan Nesneler:
Hz. ibrahim, şirke karşı amansız bir mücadele açmış, büyük bir Peygamberdir. Bu açıdan onun dininde putlar, dikili taşlar gibi Allah'tan başkası adına kesilenler ile kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmayan etlerin yenilmesinin yasak olduğunda şüphe yoktur.[115] Nitekim Hz. Peygamber dönemi Haniflerinden Zeyd b. Amr'm putlara kesilenlerle, kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmayan etlerden yemediğini kaynaklarımız haber vermektedirler.[116]
Yine Hz. ibrahim'in dininde meyte (leş) etinin yenilmesinin yasak olduğu kaydedilmektedir.[117] Ayrıca, Hz. ibrahim'in sünnetinden kalan izler sebebiyle, Kureyş'ten bazıları Cahiliye döneminde meyte (leş) yemekten kaçmıyorlardı.[118] Harise b. Evs el-Kelbî'den meyteyi yemeyeceğine dair bir şiir nakledilmektedir.[119]
Yahudilik ve islâm'da kanın yenilmesinin yasaklanmış olması, Hz. ibrahim'in dininde kan yemenin de yasak olduğunu hatıra getirmektedir. Tevrat ve Kur'ân-ı Kerim'de domuz etinin, pis olarak vasıflandırılıp yasaklanması, bunun yenilmesinin Haniflik'te de haram kılınmış olduğunu ortaya koyan bir husus olmalıdır.
Haniflik'te, yaratılışları bakımından iğrenç olan fare gibi hayvanlarla, Pençeleriyle avlanan vahşi hayvanların yenilmesine cevaz verilmediğini de düşünebiliriz. [120]
r) İçki-Kumar:
Gerek Tevrat'ta gerekse Inciller'de içkiyi kötüleyen satırlara rastlanmaktadır. Cahiliye döneminde de, içki içmeyen ve kendilerine içkiyi haram kılan bazı kimselerin mevcut olduğunu görmek-teyiz. Nitekim Osman b. Maz'ûn'un Cahiliye döneminde içkiyi kendisine haram kılan kimselerden olduğu nakledilmektedir. Osman b. Maz'un:
"Aklımı gideren ve benden aşağı kimseleri bana güldüren şarabı içmem" demiştir.[121] Ayrıca Kus b. Saide, Varaka b. Nevfel, Zeyd b. Amr, Ebu Zer el-Gıfari, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman'ın da Cahiliye döneminde içki içmedikleri kaydedilmektedir.[122] Hz. Ali'den nakledildiğine göre, Peygamberimiz'e "Hiç içki içtin mi?" diye sorulmuş, o da "Hayır" diye cevap verilmiştir.[123]
Varaka b. Nevfel, Osman b. Maz'ûn, Zeyd b. Amr, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman ve Hz. Peygamber'in, Cahiliye devrinde içki içmediklerine dair haberler, bu dönemde Hz.ibrahim'in Din'ine mensup kimselerin, yani Haniflerm içki içmediklerini, dolayısıyla içkinin Hz. ibrahim'in Sünneti'nde de yasaklanmış olduğu hususunu hatn^a getirmektedir.[124] Elimizde yeterli bilgiler olmamasına rağmen, Haniflik'te kumarın da yasaklanmış olduğunu söylememiz hatalı olmasa gerektir. [125]
s) Faiz:
Gerek Tevrat ve gerekse Kur'ân'da faizin yasakhğıyla ilgili hükümlerin yer alması, bizleri bu hususun Haniflik'te de yasaklanmış olduğu sonucuna götürmektedir. [126]
ş) Hanifler'in Kız Çocuklarına Karşı Tutumları:
Cahiliye döneminde müşrik araplarm kız çocuklarını utanılacak bir varlık olarak görerek diri diri gömmek, suda boğmak, yüksek bir yerden atmak vs. gibi yollarla ortadan kaldırmalarına karşın, bu dönemde yaşayan Hanifler'in bu davranışlara mani olmaya çalıştıklarım görmekteyiz. Onlar bu tür davranışları çirkin karşılıyorlardı. Nitekim Haniflerden Zeyd b.Amr'm, kız çocuklarının diri diri gömülmesine engel olduğu kaydedilmektedir.[127]
Nakledildiğine göre Zeyd b. Amr, Cahiliye döneminde kızım diri diri toprağa gömmek isteyen bir baba gördüğü zaman onu öldürmemesini söyler, çocuğun bakımını üstlenmeyi teklif ederdi. Razı olurlarsa kız çocuğunu alır ve büyütürdü. Kız büyüdüğü zaman, babasına dilerse kızını alabileceğini söylerdi.[128]
Cahiliye döneminde kızların diri diri gömülmesine mani olanlardan birisi de Ferezdak'm dedesi Sasa'a b. Muaviye idi. O da Benî Temim'den diri diri gömülecek olan kızları, karşılığında fidye vererek kurtarmaktaydı.[129] Sa'sa'nın bu dönemde 360 tane kız çocuğunu, her birine üçer deve fidye ödemek suretiyle diri diri gömülmekten kurtardığı kaydedilmektedir.[130]
[1] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/197-198.
[2] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/199.
[3] M. Fayda, İslamiyet'in Güney Arabistan'da Yayılışı, s. 16-18; N. Özkoyum-cn, Hz. Peygamber Devrinde Yahudilere Karşı Güdülen Siyaset, s.17-20.
[4] N. Çağatay, İslâm'dan Önce Arap Tarihi ve Cahüiye Çağı, s.17-38; M. Fayda, a.g.e., s.19.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/199-201.
[5] Çağatay, a.g.e., s.39-80.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/202.
[6] İbnü'l-Kelbî, Kitâbü'l-Asnâm, s.10-27, 29, 34-36, 43, 59, 61; İbn Hişâm, Sîre, I, 80, 89; Çağatay, a.g.e., s.l05-110.
[7] Özkuyumcu, a.g.e., s.5-10.
[8] Mâide, 18.
[9] Tesniye, 18/15-18; Yeremye, 23/5-6; Krş. Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 89; Tevbe, 30.
[10] Özkuyumcu, a.g.e., s.13-16.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/202-205.
[11] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/207.
[12] Zebîdî, Tâcü'l-Arûs, VI, 77.
[13] Müslim, Sahih, I, 223; E. Davud, Sünen, I, 44-46.
[14] Îbnü'l-Kelbî, K. Asnâm, s.19, 21.
[15] Ali Osman Âteş, Sünnet'in Kabul veya Reddettiği Cahiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, 6.17-18.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/207-208.
[16] îbn Habib, Muhabber, s.171-172; Müslim, Sahih
[17] Krş. Bakara, 125; İbrahim, 37; Meryem, I i-55
[18] İbrahim, 40.
[19] Hac, 26.
[20] Ş. Kuzgun, Hz. İbrahim ve Haniflik, s.176-177.
[21] Ezrakî, Ahbâru Mekke, II, 30.
[22] îbn İshak, Sire, s.79-80; Taberî, Târihu'l-Ümem, I, 262.
[23] Nahl,123.
[24] Wensinck, İ.A. Kıble Maddesi, VI, 667.
[25] îbn Habib, Muhabber, s.171; Aynî, Umdetü'l-Karî, XVI, 285.
[26] A.O. Ateş, a.g.e., s. 19-32.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/208-209.
[27] Maverdî, Ahkâmü's-Sultaniye, Tere. A.Şafak, s.182; Îbnü'l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli'l-Mustafa, I, 73; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 34.
[28] A.O. Ateş, a.g.e., s.37-38.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/209.
[29] İbn İshak, Sîre, s.80; Taberî, Tarih, I, 262.
[30] Nahl, 123.
[31] İ.A. İd-i Adhâ Maddesi, V/11,933; A.O.Ateş, a.g.e., s.46,47.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/210.
[32] İbn Habib, Muhabber, s.319-320; Şehristanî, el-Milel ve'n-Nihal, II, 248-249; Halebî, İnsânü'l-Uyun, II, 41.
[33] Ebu Davud, Sünen, III, 547; Nesaî, Sünen, 1,110; îbn îshâk, Sire, s.223; İbn Sa'd, Tabakât, 1,123; Sübkî, Menhel, IX, 65:
[34] îbn Sa'd, Tabakât, VIII, 18; Olgun, Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, s.99.
[35] AO. Ateş, a.g.e., .57.
[36] Buharı, Sahih, IV, 235.
[37] A.O. Ateş, a.g.e., s.59.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/210-211.
[38] İbn Kesîr, el-Bidâye, 1,118; Suyûtî, Câmiu's-Sagir, II, 46.
[39] Bakara, 183-184.
[40] Suyûtî, Dürrü'l-Mensür, III, 235.
[41] Buharı, Sahih, II, 226-250; Müslim, Sahih, 11,792.
[42] Olgun, a.g.e., s.102.
[43] Bakara, 183.
[44] İbn Mace, Sünen, I, 547; A.O. Ateş, a.g.e., s.81-82.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/211.
[45] Enbiyâ, 72-73.
[46] Meryem, 54-55.
[47] Kuzgun, a.g.e., s.178.
[48] A.O. Ateş, a.g.e., s.83.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/212.
[49] Bakara, 127.
[50] Hac, 27.
[51] îbn İshâk, Sîre, s.72-73; Taberî, Tarih, I, 261.
[52] Bakara, 125.
[53] AO. Ateş, a.g.e., s.91.
[54] Taberî, Tarih, I, 260-261.
[55] Bakara, 128.
[56] îbn İshâk, Sîre, s.79-80; Taberî, Tarih, I, 262.
[57] Bakara, 127; Hac, 26-29.
[58] Bakara, 126.
[59] Müslim, Sahih, II, 991-992.
[60] îbn Ishak, Slre, s.74-75.
[61] Ezrakî, a.g.e., I, 66-69; Taberî, a.g.e., I, 276.
[62] İbnü'l-Kelbî, a.g.e. s.7; Müslim, Sahih, II, 930.
[63] Ezraki, a.g.e. II, 40.
[64] Nahl,123.
[65] Taberî, a.g.e.,1, 262.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/212-214.
[66] Saffât, 101-107.
[67] Tevrat, Tekvin, 22/1-9.
[68] Taberî, Camiu'l-Beyân, XXIII, 81 vd.; Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'ân, XV, 100-101
[69] Kurtubî, a.g.e., XV, 100-101.
[70] Taberî, Câmiu'l-Beyân, XXIII, 85.
[71] Buharî, Menâkıbu'l-Ensâr, 24; Halebî,İnsânü't-Uyûn, I, 201.
[72] O. Ateş, a.g.e., 180.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/214-215.
[73] Hac, 29.
[74] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/215-216.
[75] Barnabas, The Gospel ofBamabas, 25.
[76] Tekvin, 17/9-14.
[77] Tekvin, 17/23-27, 21/4-5.
[78] İmam Malik, Muvatta, II, 922; İbn Sa'd, Tabakat, I, 51; Buharî, el-Ede-bû'l-Müfred, s.428, No:1250.
[79] Bakara, 124.
[80] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, X, 288.
[81] Buharî, Sahih, IV, 111; Müslim, Sahih, IV, 1839.
[82] İmâm Malik, Muvatta, II, 922; Buha.rî,el-Edebü'lMüfred, s.428; No:1250.
[83] A.O. Ateş, a.g.e., s.229.
[84] Zebidî, Tâcü'l-Arus, VI, 77.
[85] M. Uğur, Hicrî Birinci Asırda îslâm Toplumu, s.13-14.
[86] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, IX, 5999.
[87] Taberî, Camiu'l-Beyân, I, 566.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/216-217.
[88] Taberi, Tarih, , 253-254; Tercüme: Milletler ve Hükümdarlara Tarihi,I, 370-371.
[89] Tekvin, 16/1-15; 21/9-12.
[90] Bayat, Tarihte Sünnet, s.7-9.
[91] Tekvin, 1/61.
[92] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/217-218.
[93] Yazır, Hak Dini, IX, 5999.
[94] Tekvin, 29/16-30, 30/1.
[95] Levililer 18/18.
[96] Tekvin 16/1-4, 25/1; İbn Habib, Muhabber, s.394.
[97] Cohen, Le Talmud s.218-219.
[98] A.O. Ateş, a.g.e., s.281.
[99] Buharı, Tarih, VI,132; E. Davud, Sünen, II, 702.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/218-220.
[100] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/220.
[101] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/220.
[102] A.O. Ateş, a.g.e. s.281.
[103] Necîramî, Eymânü'l-Arab fi'l-Câhiliyyeti, s.21.
[104] Ebu Ali el-Kâlî, Zeylü'l-Ematî, s.50.
[105] Necîramî, a.g.e., s.22.
[106] Buharı, Sahih, 1,18.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/221.
[107] Serahsi, Mebsut, XXVI, 106; Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, III, 156.
[108] Teşriiye 21/1-9.
[109] Buharî, Sahih, IV, 236; Nesâî, Sünen, VIII, 2.
[110] Buharî, Sahih, VIII, 42-44; Müslim, Sahih, III, 1291-1295.
[111] A.O. Ateş, a.g.e., s.373.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/221-222.
[112] Cerrahoğlu,Kur'ân-ıKerim ve Haniflik'D,XL, yi; Kuzgun, a.g.e. s.182.
[113] Cerrahoğlu, a.g.m. İFD, XI, 91.
[114] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/222.
[115] Kastallanî, İrşâdü's-Sârî, VII, 427, VIII, 265.
[116] Buharî, Zebaih 15; Menâkıbu'l-Ensâr, 24.
[117] Kastallanî, a.g.e., VII, 427, VIII, 265; Süheylî, Ravdu'l-Unuf, II, 362.
[118] Kirmanî, Şerhu'l-Buharî, XV, 62; Aynî, Umdetü'l-Kârî, XVI, 286.
[119] İbn Habib, Muhabber, s.329.
[120] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/222-223.
[121] Halebî, a.g.e., II, 262.
[122] Ebu Davud, Sünen, IV, 641; îbn Habib, Muhabber, s.237-238.
[123] Suyutî, Dürrü'l-Mensûr, vl,13; Halebî, a.g.e., I, 204.
[124] A.O. Ateş, a.g.e., s.422.
[125] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/223-224.
[126] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/224.
[127] İbn Hişam, Sîre, I, 240; İbn Habib, Muhabber, s.171; Hakim, Müstedrek, 111,611.
[128] Buharı, Sahih, IV, 233; Süheylî, Ravdu'l-ünuf II, 361.
[129] Hakim, Müstedrek, III, 611; Alusî,Ruhu'l-Meânî, XXX, 50; Taberî, Ca~ miu'l-Beyan, XXX, 72; Süheylî, a.g.e., II, 363; Yazır, a.g.e , VIII, 5604
[130] Aynı kaynaklar.
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/224.