- Asr-ı saadette devlet başkanlığı

Adsense kodları


Asr-ı saadette devlet başkanlığı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Tue 5 October 2010, 05:39 pm GMT +0200
ASR-I SAADETTE DEVLET BAŞKANLIĞI


Prof.Dr. İhsan Süreyya Sırma
 

(Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üvesi. Sakarva)

İhsan Süreyya Tarihçi, yazar. 1944 yılında Pervari'de doğdu. Sırma Ortaöğrenimini Siirt Lisesi'nde yaptı. 1966'da An­kara İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 1967'de doktora için gittiği Fransa'dan, 1969'da Tunus'a geçti. Tekrar Fransa'ya ve 1973'te de İslâm Tarihi dalında doktor olarak Türkiye'ye döndü. Erzumun Yüksek islâm Enstitüsü'nde İslâm Tari­hi Öğretmenliği yaptı, (1973-74). Aynı yıl, îslâmî İlimler Fakültesi'ne asistan olarak girdi; 1980'de Doçent, 1989'da Profesör oldu. Halen Sakarya Üniversitesi, İlahiyat Fakültesinde, İslâm Tarihi öğretim Üyeliği yapmaktadır. Çeşitli gazete ve dergilerde makaleleri yayınlanan yazar, evli ve üç çocuk babasıdır.

Bugüne kadar yayınlanan eserleri: Osmanlı Devleti'nin Yıkılışında Yemen İsyanları, Birkaç Sahife Tarih,Tarih Şuuru, Tunus Hatırala­rı, Peygamber Ordusu'nun Tarihi (tercüme),İslâm Müesseselerine Giriş (tercüme), İlk İslâm Devleti -Makaleler— (tercüme), İslâm Öncesi Mekke Dönemi ve Hz. Muhammed, îslâmî Tebliğin Mek­ke Dönemi ve İşkence, îslâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, tslâmî Tebliğin Örnek Halifeler Dönemi, Emeviler Dönemi, Abbasiler Dönemi, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri, Hz. Peygam­ber Devrinde Yahudi Meselesi, II. Abdülhamid'in İslâm Birliği Siyaseti, Tanzimat'ın Götürdükleri, İslâmiyet ve Hıristiyanlık (tere), İslâm ve Tarih, Neler Sordular, Pakia Mektupları ve Bir Garip Tarih, Nasıl Sömürüldük. [1]

 

GİRİŞ
 

islâm'ı Batılı müsteşriklerin etkisinde kalarak inceleyen bilim adamları, müslüman olsun, yâ da olmasın, tıpkı müsteşrik­ler gibi, meseleye laik yâ da lâ dinî bir gözle baktıklarından, başka komalarda olduğu gibi Hz. Peygamber(s.a.s)'in devlet başkanlığı, ve îslâm Devleti vakıası konusunda da hataya düşmüşlerdir.

Konuya açıklık getirebilmemiz için, Allah'ın insanları uyar­mak için gönderdiği son Peygamberin mücadele tarihinden bazı kesitler üzerinde durmamız gerekiyor. Bunu yaparken de, kay­naklarımız, onun devletinin temeli olan Kuran ve Sünnet bir de muteber îslâm tarihi kaynakları olacaktır.   

Milâdi VII. yüzyıla ait olan bu meseleyi çözmek için, medeni diye bize kabul ettirilmek istenen Batı hukuk kaynaklarını kul­lanmamızı hiç kimse beklememeli. Zira genellikle temeli Roma hukukuna dayanan Batı hukuklarının dahi, iki yüz yıldan fazla bir mazileri yoktur.Çünkü Batı, her kralının, kendine özgü ka­nunlarıyla yönetiliyordu. Ve bu kanunların tamamı beşeri ve de keyfi tasarruflardan ibaretti.

islâm ise, ilâhî kanunlara bağlıydı, ve bu ilâhî kanunlara ters düşebilecek bir kanunu, Peygamber dahi koyamazdı.

işte, bu ilâhî kanuna göre konulmuş olan kulluk statüsü, in­sanın her yönünü ilgilendirmekte, başka bir deyişle, Islâmî(dinî) kanuna teslim olmuş olan kimse, aynı zamanda laik bir statüye sahip olamamaktadır, islâm, insanı maddî-manevî her yönüyle kuşattığından, müslüman insanı "şu konuda, îslâm hukukuna, diğer konularda ise, Roma hukuku ve Batı medeni(!) hukukuna uyarım" diyemez. Tabi bunu söylerken, günümüzde, bazı Batı kompleksli bilim adamlarının bir yaptırım ve dikta yöntemi ile islam'ı Batı'ya uyarlamak için olan gayretlerim kale almıyoruz. [2]

 

Birinci Bölüm


HZ. PEYGAMBER'İN DEVLET BAŞKANI OLUŞU


Bu kısa girişten sonra, şimdi de konumuzu işlemek üzere, Hz.Muhammed(s.a.s)'in mücadelesini ele alalım.

İslâm tarihçileri, genel olarak Siret dediğimiz bu örnek müca­deleyi iki dönem olarak ele alırlar:

1. Mekke dönemi

2.Medine dönemi.

Bu her iki dönemde meydana gelmiş olan hadiselerin hepi-si üzerinde durmak şüphesiz imkânsızdır. Onun için biz, daha ziyâde bir eğitim ve yetişme dönemi sayılabilecek olan Mekke döneminden fazla söz etmiyecek, islâm'ın bir devlet hüvviyetine büründüğü Medine dönemi üzerinde duracağız.

Hz. Muhammed(s.a.s)'in îslâm için vermiş olduğu mücadele şeklini ele alıp incelersek, kanaatımızca konu tebellür edecek, ve onun sıradan bir aşiret reisi değil, fakat örnek bir devlet başkam olduğu ortaya çıkacaktır. [3]

 

I. Kısaca Mekke Dönemi
 

Hz. Peygamber(s.a.s) islâm'ı tebliğ etmeye başlayınca, baş­langıçta bu işe pek önem vermemiş olan Mekke Devleti, ona karşı ciddi tavır almaya başladı. Mamafih, Hz.Muhammed(s.a.s)'e kar­şı fiili tecavüze başlamadan önce Devleti temsil eden bir heyeti ona göndererek, tebliğinden vazgeçmesi teklifinde bulunmayı yeğlediler. Bu tekliflerini Hz.Peygamber(s.a.s)'in amcası Ebu Ta-lib'e şu şekilde ilettiler:

"Yâ Ebâ Talib, senin yeğenin(yâni Hz. Muhammed(s.a.s) ilâhlarımıza, putlarımıza küfretti. Dinimizi ayıpladı, atalarımıza hakaret etti; babalarımızın sapık yolda olduklarım söyledi. Yâ onu bu işten vazgeçilirsin, yâ da bizle onu başbaşa bırakırsın; çün­kü sen de bizim gibi ona inanmıyorsun"[4]

Mekke Devlet yetkililerinin söylediklerine bakılacak olursa, gerçeğin hiç de kendilerinin söyledikleri gibi olmadığı görülür. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s) kimseye küfretmiyordu. O sadece putlaştırılmış, il anlaştırılmış bazı kurumların, yâ da kişilerin Allah'a ortak koşulmamasmı, kulluk yapılacak tek makamın Allah olduğu inancını yerleştirmek istiyordu.

Üzerinde durulması gereken bir diğer husus da şudur: Mekke toplumunda, islâm'ın yamsıra bir çok değişik din ve inanç sistemi bulunmasına rağmen, -tıpkı günümüzde olduğu gibi- Devlet sadece islâm'la ve onun tatbikçisi olan Hz. Muham­med (s.a.s)'le uğraşıyordu. Bunun anlamı şudur: Mekke Devleti sadece islâm'ı kendisi için, yâni rejimi için tehlikeli görüyor. Nite­kim, rejimleri tehlikeye düşmüş olan bütün devletlerin, özellikle bazı grupların müslümanlar üzerine varıp onları sindirmek iste­melerinin altında da bu yatıyor. [5]

 

II. Hicret Ve İslâm Devletinin Kurulması
 

Hz. Peygamber(s.a.s)'inr Mekke'deki mücadelesi on üç sene devam etmesine rağmen islâm'ı kabul eden MekkelilerinCbunlara yabancı köleler de dahil) sayısı 1000'i geçmedi. Çünkü Mekke Devleti o denli acımasız ve toleranssızdı ki, hemen hemen hiç teb­liğ imkânı vermiyordu. Oysaki müslümanlar fiili hiç bir eylemde bulunmuyorlardı. Buna rağmen Mekke Devleti hergün terörünü biraz daha artırdı ve müslümanlara uyguladığı işkence de daha acımasız oldu.

Mekke Devletinin,sadece müslümanlara uygulamış olduğu pervasızca saldırılarında bu kadar ileri gidebilmesinin bir tek iza­hı vardır: Müslümanların bir güce, yâni bir Devlete sahip olma­maları!...

işte , îslâmî tebliğin Mekke'de imkânsız hâle gelmesi üzerine hicret etmeye mecbur kalan Resulullah(s.a.s), bunun farkında ol­duğundan, Medine'ye varır varmaz ilk olarak ele aldığı şeylerden hirisi devlet kurmak oldu.

Şimdi de konuyu daha da vuzuha kavuşturmak için, biraz devlet kavramı üzerinde duralım:

Şekilleri ne olursa olsun, Devletler insanlann yönetimleriyle gılıaır. Tarih boyunca genel olarak insanlar üç şekilde yönetilmislerdir:

1. ilâhî kanunlarla,

2. Beşeri, yâni bizzat insanların yapmış oldukları kanunlar­la,

3. Bilhassa günümüzde olduğu gibi, yozlaştırılmış ilâhî ka­nunlarla, beşeri kanunların karışımı olan karmaşık idare sistem­leriyle.

Devletten sözetmeye başlar başlamaz hemen kanunlardan hareket etmemizin sebebi, devletlerle kanunların özdeşliğinden ileri geliyor. Başka bir deyişle devlet deyince kanun akla geliyor.

Meseleyi izah sadedinde, biz ikinci sistemden başlamak isti­yoruz. Yâni toplumların beşeri kanunlarla yönetildiği devlet şe­killeri.

Kökü materyalizme dayanan, ve ister kapitalist, ister sosya­list, isterse de faşist olsun, bu sistemlerde teşri', yâni kanun koy­ma kaynağı insandır.

İnsanları yönetmek için kanun koyma yetkisini elinde tutan bu mekanizma, bazan Firavun ve Nemrut gibi tek insan; bazan Roma Senatosu gibi bir grup; komünist uygulamalarda, ya da Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında gördüğümüz tek parti ve Polit-Büro, ve nihayet kandırmaca demokrasilerdeki(çünkü ger­çek demokrasi hiç bir zaman tatbikatım görmemiştir) partilerin oluşturduklara parlemento üyeleri insanlar şeklinde tezahür eder ki, bunlara beşeri sistemler diyoruz.

Totaliter rejimler şeklinde de tanımladığımız Firavun, Nem­rut, Kayser, Şah sistemlerinde tek kanun koyucu insan, krallık tahtında oturan şahastır. Devlet ona aittir; devletinin kanunlarını da o yapar, yâ da yaptırır. Kralın maiyetinde bulunup, birinci sınıf köle( bunların resmi adları köle değildir tabi) statüsünde çalışan­lar ,bütün hareketlerini, kralın direktifleri doğrusunda ayarlar­lar.

Birinci sınıf köle dediğimiz bu insanlar, devletin, yâni Kralın memurlarıdırlar.[6] Bunlar, alt tabakadaki ikinci sınıf köle duru­munda olan ve toplumun çoğunluğunu teşkil eden halkı, Kral adı­na idare eder, onların en sadık köleler olmasını sağlarlar.

Her iki köle sınıfının da düşünme ve düşündüklerini açıkça söyleme hakları yoktur. Ne varki me'mur dediğimiz birinci sınıf köleler, Kralın emri üzerine düşünebilir, hatta düşünmeye mec­burdurlar.

Mesela Firavun, memurlarından birine,"bana en karmaşık olan bir anıt mezar tipi yap!" diye emretse, memuru, yâni kulu olan mimar, öldürülmemek için, veya en azından ikinci sınıf köle durumuna düşmemek için yıllarını harcar ve birer amt-kabir, yâni anıt-mezar olan piramitleri ortaya koyar...

Böylesi sistemlerde her şey Devlet için, devlet de başında bu­lunan kişinin menfaatleri için vardır.

Firavun ve onun gibi olanların devletleri de , mezarları gibi pi­ramit şeklindedirler:

En tepede bütün yetkileri elinde bulunduran Firavun; onun altında da tabana doğru genişleyen köle sınıfları yâ da tabakaları yer'alır. Tepedeki ne derse o olacağından, onun altındakilerin tek çabası da kölelikte bir üst rütbeye ulaşmak için köleliği en mü­kemmel bir şekilde yerine getirmek olacaktır. Bunun için çırpımr dururlar. Ve tabiidir ki piramit; en tepede oturan tağut'a doğru daraldığından, yâni üst kölelik makamlarının kadroları azaldı­ğından, yukarı doğru çıkıldıkça köle sınıfları arasında ve özellikle bir sınıfın birey köleleri arasında amansız bir kadro kapma mü­cadelesi sürer durur. Ve bu mücadelede birey köleler birbirlerini yerken, tepedeki tağut, keyif içerisinde sömürü rejimini devam ettirir.

Aslında, tüm beşeri sistemlerde -modem demokrasiler dahil, idare mekanizması aynı piramitle çalışır: Krallıklarda Devlet pi-rarniti'nin üst tabakası Kral, komünizm1 de polit-büro, kapitalist rejimlerde parti, ve parti başkanı, nasyonal-sosyalizmlerde , yâni faşist sistemlerde ise diktatördür.

Piramitin alt tabakalarının tamamı tepedeki tağut için çalı-Şir, onun için vardırlar. Tağut, sömürdüğü insanların bu şekilde meseleye bakıp, gerçekleri görmemeleri için Devlet diye bir tabu uydurur ve bu devleti kutsallaştırıp, kendi şahsıyla özdeşleştirir. u yetmiyorsa, yâni devleti kutsallaştırmada başarı elde edemi­yorsa, bu defa içine dini motifleri de işleyerek, vatan ve bayrak gramlarını gündeme getirir; bunlar uğruna yapılan mücadele­ce öldürülenlerin şehid olacaklarını empoze ederek, kendi sanatının selameti için din sömürüsü yapar/yaptırır. Zaten

zavallılaştırılmış olan halk, bilmez ki vatan ve bayrak gibi beşeri kutsallar her millet için varolagelmiş idollardır. Böylece devlet ve tabi onun başkanı, piramiti oluşturan halk için her şeydir. Ve o şekilde şartlandırılmış olan halk bağırır durur: Yaşasın Kral! Yaşasın Devlet! Kahrolsun Devlet düşmanları!

Tarihin seyri içerisinde, ilim ve teknoloji ilerledikçe de, pira-mitin elementleri daha bir sağlamlaşıyor, Tepe'nin, resmi ideoloji hâline getirmiş olduğu bazı kavramlar tabulaştırıldığmdan eleş­tirilmesi bile imkânsız hâle geliyor.

Tepede kendisini tannlaştırmış olan Kral, parti, yâ da dikta­tör, kendini ve rejimini koruyucu kanunlar çıkartarak dokunul­mazlık, eleştirilmezlik gibi prensipler koyar ve bunları lâ yus'el ve değiştirilmeleri teklif bile edilemez bir hâle sokarak piramitin alt tabakalarım kendisine bağımlı kılar, onları hafife alır ve şahsi­yetlerini kaybettirerek, onları birer uydu insan şekline sokar. Bu duruma gelmiş olan bir insan(!)dan da, artık insanlık namına hiç bir şey beklenemez. O, yâni insan, haksızlıklara karşı isyan eden ulvi ülküsünden, Eşref-i mahlukat olan şerefli sıfatından arın­mış, ahsen-i takvim makamından ayrılarak kaybolmuş, adeta iğdişleştirilmiş ve sadece Yaratıcıya kul olması gerekirken, ken­disi gibi bir insana kul olmuştur. Artık o sadece verilen emri yeri­ne getirmeyi düşünür, insanı bu şekilde şahsiyetinden arındıran Firavun ve ona kul olanları Kur'an şöyle dile getiriyor:

"(Firavun) böylece kavmini küçümsedi (yâni ellerinden şahsi­yetlerini aldı); onlar da kendisine itaat ettiler"[7]

Bu piramidi devlet yapılanması Tepeye o denli bağımlıdır ki, köleleştirilmiş olan piramit birimleri teprenmeye bile korkarlar. Çünkü onlara göre Tepe kutsaldır, ve ona karşı yapılacak her ha­reket suçtur, devlet düşmanlığıdır, yâni büyük günâh'tır. Nite­kim kendilerini bu denli sömürdüklerinden bazıları düşünmeye başlayıp, haklarını aramaya başladılar mı, bunlar, her türlü ifti­ralarla suçlanır, tehdid edilir, rejimin hakimleri tarafından mah­kemelerde süründürülür. Kutsalf!) devletin koruma ve kollama görevini yapanlar da şu şekilde konuşmaya başlarlar:

"Fazla teprenmeyin, aksi hâlde piramitimiz başınıza yıkılır. Biz tepeye yakın olanlar sevgili rejimimiz, yani devletimiz (bun­larda devlet, rejim, hükümet hep aynı şeydir) için her şeyi yaparız.[8] Bizleri velinimet olarak kabul edin. Çünkü siz istemezseniz de biz öyleyiz ve öyle olmaya mecburuz. Aslında biz tepedekiler, piramit taşları altında kalıp ezilmemeniz için tepenizde duruyor, hayatınızı düzenliyoruz, itaat eder, sesinizi çıkarmazsanız, hu­zur içinde yaşarsınız. Görmüyor musunuz ki, sizden olanlar, hat­ta sizden daha çok camilere devam edenler, din için sizden daha cok ağlayanlar, rejimimize destek veriyor, Devletimizin bekası için dualar ediyorlar. Sizden olup rejimimize karşı isyan edenleri bizler asarken ya da kurşuna dizerken, yahud da bombalarla evle­rini yerlebir ederken, böyle davranmamızın fetvasını almıyormu-yuz sanıyorsunuz! itaat etmeniz vacip olan Hocaların, rejimimi­zin birer simgesi ve kutsalı olan vatan ve bayrak için ne kadar ağ­layıp göz yaşı döktüklerini, bu devletimizin yıkılmaması için elle­rinden geleni yaptıklarını görmüyor musunuz? Karışıklık

Beşeri idare sistemlerini bu şekilde kısaca gördükten sonra, şimdi de yasama gücünü ilâhî kaynak'tan alan devlet şekline ge­çelim:

ilâhî kanunlara dayalı olan yönetimlerin, teşri, yâni kanun koyma yetkisi, Vahy'e, yâni Allah'ın peygamberleri vasıtasiyle göndermiş olduğu Kitaplara, Suhûf a dayanmaktadır. Bu gibi yö­netimler, bizzat Peygamberler; onların ölümlerinden sonra da, belirledikleri siyaseti takip eden zatlar tarafından yürütülmüş­tür. Böylesi devletlerde, Devlet Başkanı olan Peygamber, Melek Cebrail vasıtasiyle aldığı kanunlarla devleti idare eder.

Mamafih devlet başkam olan Peygamberlerin de ilâhî vahye ters düşmeyecek şekilde ictihadlarda bulunup, kanun koyma yet­kileri vardır. Neki Peygamberlerin, beşeri sistemlerde olduğu gi­bi, heva ve heveslerine uyarak kanun yapmaları, insanları sömür­meleri söz konusu değildir. Dolayısiyle onların bütün icraatları, vahiy ile uyum içerisinde olmaya mecburdur. Yâni esas olan ilâhî kanunlardır.

Bu ilâhî kanunları yürütmekle yükümlü olan Peygamber, yâni Devlet Başkanı, hiç bir şekilde, Allah'ın verdiği yükümlülükten öte, sırf kendi menfaati için, insanlara yükümlülükler getire­mez, ve böyle yasalar koyamaz. Hele hele beşerî sistemlei-de oldu­ğu gibi, insanları kendisine kul olmaya davet edemez! Çünkü Al­lah şöyle uyarıyor O'nun nizamını yürütecek olan Peygamber'i:

"Beşerden hiç kimse, Allah kendisine Kitab'ı, (Allah'ın emret-tiğiyle) hükmetmeyi ve peygamberliği verdikten sonra o, insanla-ra;"Allah'ı bırakıp bana kul olun!"[9] diyemez" O halde, mutlak ikti­dar ve tasarruf sahibi(Maliku'l-mulk, Ehkemu'l-hakimin) olan Allah, Kendi emirlerini insanlara tebliğ ve tatbik etmek üzere Peygamberleri gönderiyor ve bu görevde hiç bir taviz vermemele­rini emrediyor.

işte Hz. Muhammed(s.a.s) de bu sistemi yürütmekle görevli son Peygamber olduğu için, onun ilhamını alacağı Yüce Kaynak da tam ve mükemmel olmalıydı ki, bu mükemmel Kaynak Kur'an'dır. [10]

 

III. Devlet Oluşturuluyor
 

islâm Öncesi dönemde, Arabistan yarımadasının genelinde kabilecilik hakimdi. Her ne kadar Yemen gibi bölgelerde krallık­lar hakim idiyse de, idari organizasyon açısından kabileler önemli bir fonksiyon icra ediyordu. Bu kabile insanları umumiyetle iki şe­kilde yaşıyorlardı:

1) Bedeviler, yâni göçebe halinde yaşayanlar,

2) Hadarîler, yâni yerleşikler, ya da şehirlerde yaşayanlar. Her iki durumda da kabile hayatı söz konusu olup, bu kabile­lerin yönetimlerinde kabile reisleri önemli rol oynardı.

Peki bu kabileler nasıl idare ediliyorlardı?

"Kabilede her zaman için bir reis vardı ve bu reis kayd-ı hayat şartıyla seçiliyordu... Kabile reisinin seçimi verasetle değildi. Yâni babadan oğula geçmiyordu. Yeni seçilen reisin, aynı kabile­den olması normal bir şeydi. Çünkü bu kabileye göre, kabileleri dünyayı temsil ediyordu. Onlar için yabancılar fazla önem arzet-miyordu. Şu halde yeni reis, aynı kabileden olması şartıyla eski reisin oğlu olmayabilirdi. Kabilenin ileri gelen ihtiyarları toplanı­yor ve yeni seçilecek reis konusunu görüşüyorlardı. Yeni seçilecek olanın, eski reisin oğlu veya yeğini olması şartı da yoktu. Kabile­nin başka bir ferdi de pekala reis seçilebilirdi. Filhakika, islâm Ön­cesi Arap kabilelerinde, en mühim şey, yeni seçilen reisin iyi bir komutan oluşu idi. Çünkü bu kabileler arasında devamlı olarak savaşlar vardı. Ve şayet kabilenin komutanı, iyi bir idareci olma­yacak olursa, kabile savaşı kaybeder, harabolurdu. Bunun içindir ki, kabile reisi seçiminde aranan ilk şart, seçilecek olanın cesur, güçlü ve iyi bir komutan olması idi. Muhtemelen, akıllı, zengin ol­mak gibi başka Özellikler de, bu seçimlerde nazarı dikkate alını­yordu."[11]

Mekke'de de durum aşağı yukarı aynıydı. Neki Mekke'nin di­ni ve sosyal durumu, bazı zorunlu kurumların varlığını gerektiri­yordu ki, Ka'be de bunlardan bir tanesiydi.

Genel hatları itibariyle bir devlet yapısını andırmasına rağ­men, Mekke'nin bir kralı yoktu. Bu şekilde kralsız olan Mekke şe­hir devletinin idaresi ise, genellikle Ka'be'yi ilgilendiren çeşitli ba­kanlıkların elinde bulunuyordu. Kral ya da başka türlü bir devlet başkanı olmadığından, Şehir devleti bakanlıklararası bir koordi-ne ile yönetiliyordu.

Mekke'den, siyasal bakımdan tamamen farklı olan Medi­ne'de ise bir devlet, yâni Mekkedekine benzer organize bir idare sistemi yoktu. Fakat Medine toplumunda da keza kabilecilik ha­kimdi. Cahiliye döneminden sonra İslâm gelince, kabilenin yerini ümmet aldı. Böylece kabilelerdeki yapı da ister istemez değişikliğe uğradı. Eskiden kabileyi sadece o kabilenin, aynı dü­şünce ve inananı paylaşan Araplar oluştururken; kabilenin yeri­ni alan ümmet'te ise, her çeşit ırktan ve fakat aynı inancı paylaşan müslümanlar oluşturmaya başladı. Bu suretle Arap kabileciliğin-den, islâm ümmetçiliğine varıldı. Fakat kabileler bünyesinde meydana gelen değişiklik, her alanda olmadı; islâm'la çelişmeyen örf ve adetler böylece kendini korumuş oldu. Arapların bünyesin­de meydana gelen bu sosyal değişiklik, Özellikle ilk islâm Devleti­nin kurulmuş olduğu Medine'de kendini gösterdi.

Medine'de, bir kısmı müslüman, fakat büyük ekseriyeti müş­rik olan Evs ve Hazrec adındaki iki büyük Arap kabilesi, âdeta Şehrin hakimleri durumundaydılar. Nüfusun yarısına yakın bir oranım teşkil eden Yahudiler ise bu iki Arap kabilesinin antlaş­mak bağımlıları(Mevâli) durumundaydılar. Örneğin Kaynuka oğulları yahudileri, bir Hazrec'li olan Abdullah b. Ubeyy'in meva-lileri idiler.[12] Benu Kaynuka, Benu Nadir ve Benu Kurayza adla­rındaki bu üç büyük Yahudi kabilesinin Medine'de hiç bir siyasi etkinlikleri olmadığı gibi, bir kaç aileyi geçmeyen Hıristiyanların da fazlaca bir fonksiyonu yoktu.

Her ne kadar Medine'de bir devlet yok idiyse de; Hz. Muham-med(s.a.s)'in oraya gelip, îslâmi tebliğe devam etmesinden sonra, gayrimüslim unsurların, îslâm düşmanlığı yapmayacakları garanti değildi. Bunu çok iyi bilen Hz. Muhammed(s.a.s), Medi­ne'ye gelir gelmez, kendisi de mübarek omuzlarında kerpiç taşıya­rak bir cami yaptırdı.

Bu sıralarda, yukarıda adı geçen Abdullah îbn Ubeyy, Medi­ne halkını sömürmek ve onları kendi bağımlıları yapma sevdası­na düşmüş, Medine Kralı olmak istiyordu. Hatta Yahudi kuyum­cuları onun için altından bir taç bile yapmışlardı.

Abdullah ibn Ubeyy'in kral ilân edilmesi demek, Medine'de bir devletin kurulması demekti, islâm dışı bir tarzda kurulacağın­dan, ve büyük bir ihtimalle Mekke devletinin yaptığı gibi, müslü­manlara müslümanca yaşama imkânı tanımayacağından, Hz. Peygamber(s.a.s) böyle bir devletin kurulmasını tabii ki istemi­yordu.

ikinci bir husus da şudur ki; müslümanlar Medine'ye hicret etmiş olmalarına rağmen, Mekke Devletinin tehlikesi tamamen bertaraf edilmediğinden, her an için Medine'deki müslümanlara saldırabilirlerdi. Nitekim müslümanlan barındırmamaları için, durmadan Medinelilere tehdid haberleri gonderiyorlardı.

îşte bu iki tehlikeye maruz kalmamak için, Hz. Peygam-ber(s.a.s) erken davranarak devleti hedef aldı; ve Medine'deki Arap ve Yahudi kabile reislerini bir araya toplayarak, onlarla bir saldırmazlık ve dışa karşı müşterek savunma antlaşması yaptı ki; bugün[13] özellikle Türkiye müslümanlarının gündeminde olan Me­dine Vesikası, bu antlaşmanın içeriğidir.

Bu hadiseler cereyan ettiği'sıralarda Medine'nin nüfusu 10-15 bin kadar olup, müslümanlar bu nüfusun 1/10 ni teşkil ediyor­du. Ne varki Medine'de nüfus itibariyle azınlık olmalarına rağ­men, Devlet müslümanlann elinde sayılıyordu. Neden?

Çünkü kemiyet itibariyle olmazsa bile, keyfiyet itibariyle müslümanlar çoğunluktaydılar. Şöyle ki; yukarıda arzettiğimiz gibi, o dönemlerdeki toplum yapılarında, kişiler değil, kabile asıl olduğundan, ve kabile reisleri, kabilelerini temsil ettiklerinden söz onlarda bitiyordu.

Medine'de, yukarıda adlarını zikrettiğimiz iki büyük kabile olan Evs ve Hazrec'in liderleri olan iki Sa'd da; yâni Sa'd b. 'Ubade ve Sa'd b. Muaz müslüman olmuşlardı. Dolayısiyle onların, reisle­ri oldukları kabilelerin herhangibir gayrimüslim ferdinin fazla bir yaptırım gücü yoktu. Ayrıca; Mekke döneminde, Hicret önce­sinde Hz. Peygamber(s.a.s)'in Medinelilerle yapmış olduğu Akabe biatlan'nda nakîb, yâni temsilci seçilenlerin hepisi de, bu Sa'd'lar ayarında olmasalar bile, onlara yakın sosyal bir pozisyon sahibi idiler. Ve Medine'de bulunan gayrimüslim Arapların bü­yük bir ekseriyeti de bunların emrinde bulunuyordu.

Bu bakımdan diyebiliriz ki Medine'nin idari ve siyasi kontro­lü, Evs ve Hazrec kabilelerinin elinde bulunuyordu. Bu iki kabile, âdeta Medine'de kurulan îslâm Devletinin yaşam sütunları oldu­lar. Çünkü bu iki kabilenin bir özelliği daha vardı ki, bu özellik, Medine islâm Devletinin etkinliği konusunda oldukça büyük bir rol oynamıştır; o da şudur: Evs'in de, Hazrec'in de reisleri müslü­man olmuşlardı. Yukarıda gördüğümüz gibi, Arap kabileciliğinde reislerin etkinliklerinin ne kadar büyük olduğunu hatırlarsak, bu iki reisin kabilelerinde, ve dolayısiyle Medine toplumu üzerindeki nüfuzlarını kolayca anlamış oluruz.

Bu iki yönden böyledir:

1) Medine nüfusunun ekseriyetini teşkil eden Evs ve Hazrec kabilelerinin her ikisinin de lideri müslüman olmuşlardı. Her iki kabilede de müslüman olmayanların sayıları, müslüman olanlar­dan fazla olmasına rağmen, aslolan, her sözün kendilerinde bitti­ği kabile reisleriydi ki, dediğimiz gibi bunlar müslüman idiler. Ka­bile bireylerinin, kabile reislerine karşı, hemen hemen hiç bir yap­tırım güçleri yoktu. Nitekim müteakip senelerde meydana gelen °nca savaşlarda, müslüman olmamalarına rağmen, îslâm Devletine karşı herhangibir harekette bulunmamışlardır.

2) Zannedildiği gibi müslümanlar güç olarak zayıf olsalardı, Hicretin 2. yılında, Medine nüfusunun sayısal olarak yarısını teş­kil eden yahudilerden Benu Kaynuka oğullarına nasıl savaş açabilsinler? Nitekim, Kaynuka ile yapılan savaşta, münafıkların başı olan Abdullah ibn Ubeyy'in bütün çabalarına rağmen ne Benu Nadir yahudileri, ne de Benu Kurayza yahudileri -kardeşle­ri- olan Kaynuka oğullarına yardım edebildiler.

Fakat Evs ve Hazrec kabilelerinin müslüman olan liderleri­nin bu siyasi üstünlüklerine rağmen, Hz. Peygamberfs.a.s) Mek­ke'den hicret etmiş olan müslümanların yaşam garantilerini ön plânda tutarak, hadiseyi bütün boyutlarıyla düşünmüş, devletini ona göre kurmuştur. Çünkü Medine'deki grupların müslüman-lara karşı birleşip ortak bir tavır almaları hâlinde müslümanlar, tıpkı Mekke'dekine benzer bir düşmanlıkla karşılaşabilirlerdi. Nitekim Abdullah b. Ubeyy adındaki bir Medineli, böyle bir giri­şimde bulunmuş ve yukarıda belirttiğimiz gibi, Medine'ye kral ol­mak istemişti.

Onun içindir ki Hz. PeygamberCs.a.s), her şeyden Önce Islâmî tebliği kolaylaştıracak ve müslümanları güvenceye alacak bir devlete ihtiyaç gördü. Çünkü Mekke'yi terk etmiş olmalarına rağ­men, tehlike tamamen bertaraf edilmiş değildi, ve Mekke Devleti her an için müslümanlara saldırabilirdi. işte Resulullah(s.a.s) bu­nun için acele etti ve asıl gayesini kimseye açıklamadan, Medi­ne'de bulunan Arap ve Yahudi kabile reislerini bir evde koplaya-rak, onlara ortak savunma Önerisinde bulundu.

Devlet yapısı hakkında bir bilgiye sahip olmadıkları gibi, işin önemini de fazla kavrayamayan Yahudi ve diğer gruplar Hz. Mu-hammed(s.a.s)'in teklifini kabul ettiler. Fakat o, bu konunun ihmâl edilmesinin büyük sakıncalar doğuracağını bildiğinden, gruplararası bu sözlü antlaşmayı yazı'ya döktü ki, kaynaklarımız bunu Kitab(yazılı antlaşma) olarak zikrederler.[14]

Batılı müsteşriklere göre(meselâ AVellhausen) 47 madde olan bu Yazı, Hamidullah Hocanın tasnifine göre 52 maddedir. [15]1-25. maddeler arası olan Birinci Bölüm müslümanlarla, geriye kalan 27 madde de Yahudilerle ilgilidir.

Konumuzun sınırlılığı itibariyle, bu   tarihi antlaşmanın bütün ayrıntı] anna girmiyoruz. Ancak bir iki husus üzerinde dur­mamız gerekiyor:

1. Aynı Devleti oluşturan değişik toplumların müşterek dış savunması. Yâni, etnik ve dini yapısı ne olursa olsun, Medine Devleti'ne dışarıdan gelecek her türlü saldırıya karşı antlaşmaya katılan bütün gruplar beraber savunma yapacaklardır.

2. Her toplumun , dinî, hukukî ve kültürel bağımsızlığı ola­cak, hiç kimse bir diğerinin dinine, ibadetine; kısaca içişlerine ka­rışmayacak.

3. Hz. Muhammed(s.a.s)'in, bu Antlaşmaya göre Devlet'in ba­şı, ve toplumlararası anlaşmazlıklarda Hakem ve Hakim olması­nı bütün gruplar kabul edecek; onun,-grupların kanunlarına gö­re- vereceği karara hiç kimse itiraz edemiyecek.

4. Antlaşma metninin, Devlet Başkanı olan Hz. Muhammed (s.a.s) tarafından hazırlanmasını bütün gruplar kabul edecek.,

5. Bu değişik insan gruplarının idareleri için hazırlanan Ant­laşma, ilâhî Kanun'a, yâni Kur'an'a ters düşmeyecek. Metinde böyle bir ifade olmamasına rağmen, metni dikte ettiren Hz. Pey­gamber (s.a.s) olduğundan, zaten bunun aksi düşünülemez. Yâni Hz. Muhammed(s.a.s) kendi risaletine ters düşecek bir antlaşma­ya imza koyamaz.

işte, pratiği fevkalade kolay, dini ve etnik grupların her türlü hürriyetlerini havi olan bu Antlaşmayı, Medine'deki toplulukla­rın büyük bir kısmı seve seve kabul etti.

Kaynağım ilâhî vahiy'den aldığı için yanılmazlığı bir tarafa; sistem ve rejimlerin münakaşa edildiği, mevcut beşeri sistemle­rin, herkese eşit hak-hukuk veremediği şü ortamda, sadece müs­lümanların değil, bütün dünya insanlarının üzerinde düşünmele­ri gereken bu model-devlet; işlerliği, ve insan fıtratına uygunluğu açısından , pratiği düşünülebilen tek model olarak görünüyor.

Günümüz insanlarına tek örnek devlet rejimi olarak kabul et­tirilmek istenen, ve tarihte hiç bir zaman pratiğini görmemiş olan demokrasi'nin artık insanları tatmin edemediği, halk idaresi diye tanımlanan bu rejimin de pratikte bazı sınıfların doğmasına, idarenin bu sınıflardan herhangibirinin eline geçmesi hâlinde de, hukuklarına, dinlerine,kültür yapılarına,örflerine ters düşse bile, iktidardaki grup dışında kalan bütün grupların dört sene beklemeleri gerekir ki, her şeyiyle kendilerine yabancı olan ikti­darı değiş tir ebil sinler. Meğerki iktidar, bütün politik desiseleri kullanarak ve de halkı, yapay vaadi arla kandırarak bir daha oy­ların %51'ini alsın! Başka bir deyişle uygulandığı toplumlarda de­mokrasi, %51'in %49'a tahakkümüdür! Muhalefet durumuna düşmüş olan bu %49'un ne teşri, ne de yürütme konusunda hiç bir söz hakkı yoktur. Bu açıdan demokrasi rejimi paradokslarla dolu­dur; veya en azından çifte standartlıdır.Demokrasinin patronlu-ğunu(hocalığım dememek için) Batı yaptığı için, uygulamada ide-al(i) demokrasiden çok . Batı'nm çıkarlarım yürütecek bir demok­rasi kendini göstermektedir. Yâni Batı, özellikle müslürnanlara demokrasiyi empoze ederken, insan haklanm,yâ da tüm insanla­rın eşitliği gibi bir kaygıdan hareket etmiyor.Önun için "Batılı de­ğerleri reddeden bir Islâmi siyasi hareket demokratik kurallar içinde iktidar olmayı"[16] istese, onun bu isteği demokratik kabul edilmediği gibi, hiç bir şekilde faaliyetine de izin verilmez.Tıpkı Haziran-1991'de Cezayir'de vukubulan hadiselerin gösterdiği gibi. Batı'nın çıkarlarım yürütmekte olan Hükümet, demokratik olmasına rağmen, bu harekete izin vermeyerek seçimleri iptal etti ve demokratik yoldan iktidara gelmek isteyen müslümanlan so­kaklarda kurşun yağmuruna tuttu."Bu olayda Batı'nın gözettiği, demokrasinin bütün kurum ve kuruluşlarıyla yerleşmesi değil, kendi değerlerinin genel geçer kılınmasıdır. Eğer sözkonusu de­ğerleri dikta rejimleri koruyabilîyorsa,bu durumda bu rejimlere göz yumulabilir."[17]Bu sebepten dolayıdır ki, Batı, kendi değerleri­ne ters düşecek (ki bu ancak Islâmi bir idareyle mümkün) demok­ratik bir rejimdense, kendi değerlerini koruyan, hatta gerektiğin­de bu değer(!)leri korumak için çekinmeden müslüman kanı dö­ken dikta rejimlerini yeğlemektedir ki, Orta Doğu bunun en güzel görüntüsüdür.

işte  Hz.Muhammed(s.a.s)'in kurmuş olduğu devlet, pratik­liği ve insanlara tanıdığı hürriyet açısından Önemli ve orijinaldir. O, Devletin merkezi olarak ittihaz ettiği camide, Allah'tan aldığı vahiy ışığında insanları eğitiyor,ordularmı düzenliyor ve insanla­ra insanlık öğretecek, adaleti uygulayacak neferler yetiştiriyordu.

Onun, devletinin merkezi olarak ittihaz ettiği cami, makro plânda şu esasları gerçekleştirmeye çalışıyordu:

1) Devletin bütün işleri; askeri ve eğitimle olanları dahil ora­dan yönetiliyordu.

2) Devletin merkezi olan bu camide, Hz. Peygamber(s.a.s) ay­nı zamanda Allah'tan almış olduğu vahyi insanlara tebliğ ediyor, bizzat kendisi de gelen buyrukları nefsinde tatbik ediyordu.

3) Netice itibariyle devletle din içice olup, bir laiklik söz konu­su değildi. Yani Devlet Başkanı olan Hz. Peygamber(s.a.s), ilâhî Kitap olan Kur'an'ın aksine, "Devlet için", "Bayrak için", "Vatan için" herhangi bir tasarrufta bulunamazdı. Bugünkü laisizmi de, Özellikle Türkiye'deki uygulamasını, Hz. Peygamber(s.a.s)'in gay­rimüslimlere tanımış olduğu din hürriyetiyle karıştırmamak lâzım. Çünkü laiklikte devletin bigâne kaldığı, daha doğrusu ken­disine hiç bir hükm-i şahsiyet tanımadığı din, İslâm devlet anlayı­şına göre devletin temelini teşkil eder. Zira din devlet için değil, devlet din için vardır. Başkanının, Hz. Peygamber olduğu devlet, vahiy'e asla aykırı hareket edemez. Nitekim Devlet Başkanının bizzat kişiliği dinîdir; yâni Peygamber olduğu için laik değildir. Onun için o, devleti camiden yönetiyordu. Başka deyişle Medi­ne'deki İslâm Devletini idare eden Başkanın, yâni Hz. Muhanı-med(s.a.s)'in birbirinden farklı iki kişiliği yoktu. Camide ibadetim yapıp çıktıktan sonra o, "dinle devlet işleri birbirinden farklıdır" deyip, din'i bir kenara bırakmıyor; bilakis devletinin bütün işleri­ni dini olarak düzenliyordu. Buna örnek olarak, mesela onun ya­bancı delegasyonları Mescid'de kabul edip, onlarla olan ilişkileri­ni vahiy'e göre ve de camide kararlaştırmasını   gösterebiliriz, islâm Devletinin merkezi olan cami, aynı zamanda o devletin par-lementosunu teşkil ediyordu. "Yerli ve yabancı heyetler orada ka­bul ediliyor, dini ve siyasi mevzular orada görüşülüyordu"[18]

Devletin merkezi olan cami, aynı zamanda Devlet Başkam ile ümmet, yâni vatandaşlar arasındaki ilişkiyi sağlıyordu. Şöyle ki:  Gerek Hz. Peygamber(s.a.s) olsun, gerekse ondan sonra gelen İslâm Devlet Başkanları olsun, cuma günleri, bulundukları şeh­idin en büyük camisinde cuma namazını kıldırmaya mecburdur-ar- Adeta haftalık siyasi gelişmelerin değerlendirildiği bir ibadet olan cuma namazında, Devlet Başkanı reaya ile buluşma, ve onunla fikir teatisinde bulunma imkânı buluyor. "Henîıangi bir yerde, Devlet Başkam ile halkı arasında oluşan böyle bir beraber­lik bir müşavere ortamı meydana getirir. Burada birbirinden ayrı iki durum söz konusudur: Birincisi; idareden, ya da Devlet kade­mesindeki herhangi bir memurdan şikayetçi olan şahıslar, bu şikayetlerini Devlet Başkanına iletme fırsatı bulmuş .olurlar; ikincisi de, bizzat Devlet Başkam, halkının görüşlerini öğrenme imkânı bulur.

"Devlet Başkanının halkla temasının mümkün olmadığı hal­lerde, vatandaş şikayetlerini bizzat Devlet Başkanına iletemediği için, onun içinde Devlete karşı bir kin oluşur. Bu durumun oluş­maması, ve Devlet Başkanının günde beş defa halkıyla temasım sağlamak için, İslâmiyet onu, merkezin en büyük camisinde na­mazı kıldırmakla mükellef kılmıştır. Bu iki müessese, yâni namaz ve cami, sadece manevi yönden, kulun Allah ile temas etmesini sağlamak için değil, aynı zamanda maddi yönden vatandaşın Dev­let Başkanı ile temas kurmasına da yöneliktir.

"Gerçekten de Hz. Peygamber(s.a.s)'in tatbikatına göre, her-hangibir bölge valisinin, aynı zamanda, camiye de imamlık etmesi gerekmektedir. Bölge başşehir ise, zaten Devlet Başkanı namazı orada kıldırmaya mecburdur. Başka bir deyişle Fransa'da Devlet ile Kilisenin birbirinden ayrıldıkları gibi, İslâm'da dinle Devlet birbirinden ayrı değillerdir."[19]

Onun Devlet parolası ve uluslararası siyasetinin temeli şuy­du:

Hiç kimseye zulmetmeyiniz, size zulmedilmesine de asla mü­saade etmeyiniz!

Gerçekten de bu büyük kanun sözde kalmamış, örnek Devlet Başkanı olan Resulullah(s.a.s)'in elinde pratiğini de görmüştür. Onun Devletinde hiç kimse diğerine zulmedemediği gibi, böyle ya­panlar en ağır şekilde cezalandırılıyorlardı. [20]

 

İkinci Bölüm


DEVLET BAŞKANININ BAZI HAK VE YETKİLERİ


I. İtaat
 

Hz. MuhammedCs.a.s)'in kurmuş olduğu bu devlette, meşru olan Devlet Başkanına itaat esastı. Bu esas, onun devletinin öğe­lerini teşkil eden bütün bireyler için böyleydi.

Gayrimüslim statüsünde olan vatandaşlar, genel hükümler­de, ve yukarıda geçtiği gibi, toplumlaı-arası anlaşmazlıklarda Devlet Başkanı olan Hz. Muhammed(s.a.s)'e itaat etmekle yü­kümlüydüler. Müslümanlar ise her konuda ona itaat etmekle mü­kelleftirler.

Devlet idarelerinde,Devletin işlerinin düzenli ve aksamadan yürüyebilmesinin en Önemli unsurlarından birisi de itaat'tır. îta-atın olmadığı devletlerde anarşi ve başıboşluk hakimdir.Bunun içindir ki Hz; Peygamber(s.a.s) bu konu üzerinde hassasiyetle durmuş, sahabesi de ona gereken itaati göstermiştir ki, islâm Devleti öyle oluşabildi, ve öyle ayakta durabildi. Devlet Başkanı­na itaatin islâm Devletinde kaybolmasiyle de hilafet saltanata dönüştü.

Bir otoriteye itaatla yükümlü olmak, yâni itaati kanunlarla icbari kılmak ancak devletlerde mümkündür. Bunu söylerken,

bazı geçici örgütlenmelerden itaat zorunluluğunu kastetmiyoruz tabi!

ilâhi olsun, beşeri olsun, bütün devletlerde, iktidara itaat zo-u vardır. Bir başka deyişle itaatin varlığı, devletin varlı­ özdeştir .Hiç kimsenin kendisine itaatim sağlayamamış olan  otoritenin devlet olma olgusu tartışılır bir teoriden başka bir  değildir. Meğer ki bu devlet, silah zoruyla bireyler üzerinde geçici bir otorite kurmuş olsun!

Kur'an-ı Kerim'de itaatla ilgili bir çok ayet vardır. Bu ayet-i ^melerde Allah kend". devletine itaat istiyor insanlardan. Ve Kendisine olan itaatin, ancak göndermiş olduğu son Peygamberi Hz. Muhammed(s.a.s)'e itaatla olabileceğini emrediyor Kur'an­da... Hatta Allah'ın insanları sevmesini bile, O'nun son Peygam­beri1 ne, yâni O'nun yeryüzündeki devletini temsil eden Resulul-lah(s.a.s)'e kayıtsız şartsız tabi olmakta görüyor Rabbimiz:

"Deki: Şayet siz Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olun, Allah da sizi sevsin, ve günâhlarınızı bağışlasın; Allah bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."[21]

Resûlullah (s.a.s)'e itaat etmiyenlerin de kâfirler olduğunu bir sonraki âyet-i kerimede, Cenâb-ı Hakk şöyle ferman buyuru­yor:

"Deki: Allah'a ve Peygambere, itaat edin. Şayet bunu yapmaz­larsa, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez.[22]

Keza itaatla ilgili olan şu âyet-i kerime, tamamen siyasetle, ve devlet yönetimiyle ilgilidir:

"Ey imân edenler, sadece Allah'a itaat edin, Peygamber'e ita­at edin ve sizden olan (müslümanlığı müsellem olan) âmirlere ita­at ediniz! Allah'a ve Ahiret gününe imân ediyorsanız, bir konuda anlaşmazlığa düştünüz mü, onu Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz (meselenin çözümünde Kur'an'ı ve Peygamberin pratiğini kaynak alınız); bu, hem hayırlı, hem de netice itibariyle en güzel olanı da budur"[23] Ayet-i kerimede geçen itaat silsilesi, müs-lüman insanının siyaset kanunudur. Ve ilâhi olan bu kanun, değiştirilemez bir kanundur; velev ki bazıları çıkıp onu meriyyet-ten kaldırsalar da!

Dikkat edilirse, âyet-i kerime mu minlere hitap ediyor. Yâni âyet-i kerime mü s lüm ani arı bağlıyor .Ve bir bakıma müslümanca yaşamanın şartı olmuş oluyor. Netice itibariyle de müslümanla-lin siyâsetleri, devletleri ve tabii devlet başkanları bu değişmez kanunla mukayyed olup; müslümanca yaşanacaksa, bunun dışı­na çıkılamaz!

Ayet-i kerimenin ilk muhatabı, ve müslümanlara ilk uygula­yıcısı da Devletinin Başkanı olan Hz. Peygamber(s.a.s)dir.

Devlet Başkanı olan Hz. Peygamber(s.a.s), bütün icraatların­da Allah'ın koymuş olduğu Kanuna uyma mecburiyetinde olduğu gibi, müslüman devlet başkanları da Hz. Peygamber(s.a.s)'in icra­atlarına, yâni Allah'ın Kanununa uymak mecburiyetindedirler. Onun için Hz. Peygamber'e uymamak Kur1 an tarafından küfür olarak nitelendirilmiş; [24]aynı hatayı işleyip, aynı küfre düşmeme­leri için de müslümanlar Allah tarafından şu şekilde uyarılmışlar­dır:

"Ey imân edenler, Allah'a itaat edin, ve Peygamber'e itaat edin de amellerinizi boşa çıkarmayın!- (Çünkü böyle yaparak) Allah'ın yolundan sapan kâfirler(o inanç ve ameheriyle) ölecek olurlarsa, Allah onları asla affetmez."

Bühari'de, Kitabu'l-Ahkâm'm ilk babında geçen bir hadis-i şerifde Resulullah(s.a.s) şöyle buyuruyor:

"Kim bana itaat ederse, o Allah'a itaat etmiş olur; ve kim bana isyan ederse, O Allah'a isyan etmiş olur.Aym şekilde, kim benim tayin ettiğim komutana itaat ederse, o bana itaat etmiş olur; ve kim benim tayin ettiğim komutana isyan ederse, o bana isyan et­miş olur".   

Resuiullah (s.a.s)'in bu hadisi dikkatlice incelendiğinde görü­lecektir ki. itaat ve isyan kelimeleri tamamiyle siyasidir. Nitekim. hadis metninde geçen emîr, yâni komutan kelimesi de Öyle. Devlet Başkam olan Resulullah(s.a.s), kendisinin tayin etmiş olduğu ko­mutanlara itaat istiyor. Hz. Peygamber(s.a.s)'i soyut bir din ada­mı olarak görmek isteyenler, bir müftinin, bir papazın, yâ da rahi­bin emrinde komutanların olmadığım pekâla bilirler. Meğer ki bunlar,din adamlığı sıfatları yanında devlet başkam olsunlar!

Dolayısiyle, insanlığın kurtuluşu için Allah'tan vahiy alan Hz. Muhammed(s.a.s), bu vahyi insanlara ulaştırabilmek için Devleti araç olarak kullanıyordu ki o, bu Devletin Başkanıydı. [25]

 

II. Savaş Olgusu
 

Hz. Muhammed(s.a.s) Devlet Başkam olduğu için, onun ge-xek islâm'ı tebliğ etmek için, gerekse islâm Devletine düşmanlık yapanlara karşı zaman zaman savaşmış olması gayet tabiidir, vunkü savaş, her devletin karşılaşabileceği bir olgudur.

İşte, Devlet Başkanı olan Hz. Muhammed(s.a.s) de bazan emr-i vakiler karşısında kalarak (Bedir savaşında olduğu gibi) , bazan da İslâm'ı tebliğ için savaşmıştır; Hayber ve Tebuk savaşla­rında olduğu gibi.Yapılan bu savaşlar sonunda düşmanlar ya ye­nilmiş, ya da antlaşmalarla barış yapılmıştır; Hudeybiye'de ve Fe-dek'te olduğu gibi.

Hz. Muhammed(s.a.s) Medine'de islâm Devletini kurduktan sonra, başta Mekke şehir devleti olmak üzere bir çok devletle sa­vaşmak zorunda kaldı. Zorunluluk diyoruz; çünkü onun asıl gaye­si savaş değil, insanları Allah'ın dinine davet etmekti. Neki ona inanmayan insanlar onun risaletini inkar etmekle kalmıyor, ona ve arkadaşlarına, yâni ashaba her türlü işkenceyi uyguluyorlardı, işte bunun için savaşmaya mecburdu. Hz. Peygamber(s.a.s)'in yapmış olduğu savaşları şöyle sınıflayabiliriz:

1)  Müslümanların Mekke'den hicret etmelerine sebebiyet vermiş olan Mekke Devletin ile yapılan savaşlar,

2) islâm Devletine komşu olup, zaman zaman müslümanlan taciz eden ve islâm Devleti için tehlike arzeden küçük devletler; Suleym ve Ğatafan gibi.

3) Müslümanların müttefikleri oldukları halde onlara ihanet eden Medine Yahudileri ile onlara destek sağlamış olan Hayber ve Fedek Yahudiierine karşı yapılan savaşlar.

4) islâm Devletinin kuzeyinde tehlike arzeden Bizans devleti­ni durdurmak için yapılan savaşlar: Mute ve Tebük savaşları.

Burada şu hususu vurgulamakta yarar vardır: Hz. Muham-med(s.a.s) bu savaşları yaparken, hiç bir maddi çıkar gözetmiyor­du. Yani o, devletinin sınırlarını genişletme yerine, insanları ka­zanmak istiyor, onların islâm'la kurtularak Rab'lerine kavuşma­larını temin etmeye çalışıyordu. Klasik ve çağdaş emperyalist devlet anlayışlarında olduğu gibi o, ulusçuluk felsefesinin ürün­leri olan vatan için, bayrak için, petrol kuyuları için, su için, top­rak için savaşmıyordu.                   

Devlet Başkam olan Resulullah(s.a.s) katıldığı bütün savaş­larda bizzat Baş Komutan olarak da çalıştı. [26]

 

NETİCE
 

Bütün bu anlatmaya çalıştığımız hususlar, Hz. Muhammed (s.a.s)in kurmuş olduğu islâm Devleti'nin gerçekliğini ve onun da, peygambeı-liği yanında hem Devlet Başkam hem de ordu komutanı olduğunu göstermek içindir. O, Allah'tan aldığı vahiyle insanları eğiten gerçek bir önder, onlara kurtuluşu muştulayan eşsiz bir Kurtarıcıdır.

Dünyamızın bunalım uçurumlarına getirildiği şu ortamda, Mikro plânda bütün müslümanlann, makro plânda da bütün in­sanların Hz. Muhammed (s.a.s)'i yeniden öğrenmeleri, onun ilke­lerini hayatlarına tatbik ederek yeniden hayat bulmaları gerekir. Nitekim gezegenimiz olan dünyanın her yerinde insanlar, çözüm­süzlüklerden dolayı birbirlerini yemekte, birbirleriyle savaşarak nesillerini yoketmededirler.

Tüm dünya ezilmişleri şunu çok iyi bilmelidirler ki, onların, Hz. Muhammed (s.a.s)'i örnek alan bir devletleri olmadığı müd­detçe, onlar yerli ve yabana sömürgecilerin zulümleri altında ezi­lecek; verilecek tüm tavizlere rağmen düşledikleri İslâmi rahat ve hür ortamları bulamayacaklardır. Bizleri her gün biraz daha sömüren, sömürdükçe de sömürü iştahları kabaran, ve böylesi bir düzene alışınca da onu elinden kaçırmak istemeyen kapitalist ik-udarlar, ancak ve ancak mehâfetullah / Allah korkusuna dayalı ve gücünü ilahi vahiyden alan peygamberi devletin ikamesiyle mümkündür.

Ezilmiş insanlar bu örnek Devlet Başkanının, duvarlannda Hiç kimseye zulmetmeyiniz, sizlere de zulmedilmesine asla mü­saade etmeyiniz!", "öldürmek istediğiniz, kuduz bir köpek dahi olsa, ona işkence yapmayınız!", "Allah'ı kızdırıp bazı idarecileri 'dalkavukluk yaparak) sevindirenler bizden değildir!", "komşusu açken sofraya oturanlar bizden değildir" kanunlarıyla süslenmiş Parlementolanm kurup, onun kanunlarım tatbik etmeden asla kurtulamazlar. [27]




--------------------------------------------------------------------------------

[1] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/19-20.

[2] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/21.

[3] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/22.

[4] İbn Hişam, es'Siretun'Nebeviyye, Mısır,1955,1,264-265.

[5] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/22-23.

[6] Memur tabiri genellikle, sanki çok imtiyazlı bir sınıfmış gibi bir intiba uyan­dırıyor. Oysaki memur dediğimiz kimse, kendisine emredileni itirazsız yeri­ne getiren demektir.

[7] Kur'an-ı Kerim, Zuhruf sûresi, 254.

[8] Bu konuda gerçekten samimidirler. Yâni menfaat üzerine kurulu olan re­jimlerinin yıkılmaması için ellerinden geleni yaparlar. İstiklâl mahkemele­rden gizi Syon dememek için) kurarak milleti darağacında sallandırırlar, çapka giymedikleri için kuracakları sehpa gereksinimini karşılamak için Brezilya ormanları az gelir. Çünkü onların böyle yaptıklarına gezegenimi-zın taşları bile şahittir.

[9] Kur'an-ı Kerim, Al-i îmran suresi, 79.

[10] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/23-28.

[11] Muhammed Hamidullah, îslâm Müesseselerine Giriş, Tercüme, I,S.Sırma, istanbul,! 980, s.95-96.

[12] İbn İshak, Siret, Muhammed Hamidullah neşri, Rabat,1976, pr. no: 498, s.295.

[13] 1992 yılından beri bu konudaki araştırmalar hayli yoğunlaştı. Durum öyle gösteriyor ki, araştırmalar devam edecektir.

[14] İbn Hişam, ay.es. 11,501.

[15] Bk. Muhammed Hamidullah, Le Propkete de l'Islam, 4. baskı, 1,343.

[16] Konunun ayrıntıları için bk. Ali Bulaç, Demokrasi Eleştirisi, Kitap Dergi­si, Temmuz-Ağustos-9l sayıları, sayı,53-54.

[17] Ali Bulaç, ay.makale.

[18] Muhammed Hamidullah, İslâm Müesseselerine Giriş, 3. baskı, Tere. İhsan Süreyya Sırma, İstanbul,1992, s.77.

[19] Muhammed Hamidullah, İslâm Müesseselerine Giriş, s.77-79.

[20] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/28-36.

[21] Kur'an-ı Kerim, Al-i İmran suresi, 31.

[22] Kur'an-ı Kerim, Al-i İmran suresi,32.

[23] Kur'an-ı Kerim, Nisa sûresi, 59.

[24] Muhammed sûresi, 32.  sûre, 33-34.

[25] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/37-39.

[26] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/39-40.

[27] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/41-42.