- Asım

Adsense kodları


Asım

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
SonDamLa
Sun 27 December 2009, 11:03 pm GMT +0200
Asım

-Vay hocam! Vay gözümün nûru efendim, buyurun!

Hangi rüzgârdır atan sizleri?.. Lûtfen oturun.

Mütehassirdik efendim, ne inâyet! Ne kerem!

Öpmedik affediniz...

-Çok yaşa... Lâkin... Veremem.

-Bütün İstanbul´un ağzında gezen elleriniz,

Bize nâz etmese olmaz mı efendim? Veriniz.

-Döktüğün dillere bittim, seni çok sözlü seni!

Ayda, âlemde bir olsun aramazsın Köse´ni.

Bu herif öldü mü, sağ kaldı mı, derler de, ayol,

Baba dostuysam eğer kalkıp ararlar bir yol.

Yoksa yaşlanmıya görsün, adamın hâli yaman...

Ne fenâ günlere kaldık, aman Allah´ım aman!

"Nesl-i hâzır" denilen şey pek acâib birşey:

Hoca rahmetliye bak, oğluna bak hey gidi hey!..

Amma tekdîr ediyorsun, canım ilkin adamı...

Bir selâm ver bakalım, böyle selamsızdan mı?

-Selamûn aleyküm.

Aleyküm selâm...

Barıştık, yüzün gülsün artık imam.

-Hele dur, öfkemin tekmilliyeyim...

-Tekmille!

Zâten eksik bir o kalmıştı: Hudâyî sille...

-Sanki dövsem ne yaparsın? Hocayız biz, döveriz...

Gül biter aşk ile vurduk mu...

-Pek cılız çıktı bu "câiz" demek imânın yok?

-Dayak "âmentü "ye girdiyse, benim kamım tok.

Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında!

-Hele!

-Öyle olsaydı, şu karşındaki yalçın kelle,

Fark olunmazdı Kızanlık´taki güllüklerden!

Bu dayak faslı da aç karnına bilmem nerden?

Dur ki çay demleyelim, nargile gelsin, kerem et.

-Söyle gelsin, hadi zahmetse de...

-Haşa, rahmet.

-Enfiyen var ya?

-Tabi?i.

-Çekilir boydan mı?

-Burun aldatmaya kâfi:

-Bu nedir? Cerman mı?

-Karışık

-Neyse, zarûrette pek a´lâ gidecek.

Hocazâdem, bakalım, bir de bizimkinden çek.

-Yerli mahsûlüne benzer mi desem?

-Kendisidir.

-Sen de tiryâki değilsin ya, pek a´lâ yetişir.

-Baban olsaydı da görseydi, işin vardı.

-Neyi?

-Çektiğin murdan.

-Sevmezdi, evet, böyle şeyi.

-Neydi rahmetlide, lâkin, o temizlik vay vay!

Azıcık benzemiş olsaydı ya mahdûmu da...

Ay?

Şu babamdan nerem eksik hadi, göster bakayım?

Ama hiddetleneceksen ne suyun var, ne sayım?

Yok eğer mum gibi dosdoğru cevâb istersen:

Babanın kestiği tırnak bile olmazsın sen.

-Ne nezâketli beyan! Hey gibi mum, tıpkı odun!

-Böyle hiddetlenecektin, neye râzî oldun?

-Oldum amma bu kadar doğrunun olmaz ki tadı...

"Selâmun aleyküm behey kör kaldı!"

Seni çok sözlü dedin, yetmedi; tekdîr ettin,

Yine az geldi...

-Hayır, söylemedim, söylettin.

-Başladın şimdi de tahkîre... Kızılmaz mı Hoca?

-Zübbelik yok!

-O ne? Ben zübbe miyim?

-Oldukça,

-Vâkıâ çok severim, her ne desen aldırmam:

Bu, fakat hazmolunur parça değil... Pir ol İmam!

-Sen de pîr ol.

Ama kızdım.

-Ne tuhaf şeysin be:

Bir sözümden kızıyorsun.

-Kime derler zübbe?

-Sana derler.

-Niye?

-Hem benzemedin merhûma;

Hem neden benzemedin, dersen, efendim, sorma,

O ne hiddet, o ne,şiddet! Çalışıp benzesene!

İlme vakfettiği dirsek babanın: Elli sene.

-Biz de az çok pala sürttük...

-Sana câhil demedik

Yalınız zübbe dedik... Bak yine baktın dik dik.

Hoca rahmetli yetişmişti, düşün hem, nereden?

Kimin oğluydu baban? Kimdi unuttun mu deden?

İpek´in köylüsü, ümmî, yan vahşî bir adam...

-Bâri yamyam de! Ne mâni´ ki, evet, ak yamyam!

-Dinle oğlum...

-Ne nezâhet bu, Hocam? Hayrânım!

-Lâfı ağzımda bıraktın be kuzum, dur be canım...

-Cümle bitseydi, emînim ki, dedem gitmişti...

Dar yetiştim!

-Ne o, sırtlan da mı olduk şimdi?

-Neyse bahsinde devam et bakalım..

-İşte baban,

Bir şey öğrenmedi elbette o ümmî babadan.

Ne kazanmışsa, bütün, kendi kazanmış, kendi.

Zât-ı devletleri, lâkin azıcık çöplendi.

Sen dua et babadan topladığın mirâsa,

Hep onun himmetidir üç satır ilmin varsa.

-Üç satır hem de, İlâhî, ne tükenmez irfan!

-Hadi üç yüz satır olsun mütehammilse kafan!

Hoca´nın kâ´bına yükselmen için dağlar var.

-Tırmanırsam?

-Hadi tırman, bakalım, işte duvar.

-Bu bacaklarla mı?

-Hay hay!

-Belli!

Yaşınız kaçtı paşam, elli mi?

-Yoktur elli.

Aştınız kırkı ya?

-Kırk altıyı bulduk.

-A´lâ...

Yüzü bulsan, yine "hâlâ mı bu mektûb, hâlâ!"

Arzı olmazsa hayâtın ne çıkar tûlünden?

Hani kırk altı yılın eldeki mahsûlünden?

Hangi bir fende teâlî edebildin, evlât?

Hangi san´atte rüsûhun göze çarpar?Anlat!

Ulemâdan mı sayıldın? Fukahâdan mı?

-Hayır.

-Ya siyâsî mi nesin? Kendine bir meslek ayır.

-Şâirim.

-Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!

Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası.

Af edersin onu!

-İmkânı yok etmem, ne demek!

Şi´re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek?

Ah, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse´ne,

Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.

Ama pek hırpaladın şi´ri...

-Evet, hırpaladım:

Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım,

Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.

"Ş´uarâ" dendi mi, birdenbire oynar sinirim.

İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,

O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.

Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...

Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri

Bu sıkılmazlara "medh et!" diye, mangır sunarak,

Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!

Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu,

Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:

Sürdüler Türk´e "tasavvuf" diye olgun şırayı;

Muttasılşimdi "hakîkat" kusuyor Sıdkı Dayı!

Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak bir de şarab;

Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab.

Git o "dîvan "mı, ne karın ağrısıdır, aç da onu,

Kokla bir kerre, kokar mis gibi "Sandıkburnu!"

Beni söyletme, neler var daha!

-Tekmilleyiver...

Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi´ri sever.

-Vâkıâ "inne mine´ş-şi´ri... " büyük bir ni´met;

Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet.

Ben ki Attâr ile Sa´dî´yi okur, hem severim;

Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim.

Hem senin şi´re müdâfi´ çıkışın ma´nâsız:

Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız.´

Kimi mevlidci diyor...

Âh olabilsem, nerde!

Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde.

-Kimi bid´atçi diyor... Duyduğum en çok bunlar.

-Daha var mıydı, İmam?

-Var ya, unuttum: Baytar.

-Keşke baytarlık edeydim...

-Yine et mümkünse.

-Belki yapardın be...

-Unuttum, be Köse!

-Keşke zihninde kalaymış, ne kadar lâzımmış;

Beni dinler misin evlâd? Yine kim bilse çalış:

Çünkü bir tecrübe etsen senin aklın da yatar,

Bize insan hekiminden daha lâzım baytar.

-Hele bir çek bakalım!

-Sen de bizimkinden çek.

-Hani çay gelmedi yâhu?

Ay, unuttuk, gerçek.

-Gitme, seslen yalınız, nerde Emin, yok mu?

-Emin!

Nerdesin? Baksana, çay demliyeceklerdi demin...

-Demlemişler, baba.

-Sen gelsene, oğlum, buraya...

El öperlerdi, unuttun mu?

-Hayır

-Oldu mu ya?

-Demin öptüm, baba...

-Öptün mü, git öyleyse hadi.

Hele yâ Rabbi şükür, çay da nihâyet geldi.

Şeker istersen eğer bulduralım?

-Dört yüz mü?

-Aldığım yok, yaşasın İzmir´in a´lâ üzümü;

Hem ucuz, hem daha lezzetli.

-Buyurun.

-Başla canım, var mı merâsim bizde?

-Hocam, evvelce üzüm çiğnenecek, üstüne çay...

İçelim aşkına rindân-ı Hudâ´nın!

-Hay hay!

-Hoca, keşfet bakayım, şimdi bu harbin sonunu?

-Onu Allah bilir amma, acabâ var mı sonu?

-Ne demek! Nâ-mütenâhi mi bu? Elbette biter;

Tarafeynin biri ancak deyiversin ki: Yeter!

Aklım ermezse de evlâd, bu işin bitmesine,

İki şeyden biri lâzım...

- O nedir?

- Dinlesene:

İngiliz yok mu, o hâin, ya doyup patlamalı;

Yâhud aç kalmalıdır... Yoksa bizim fal kapalı.

Açma sen şimdi o yaprakları, oğlum, beni sor:

Başımın derdi büyük çâresi yok... Olsa da zor.

-Çâresiz derd olmaz, söyle Hocam, dinliyorum?

-Bir değil...

-Tut ki bin olmuş, ne demek, mecbûrum.

Sana hizmet, babamın rûhuna rahmettir, ayol.

-Hocazâdem, bilirim hepsini, berhurdâr ol.

Oğlanın hâlini evvelce mi açsam? Lâkin,

Komşunun derdi dururken bunu açmak çirkin.

-Oğlanın hâli nedir, söyle? Merâk etmedeyim...

-Hele dursun da o, ilkin şunu bir nakledeyim:



Mütekâid pa alardan biri, üç beş sene var,

Düştü bilmem ne taraftansa bizim semte kadar.

Kimde az çok getirir bir satılık, mal varsa,

Kapatıp yaptı beleşten sekiz ev, dört arsa.

Herifın hâli bidâyette zararsızcaydı;

Son zamanlarda, ne olduysa, namazdan caydı.

Ne cemâ´atte, ne mescidde, bugün komşu paşa.

-Olağan şey, sofuluk çıkmadı, besbelli başa.

-Derken incelmeye, gencelmeye kalkıştı...



-Ne aman dinledi, gittikçe, hovardam, ne zaman.

Saç sakal tuttu ne hikmetse acâib bir renk;

Kalafatlandı bıyıklar, iki batman, bir denk!

Çehre allıklı sabunlarla mücellâ hergün:

Fes yıkık, kelle açık, kaş yılışık, göz süzgün;

İğne, boncuk yakalık, tasma, yular... Hepsi tamam;

Koçyiğit sanki bunak!

-Sen de mi şâirdin İmam?

-Kuşkulandım paşadan, gizlice gittim hanıma;

Dedim: Örtün de kızım, gel bakalım, gel yanıma.

Zevcinin tavrı acâibleşiyor zannederim,

Sen ne dersin buna bilmem, bana sor, bak ne derim:

İşçiniz, sofracınız var mı?

-Evet

-Kim?

-eleni.

-Şimdi sav.

-Hiç mi sebepsiz?

A kızım, dinle beni:

Böyle şeylerde sebep, hikmet aranmaz... Çabucak

Savabilmektedir iş... Yoksa rezâlet çıkacak:

Paşa azmış!

Acabâ üstüme gül koklar mı?

-Onu bilmem, gülü koklar mı kocan, yoklar mı?

Beni söyletme kızım, giti de hemen sav karıyı.



Çok zaman geçmedi, gördüm ki bizim soytanyı,

Geliyor "ilmühaber yaz" diye, neymiş bakalım?

-Bir izinnâme.

-İzinnâme mi? Hay hay, lâzım...

Evlenen hangisi? Beyler mi, kerîmen mi, paşa?

-Onların vakti değil.

-Kim ya?

-Benim.

-Sen mi? Yaşa!

Tam da vaktin, hani gün geçmeye gelmez, davran!

-Hoca, eğlenme hemen yazmana bak işte paran!

Ay o murdar kâğıdın pek mi büyük hâtırı ki,

Beni ürker diye tutmuş sayıyorsun bir... iki?..

Kaç paran varsa büküp katla da indir cebine,

Yazamam nâfıle.

-Elbet yazacaksın, sana ne?

-Hiç adam hâline bakmaz mı be? İnsâf azıcık!

-Çok, şükür hâlime... Nem var? Yüzüm ak alnım açık...

İyi bak sen bana bir kerre!

-Hayır, kendin bak;

Bence bir kellen açık, bir de sakal diplerin ak.

Ama sen halt ediyorsun! Sakalımdan sana ne?

-Ne mi? Ondan beleş eğlence mi var seyredene?

Gülüyor kahvede el, çarşıda bakkal, çakkal;

Olma beyhûde, ağızlarındaki bir parmak bal;

Çatlasan sofracı Rumdan kan olmaz adama.

-Kim haber verdi bileydim?..

-Ne bunak şeysin ama!

Kim haber verdi, nedir? Sormaya var mıydı lüzum?

Yediğin herzeyi kör gördü, sağır duydu kuzum.

Söyletir çarçabuk insan, meğer olsun pek alık

Boşboğazşey, o senin yosma sakal, hasba kılık!

Artık elverdi İmam, kellemi kızdırma da yaz.

-Bana bak: Hiçbir imam böyle rezâlet yazamaz.

Ay, rezâlet de diyor sünnete!

-Sünnet mi?

-Ya ne?

-Öyle şey yok...

-Ne demek?

-Dinle, be hey dîvâne:

Öyle sünnet denemez her zaman, evlenmek için:

Vakt olur, sünneti geç, vâcîb olur erkek için;

Vakt olur, sünnet olur.

-Söylediğim çıktı, tamam!

-Vakt olur, bir de bakarsın ki, olur böyle: Haram.

-Kimseden dinlememiştim bu senin fetvâyı...

Ne tuhaf.

-Sende tuhaflık, kısa kes da´vâyı.

Çoluğun var, çocuğun var, haremin nâmuslu;

Yaşın altmış beşi bulmış, otur artık uslu.

Neren eksik be adam, böyle ne var çıldıracak?

Kan derdiyle yıkılmaz bu kadar yıllık ocak.

-O nasıl söz? Ben ocak yıkmaya evlenmiyorum.

-Hiç o seksen kapı gezmiş, o kaşarlanmış Rum,

Sofracıyken seni koymuş da bu cânım kılığa,

Hanımım derse, dökülmez mi ki fındıkçılığa?

Kan kıvrak paşa hazretleri, şallak mallak;

Biri hakkıyle edepsiz, biri şartınca salak;

Evvel Allah döneceksin çabucak maskaraya;

Vuracaksın iki üç dalgada baştan karaya!

Artık evler gidiyor cilveyi kırdıkça madam...

Oynasın kumda çocuklar?

-Ne vazîfen be adam?

Avukattan da beter, ay ne kadar herze-vekil!

-Defol ordan!

-Hadi yaz kâğıdımı!

-Yazmam be, çekil!

-Yazacaksın.

-Yıkıl ordan, sana yok ilmühaber

Meğer emretmeli rü´yâma girip Peygamber.

-Yazma sittin sene, pampin, yap elinden geleni;

Yedi gün sonra duyarsın: Hanım olmuş Eleni!

***

-Hocazâdem; sözü çıksın da nihayet herifın,

Bana kah kah diye gülsün mü? Nasılmış keyfin!

Akdi kim yaptı?

Açıkgöz mü ararsın ki? Dolu...

Yalınız gösteren olsun: Paranın nerde yolu.

O değil, şimdi asıl çattı belânın büyüğü:

Haber aldım, kan kandırmış o sersem hödüğü,

Alıyormuş bütün emlâkini.

-Gerçek mi?

-Evet.

Buna bir çâre düşün, gitmesin evler, kerem et.

O çocuklar ne olur sonra ?

-Perîşan. Ya hanım?

-O da rahmetli anamdan daha safınıç be canım!

Söyledim söyledim aldınnadı "vurdum duymaz!"

Sonra mel´un kan kunıaz mı, hakîkat kurnaz;

Herif eşşek mi dedin, eşhedü-bi´llâh eşŞek;

Ağzı kanıındaki uçkur düğümünden gevşek!

Bir kıntsın, iki dil döksün o fettan kahbe!

Çare yok, salyası sarkıp diyecek: ´I�erdim be!



Hanım akşam, bize gelmişti namazdan sonra...

Yolda bîçâre şaşırmış, hadi girmiş çamura.

Ne kıyâfet, ne hazin manzara, görsen yavrum!

Kendi ağlar, kızı ağlar... Ne deyim, bilmiyorum.

Ciğerim sızladı baktım da, fakat fâide ne?

Kaderin cilvesi, kurbân olayım halledene!

Gamsız insanlara eğlence gelirmiş yaşamak;

Yüreğin hisli mi, işkencedesin, tâli´e bak!

Şimdi, oğlum, herifın hacrine bir çâre!

-Kolay.

-Süfehâdan sayabilsek?

-Sayacaksın, hay hay.

Bir adam mâlini isrâf ile etmişse heder,

Ona hükkâm-ı şerîat "süfehâdan"dır der.

Sâde-dil, ebleh olup, kârederim, vehmiyle,

Ahz ü i´tâya çıkıp aldanan eşhâsa bile,

"Süfehâ" nâmını vermekte, evet, şer´-i şerif.

Gelelim mes´elenin hallline: Mâdem bu herif,

Kendi infâkına muhtâc olan evlâdlarının

Cümlesinden geçerek, derdine bir pis karının,

Heder etmekte bütün mâlini... Elbet ya bunak;

Yâhud aldanmaya gâyetle müsâid avanak.

İki sûrette de hâkim bunu hacretse, eder.

Şimdi lâzım gelen ancak size bir ilmühaber.

İhtiyar hey´eti, muhtar, hepiniz toplanınız;

Yazınız çarçabuk... Etraflıca olsun yalınız;

Sonra, hiç beklemeden göndeririz mahkemeye.

-İş mühim... Korkarım etraflı yazılmazsa diye,

Şunu sen yazsana oğlum?

-Bakarız dur da biraz...

Daha a´lâsı mı: Ben söyliyeyim, kendin yaz...

İmam üslûbuna uydurnıası artık senden!

Hadi bir Besmele çek başlıyalım istersen.

Hele ilkin takıver gözlüğü.

-Hay hay takayım;

Yalınız, sen bana bir parça kâğıt ver bakayım.

-Hokka ister mi?

-Divit varya.

-Peki, işte kâğat.

Evvelâ ortaya bir "Hu"mu atarlar? Hadi, at

Başla: "Bâdî-i"

-Evet, "İlmühaber oldur ki"

-"Mahallemizde" çabuk yaz!

-Şaşırmayım, dur ki!

- "Filân sokakta"

-Yavaş söyle, oldu.

-"Kâin olan

Filânca hânede... sâkin... filânca oğlu... f ilân... "

Düşünme! "Her ne kadar"

-Oldu, söyle sen...

-?Ma?tuh?

-Peki.

-?Değilse de?

-Lâkin, kalem kırıldı be, tûh!

-Öbür kalemle yaz artık, ne makta var, ne çakı.

"İâşesiyle" bitirdin mi?

-Söyle

"- İnfâkı

Tamâmen üstüne âid ve. "Haydi! "Efrâdı

Kesîr. . . "

-Evet, azıcık dur...

-"İyâl ü evlâdı"

-Peki.

- "Bulunduğu... "

-Dur dur!

-Yoruldun anlaşılan?

-Yorulmadım hadi sen...

-"Halde uhdesinde olan"

Yazıldı, bitti mi? "Bilcümle mâl ü mülkü"

-Evet!

-"Ahîren aldığı... " Yazdın mı?... Durma şimdi.

-Fakat...

-Ne var ki?

-´Âldığı" kâfi mi? İstemez mi nikâh?

-O halde şöyle yazarsın: ?Ahîren istinkâh?

-Bu oldu.

- "Ettiği "... Kız neydi?

-Söyledik ya kuzum,

İşitmedin mi demin?

-Haklısın, devâm et: "Rum

Cemâ´atinden" efendim ?filânenin? yazıver.

-Yazıldı.

-"Üstüne etmek"





Ve böyle mâlini beyhûde yolda imhâya

Kıyâm eder"

-Yavaş ol! Koş diyen de olmadı ya!

- "Ver arz edildiği vech üzre emr-i infâkı"

Ne i´tinâ bu! Yesârî misin, nesin?

-Tıpkı!

-Yazındı: "Kendine mahsus ve münhasır bulunan"

Adam, cızıktırıver, bakma hüsn-i hatta, filân.

"Küçük, büyük bütün evlâdlarıyle zevcesini"

Yazıldı bitti ya?

-Sabret, düzelteyim şu sini...



"Her cihetce pek mahrûm



-Evet, oğlum, yazıldı, bekliyorum.

-"İçinde ölmeye mahkûm"

-Fenâ mı yoksa?

-Hayır;

Fena olur mu ya?

- "Mumâileyhin"

-İşte bu çok!

-Ne çâre! "Şer´-i Şerîf cânibinden" oldu mu?

- Yok...

-Biraz yavaşça.

-Peki... Haydi, şimdi bağlayıver:

"Lüzûm-i hacrine dâir" yaz... ?İşbu ilmühaber?;

"Mahallemizce" mi dersin? Dedinse "bi´t-tanzîm

Huzûr-i hâkim-i şer´îye" sec´i bas: "Takdîm

Kılındı. "

Âferin, oğlum, imam da böyle yazar:

-Onu bilmem, şu bitirdik ya nihâyet zor zar:

Acabâ hacri muvâfık görecekler mi ki?

-Ey...

Hâkimin re´yine, vicdânına kalmış bir şey

Sen de gör kendini bir kerre.

-Peki, evlâdım,

Göreyim... Başka ne yapsam ki, şaşırdım kaldım.

Bittim artık bilemezsin ne kadar bittiğimi;

Âh görsem şu cihandan yıkılıp gittiğimi!

Ne gebermez, ne kütük bünye ki, hiç kağşamamıç!

Bunu Rabbim, bana sağlık diye nerden yamamış?

İstemem, kendinin olsun!

-Ne diyorsun? Hele bak!

-Bırak flğlum, azıcık derdini döksün şu bunak.

Bana dünyâda ne yer kaldı, emîn ol, ne de yâr;

Aranma göçmek için başka zemin, başka diyâr,

Bunalan rûhuma ister bir uzun boylu sefer;

Yaşamaktan ne çıkar günlerim oldukça heder?

Bir güler çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün;

Geceden farkını görmüş değilim gündüzümün.

Seneler var ki harâb olmadığım gün bilmem;

Gezerim abdala çıkmış gibi sersem sersem.

Dikilir karşıma hep görmediğim bilmediğim;

Soranm kendime: Gurbette mi, hayrette miyim?

Yoklarım taşları, toprakları: İzler kan izi;

Yurdumun kan kusuyor mosmor uzanmış denizi!

Tüter üç baca kalmış... O da seyrek seyrek...

Âşinâ bir yuva olsun seçebilsem, diyerek...

Bakınırken duyarım gözlerimin yandığını;

Sarar âfâkımı binlerle sıcak kül yığını.

Ne o gömgök dereler var, ne o zümrüt dağlar;

Ne o çıldırmış ekinler, ne o coşkun bağlar.

Şimdi kızgın günün altında pinekler, bekler,

Sâde yalçın kayalar, sâde ıpıssız çöller.

Yurdu baştanbaşa vîrâneye dönmüş Türk´ün;

Dünkü şen, şâtır ocaklar yatıyor yerde bugün.

Gündüz insan sesi duymaz, gece görmez bir ışık

Yolcu haykırsa da baykuş gibi, çığlık çığlık.

"Bu diyârın hani sâhipleri?" dersin; cinler,

"Hani sâhipleri?.. " der, karşıki dağdan bu sefer!

Nerde Ertuğrul´u koynunda büyütmüş obalar?

Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar?

Hani bir şanlı Süleyman Paşa? Bir kanlı Selîm?

Âh, bir Yıldırım olsun göremezsin, ne elîm!

Hani, cündîleri, şâhin gibi, ceylân kovalar,

Köpürür, dalgalanır, yemyeşil engin ovalar?

Hani târîhi soruldukça, mefâhir söyler,

Kahramanlar yetişen toprağı zengin köyler?

Hani onnan gibi âfâkı deşen mızraklar?

Hani atlargibi sahrâyı eşen kısraklar?

Hani ay parçası kızlar ki koşar oynardı?

Hani dağ parçası milyonla bahâdır vardı?

Bugün artık biri yok... Hepsi masal, hepsi yalan!

Bir onulmaz yaradır, varsa yüreklerde kalan.



-Sorma, Kartal´da idim ben de bu çarşamba günü.

Dediler: "Kurna´da dünden beri var köy düğünü;

Hoşlanırsan, hadi, olmaz mı?... " "Pekâla, gideriz;

Hem biraz kır görürüz, hem de güreş seyrederiz. "

Keşke, gitmem demiş olsaydım.. İlâhî, o ne hâl,

O nasıl maskara demekti ki ta´rîfı muhâl.

Topu kırk elli kadar köylü serilmiş bayıra,

Bakıyor harmanın altındaki otsuz çayıra.

Bet beniz sapsan bîçârelerin hepsinde;

Ne olur bir kişi olsun görebilsem zinde!

Şiş karın sıksa çocuklar gibi, kollar sarkık;

Arka yusyumnı, göğüs çökmüş, omuzlar kalkık.

Gözlerin busbulanık rengi, kapaklar şiş şiş;

Yüz buruşmuş, uzamış, cebhe darâlmış, gitmiş.

Gezecek yerde o âvâre nazarlar dalıyor

Serilip düştü mü bir noktaya, kaldırması zor!

Sıtmadan boynu bükülmüş de o dimdik Türk´ün,

Düşünüp durmada öksüz gibi küskün küskün.

Gövde teşrihlere dönmüş, o bacaklar değnek;

Daha yaş yirmi iken eller, ayaklar titrek.

Öyle seksenlik adamlar aramak pek yanlış;

Kırk onun ömrüne son merhale olmuş kalmış.

Değişik sanki o arslan gibi ırkın torunu!

Bense İslâm´ın o gürbüz, o civan unsurunu,

Kocamaz, derdim, asırlarca, sorulsaydı eğer,

Ne çabuk elden ayaktan düşecekmiş o meğer...



Neyse, değnekçi gelip: "Meydan açılsın, savulun!"

Der demez, başladı kalbî sesi yırtık davulun.

Güm güm ötmek ne gezer! Tık nefes olmuş kasnak:

Göğsü tokmak gibi küt! küt! vuruyor hışlıyarak.

Zurna hımhım mı nedir, söylemiyor bir türlü;

Üfleyen çingenenin rengi mezar, kendi ölü.

Güneç oldukça kızışmış, beni yormuştu sıcak;

Hele birgölge bulup altıma çektim çabucak.

Tam demiştim: Azıcık yaslanayım, dinleneyim...

Biri tıksırdı ta ensemde.. Acâib, bu da kim?

Ne göreydim: Kelebek tarlası olmuş da içi,

Soluyup sümkürüyor sırtıma bir yaşlı keçi!

?Ama bak, aklıma gelmezse de hürmet talebi;

O kadar fazla samîmiyyeti sevmem, çelebi;

Sakalından çekerim, sonra, kanşmam... Hadi git!?

Nerde!Aldırnıadı... Sordum, baş ödülmüş bu yiğit!..

Hele sen geç yiğidim, geç bakalım, başka ne var?

Bir çelimsiz sopa, boynunda üç arşın astar.



Pehlivanlar hani? derken, söküvermez mi, Hocam,

Birbirinden daha bîçâre sekiz çıplak adam?

Âh o soygunluğu rü´yâda gören korkardı:

Çünkü gömlek gibi etten de soyunmuşlardı!

Bir delik torbaya girnıiş kimi, kıspet yerine;

Çekivernıiş kimi, bir lîme çuval dizlerine.

Kiminin, giydiği çakşır, kiminin bez şalvar;

Kiminin, uçkunı boynundan asılmı donu var.

Acabâ yağ sürünürler mi desem, yağ nerede?

Bereket versin onun ma´deni varmış derede:

Sağ omuzlarda birer başları kertikli ağaç,

Kadın, erkek suyu aktarmada bakraç bakraç.

Sonra, nerdense gelip ?Yağlanınız haydi!? sesi,

Çöktü meydanda duran kaplara artık hepsi.

Palaz ördek gibi, bandıkça avuçlar bandı;

Meşin ıslar gibi, kavruk deriler ıslandı.

Bu merasim de bitip, başlıyacak dendi güreş,

Çarpınıp çırpınarak çıktı nihâyet iki eş.

Daha ilk elde boşansın mı alınlarından ter,

O göğüsler sana ötsün mü körükten de beter?

Baktım: Altından o bir çifte perîşan bağrın,

Soluganlar gibi kalkıp iniyor çifte karın!

Sonradan dizlere bir titremedir çökmüştü;

Hele çok sürmiyerek dördü de cansız düştü.

İki bîçâre serilmiş, yatıyorken yerde,

"Kalkın artık!" dediler, lâkin o derman nerde!

Güreşin böylesi hiç görnıediğim bir şeydi;

Orta, baş, hepsi de bunlargibi âvâreydi.

***

Karşıdan tentesinin nısfı hasır, nısfı aba,

Bir tekerlekleri alçak yana yatmış araba;

Yerliden az kaba, Maltız keçisinden çok ufak

İki mahzûn öküzün seyrine münkâd olarak;

Ne yanık mersiyeler söyletiyor dingiline!

Bunu gördüm, acımak geldi içimdem geline:

Sana baksın da kızım, bahtın utansın... Ne deyim?

O, senin, kimdi, bugün nerde yatar, bilmediğim,

Ninenin rûhuna âgûş açıyorken melekût,

Tertemiz na´şını gufran gibi örten tâbût,

Şu gelinlik arabandan daha şâhâneydi.

Geçti rü yâ gibi, Allâh´ım, o günler neydi!

Şu bayırlarda - ki vaktiyle bütün bağlardı -

Sesi dünyâyı tutan bir bereket çağlardı.

Ya şu vâdi ki çırılçıplak uzanmış, bîtâb,

Hiç yazın böyle fezâsında tüter miydi serâb?

Şimdi âfâka alev püskürüyor her çatlak

Yarılıp hasta dudaklar gibi, yer yer toprak.

- Deşme, oğlum, yaradır, hem de yürekler yarası...

- Neyde, yâ Rabbi, otuz kırk sene evvel burası?

Dağlar onnan, tepeler bağ, ovalar hep tarla;

Koca mer´â dolu baştan başa sağmallarla.

İğne atsan yere düşmez: O ekin bir tûfan:

Atlı girsen gömülür buğdayın altında kafan.

Köylünün kırlan tutmuş, yayılırken davan,

Sökemezsin, sarar âfâkını yün dalgalan!

Dolaşır sal gibi göllerde hesabsız manda,

Fil sanırsın, hani, bir çıksa da görsen karada.

Geniş alnıyle yarar otlan binlerce öküz,

Besiden her birinin sırtı, bakarsın, dümdüz.

Ne de ıslak patı bunıundaki mosmor meneviş!

Hadi gelsin bakalım damlann altında geviş.

Diz çöker buldu mu yaslanmaya kâfi meydan;

Sürünür toprağın üstünde o kat kat gerdan.

Çifte gözler süzülür, tek çene durmaz çiğner;

İki yandan yere şeffâf iki ipliktir iner.

Bunların ağdalanır, maç maç öterken sakızı,

Öteden bir sürü gürbüz, demevî köylü kızı,

Tarayıp hepsini evlâd gibi, bir bir kınalar.

Tepeden kuyruğu dikiş, ine dursun danalar,

Dalar etrâfa köyün damgalı yüzlerce tayı;

İnletir at sesi, kısrak sesi gömgök ovayı.

Gündüzün kimse görünmez: Kadın erkek çalı�ır;

Varsa meydanda gezen tostopaç oğlanlardır.

Akşam olmaz mı, fakat, toplar ahâliyi ezan,

Son cemâ´at yeri, hattâ, adam almaz ba´zan.

Güneş âfâka henüz an-ı vedâ etmişken,

Yükselir Kâ´be´ye doğrulmuş alınlar yerden.

Önce bir dalgalanır, sonra eder hepsi karar;

Örülür enli omuzlarla birer canlı hisar.

Bu yaman safların âhengi hakîkat müdhiş:

Sanki yalçın kayalar yanyana perçinlenmiş,

Öyle bir cebhe kesilmiş ki: Müselsel îmân;

Hangi îmâna dokunsan taşacak itmînân.

Âh o yekpârelik eyyâmı hayâl oldu bugün;

Milletin hâlini gör, sonra da mâzîyi düşün.

Kim bu yalçın kayalar sarsılacaktır derdi?

Öyle sarsıldı ki edvâra tezelzül verdi!

***

Köylünün bir şeyi yok sıhhati, ahlâkı bitik;

Bak o sırtındaki mintan bile tiftik tiftik.

Bir kemik bir deridir ölmedi kaldıysa diri;

Nerde evvelki refâhın acabâ onda biri?

Dam çökük, arsa rehin, bahçeyi "icrâ" ister;

Bir kalem borca bedel fâizi defter defter!

Hiç bakım görmediğinden mi nedendir, toprak

Verilen tohmu da inkâr edecek öyle çorak

Bire dört aldığı yıl köylü, emin ol, kudurur.

Har vurur bitmiyecekmiş gibi, harman savurur.

Uğramaz, gün kavuşur, çiftine yâhud evine;

Sabah iskambil atar kahvede, akşam domine.

Muhtasar gayr-ı müfid ilmi kadrdır dini;

Ne evamir, ne nevâhî, seçemez hiçbirini.

Namazın semtine bayramları uğrar sade;

Hiç şu görmez yüzünün düşmanıdır seccâde.

Hani, üç beş kişiden fazla musallî arama;

Mescid ambarlık eder, başka ne yapsın, imama!

Okumak bahsini geç... Çünkü o defter kapalı,

Bir redif zâbiti mektepleri debboy yapalı.

Sıtma, fuhş, içki, kumar türlü fecâyi´ salgın...

Sonra söylenmiyecek şekli de var hastalığın.

Bir taraftan bulanır levse hesapsız nâmûs;

Bir taraftan serilir toprağa milyonla nüfûs.

Hadi aldırmıyalım yükseledursun vefiyât,

Nerde noksânı telâfı edecek tâze hayât?

Evlenip âile teşkîli bugün zorgeliyor,

Görüyorsun ya nikâhlar ne kadar seyreliyor!

***
Eskiden zurnalar öttükçe feza inlerdi;

O ne dehşetli düğünler, o ne derneklerdi!

Kurulur meydana harman gibi kırk elli sini,

Tablalar yığmaya başlar koyunun beslisini

Ense kat kat taşıp etrafa dökülmüş yakadan;

Göğsün ed?adı kabardıkça gerilmiş camadan;

Başta abani sarık tende hilali gömlek;

Belde Lahur şalı, üstünde o som sırma yelek;

Dizde kaytan çevrilmiş çuhadan sıkma potur;

Amcalar lök gibi bağdaş kurarak halka olur

Sofranın halesi şeklinde duran kutru geniş,

Boyu çepçevre kılaptanla zarif işlenmiş

Eni az peşkiri herkes götürür dizlerine.

Çorbadan sonra etin türlüsü kalkıp yerine,

Hamurun türlüsü devlet gibi kondukça konar.

Sekiz on yerde güğümler mütemadi kaynar.

Taze şerbet sunulur taze kesilmiş karla;

Buzlu ayransa döner ortada bakraçlarla



Öğle olmaz mı, cema?.atle kılarlar namazı

Güreşin, gümler o esnada mehib incesazı

Oturur besli davullar yere, şişman şişman,

Perde göstermeye başlar kabalardan o zaman

Öyle inler ki zemin: Kalb i feza ?Küt! Küt!? atar;

Zurnanın tizleri dersen, yedi iklimi tutar

Şimdi hayvanlı, yayan kız kadı oğlan erkek;

Kuşatır ip çekilen meydanı yüzlerce öbek.

Bir taraftan da iner nâ-mütenâhî araba...

İner amma o kadar süslü ki dersin: ?Acaba

Şu beyaz tenteler altında birer hacle mi var?



Çekilir derken ödüller. Sekiz on seçme davar;

Iki baş manda, birer tay, dana, top top dokuma...

Hele peşkir gibi peşkeşleri artık sorma.

Yağ kazanlarla durur, tartısı yok ölçüsü hiç;

Hani ister süıün, ister dökün, istersen iç!



Bunların hepsi biter, bir heyecandır belirir

Ne temâşâdır o, titrer durur insan tir tir.

Birbirinden daha mevzun iki üç çift endâm,

Atılıp sahneye şâhin gibi etmez mi hırâm;

Ses, soluk çıkmaz olur, herkesi ürperme alır;

O geniş yer de nefeslerle beraber daralır.

Çünkü meydanda değil seyre bakanlarda bile,

Asım´ın dengi heyâkil seçilir yüzlerle.

Şimdi, sağ kolda, gümüş kaplı birer bâzû-bend,

Boynu mıskayla donanmış, o yarım deste levend,

Önce peşrev yaparak sonra tutuşmazlar mı,

Güreş artık kızışır, hasmını tartar hasmı.

Uzanırşimdi göğüsler, kavuşur; şimdi, yine

Dalga çarpar gibi çarpar gerilip birbirine.

Kimi tek çapraza girmiş, mütemâdî sürüyor.

Kimi şîrâzeyi tartıp alıvermiş, yürüyor.

Kimi sarmayla çevirsem diye sardıkça sarar;

Kimi kılçık düşünür, atmak için fırsat arar.

Adalî gövdeler altında o bîçâre çayır,

Serilir toprağa, hem bir daha kalkar mı? Hayır!

Bu, elenseyle düşürmüş de hemen çullanıyor;

O da kurtulmak için türlü oyun kullanıyor.

Kimi almış paça kasnak o açar, hasmı döner;

Kimi kündeyle giderken topuk eller de yener.

Kimi cür´etli olur çifte dalar, hem de kapar;

Kimi baskın çıkarak kazkanadından çarpar.



Seyreden halkı da bir gör. O ne candan hizmet;

O ne rikkatli adamlar, o ne ma´sûm ümmet!

Yanları başları çevreyle boğanlar mı dedin...

Göz silenler mi dedin, incik oğanlar mı dedin...

Yağ süren başka, saran başka, çözenler başka;

Su veren başka, göğümlerle gezenler başka.

Şan, şeref duygusu millette nasıl yüksekse,

Merhamet hissi de öyleydi, değil miydi Köse?

Ne o? Bir şey demedin...

- Geçmişe mâzî derler!

- Doğru, lâkin...

- Bırak oğlum, gelecekten ne haber?

- Onu Allah bilir ancak.

- Azıcık kul da bilir.

- Bilemez, çünkü görünmez.

- İyi amma sezilir.

Oruç sıcaklara gelmiş. Kır Ağası bakmış ki:

Sabahlar akşam olur şey değil, bu tiryâki;

Bütün gün esnemeden, hiddet etmeden bıkmış;

Al atla bağdaşarak ?yâ sefer!? demiş çıkmış.

Takım rahat, pala uygun, gazâ mübârek ola:

Tavuklu, hindili köylerde haftalarca mola.

Refiki arpayı bulmuş, keser, ferîh ü fahûr;

Bu dört öğün yiyip ister sonunda bir de sahûr!

Bedâva sofraya düştün mü, hoş geçer Ramazan;

Misâfirim diye insan mukîm olur ba´zan.

Nasılsa bir gece bir düş görür bizim yolcu;

Sabâhı bekliyemez, yok ya hâinin orucu;

Uyandınr ne kadar köylü varsa, der: Çabucak

Gidin bulun bana bir şöyle zorlu düş yoracak.

Çarıkçı Emmi´yi sağlık verir cemâ´at de.

- Fakat sahurda yatar, kalkamaz bu sâ´atte.

Biraz sabırlı olun...

- Şimdi isterim, gelecek.

Ben öyle bekliyemem, kalkamaz demek ne demek?

Çarıkçı Emmi gelen halkı uğratır kapıdan.

İkinci def´a gelirler:

- Ocağına düştük aman,

Herif lâf anlamıyor, gel de sonra yat, haydi!

- Sabah sabah bu ne düştür be? Görmez olsaydı!

Henüz yatağma uzandım... Bakındı aksiliğe...

Gebermediydi ya!

- Sen git de söz geçir deliye!

Ne söylesen kızıyor... Hak şaşırtmasın kulunu.

Adamcağız çıkar evden, tutar köyün yolunu,

Ki uyku sersemi tak der zavallının canına;

Düşer gelince nihâyet Kır Ağasının yanına.

- Aman be emmi!

- Ne var?

- Düş yorar mısın?

- Be adam,

Biraz nefesleneyim, dur ki, yorgunum...

- Duramam.

- Neden?

- Fenâma gider beklemek de...

- Vah! Vah! Vah!

- Bilir misin ki ne gördüm...

- Hayırdır inşallah!

- Yemek yiyip yatıverdim, tamam yarıydı gece,

Bir öyle hayvana bindim ki, seçmedim iyice.

- Peki, o bindiğin at mıydı, anlasak neydi?

- Bilir miyim? Yalınız dört ayaklı birşeydi...

Katır mı desem ? Eşek mi desem?

Öküz mü desem? İnek mi desem?

Al at mı desem? İdiç mi desem?

Koyun mu desem? Çepiç mi desem?

- Güzel!

- Biraz yürüdük...

- Geçtiğin nasıl yerdi?

- Nasıl mı yerdi?... Unuttum, görür müsün derdi?

Yokuş mu desem? İniş mi desem?

Uzun mu desem? Geniş mi desem?

Çorak mı desem? Çayır mı desem?

Sulak mı desem? Hayır mı desem?

- Tamam! İlerde ne gördün?

- İlerde bir kocaman karaltı vardı.

- Peki ismi yok mu?

- Bilmem aman!

Ağaç mı desem? Kütük mü desem?

Duvar mı desem? Höyük mü desem?

Ağıl mı desem? Hamam mı desem?

Yıkık mı desem? Tamam mı desem?

- Ya sonra?

Karşıma, baktım, dikildi...







- O, bilmem tanır mı, ben tanımam...

Babam mı desem? Kızım mı desem?

Hasım mı desem? Hısım mı desem?

Çıfıt mı desem? Gâvur mu desem?..

Şudur mu desem? Budur mu desem?..

- Uzatma, sen buluyorsun belânı Allah´tan...

Bu: Elde bir; yalınız pek seçilmiyor ne zaman...



Bugün mü desem? Yarın mı desem?

Uzak mı desem? Yakın mı desem?

Yazın mı desem? Güzün mü desem?

Güzün mü desem? Yazın mı desem?..



- Ne kadar doğru! Hocam, hayra yorulmaz bu gidiş.

- Sen o rü´yâya hakîkat deyiver, tam bizim iş.

Herifin hâlini gördün ya, bugün millet de,

Aynı meslekte, o fıtratte, o mâhiyette.

Tanımaz bindiği mahlûku, sürer kör körüne;




Tanımaz gittiği yer hangi taraf, gördüğü ne?

Fikri yok duygusu yok, sanki yürür bir-kötürüm.

Bu da sağlıksa eğer bence müreccahtır ölüm.

Üç beyinsiz kafanın sevkine şaşkın gibi râm;

Kırbaç altında bütün gün ne tezallüm, ne kıyâm.

Tuttun, oğlum, bana mâzîleri tasvîr ettin;

Köylünün hâlini bilmez, diyerek dinlettin.

Hasta meydanda, tedâvîye de cidden muhtaç;

Yalınız görmeliyim nerde hekim? Nerde ilâç?

Nesl-i hâzır ki sarık gördü mü terzîl ediyor,

Defol ıskatçı diyor, cerci diyor, leşçi diyor...

Hocazâdem, ne sülükmüş o meğer vay canına!

Diş bilermiş senelerden beri Türk´ün kanına.

Emiyor fırsatı bulmuş yapıŞıp, hem ne emiş!

Kene bir şey mi aceb, ah o ne doymaz şeyimiş!

Ne o kızdın mı?

- Hayır, anlanm amma keneyi,

Sağdınız siz de asırlarca o sağmal ineği.

- Hakkımızdır sağarız: Kahrını çektik o kadar,

Besledik...

- Yâ?

- Ne demek-

- Beslediniz, hakkın var!

Hanginiz bir tutam ot verdi, bırak beslemeyi?

- Yok mudur medresinin köylüde olsun emeği?

- Mektebin, belki... Fakat medresenin, hiç ummam.

- Kızarım ha!

- O senin hakk-ı sarîhindir İmam.

- Halka yol gösterecek bir kılavuz var: Ulemâ.

Kalanın hepsi de boş.

- Boştur, efendim, amma...

- Neymiş ammâsı, beyim?

- Yok, şu sizin medreseler,

Asnn îcâbına uymakta inâd etmeseler...

- Gidin ıslâh edin öyleyse!

- Hakîkat, lâzım.

- Fıkra gelsin mi ne dersin?

- Hadi, gelsin bakalım.



- Son zamanlarda hükûmet, şımarık bir deliyi,

Götürür bir yere vâlî diye bağlar.

- Ne iyi!

- Herifin ilk işi "Tekmil hocalar gelsin!" der.

Ki tabî´î bu adamlar da icâbetle gider.

Önce tebrîk ile takdîm için az çok durulur;

Sonra "meclis" denilir, bir koca dîvan kurulur.

Şimdi kürsîye abansın da senin Vâlî Bey,

Nutka gelsin mi adam zanneder kendini?...

- Eyy?

Ne demiş?

- Yok, ne geğirmiş diye sor! Ma´nâsız

Bir yığın râbıta müştâkı perâkende lâfız,

Bir etek yâve saçar, bir sürü cinnet savurur;

Bu da yetmez gibi peştahtaya üç kerre vurur,

Der ki:

" Yirminci asır, fenlere zihniyyetler

Verebilmekle tebellür ve tefâhürler eder.

Vakıa halet-i ruhiyyesi var akvamın;

Bu prensiple, fakat ma?şeri pek i?zamın,

Belki ferdiyyeti sarsar biraz aksü´l-ameli...

Sâde şe´niyyet-i a´sârı durup dinlemeli.

İctihâdî galeyanlar da mühimdir ya, asıl,

İktisâdî cereyanlardır olan müstahsil.

Bunu te´mîn edemezlerse nihâyet hocalar,

İskolâstikle sanâyi´ yola gelmez, bocalar.

İlk adımdır atacaktır bunu elbette ilim;

Parprensip, gelin, ıslâh-ı medâris diyelim... "

- Parprensip mi- Bayıldım be!

- Fransızcama mı?

Ya herifien de mi eşşek sanıyordun İmamı?

- Birden eşşek deme, bîçâre henüz müsvedde...

Ne yetişkinleri var, dursun o sağlam şedde.

- Hangi müsvedde? Ne müsveddesi? Bir bilmece ki...

- Merkebin...

- Ey?

- Mütekâmil soyu olmaz mı?

- Peki?

- İşte hilkatten o sûrette çıkarken beyazı;

Böyle birdenbire müsvedde de firlar ba´zı!

Neyse geç fikraya.

- Nerdeydik? Evet, şimdi, nutuk

Biter amma yayılır meclise bir durgunluk.

- Çünkü imlâya gelir herze değil duyduğu şey!

- Sonra kalkar hocalardan biri, der.

"Vâlî Bey,

Şu hitâbeyle tavanlardan uçan efkârı,

Tutamazlarsa küçük görmeyiniz huzzârı.

Siz ki yirminci asırlardasınız, baksanıza,

Bizim on dördüne dün basmış olan asrımıza!

Altı yüz yıl mı, evet, tam o kadar lâzım ki,

Kabil olsun o büyük nutkunuzun idrâki.

Sâde "Islâh-ı medâris"mi ne, bir şey dediniz...

Onu anlargibi olduksa da îzâh ediniz:

Acabâ hangi zarûret sizi sevketti buna?

Ya fesâd olmalı meydanda ki ıslâh oluna.

Bunu bir kerre kabûl eylemeyiz, reddederiz.

Sonra, bîçâre medâris o kadar sahibsiz,

O kadar baştan atılmış da o hâliyle yine,

Düşüyor, kalkıyor amma gidiyor hizmetine.

Halkın irşâdı mıdır maksad-ı te´sîsi? Tamam:

Şehre müftî veriyor, minbere, mihrâba imam.

Hutabânız oradandır, oradan vâiziniz;

Oradandır hocanız, kayyiminiz, hâfzzınız.

Adli tevzî´ edecek hâkime fıkh öğreten o;

Hele köy köy dolaşıp köylüyü insân eden o;

Şimdi bir mes´ele var arz edecek, çünkü değer:

Bunların hepsine az çok yetişen medreseler,

Birzaman müftekir olmuş mu aceb hârice? Yok.

İyi amma, a beyim, şöyle bakınsak bir çok

Bir alay mekteb-i âlî denilen yerler var;

Sonunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar:

Şu ne? Mülkiyye. Bu? Tıbbiyye. Bu? Bahriyye. O ne?

O mu? Baytar. Bu? Zirâ´at. Şu? Mühendishâne.

Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız,

Ne yetiştirdi ki şunlar acaba?Anlatınız!

İşimiz düştü mü tersâneye, yâhud denize,

Mutlaka, âdetimizdir, koşarız İngiliz´e,

Bir yıkık köprü için Belçika´dan kalfa gelir;

Hekimin hâzıkı bilmem nereden celbedilir.

Meselâ büdce hesâbâtını yoktur çıkaran...

Hadi mâliyyeye gelsin bakalım Mösyö Loran.

Hani tezgâhlannız nerde? Sanâyi´ nerde?

Ya Brüksel´de, ya Berlin´de, ya Mançester´de!

Biz ne müftî, ne imam istemişiz Avrupa´dan;

Ne de ukbâda şefâ´at dileriz Rimpapa´dan

Siz gidin bunları ıslâha bakın peyderpey;

Hocadan, medreseden vazgeçiniz, Vâlî Bey!"

***

Ne dedin fıkrama?

-A´lâ!Beni habtettin, İmam!

- Yola gel şöyle biraz, neydi o sözler?

- Be Hocam,

Sana biz medresenin hizmeti hiç yok demedik;

Bir bedâhet bu ki inkâra çalışmak delilik.

Halkı irşâd edecek var mı ya sizden başka?

Onu insan bile saymaz mütefekkir tabaka!

Köylüden milletin evlâdı kaçarken yan yan,

Sizdiniz köydeki unsurla beraber yaşıyan.

Rûhunuz halkımızın, köylümüzün rûhuna denk;

Sözünüz bir, özünüz bir, o ne mes´ûd âhenk!

Biz bu âhengi harâb etmiyecektik ettik;

Kapanır türlü değil açtığımız kanlı gedik.

Ne kadar benziyoruz şimdi sakat bir duvara...

Vahdetin tertemiz alnında ne çirkin bu yara!

Hadi iş gör bakalım, var mı ki imkân? Nerde!

İkilik azmine hâil kesilir her yerde.

Ne desek dinlemiyor, nâfile, bir kimse bizi.

- Uydurun siz de, beyim, halka biraz kendinizi.

- Haklısın.

- Aykırı gitmekle bu yol hiç çıkmaz.



- Konya´daydım...

- Haberim yok, ne zaman?

- Bıldır yaz.

Şehri az çok bilir, etrâfznı pek bilmezdim;

Bâri bir köyleri görsem, diye çıktım, gezdim.

Yolda duydum ki: Filân nâhiyenin a´yânı,

Üç gün evvel koyuvermiş hoca bilmem filânı;

Herkes evlâdını almış, kapatılmış mekteb.

Çok fena şey! Hele bir anlıyalım, neydi sebeb.

Hiç işim yok bu da oldukça mühim doğrusu ya,

Gidecek yolcu da var, akşama indik oraya.

Yatsıdan sonra ahâli "bize va´zet" dediler;

Çektiler altıma bir cıllığı çıkmış minder.

Tahta sordum, silinip çevre kadar yenlerle,

Geldi, tâ göğsüme yaslandı sakat bir rahle.

Evvelâ hamdeleden, salveleden başlıyarak

Girmeden maksada dîbâceyi serdim çabucak.

İlme kıymet veren âyâtı, ehâdîsi bütün,

Okudum, hâsılı bülbül gibi öttüm ben o gün.

Sonra, te´yîd-i İlâhî olacak besbelli,

Öyle bir maskara ettim ki o hâin cehli,

Hani kendim de beğendim.

-Adam, anlat, ne dedin?

- Biri aklımda değil.

- Öyle mi?

- Baktım, sadedin,

Tam zamanıydı, ahâlîye çevirdim yüzümü;

Açtım artık bu sefer ağzımı, yumdum gözümü:

Hiç muallim kovulur muymuş, ayol, söyleyiniz?

O sizin devletiniz, ni´metiniz, herşeyiniz.

Hoca hakkıyle beraber gelecek hak var mı?

Sizi mîzâna çekerken bunu sormazlar mı?

Müslüman, elde asâ, belde divit, başta sarık;

Sonra, sırtında, yedek şaplı beş on deste çarık;

Altı aylık yolu, dağ taş demeyip, çiğneyerek

Çin-i Mâçin´deki bir ilmi gidip öğrenecek.

Hiç düşünmek de mi yoktur, be adamlar, bu ne iş?

En büyük tâli´i Mevlâ size ihsân etmiş,

Hem de ta olduğunuz mevkie göndermişken;

Teptiniz kendi gelen ni´meti sersemlikten!

Çok zaman geçmiyecektir ki bu nankörlüğünüz,

Ne felâketlere meydan verecektir görünüz!

Köylerin yüzde bugün sekseni, hattâ, hocasız;

Siz de onlar gibi câhil kalarak anlayınız!

Bir hatâ oldu, deyip şimdi peşîmansınız a...

Ne çıkar? Gitti giden, kıydınız evlâdınıza...



Buna benzer daha bir hayli savurdum, estim.

Ses, nefes hepsi tükenmişti, nihâyet kestim.

Sanıyordum ki duâdan koca mescid inler.

Umduğum çıkmadı hiç: Pek yavaş âmin dediler.

Çekiverdim o zaman ben de hemen Fâtiha´yı.

Yatacağımız odanın sâhibi Mestanlı Dayı,

Getirirken beni, sağ elde fener, mescidden;

"Gürül gürül okuyor hep, gürül gürül okuyor;

Yanıl da bir, deli oğlan, baban mezarda mı, sor!"

Deyivermez mi, ne dersin?

- Ama pek hoş cidden.

- Bunu duydum zehir içmiş gibi sersemleştim...

Eve geldik herifin kalbini artık deştim.

Ne de çok şey biliyormuş, be Hocam, köylü meğer!

- Öyledir

- Sen de şaşarsın, hani, söylersem eğer:

Anladım: Bilmiyecek tilki onun bildiğini.

- Hadi naklet bakalım şimdi şu bilgiçliğini?

- Dedi:

" Fetvâyı veren mahkeme, yanlış, gerçek

İki da´vâcı ne söylerse bütün dinliyecek.

O zaman kestiği parmak acımaz, âmennâ...

Ama hep bir tarafın ağzına bakmak o fenâ.

Benim arkamdaki düşman bana mevlid mi okur?

Dur ki ben söyliyeyim bir de, kuzum, sen hele dur!

Köylü câhilse de hayvan mı demektir? Ne demek!

Kim teper ni´meti? İnsan meğer olsun eşşek.

Koca bir nâhiye titreştik odunsuz yattık;

O büyük mektebi gördün ya, kışın biz çattık.

Kimse evlâdını câhil komak ister mi ayol?

Bize lâzım iki şey vaı: Biri mektep, biri yol.

Niye Türk´ün canı yangın, niye millet geridir;

Anladık biz bunu, az çok senelerden beridir.

Sonra baktık ki hükûmetten umup durdukça,

Ne mühendis verecekler bize, artık ne hoca.

Para bizden, hoca sizden deyiverdik... O zaman,

Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah´ım aman!

Sen, oğul, ezbere çaldın bize akşam, karayı...

Görmeliydin o muallim denilen maskarayı.

Geberir, câmie girmez, ne oruç var, ne namaz;

Gusül abdestini Allah bilir amma tanımaz.

Yelde izler bırakır gezdi mi bir çiş kokusu;

Ebenin teknesi ömründe pisin gördüğü su!

Kaynayıp çifte kazan, aksa da çamçak çamçak

Bunu bilmem ki yann hangi imam paklıyacak?

Huyu dersen, bir adamcıl ki sokulmaz adama...

Bâri bir parça alsaydı ya son son, arama!

Yola gelmez şehirin soysuzu, yoktur kolayı.

Yanılıp hoşbeş eden oldu mu, tınmaz da ayı,

Bir bakar insana yan yan ki, uyuz olmuş manda,

Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.

Bir selâm ver be herif. Ağzın aşınmaz ya... Hayır,

Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.

Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz;

Hele tırnakları bir kazma ki insan bakamaz.

Kafa onnan gibi, lâkin, o bıyık hep budanır;

Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanıı:

Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dalar;

Kaldırımdan daha berbâd olur artık odalar;

Örtü, minder bulanır hepsi, bakarsın, çamura.



Su mühendisleri gelmişti... Herifler gâvur a,

Neme lâzım bizi incitmediler zeıre kadar;

İnan oğlum, daha insaflı imiş çorbacılar!

Tatlı yüz, bal gibi söz... Başka ne ister köylü?

Adam aldatmayı a´lâ biliyor kahbe dölü!

Ne içen vardı, ne seccâdeye çizmeyle basan;

Ne deyim dinleri bâtılsa, herifler insan.

Hiç ayık gezdiği olmaz ya bizim farmasonun...

İçki yüzler suyu, ahlâkını bir bilsen onun!

Şimdi ister beni sen haklı gör, ister haksız,

Öyle devlet gibi, ni´met gibi lâflar bana vız!

İlmi yuttursa hayır yok bu musîbetlerden...

Bırakın oğlumu, câhilliğe râzıyım ben. "



- Hakkı var.

- Pek güzel amma, bu işin yok ki sonu.

Kapadck mektebi, kovduk diyelim farmasonu,

Başı boş köylünün evlâdını kimler yedecek?

Adam ister ona insanlığı telkîn edecek.

Bunu nerden bulalım? Kimlere ısmarlıyalım?

Önce kaç tezgâhımız var, bakalım, bir sayalım...

- Pek uzun boylu hesâb etme, nedir mes´ele ki?

Herkesin bildiği şey: Medrese bir, mektep iki.

- İşte arz eyliyorum zât-ı fazîlânenize:

İkisinden de hayır yok bu şerâitle bize.

- Gâlibâ sen yeniden kızdıracaksın Köse?yi;

Söyle, mîrasyedi bey, kimdi yıkan medreseyi?

Biz miyiz, siz misiniz? Sizsiniz elbet...

- Elbet!

- Yıktınız kazmaya kuvvet, ne de sür´atle!

- Evet.

- Bir hünermiş gibi ikrâr ediyor ağzıyle...

- Çünkü mektep yapacaktık onun enkâzıyle.

- Çünkü mektep yapacakmış!.. Ne kolay söylemesi!

Bir kümes yaptığın var mı ki, bir kaz kümesi?

- İnkılâb ümmetinin şânı yakıp yıkmaktır.

- Size çılgın demiyen varsa, kuzum, ahmaktır.

Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?

Onu en çolpa herifler de, emîn ol, becerir.

Sâde sen gösteriver "işte budur kubbe!" diye;

İki ırgadla iner şimdi Süleymâniyye.

Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman,

Bir Süleyman daha lâzım yeniden bir de Sinan.

Bunların var mı sizin listede hiç benzeri, yok.

Ya ne var? Bir kuru dil, siz buyurun, karnım tok!

Ötmeyin nâfile baykuş gibi karşımda, susun!

- Mürteci´sin be İmam?

- Mürteci´im, hamdolsun.

-Hele bak hamd ediyor!

-Hamd ediyorsam, yeridir.

-Şâfi´î´nin mi, kimindir o şiir?

- Hangi şiir?

- Hani "Peygamber´in evlâdını candan sevmek,

Râfızîlikse...

- Evet,

- "Yerde beşer, gökte melek

Râfızîdir bu, desin hepsi de hakkımda benim,

Ben oyum, işte... " diyor...

- Bildim, evet.

- Kâili kim?

- Şâfı´î zannederim, neyse, fakat maksadınız?

Şunu lûtfen bana teşrîh ediniz, anlatınız.

- Yıkılan yurduma cennet diyemem, ma´zûrum;

Hani ma´mûre? Harâbeyle benim neydi zonım?

Heybe sırtında "adâlet" dilenirken millet,

Müsterîh olmanın imkânı mı var, insâf et?

" Yaşasın!" ma´cunu a´lâ idi, yut, keyfine bak!

Tutmuyor şimdi, fakat, bin yala parmak parmak.

- Neye tiryâkisi oldun bu kadar sen de ayol?

Tutmuyor, çünkü alıştın... Yemeyeydin bol bol.

Hem bizim ma´cunu pek hırpalamak doğru mu ya?

- Dur canım! Ben kızarım böyle vakitsiz şakaya...

Sözü tekmîl edeyim...

- Sonra bitir, dinle biraz:



Bir yutar, beş yutar, afyonkeşi afyon tutmaz;

Der ki: Toprak mı, ne zıkkım bu, varıp anlamalı.

Açılır kurna başından, sıyırır peştemalı,

Nalının sırtına atlar, sürerek doğru gider,

Hangi attarsa, bulur."Tutmadı yâhu, yine!" der.

Gülmeden çatlaya dursun biriken çarşı, pazar;

"Bu kadar tuttuğu yetmez mi kuzum?" der attar.



Siz de artık uzun etmektesiniz, hem pek uzun;

Üç saat esnemeden dinlediğim nutkunuzun,

" Yaşasın!" ma´cunu peymâne-i ilhâmı bütün,

Hani, sarhoş kuşa döndün, mütemâdî öttün!

- Bırak oğlum, yeter artık şakanın vakti değil.

- Sen de, öyleyse, bizim ma´cuna baş kesmeyi bil!

- Sâde bir "bal" deyivermekle ağız tatlansa,

An uçmuş diye, kaçmış diye hiç çekme tasa.

Ağlasın milletin evlâdı da bangın bangır,

Durma hürriyeti aldık diye, sen türkü çağır!

Zulmü alkışlıyamam, zâlimi aslâ sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem...

Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ, boğarım...

- Boğamazsın ki!

- Hiç olmazsa yanımdan koğarım.

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;

Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.

Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,

Onu dindirnıek için kamçı yerim, çifte yerim.

Adam aldımıa da geç git, diyemem, aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.

Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu...

İrticâın şu sizin lehçede ma´nâsı bu mu?

- Yok canım!

- Yok deme!

- İfrât ediyorsun Köse...

- Yâ?

İşte ben mürteci´im, gelsin işitsin dünyâ!

Hem de baç mürteci´im, patlasanız çatlasanız!

Hadi kânûnunuz assın beni, yâhud yasanız!

- Yasa yok şimdi.

- Neden, bitti mi?

- Dede Cengiz ya ?

- Bırak, derdimi deştin: Gitti!

- Getirir yine lâzımsa...

- Hayır, gitti gider.



- Ya bizim düşmanımızmış o meğer...

Dedenizdir diye bir kahbe çıfıtmış yamayan...

- Size hâ ?

- Öyle ya, çok geçmedi lâkin, aradan,

Geldi bir başka gâvurcuk, dedi "Cengiz´le, ayol,

Bu hısımlık nereden çıktı ki, siz Türk, o Moğol!.. "

- Sonra?..

-Hiç!

-Hiç mi?

- Sönüp gitti o kızgın piyasa.

- Hem de bir püfle!

- Evet, şimdi ne hâkan, ne yasa!

- Kimse ma´kul kefereymiş, o herif.

- Sorma Köse´m...

- Çok şükür sizde de pek yok değil amma sersem!

- İğnelersin şu benim neslimi yüz buldukça,

Sana elmas gibi hürriyeti kim verdi, Hoca?

Ne yaman şeydi unuttun mu o istibdâdı?

Hep fecâyi´di, hayâtın hele hiç yoktu tadı.

Milletin benzi sararmış, işitilmezdi refâh;

Her nefes dört elifin sırtına binmiş bir "âh!"

O ne günler...

- Beni kızdırmaya söyler mahsus,

Yeter artık!

- Niye?

- Ezber bilirim hepsini, sus!

- Ne tuhafsın! Bana döktürmiyeceksin içimi...

- Yokpaşam, sizde tuhaflık o benim haddim mi?

- Müstebiddin de gem almaz soyu çıktın, git git,

Sen ki hürriyet için nefyolunurdun, a tirit!

İşi yok şimdi muhâlifliğe sarmış derdi...

- Hoca rahmetli kerâmet gibi söz söylerdi...

- Bâri tuttun mu?

- Ne mümkün? O zaman nerde akıl?

- Sonradan geldiği sâbit mi efendimce, nasıl?

- Döverim ha!

- Hadi dövmüş kadar ol!

-Dur be adam,

Dinle, zevzekliği terk et!

- Sana terk ettim, İmam!

- Ne diyordum be?..

- Ya gördün mü kafan aynı kafa!

"Hoca rahmetli" dedin, öyle giriştindi lâfa.

- Evet, oğlum, Hoca sevmezdi, bilirdim, sarayı;

- Ama sövmezdi de hoşlanmadığından dolayı.

Vardı bir duygusu besbelli ki...

- Bilmem, varmış...

Pâdişah dendi mi, çokluk dil uzatmazlarmış!

- Hiç unutmam, Hocazâdem ki, sıcak bir gündü,

Bahçedeydik bana bir parça baban küskündü.

- Sana düşkündü babam, küstüğü olmazdı ama...

- Boşboğazsın diye kızmıştı.

- Kerâmet!

- Sorma!

Büsbütün kızdırayım bâri, dedim...

- Ya ? Çok iyi:

Çivi, bir an´anedir bizde, sökermiş çiviyi.

- "Ortaklık şöyle fenâ, böyle müzebzeb işler,

Ah o Yıldız´daki baykuş ölüvermezse eğer,

Âkıbet çok kötü... " dîbâce-i ma´lûmiyle,

Söze girdim.

- Kızıyor muydu?

- Hayır.

- Tekmille!

- Bırakan var mı ki? Rahmetli hocam doğrularak

Dedi:

"Oğlum, bu temennî neye benzer, bana bak:

Eşeklerin canı yükten yanar, aman, derler,

Nedir bu çektiğimiz dert, o çifte çifte semer!

Biriyle uğraşıyorken gelir çatar öbürü;

Gelir ki taş gibi hâin, hem eskisinden iri.

Semerci usta geberseydi... Değmeyin keyfe!

Evet, gebermelidir inkisâr edin herife.

Zavallı usta göçer bir gün âkıbet, ancak

Makâmı öyle uzun boylu nerde boş kalacak?

Çırak mı, kalfa mı kim varsa yaslanır köşeye;

Takım biçer durur artık gelen giden eşeğe.

Adam meğer acemiymiş, semerse hayli hüner;

Sırayla baytan boylar zavallı merkepler.

Bütün o beller omuzlar çürür çürür oyulur;

Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur:

"Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?

Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi.

Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik tuhaf iş:

Semer değilmiş, o rahmetlininki devletmiş!"



Nasîhatim sana: Herzeyle iştigâli bırak;

Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak!

Adam mısın: Ebediyyen cihanda hürsün, gez;

Yular takıp seni bir kimsecik sürükliyemez.

Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere;

Küfür savurma boyun kestiğin semercilere. "

- Sen işin yoksa devir çamları paldır küldür;

Neslimin şöyle dönüp bakması hattâ züldür.

Gözüm ensemde değil, görmeliyim ben önümü;

Kestik attık hele mâzî denilen kör düğümü!

Ne zamandan beridir bağlıyız artık bıktık;

Demir aldık o sizin an´anelikten çıktık.

- Pupa yelken açılın şâyed oturmazsa gemi!

Bu tenezzüh, cici bey, doğruca Kağıthâne´ye mi?

- Hayır, enginleri bir bir geçerek, gâyemize.

- Hele bir kerre çıkın Marmara´dan Akdeniz´e!

Fıkra gelsin mi?

- İşin fıkracılık zâten, İmam!

Korkarım çam devirirsin yine...

- Bilmem çam mam!



"Bocalarken bakar üstündeki kaptan acemi,

Sarılır bir kayanın boynuna bîçâre gemi.

"Bu nedir, Bey Baba, bittik mi, ne olduk?" derler;

Kimi evrâd okur üfler, kimi lâ-havle çeker.

" Yok canım!" der Hacı Kaptan, biriken yolculara:

"Su tükenmiş, haberim yok, buyurıın işte kara!"



Siz de, oğlum, bu mahârette, bu cür´ettesiniz:

Gemi yüzdürmek için kalmadı meydanda deniz!

- Dinle bir fıkra da benden bakalım şimdi.




- Olur

- "Dev-i sâbıkta kazâ teknesi, bir köhne vapur,

Akdeniz hattına tahsîs edilir bol keseden.

Eski kaptan "Gidemem, der, getirin varsa giden. "

Yeni kaptan gelerek, doğru çıkar mevki´ine.

Adamın tâli´i oldukça güzelmiş ki yine,

Yel üfürsün, su götürsün diye bekletmez pek

Gece kalkar bu adem postası İzmir diyerek.

Göksu´daymış gibi fış fış yüzedursun miskin...

Denizin neş´esi a´lâ, hava enfes... Lâkin,

Bir taraftan verivermez mi nihâyet patlak

Tekne kör kandil olur, yolcular allak bullak.

Şimdi bîçâre süvârîye ne dur var, ne otur;

Dinlenir farz ederek birçok emirler savurur.

"Getirin haritayı!" der