saniyenur
Sun 10 July 2011, 03:43 pm GMT +0200
Arşın Açıklanması
Ebu Mansur (r.lı.) diyor ki : Sonra müslümanlar mekân hakkında ihtilâf ettiler. Bazıları Allah Arşı istilâ etti diye vasfolunduğu iddiasında bulundular. Onların nezdinde Arş, meleklerin yüklendiği ve etrafında meleklerin seyrettiği bir tahttır. AUah-u Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'inde şöyle buyuruyor : «Melekler de semânın etrafmdadırlar. O gün Rabbi'nin Arş'ini, üstlerinde sekiz melek taşır» (El-Hakka, 17), «Bir de melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş'ın etrafım kuşatmışlardir...» (Zumer, 75), «Arş-ı yüklenen melekler ve onun etrafındakiler, Rablerine hamd ile teşbih ederler» (Gâfir, 7), Allah-u Teâlâ'nm Arş'ı istilâ ettiğine delil olarak Allah-u Teâlâ'nın : «O Rahman, (kudret ve hâkimiyeti ile) Arş'ı istilâ etti» (Tâhâ, 5) Kavl-i Cehlini gösterdiler.
insanların dua ederken, hayırlı olan hususları ümitle isteme anında ellerini göğe kaldırmalarını da delil göstererek şöyle diyorlar : «Arş yoktan var olduktan sonra Allah oraya varıp bulundu. Çünkü Allah ; «.....sonra Arş'ı istilâ etti (hükmü altına aldı).....»[224] buyurmuştur.
Bazıları da, Allah her yerdedir, diyor ve şu âyet-i Celîleleri delil olarak gösteriyor : «Görmez misin? Allah hem göklerdeki, hem yerdekini hep bilir. Herhangi bir üç sırdaşın bir fısıltısı oluyor mu, mutlak o (Allah) dördüncüleridir.»[225], «.... Biz ona şah damarından daha yakınız (her halinden haberdarız ve'her an kudretimiz altındadır.)»[226], «Biz, ona, ilim ve kudretimizle sizden .çok yakınız. Siz (yapılmakta olan işleri) görmezsiniz, anlıyamazsmız.»[227], «Gökte tlâh olan O'dur; yerde de İlâh O'dur....»[228]
Onlar, Allah mekansız olarak bir mekândadır ifadesinin Allah'a had ve hudud icap ettirdiğini zannettiler; her hudud sahibi olan kendisinden büyük olana nisbetle küçük olur. Bu ise hem, ayıp ve kusurdur ve hem de varlığa zarar veren bir âfettir. Ve aynı zamanda bu husus makama muhtaç olmayı ve kendisinde bir hududun bulunmasını icap ettirir. Çünkü bir şeyin, bulunduğu mekândan, kendisinin daha büyük olma-smm ihtimal dahilinde düşünülmesi mümkün değildir. Bir kimsenin kendisini kapsıyamıyacağı bir mekânı seçmesinin akılsızlık olduğu, insanlar arasında bilinen bir gerçektir. Öyle ise mekânın hududu, kendi hududu olur. Allah-u Teâlâ bu gibi şeylerden beri ve münezzehtir. Bazıları da AUah-u Teâlâ'nm mekânla vasfedilmesini nefyediyor. Ve bütün mekânlarla dahi vasfedilmesi böyledir. Ancak onun koruyucusu ve onunla daim olan manâsını murad ederek mecaz olarak vasfolunması müstesna...
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunların hepsi şu hususu ifade etmektedir. Gerçekten AUah-u Teâlâ'ya bütün eşyanın izafe edilmesi ve Allah-u Teâlâ'nm eşyaya izafe edilmesi, kendisini, yani, Allah'ı yücelikle vasfetmek ve ona tazim etmek makamında mütaleâ edilmektedir.
Tıpkı şu âyetlerde ifadesini bulan Cenab-ı Hakk'ın mübarek sözleri gibi : «O Allah ki göklerin ve yerin tasarrufu hep O'nun...»,[229] «O, göklerle yerin ve aralarındakilerin Rabbi'dir. Güneşin doğduğu yerlerin de Rabbf-dir.[230], «işte bu sıfatlara sahip olan Rabb'imiz, Allah'tır. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur, herşeyi yaratan O'dur, o halde O'na kulluk (ibadet) edin. O, herşeye karşı (güvenilecek) bir vekildir»[231], «Hamd olsun âlemlerin Rabbi...»[232], «O, kulların üstünde (eşsiz) kahr (galebe ve tasarruf) sahibidir. O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyden hakkıyla haberdardır.»[233], Daha buna benzer âyetler...
Hâs olanı, Allah'a izafe etmek, Allah-u Teâlâ'nın o hâs olanın cevheri üzerindeki üstünlüğü, yüce makamı ifade eden sıfatlarla mevsuf olması kendisine mahsus olduğu makamında ifade edilir. Aşağıdaki âyet-i celîlelerde beyan buyurduğu hususlar, bunun örneğini teşkil etmektedir. Yüce Allah, şöyle buyuruyor : «Gerçekten Allah, takva sahipleri ile ve ihsanda bulunan kimselerle beraberdir.»[234], «Muhakkak ki bütün mescid-ler, Allah'a ibadet için kurulmuşlardır. O halde AJlah ile beraber başka birine ibadet etmeyin; (Ancak O'na ibadet edin.)»[235] «Allah'ın Peygamberi onlara şöyle demişti : "Allah'ın devesini kendi haline bırakın, su içmesine engel olmayın"»[236] «Bu beytin (Kabe'nin) Rabbine ibadet etsinler (Putlara tapmağı terketsinler)»[237], Daha başka âyetler de varid olmuştur. Mahlûkattan bazısını bazısına izafe etmekten anlaşılan örnekler, bu hususta beyan edilen şeyin dışına çıkmaz. Mahlûkat arasında bunun gibisinin imkân ve ihtimal dahilinde bulunduğu kesinlikle ifade edilmez. Çünkü bazan olur ki bir şey tahsis etmek, gayrine üstün kılmak yerinde ifade edildiği gibi umumun izafesi de sultan ve velayetin üstünlüğünde kullanılır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu mevzuda asıl olan şudur : Gerçekten Allah-u Teâlâ, mekân yokken de vardı. Bütün mekânların yok edilip kaldırılması ve Allah'ın olduğu gibi bakî kalması mümkündür. O, ezelde olduğu gibi şimdi de aynı varlığı ile vardır. Allah-u Teâlâ, fesada uğramak, îstihâle ve zeval bulmak ve değişikliğe uğramaktan berî ve münezzehtir. Çünkü bunlar, kendisi ile âlemin hadis olduğu bilinen, sonradan var olmanın alâmet ve işaretleridir. Ve aynı zamanda fani olma ihtimaline de delâlet etmektedir. Çünkü ilk hâlinin zatında olmayan şeyin büinmesi için hâlden hale intikal etmekteki zeval arasında hiç bir fark yoktur. Çünkü kendi zatına lâzım olan şeyin zeval bulması[238], ve o sıfatın'[239] kendi zatında bulunmadığını açıklaması muhtemel değildir. Zira böyle olsaydı, bir halden bir hale intikal etmesi ve arazları kabul etmesi ihtimali bulunurdu. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Gerçekten Allah-u Teâlâ'ya bir mekân ta'yin etmek ve zâtı ile her mekânda bulunmakla kendisini vasfetmek, Allah'ın bir yere yerleşip orada karar kılmaya muhtaç olduğunu kendisine isnad etmek demektir ki, bu, mekânlarda yerleşen ve oralarda değişik hallere uğrayan arazlar ve cisimlerin tümü gibi olur. Oysa ki araz ve cisimlerin hepsi mekân ile vas-folunmanm dışındadır. Kim ki araz ve cisimleri yaratmış ve onların hepsini kendi kudreti altında bulundurmuş ise o, mekândan münezzehtir. Yüce olan Allah da mekâna muhtaç olmaktan veyahut âlemin bulunduğu hâl ile vasfolunmaktan beri ve münezzehtir. Gerçekten Allah'ın Zâtı'nm küllisi hiç bir mekânda değildir. O, bütün sıfatları ile de her yerdedir.
Sonra gerçekten eğer Allah-u Teâlâ bir mekânda bulunmuş olsaydı, âlemden bir cüz olduğu ifade edilirdi. Bu ise noksanlık eseridir. Hatta bütün âlemin hepsinin mekânlar ile olmaksızın kâim olmaları doğrulanınca Allah-u Teâlâ'nın mekansız olarak bizatihi kâim olması daha doğru ve evlâdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra Arş'm üzerinde olmasını ifade etmek, -ki Arş, bir yerdir, yani Allah-u Teâlâ'mn zatı ile Arş'da bulunması veyahut bütün mekânlarda bulunması-, §u hususları ifade etmekten öteye geçmez : Allah-u Teâlâ'nın Arş'ı olduğu gibi ihata etmesi; yahut Allah-u Teâlâ'mn Arş'ı istilâ etmesi; bir de Allah-u Teâlâ'mn Arş'ın dışına çıkması ve Arş'ın o'nu çevrelemesi.
Eğer birinci husus olursa böylece Allah Arş ile hudutlanıp çevrilmiş olur ki bu da yaratmaktan aciz olduğunu gösterir. Çünkü Arş, Allah'ın madunudur. Eğer Allah-u Teâlâ'nın zatını, mekânlardan kendisini kuşatan bir mekânda vasfetmek caiz olsaydı, zamanlardan kendisini kugatan bir zamanla vasfetnıek caiz olurdu ki bizatihî kendisi sonlu olup, yaratmasında da kusurlu olurdu.
Sğer İkinci vecih üzere olmuş olsaydı Allah, mahlûkatm üzerine ziyade kılındığında yine kendisinden bir şey eksik olmazdı. Fakat bu ikinci durumda birincisindeki hususların aynısının bulunduğu' ifade edilir. Üçüncü görüşe göre olsaydı, ki bu da kendisinden üstün olmıyan bir şeyi yaratmaktan noksanlık ve ihtiyaca delâlet eden çirkin bir iş olurdu. Bununla beraber padişah ve sultanların teb'aları içindeki ileri gelen kimseleri kendilerinden üstün görmemeleri fiili, zem olunur. Sonra bu hususta parçalardan bir parça ile meseleyi cüz olarak ifade etmekte vardır. Halbuki parçaların biri diğerinden üstündür. Bunların hepsi ise mahlû-katın sıfatıdır. Allah-u Teâîâ bu tür sıfatlardan yücedir; beridir.
Sonra su bir hakikattir ki, oturmak için veyahut durmak için yüksek olan bir yere çıkmakta ne bir şeref ve yücelik anlamı vardır ve ne de azamet ve büyüklük sıfatı ile vasfolmak vardır. Bu tıpkı binanın terasına veyahut dağın tepesine çıkan kimsenin, bulunduğu yerdeki yüksekliği ve istilâsı anında kendisinden aşağıda bulunan kimseye nispetle bir büyüklük ve yüceliğe müstahak olmadığı gerçeği gibidir. Âyet-i Celîlede azamet ve celâlin zikredilen §ey[240]le beraber bu hususa âyetin te'vilinin sarfedilmesi caiz olmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ'nm şu âyet-i celîîesinde bu durum zikredilmektedir : «Muhakkak Rabbiniz, O, AUah'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş'ı istilâ etti.»[241] Bu Âyet-i Celîle; Arş'm tazim edilmesini sana bildiriyor. Yani Arş, nurdan veyahut cevherden Öyle bir şeydir ki, mahlûkatm ilmi ve idrâki ona erişmez. Hakikaten Peygamber (s.a.v.) den Güneşi şu şekilde vasfettiği rivayet edilmiştir. Gerçekten Cebrail, her gün Arş'dan bir avuç ziya ile Güneş'e gelip sizden biriniz elbisesini giydiği gibi ona ziyayı giydirir ve sonra güneş doğar. Ay hakkında da Arş'm nurundan bir avuç kendisine verildiği hususu da zikredilmektedir. İstilânın Arş'a izafe edilmesi iki yönden mütalâa edilebilir. Birincisi : Allah-u Teâlâ'nın zikredilen şeylerden yarattığının ve Arş'm meydana getirilmesindeki hükümranlığının yad edilmesinin ardında arş hususunda zikredilenle kendisini yani Arş'ı büyüklemek. İkincisi : Mahlûkatm en büyüğü ve yücesi olan şeyle kendisini yadetmekle büyüklüğün kendisine mahsus olması. Bu husus, büyük işlerin eşyanın en büyüğüne izafe ve isnad edildiği bilinen bir şeydir. Tıpkı filân için şu ülkenin hükümranlığı tamamlanmıştır ve falan için şu yeri istilâ etnıiştir denildiği gibi. Gerçekte bu, O'na mahsus değildir. Fakat, bu mülk ve hükümranlığa sahip olan kimsenin bundan daha azma sahip olması, kendisine daha lâyık olduğu bilinen bir gerçektir. Allah-u Teâlâ'nın şu âyetleri, bu hususa delâlet etmektedir : «... Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak islâmı ihtiyar ettim...»'[242] Dînin kemâl bulması, Allah'ın nimetinin tamamlanması, Mekke halkının[243] kendisine iman etmeleri ve kâfirlerin de dinlerinden[244] ümitsizliğe düşmeleri sebebiyle meydana gelmiştir. Peygamberlerin, Firavunlara ve Mekke'Iilere gönderilmesi hususunda zikredilen şey de böyledir. Yani işin büyüklüğünü zikretmek ile hususiyet kaşanırlar. İşte Arş'm işi ve arş hakkında söylenilecek söz de bunun gibidir. Bu, tıpkı Allah-u Teâlâ'nm şu âyetlerdeki beyanı gibidir : «(Mekke'de olduğu gibi) her şehir ve kasabada da onların günahkârlarını, o yerlerde hilekârlık etsinler diye, büyük olarak tanınmış adamlardan yaptık. Halbuki onlar, hilekârlığı başkasına değil, ancak kendilerine yaparlar da farkında olmazlar.»[245] «Bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman o memleketin zevke düşkün öncülerine peygamberlerinin dili ile itaat emrederiz,..[246] Oysa ki bunlara başkaları da katılıyorlar. Bunun mekânın vasfedilmesini nefyetme olması da muhtemeldir. Çünkü o, mahlûkat katında mekânların en yücesidir. Onun üstünde akıllar hiç bir şey takdir etmezler, bütün mekânlardan yüce olduğunu ve ihtiyaçtan beri olduğunu bildirmek için oraya işaret etmiştir. Allah-u Teâlâ'nm : «Görmez misin? Allah hem göklerdekini, hem yerdekini hep bilir. Herhangi bir üç sırdaşın, bir fısıltısı oluyor mu, mutlak o, (Allah) dördüncüsüdür...»[247] Kavl-i Celîli de bu hususa işaret buyurmaktadır. Fısıltı, mekâna izafe olunan bir gey değildir. Fakat fısıltı, fertlere[248] izafe edilen şeydir. Mekânlardan yüce olan ve kendisine bir şeyin gizli kalmasından beri ve münezzeh olduğunu haber vermiştir. Sonra Cenab-ı Hak, şu Âyet-i Celîle ile : «And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesvese verdiğini de biliriz; biz ona şah damarından daha yakınız (Her halinden haberdarız ve heran kudretimiz altındadır.)[249] Kudretini, hükümranlığını ve mekânların hepsinin İlâhı olduğunu haber veriyor. Çünkü o yerler, kullarm mekânlarıdır. Allah-u Teâlâ, bu hususu, şu Âyet-i Celîlesi ile de beyan buyuruyor : «Gökte ilâh olan O'dur; Yerde de İlâh O'dur. O, hâkimdir, âlimdir.»[250]. Cenab-ı Hâk, «O Allah ki, göklerin ve yerin tasarrufu hep onun...»[251] Kavl-i Celîli ile de herşeym maliki ve hâkimi olduğunu haber veriyor. Sonra su âyet-i celîleler ile de yüceliğini, azametini açıklıyor : «O, kullarının üstünde galiptir, O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyden haberdardır.»[252], «... ve O, her şeyi hakkı ile bilendir.»[253], «Dönüğünüz ancak Allah'adır. O, herşeye kadirdir.»[254], Bu âyetlerde, Allah-u Teâlâ, diğerlerinde tefrik ettiğini kendisine verilen ismin kendisi ile ve sıfatların tümü ile yaratmış olduğu mahlûkatmdan bir şeyle değil, bizatihi kendisinde bu hususların var olduğunu[255] bildirmek için cem etmiştir. Allah-u Teâlâ'nın izzeti, meedi ve yüceliği de böyledir. Allah Celle ve Azze, bütün benzeyenlerden yücedir, beridir, kendisinden başka ilâh yoktur. Bazıları diyorlar ki; Arş ile mülkü murad ediyor. Çünkü o, eşyadan yükselen ve yüce olanın ismidir. Hatta ağaçların zirvelerine, evlerin teraslarına bu isim veriliyor. «îstivâ»ya üç vecihten manâ veriliyor :
Birincisi : İstilâ. Tıpkı, felan şu geliri[256] istilâ etti denildiği gibi. Onun üzerine galip geldi mânası da böyledir.
İkincisi : Yükselmek ve yüce olmak. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nın «(Ey Nuh), sen beraberindekilerle geminin üzerine çıktığın zaman de kî; ,..»[257] Âyet-i Celîlesinde buyurulduğu gibi.
Üçüncüsü : Tamam mânasını ifade eder. Nitekim Allah-u Teâlâ «Musa, tam kemal çağma erip de dengesini bulunca, biz O'na Peygamberlik ve ilim verdik...»[258] Kasdetme, mânasına geldiği de rivayet edilmektedir. Bazı ehl-i edeb> Allah-u Teâlâ'nın «sonra (Allah), buhar hâlinde olan göğü yaratmağı kasdetti de ona ve Arz'a : «ikiniz de istiyerek, veya istemiyerek gelin meydana çıkın» dedi. Onlar da : «Biz isteyerek geldik» dediler.»36, Ehl-i edeb âyet-i celîledeki «istiva» kelimesine kasdetti mânâsını vermişlerdir ki halk etti mânasına olduğunu ifade ettiler. Bu da insanların fiilleri kasd ile olur, diye söylenilen şeyde yaratma fiilini temsil ile ifade ediliyor. Her ne kadar Allah hakkında denmese de. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Şair dedi ki : «Tahtının devamlı kalıp değişikliğe uğramıyacağım sandın.»
Başka bir şair de şöyle diyor : «Mervan oğullarının tahtları yıkılıp yerle bir oldu; (düzensiz yaşiyan) insan ve bineklerin helak oldukları gibi, onlar da yıkılıp yok oldu.
Nabiğa ise şöyle der : Nice kıymetli ve şaşaalı tahtlar yok olmuştur;
Sahipleri de, refah ve esenliğe kavuştuktan sonra yok olup gitmiştir.
Diğer bir şair de der ki : İbn-i Cefne ve İbn-i Masil'in tahtlarını kaybettikten sonra; savaşçılar kurtuluş ve zafer ümitleri veriyorlardı onlara.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra bu vecih eğer istilâ mânasına göre ifade edilirse ve Arş da mülk mânâsına alınırsa o zaman Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatmı istilâ etmiş olur. Âyet-i Kerîme'nin te'vilinin hamlolunduğu, bu hususun dışında olanıdır. Bu iki manâya Allah-u Te-âlâ'nm (... Ben, ancak O'na güvendim ve O, büyük Arş'm sahibidir).[259], mealindeki âyeti celiîe delâlet etmektedir. Çünkü büyük Arş, büyük mülk manasınadır. Bu manâda ise Allah'dan başkasının arşları bulunduğunun ispatı vardır. Ve bunda ise melekler tarafından taşman ve etrafını meleklerin çevrelediği şeyin muhtemel olması görülmektedir. Tevfik Allah'tandır.[260]
İstivanın tamam olma ve yüce olma manasma, gelince; bu hususta Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır : (Ey Rasûl'üm, de İd : «Arzı iki günde yaratanı, siz mi inkâr edeceksiniz ve O'na esler koşup duracaksınız? O, bütün âlemlerin Rabb'idir. Allah, o arz üzerinde sabit dağlar ve bereketler yarattı. Arzda bulunanların rızkını da takdir etti; (arzm, içindekilerle beraber, kaç günde yaratıldığını) soranlar için tam dört günde... sonra (Allah), buhar halinde olan göğü yaratmayı kasdetti de ona ve arza : «İkiniz de istiyerek veya istemiyerek gelin meydana çıkın.» dedi. Onlar da : «Biz isteyerek geldik.» dediler. Böylece gökleri, yedi kat gök olarak iki günde yarattı : (Arzın yaratılışı iki gün; içindekilerin yaratılışı iki gün, göklerin ki de iki gün. Böylece altı gün eder) .,.»[261] İşte böyle, Allah-u Teâlâ, adı geçen hususların ayrı ayrı altı günde yaratıldığını haber veriyor. Sonra bu hususu başka bir âyet-i celîlede mücmel olarak beyan buyuruyor : «Rabb'iniz o Allah'tır kî, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş'ı istilâ edip her şeyi hükmü altına aldı...»[262] Yani, yeryüzünde ve göklerdeki mahlûkattan mükellef olanları yarattı ve böylece onlarla mülkün tamam olduğu ortaya çıktı da kendisi yüceldi ve yükseldi. Çünkü beyân ettiğimiz şeyin yaratılmasından murad ve maksud olan onlardı. Yaratma fiili kendilerine ulaşıp meydana geîmce de mülkün ve yücelmenin manası bu suretle tamam olur.
Bazıları âyet-i celîlede ifadesini bulan «yaratmanın» özellikle insanın yaratılışı olduğunu söylüyor ve bu görüşüne şu âyet-i celîleleri delil getiriyor : «O, yaratıcıdır ki, yerde ne varsa (faydalanıp ibret alasınız diye) hepsini sizin için yarattı. Sonra semâyı (yaratmayı) kasdetti de onları (semaları), yedi gök halinde nizama koydu. O, herşeyi hakkı ile bilendir.[263]» Güneşi ve Ay'ı âdet ve görevlerinde devamlı olarak size o müsahhar kıldı; yine gece ve gündüzü sizin faydanıza bağladı.»[264] «Bir de göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini (Allah) kendi katında sizin hizmetinize bağladı. Şüphesiz ki bunda, düşünecek bir kavim için ibretler var.»[265] İbni Abbas [266](r.a.) beşer, yedinci gün yaratıldı ve bununla «tamam olma» ve «yücelme» hasıl oldu diyor. Çünkü herşey insan için yaratılmıştır. İnsanlar da Allah'a ibadet etmek için yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ, «Ben, insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım»[267] ilahi ifadesiyle cinleri de insanlara ilhak etmiştir. Asıl maksud insandır. Çünkü zikrettiğim şeylerin hepsi onlara müsahhar kılınmıştır. Sonra onların menfaatlerine yönelen şey ile müsahhar kılınmıştır. Tevfik Allah'tandır.
Bu hususta bizim nezdimizdeki esasa gelince : Gerçekten Allah-u Teâlâ, «O'nun (Benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[268] buyurarak kendi zâtından mahîukatma benzemeyi nefyetmiştir. Biz, gerçekten geçen mevzulara Allah-u Teâlâ'nın fiilinde ve sıfatında rnahlukata benzemekten beri ve münezzeh olduğunu açıklamıştık. Öyle ise Allah-u Teâlâ'nın Arş'ı istilâ etti ifadesinin Kur'ân-ı Kerîm'de beyan edilen Âyet-i Celîleys uygun olması gerekir. Bu husus aklen sabit olmuştur. Sonra Âyet-i Celîlenin bizim zikrettiğimiz peyden başkasına ihtimali olduğu için kesinlikle te'vil etmemiz mümkün değildir. Ve yine mahlûkata benzemesinin muhtemel olmadığım kendisi ile bilinen hu-'susun bizce bilinmemesi ihtimali de vardır. Öyle ise, biz Allah-u Teâlâ is-tîvâ ile neyi murad etti ise, ona inanırız. Allah'ı görmek ve bundan başka hususlar gibi hakkında âyet-i celîle vârid olan her husus hakkında böyle dememiz gerekir. Yani, bir şeyi terkederek başka bir şeyi.tahkir etmeksizin Allah-u Teâlâ'nın murad ettiği şeye inanmak suretiyle kendisine bir şeyin benzemesini nefyetmek gerekir. Tevfik Allah'tandır.
Bu mevzuda da esas olan şudur : Gerçekten[269] varlık içindeki mah-hıkatm anlaşılması hususunda, insanın takdir etmiş olduğu şeyi işitmesi ve anlaması çok zor olur. Öyle ise Allah-u Teâlâ'nın Zâtının ve fiilinin benzemelerden uzak, arınmış elmasım söylemek gerekir. Çünkü varlıkta kendisinden gayrinin anlaşılmasını, kendisinde izafe edilenden .anlamak caiz ve mümkün değildir. Bununla beraber insanın-o kelâmı işitmezden Önce mahlukatı onunla bitmesiyle kelâmın mahlukat hakkında edinilecek bilgiye sarfolunan manada durulması gerekir. Allah-u Teâlâ ise, mahlukatm bilindiği şey dışındaki kelâm işitilmezden önce bilinmiştir. Öyle ise âyet-i celile'riin mahiukatdan anladığı şeye te'vil sarfedil-mesi caiz değildir.
Çünkü onun sebebi kendisinden Önce var olan ilimdir. Oysa ki bu mananın, görünen âlemdeki «yüce, üstünlük», «Arş», «istiva», kelimelerinden birbirine benzemeyen manaların anlaşıldığı, bir manaya ihtimali olabilir. Binaenaleyh kelimenin taşıdığı manânın en kötü bir yöne sarfedilmesi caiz değildir. Orada bundan daha iyi[270] anlaşılan[271] mâna bulunur. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, eşya hakkında fikir yürütmemekle kullarını imtihan eder. Tıpkı vaad, vaîd, hurûf'i. mukattaa ve kişinin, kat'etmekte değil, vakfetmekte mihnet olan şey olmasına iman eden hususlarda ve diğerlerinde olduğu gibi. Allah-u a'lem.
Bazen de Kâ'bî diyor ki : «Allah-u Teâlâ'yı mekânın ihata etmesi caiz değildir. Çünkü Allah vardı, O varken mekân yoktu. Allah'ın mekâna muhtaç olmasının sonradan belirmesi caiz değildir. Çünkü mekânı yaratan Allah'tır ve Allah'ın değişmesi de caiz değildir. Bundan sonra şöyle diyor : Allah, her yerdedir, bunu söylerken Allah her mekânı biliyor ve her yeri koruyor manasını kasdediyor. Tıpkı felân şu yapının bi-nasmdadır. Yani o yapıyı yapan odur denildiği gibi.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ'bî'nin «Allah-u Teâlâ'yı mekân ihata etmez. Çünkü mekân yok iken O vardı, demesi hak ve gerçektir. Çünkü bunun aksini demek değişmekten ibaret olur ki Allah, bu gibisinden beri ve münezzehtir. Fakat «Allah'ın mekâna muhtaç olması caiz değildir» demesi yerinde kullanılmış değildir. Çünkü hasmı bunu söylemiyor, hasmının sözünü reddetmek için sözü buraya getirmek hatadır. Sonra Kâ'bî, şu iddiada bulunuyor : Allah yaratıcı ve rahman ve mütekellim değil idi. Sonra[272], yok iken sonradan var olmak suretiyle Hâlık, Rahman ve Mütekellim oldu, denmesiyle Allah'da değişmeyi sabit görmüştür. Hatta mekânda da değişmeyi ispat etmiştir. Çünkü kişinin bir yerde olması değişikliğe uğramaksızm hasıl olmaz. Kendisini ihata eden bir mekân ittihaz ettiği gibi. Görünen âlemde failin zâtında değişiklik bulunmazdan bir değişikliğin bulunması da caiz değildir. Mekânda böyle söylenmesi reddedilince fiilde aynısını söylemek daha evlâdır. Çünkü fiilde değişikliğin daha cok, daha şiddetli bulunduğu aşikârdır. Bununla beraber görünen âlemde kendisine gelen bir sıfatla değişikliğe uğramaksızm bir fail yoktur .O'nun, yani Allah'ın bir mekânda olduğunu söylemek caizdir, amma o mekân, değişikliğe uğramaksızih yaratmış olduğu mekândır; bunun içindir ki fiilde bulunan değişiklik manası daha çoktur. Tevfik Allah'tandır.
Kâ'bî'nin şaşılacak edilecek bir sözü de şudur : Allah her mekândadır, derken O'nun her yeri bilicidir, manasını ifade ettiğini Öne sürüyor. Âlim ise Allah-u Teâlâ'nın Zâti'nm ismidir. Allah, z?.tı ile kendi nezdin-dedir, mekânda değildir. Allah-u Teâlâ için bir ilim tahakkuk etmemiştir ki Kâ'bî'nin Allah oradadır, dediği mekâna baliğ olsun. Kâ'bî'nin bu sözünün nekadar çelişkili olduğunu anlamanız için düşününüz.
Sonra şu iddiada bulunuyor; ve bazan Allah mekânı muhafaza ediyor, diyor; bazan da Allah, mekânı yaratıyor, diyor; Halbuki AÎIah-u Teâlâ'nın mekânlar hakkındaki yaratması ve koruması, mekânların gayrinde vukubulmuyor. Sözünün hülâsası şu : Allah, mekânlardan her mekândadır ki, bu da söylemiş olduğu sözün aksi olarak tecelli ediyor. Bilakis Allah-u Teâlâ, mekânların hepsini, mekânların var olmasından Önce ve var olduktan sonra da bilir idi. Tevfik Allah'tandır.
Fakîh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Ellerin göğe doğru kaldırılmasına gelince bu, ibadet hâlinde vukubulur. Cenab-ı Allah kullarını istediği şeyle ibadet ettirir ve istediği yere de onları yöneltir. Allah, gök yüzünde de bulunduğu için göğe ellerin kaldırılması ve ellerin o cihete kaldırılması vukubuîuyor diye zanneden kimse namazda ve namaza benzeyen hususlarda Allah'a yönelerek yere başını koyan kimsenin bu hali ile yerin altına yöneldiğini iddiada bulunan kimsenin zannettiği gibidir.[273] Ve namazda Şark'a veya Garp'a veyahut Hacc'a çıktığı için Mekke'ye yö-nelindiği vakitte Allah'ın bu cihetlerle bulunduğunu iddia eden kimsenin zannettiği gibi...
Hacc farizasını edâ ederken kaybolanlar veyahut bir yerden bir yere geçmek isterken insanlar kendilerini kurtulmaları için kendisinden yardım umdukları yere yönelen kimse gibi kurtulma talebinde bulun-mayı kasd ederler. Bu gibi hususlardan Allah jüce ve beridir. Sonra A1-lah-u Teâlâ'dan, kendisine daha yakın bir yön yoktur, Allah-u Teâlâ'yı bir yönden bilmesi de daha isabetli ve gerçek olamaz. Mahlûkâtm, bir yönü terk ederek başka bir yönden Allah-u Teâlâ'ya ulaşmak yönünü tayin etmeğe gücü yetmez. Allah-u Teâlâ'nın zatını bilmesi mahlûkatm ibadetine muhtaç olmadığını, bu şeyden ihtiyaçsız olduğunu insan aklı idrak edemez.
Mahlûkattan mükellef olanlar, Allah'a, O'nun nimetlerinin şükrünü yerine getirmeleri için ibadet ederler.
Mihnet ve meşakkat, O'nun kudretindedir, dilediği gibi tasarruf eder. Hiç bir kimsenin bu hususla karşılaşması hakkında, geçmiş hiç bir bilgisi olmaz. Bu hususta bütün yönler müsavidir. Ancak Allah-u Teâlâ'yı hakkıyle bilen kimse müstesna.
Biz geçen konularda, Allah-u Teâlâ'ya olan yakınlığın vasfını açıklamıştık. Bu husus bir kaç şekilde açıklanabilir
Duayı kabul etmekle : Allah-u Teâlâ : «(Ey Resulüm) Kullarını sana benden sordularsa, muhakkak ki ben çok yakınımdır; bana dua edince, dua edenin duasını kabul ederim...»[274] buyurduğu gibi..
Yardım etmekle : Netekim Allah-u Teâlâ; «Gerçekten Allah, takva
sahipleriyle ve ihsanda bulunan kimselerle beraberdir.»[275] buyurmuştur.
Bir yere yaklaşmakla : Allah-u Teâlâ'mn : «... secdene (namazına) devam et de (Rabb'inin rahmetine) yaklaş.»[276] buyurduğu gibi.
Bu babda, rivayet edilen Hadis-i Şerif :
«Hakikat, kim bana bir karış yaklaşırsa, ben de ona bir arşın yaklaşırım...»[277] Yine, Allah-u Teâlâ'mn : «Ey iman edenler : Allah'dan korkun ve onun rahmetine yaklaşmağa yol arayın»[278] mealindeki âyet-i celî-lesi de bu hususa delâlet etmektedir.
Korumak ve gözetmekle : A!Iah-u Teâlâ'mn «... senin Rabb'in her-şeyi göze/deyendir»[279], «Allah, lıerşeyi yaratandır ve o, herşeye vekildir,»[280], «Böyle herkesin iyi veya kötü, bütün yaptığına gözcü olan Allah'a küfredilir, ortak koşulur mu?.»[281] âyeti celilelerinde ifade buyurduğu gibi.
İlim ve ilimden gayrî ile :
Aîlah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Halbuki göklerde ve yerde ibadete lâyık o AUah'dır. Sizin içinizi de biîir, dışınızı da. O, yapacağınız şeyleri de bilir.»[282]
Cisimlerin gelmesinden, onların intikal ettiklerinin anlaşılması ile beraber; oturmak, gitmek ve gelmek gibi hususlarda adı geçen şekil ve vecihlerin bazısı gibidir. Sonra Cenâb-ı Hakk'ın gelmesinden zahir olması anlaşılır. Netekim Allah-u Teâlâ : «De ki : (Hak geldi ve batıl yok oldu gitti...)»[283] buyurmuştur. Buna göre batılın gitmesi, yok olması, cismin gitmesi de intikal etmesi demektir. Bu araz ve cisimlerden bilinenlerden gitme ve gelme yeridir. Allah-u Teâlâ her iki anlamdan berî ve münezzehtir. Allah'a izafe edilenlerden bu mânanın anlaşılması asla caiz olmaz.
Meselenin başka bir izahı vardı; şöyle ki : Hiç bir cihet ve halet, yoktur ki, Allah-u Teâlâ'mn onlarda îaıllanna ihsan ettiği sayılması[284], mürakün olmayan nimetleri bulunmasın. Kendilerinde çeşitli ibadetler bulunan işbu nimetleri Allah, onlara hâs kılmıştır. Tıpkı mal ve azalarda Allah'ın nimetleri tezahür edip, onlarla ibadet edildiği gibi. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bununla beraber; semâ, vahyin indiği bir yerdir. Dünyanın bereketlerinin esasları da semâdandır. Bunun içindir ki Allah'a niyazda gözler, duada eller yukarıya doğru kaldırılmaktadır. [285]
[224] El-A'raf, âyet 54.
[225] El-Mücadile, âyet 7.
[226] Kaf, âyet 16.
[227] El-Vakıa, âyet 85.
[228] Ez-Zuhruf, âyet 84.
[229] EI-Fürkan, âyet 2.
[230] Es-Saffat, âyet 5.
[231] 33-En'âm, âyet 120 Bak.
[232] Fatiha Sûresi, âyet 2'ye bak.
[233] El-En'âm Sûresi, âyet 18'e bak
[234] En-NahI, âyet 128.
[235] El-Cin, âyet 18.
[236] Eş-Şems, âyet 13.
[237] Kureyş Sûresi, âyet 3'e bak.
[238] Kitabın aslında «zevâlun* kelimesi «zevâluhâ» olarak yazılmıştır.
[239] Kitabın aslında <ve beyyene ennehâ leyset lizâtihî» ibaresi «ve beyyene zâtehû en-nehâ leyset lizâtihî» olarak yazılmıştır.
[240] Kitabın aslmda «mâ» kelimesi «fîraâ» olarak yazılmıştır.
[241] El-A'raf, âyet 54.
[242] El-Mâide, âyet 3.
[243] El-En'âm, âyet 92'ye bak.
[244] Bak : Âli İmran, âyet 24.
[245] El-En'âm, âyet 123.
[246] El-İsrâ, âyet 16.
[247]El-Mücadile, âyet 7.
[248] Kitabın aslında -velâkin yudâfu; ilel efrâdi» ibaresi yerine «velâkin yudâfu'l esrâ-ru» ibaresi yazılmıştır
[249] Kaf,ayet 16.
[250] Ez-Zuhruf, ayet 84.
[251] El- Furkan , ayet 2.
[252] El- Enam, ayet 18.
[253] El- Enam, ayet 101.
[254] Hud,ayet 4.
[255] Bu kelime ,kitabın aslında mükerrer olarak yazılmıştır.
[256] Yani şehir ve kasaba Kamusun elkur olarak yazılmıştır.
[257] El Müminun, ayet 28
[258] El Kasas, ayet 14.
[259] Fussilet, âyet 11.
[260] Et-Tevbe, âyet 120.
[261] Fussüet, âyet 9-12
[262] Yunus, âyet 3.
[263] El-Rakara, âyet 29-
[264] İbrahim, âyet 33.
[265] El-Câsiye, âyet 13.
[266] İbn-i Abbas, sahâbî olan Abdullah'tır. Peygamberimizin yanında bulunmuş, Hazret-i Âli ile Cemel ve Sıffîn hadiselerinde bulunmuştur. Kendisi Tâif'te ikamet edip orada H. 68/M. 687 yılında vefat etmiştir.
[267] Ez-Zâriyât, âyet 56.
[268] Eş-Şûrâ, âyet 11.
[269] Kitabın aslında *en» kelimesi mükerrerdir
[270] Kitabın aslında «leahsene^ kelimesi hemzesiz, nun harfi de noktasızdır.
[271] Kitabın aslında «mesâğuıu kelimesi, noktasız, «ayn» harfi ile yazılmıştır.
[272] Kitabın aslında -siimme sâre kezâlike ba'de en lem yekûn» ibaresi, «sümme sâre kezâlike ma'nâ ba'de en lem yekûn» olarak yazılmıştır.
[273] Kitabın aslında «ke zannin»
[274] El-Bakara, âyet 186.
[275] En-Nahl, âyet 128.
[276] El-Alâk, âyet 19.
[277] Bu Hadis-i Şerifi, Buhârî, Müslim, Tirmizi, İbni Mace ve Ahmet bin Hanbel tahriç etmişlerdir.
[278] El-Mâide, âyet 35.
[279] Sebe1, âyet 21.
[280] Ez-Zümer, âyet 62.
[281] Er-RaU âyet 33.
[282] EI-En'âm, âyet 3.
[283] El-İsrâ, âyet 81-
[284] Kitabın aslmda .lâtuhsâ. kelimesi *lâyuhsâ» olarak yazılmıştır.
[285] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 160-173.