- Ankara İLİTAM UEP307 SİTEMATİK KELAM

Adsense kodları


Ankara İLİTAM UEP307 SİTEMATİK KELAM

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
msburasoglu
Sat 22 September 2012, 07:31 am GMT +0200
  1.ünite   Kelam’ın Doğuşu, Gelişimi ve İslam Bilimleri İçindeki Yeri.
  2.ünite   İlk Kelam Tartışmaları ve İnanç Grupları
  3.ünite   Varlık
  4.ünite   Allah’ın Varlığı
  5.ünite   Bilgi
  6.ünite   Kelamda Delillendirme Yöntemleri
  7.ünite   İman ve Eylem
  8.ünite   Nübüvvetin İmkân ve İspatı
  9.ünite   İnsan ve Fiilleri
10.ünite   İmamet ve Siyaset
11.ünite   Dua, Kaza ve Kader
12.ünite   Ölüm ve Sonrası

msburasoglu
Mon 24 September 2012, 02:27 pm GMT +0200
1.Ünite
Kelam’ın Doğuşu, Gelişimi ve İslam Bilimleri İçindeki Yeri
Kendine özgü sorunları ve yine kendine özgü yöntemleri bulunan Kelam, tamamen Müslümanların içinde bulunduğu koşullara ve ihtiyaçlara göre oluşmuş bir bilimdir. Kelam kelimesi, sözlüklerde “yaralamak”, “etkilemek” anlamındaki “kelm” kökünden türemiş olup, bir düşünce ve inancı ifade eden söz anlamına gelir.
Kelam terim olarak, ‘kelime’, ‘akıl’ ve ‘delil’ anlamlarında kullanılmaktadır.
Kelam ilminin, ilahiyat, nübüvvat ve sem’iyyat olmak üzere üç ana eksen etrafında şekillendiği görülmektedir. Bu ana eksenlerden hareketle, Kelam ilmi şu şekilde tanımlamaktadır: “Kelam ilmi, Allah’ın zatından ve sıfatlarından, peygamberlik ve risalete ilişkin konulardan, başlangıç ve son itibariyle yaratılmışların hallerinden İslam ilkeleri üzere söz eden bir ilimdir”
Kelam’ın iki temel amacı: İslam’ın inanç ve ilkelerini tespit etmek ve bunlar hakkında ortaya çıkabilecek şüpheleri gidererek onları savunmaktır. Bu tespit ve savunmanın dayandığı temel unsurlar akıl ve vahiydir
Kelam, Kur’an’da ifade edilsin veya edilmesin akli kanıtlara dayanarak İslam’ın temel inanç ve ilkelerini tespit edip savunmaya çalışan bir ilimdir.
İslam dininin iman ve eyleme ilişkin esaslarını, Kur’an’dan hareketle belirleyen, bunları aklen temellendiren ve karşıt fikirlere karşı savunan bir disiplindir.
Kelamın konusu iman ve eylemdir.
Kelam terimi ve türevleri kullanılmadığı halde, ele aldığı konular dikkate alınarak Hasan Basri’nin halife Abdülmelik’e yazdığı Kader Risalesi ile Ebu Hanife’nin Fıkhu’l-Ekber’i Kelam eseri olarak kabul edilmektedir.
Hüküm ortak paydasında Kelam’a en yakın duran disiplin  Fıkıh’tır.
Kelam’ın hükmü kalbi fiillere, Fıkhın hükmü ise, bedenin fiillerine yöneliktir. Ancak, ‘amellerin niyetlere göre değer kazandığı’ ilkesi dikkate alındığında, Fıkhın hükümlerinin “fer’i hükümler” olduğu; kalbe ait hükümleri irdeleyen Kelamınkilerin ise “asli hükümler” olduğu görülmektedir.
İbn Haldun’un ifadesiyle, İslam toplumundaki amelî yükümlülükleri irdeleyen Fıkhın aksine, Kelam kalbi yükümlülükleri temellendirmeyi hedeflediği için, zorunlu olarak, ilk doğan ilimdir. Bu kalbi yükümlülüklerle, imanın kastedildiği açıktır.
Hadis ehli, aklın din alanında aklın kullanılmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Rey ehli ise, ayet,hadis, sahabe kavli gibi nakillere başvurmaya ek olarak aklı da dikkate alıyorlardı.
Ehli hadis, ana kaynakları Kur’an, sünnet, icma, kıyas olarak saymakta ve her bir kaynağın bir öncekinden meşruiyet almasını istemekteydi.
İbn Asâkir’e göre:
“Kelam ilmini iki tipten biri inkar eder: Birincisi, taklide yönelmiş, ilim tahsil edenlerin yollarına girmeye cesaret edememiş, tefekkür ve istidlal erbabının metotlarından mahrum kalmış kişidir. İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdır. Bu zavallı da Kelam ilmini idrak etmekten aciz kalınca insanları ondan alıkoymaya çalışır, kendisi sapıttığı gibi onlar da sapıtsın ister. İkincisi de bozuk inanışlara sahip bulunan ve gizli bid’atleri sinesinde barındıran kişidir. Ne var ki mezhebinin çarpıklığını başkalarından gizlemekte ve akidesinin saçmalıklarını kimseye göstermemektedir.
İbn Kayyim el-Cevziyye (1968), en şerefli ilim olarak İlm-i Tevhîdi yani Kelam İlmini göstermektedir
Kadı Beydavi Kelam’ın konusu Allah ve sıfatları olduğuna göre ilimlerin en şereflisi de odur
Akaid ilmi, dinin pratik hükümlerini değil de, teorik hükümlerini içermektedir.
Akaid ilmi, iman esaslarını konu edinirken hem nakli hem de akli yöntemi kullanmıştır.
Akaid, İslam dininin inanç esaslarından herhangi bir tartışmaya girmeden söz eden bir ilimdir. Bu akaid ile kelam arasında bir farkın olduğunu göstermektedir. Akaidi sadece Tanrı ve Tanrı ile ilgili sorunları konu edindiği halde, kelam hem Tanrı hem de var olan ve bilinen her şeyi konu edinmektedir.
Siyasi olayların kışkırttığı kelam içerikli tartışmalarla başlayan kelam ilminin genel olarak üç aşama geçirdiği kabul edilmektedir. Bunlardan birincisi, kelam ilminin oluşum sürecine girdiği aşamadır. Bu dönemde inanç sorunlarıyla ilgili bir takım risaleler yazılmaya başlanmıştır. Bu risalelerin yazılmasındaki ve buna yönelik olarak bir ilim tedvin edilmesindeki amaç, gerçek itikad ilkeleri ile yanlış ilkeleri birbirinden ayırmak, dinin asıllarını belirlemek, dinde bid’at ve sapmaları reddetmek olarak belirtilmiştir. Bu konuda tedvin edilen ilme de, “İlm-i Tevhid ve Fıkh-ı Ekber” denmiştir.
Kelam ilminin yaşadığı ikinci aşama, Ehl-i Sünnet olarak isimlendirilen kelam okulunun oluşum aşamasıdır. Ebu’l-Hasan el-Eş’ari ve Ebu Mansur el-Mâturîdî ile birlikte kelam ilmi, inancın akli-teorik bir yöntemle savunulması aşamasına girmiştir. Eş’ari, “el-Luma’ fi’r-Redd ala ehli’z- Zeyğ ve’l-Bida’” ve “Risale fi İstihsani’l-Havd fi İlmi’l-Kelam” adlı eserlerinde akli istidlalin doğruluğunu ve gerekliliğini savunmuştur
Kelam ilmi, Gazali ile birlikte üçüncü aşamaya girmiştir. Kelam’da Mütekaddimun ve Müteahhirun şeklinde bir ayrıma neden olacak kadar etkiye sahip olan Gazali’ye göre mantık ilmi, bütün teorik ilimler için, özellikle de her türlü sapmayı ve şüpheleri gidermeyi hedefleyen kelam ilmi için zorunludur. Gazali’nin felsefe yerine mantık lehine ortaya koyduğu tutumla birlikte mantık, düşünceyi sağlam temellere dayandırmanın, kesin bilgilere ulaşmanın vazgeçilmez ölçütü olmuştur.
Gazzali, kendisinden önceki kelamcıların kullandığı usul (metodoloji)  tarzını eleştirerek, bunun yerine mantıkçıların kullandığı yöntem ve kavramları önermiştir.
Adudiddin el-İci (ö.756/1355)’den itibaren yaklaşık bir asırlık dönemde, şerh ve haşiyeler dönemi denebilecek ve klasik metinlerin yeniden açıklanmasına dayalı bir sürece girilmiştir
Akaid İlmi:
Akaid kelimesi, akide kelimesinin çoğulu olup, “akd” kökünden türetilmiştir. Akd, düğüm atmak, düğüm bağlamak ve düğümlemek anlamına gelmektedir. Aynı kökten türeyen itikad kelimesi ise, bir şeye gönül vermek, düğüm atmışcasına inanmak, gönülden benimsemek demektir. Akide kelimesi dini literatürde inanılması şart olan iman esası anlamına gelmektedir.
Akaid ilmi, dinin pratik hükümlerini değil de, teorik hükümlerini içermektedir. Akaid ilmi, iman esaslarını konu edinirken hem nakli hem de akli yöntemi kullanmıştır.
Akide, inanma tarz ve biçimi anlamına da gelir. Başka bir ifadeyle inanç ilkelerini kabul etme ve benimseme biçimine de akide denmektedir. özellikle Ahmed b. Hanbel, Tahavi, Taberi gibi selef alimlerine atfedilen akide risaleleri bunun örnekleridir.
İslam Dininin iman esaslarını konu edinen ilmi disiplinin adıdır.
Fıkhu’l Ekber:
İmam Ebu Hanife fıkhı, bir kimsenin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi şeklinde tanımlamıştır.
Ebu Hanife, inanç konularından söz eden fıkıh alanına “el-Fıkhu’l-Ekber” ismini vermiş ve bu isimle anılan bir eser meydana getirmiştir. Ebu Hanife’ye göre, inanç ve kuramsal alanındaki fıkıh, uygulamalı alandaki fıkıhtan daha üstündür. Çünkü inanç alanındaki fıkıh asıl, uygulamalı fıkıh ise ayrıntıdır.
Tevhid ve Sıfat İlmi:
İlahiyyat, Tanrı ve Tanrı’yla ilgili sorunları, Nübüvvat, peygambelik ve ilgili sorunları, Semiyyat ise, ahiret ve onunla ilgili sorunları içermektedir. Kelamcılar bu üç ana başlığı “Usulu’s-Selase” (üç temel usül) şeklinde isimlendirmişlerdir.
Usulu’d Din:
İslam dininin temel ilkelerini konu edindiğinden dolayı bu ilmi disipline Usulu’d-Din adı da verilmiştir. Fıkıh, dinin uygulamalı yönünün içerirken, Usulu’d Din ise, dinin hem kuramsal hem de uygulamalı yönünü içermektedir
Fıkıh ilmi, kişinin uygulama yönünden leh ve aleyhinde olanı bilmesi olarak tanımlandığı gibi, usulu’d-din de kişinin hem kuramsal hem de uygulama yönünden lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi olarak tanımlanabilir.
Nazar ve İstidlal İlmi:
Kelamcıların kullandıkları yönteme dayalı olarak, kelam ilmine nazar ve istidlal ilmi de denmiştir.
Kelam:
Kelam ilminin en yaygın ve en çok kullanılan ismi “Kelam”’dır.
Kelam adının verilme sebepleri: Allah’ın kelamı (kelamullah) konusu olmuştur. kelam İlmi’nin dayandığı temel esasın söz, yani kelam olması gösterilmektedir. Cedel ve tartışmada söze fazlasıyla ihtiyaç duyulduğundan bu ilmi disipline kelam adı verildiği iddia edilmiştir. Bu iddia sahipleri çoğu zaman kelam ilmini cedel sanatı ile özdeşleştirmişlerdir. Oysa cedel, kelam ilminde kullanılan yöntemlerden sadece biridir. kelam eserlerindeki konu başlıkları; “el-kelam fi’l irade” (irade hakkında söz), “el-kelam fi’l erzak” (rızıklar kakında söz), “el-kelam fi’l acal” (eceller hakkında söz) şeklinde düzenledikleri ileri sürülerek, kullanılan bu üslup özelliğinden dolayı bu disipline kelam dendiği iddia edilmiştir. Kelamcıların ele aldıkları konuları çok güçlü delillerle ispat ve savunmaya çalıştıkları öne sürülerek, “işte kelam budur” şeklinde son sözü söyledikleri, bundan dolayı da kelamın esası, özü budur” anlamında olmak üzere bu ilme kelam adının verildiği de söylenmektedir. Kelam İlmi iki kaynağa dayanmaktadır. Bunlardan biri akıl, diğeri ise Kur’andır. Bu ilim, nass olarak yalnız Allah’ın Kelamını (Bakara, 75. Tevbe, 6. Fetih, 15.) aldığından, Kelam olarak adlandırılmıştır. Görülüyor ki Kelam İlmi, adını dahi Kur’an’dan almıştır.
Kelam ilminin özgünlüğünü yansıtan ve kelamın kelam olmasını sağlayan, her dönemde kelamın asli özelliğini koruyan temel bir yapısal formdan söz edilecek olursa o da kelamın tesbit,ispat ve savunmacı karakteridir.
Cebriye: İslam düşünce tarihinde insanın irade özgürlüğünü ve yapabilme gücünü yadsıyan, insan fiilleri de dahil her şeyi ilahi takdirle açıklayan, her şeyin ilahi irade ve kudretin etkisiyle meydana geldiğini ileri süren ön belirlemeci akım.
Kaderiye: Cebriyye’nin aksine insan fiillerinde ilahi takdirin her hangi bir rolünün olmadığını, bu konuda insanın tam bir özgürlüğe sahip olduğunu, insanın fiillerini kendi irade ve kudretiyle meydana getirdiğini ve dolayısıyla sorumlu olduğunu savunan ve kaderi inkar eden kimselerin görüşleri etrafında şekillenen düşünce okulu.
Mürcie: Haricilik ve Mu’tezilenin görüşlerine tepki olarak ortaya çıkan, büyük günah işleyen kimseyle ilgili kararı Allah’a bırakan, bu konudaki hükmü ahirete erteleyen, amelin imanın bir parçası olmadığını, imanın bir bilgi ve dil ile ikrar olduğunu, imanda artma ve eksilmenin olmayacağını savunan kimselerin görüşleri etrafında şekillenen düşünce okulu.
1.   Kelamın ortaya çıkış nedenleri; İnanç esaslarını açıklamak ve gerekçelerini belirlemek. Kur’ân’ın inanç esaslarıyla ilgili yaklaşımını rasyonel bir söyleme dönüştürmek. Hilafet tartışmalarıyla ortaya çıkan kader ve iman sorunlarını çözümlemek. Farklı kültür, din ve felsefelerin Kur’ân’a aykırı olan görüşlerini eleştirmek.
2.   Kelam’da inanç sorunlarını temellendirmek için kullanılan yöntem; Akla ve onun objektif niteliğine dayanılması, Akıl, Kur’ân ve varlık, birbirini bütünleyen üç âyet olarak ele alınması, İçerik ve tutarlılık açısından Kur’ân’dan hareket edilmesi, Akıl-nakil arasındaki ilişki, te’vîl kavramı üzerinden kurulmasıdır.
3.   Gazalî, Kelam ilmini ‘eşref-i ulûm’ olarak nitelerken; Dinî ilimler içerisinde yöntemi ve konusu açısından küllî niteliğe sahip olmasına,dayanmıştır.
4.   Ebû Hanîfe’nin, ‘Fıkhu’l-Ekber’ kavramına getirdiği tanım; Kişinin, dinin inanç ve eylem olarak lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir.
5.   Kelam ilmi ile ilgili olarak; Kelam, müslümanlar tarafından kurulan ve geliştirilen özgün bir bilimdir. Kelam, kendine özgü yöntemi olan bir disiplindir. Kelam ilminin akıl ve vahiy olmak üzere dayandığı iki temel kaynak vardır. Kelam ilminin kurucuları Mu’tezileye mensup âlimlerdir.
6.   Kelam ilminin kapsam ve yöntemini “Dinin temel esaslarını Kur’an’dan hareketle belirleyen, bunları akıl ile temellendiren ve karşıt fikirlere karşı savunan bir bilimdir.” Sözü tam olarak ifade eder.
7.   İbn Haldun Kelam ile Fıkıh arasındaki ilişkiyi alanları ve yöntemleri açısından Kelam kalbî yükümlülükleri akıl yöntemi ile ele alırken; Fıkıh amelî yükümlülükleri kıyas yöntemi ile ele alır.diye açıklamıştır.
8.   Kelam’ın temel ilgi alanına; Allah’ın kelam sıfatı ve bunun Kur’an’la bağlantısını açığa kavuşturmak, Nakli, rasyonel bir şekilde temellendirmek, İnancın temel öğelerini saptamak, İnanç ilkelerine karşı yapılan itirazları, rasyonel bir şekilde cevaplamak, girer.
9.   İman alanını, Allah, nübüvvet ve ahiret oluşturur. İman ve eylem alanları, Kelamı hem teorik hem de pratik bir bilim haline getirir. Kelam’ın konusu iman ve eylemden oluşmaktadır. Eylem alanı, ahlakı ilgilendirir.
10.   Herhangi bir tartışmaya girmeksizin İslam’ın inanç esaslarını konu edinmesinden dolayı Kelam İlmi Akaid İlmi adıyla anılmıştır.

msburasoglu
Sat 6 October 2012, 07:59 am GMT +0200
2.Ünite
İlk Kelam Tartışmaları ve İnanç Gurupları:
Büyük Günah
Halife Hz. Osman’ın, yönetimini beğenmeyen Müslümanlarca şehid edilmesinden sonra hilafet makamına Hz. Ali  geçti.  Hz.Ali ile  O’nun hilafetine karşı çıkanlar arasında, önce Cemel (M. S. 656), daha sonra ise Sıffın (M. S. 657) savaşları  oldu.  Bu  iç savaşlarda binlerce Müslüman ölmüştü. Bu, İslâm toplumu içerisinde, daha önceleri benzeri olmayan bir durumdu. Dolayısıyla bu iki savaş, İslâm toplumunda  büyük günah tartışmasını başlatmıştır.
Büyük günah konusunda fırkalar farklı görüşlere sahiptir. Bunlar:
1. Hâricîler, ameli imanın bir parçası saydıklarından, büyük günah işlemeyi küfür; dolayısıyla,  büyük günah işleyenleri de “kâfir” olarak görmekteydiler.
2. Mürcie fırkası ise, amelin imandan bir parça olmadığını; dolayısıyla büyük günah işlemenin imana bir zarar vermeyeceğini belirterek, Hâricîlerin görüşlerine karşı çıktılar.
3. Mu’tezile ise, Hâricîler gibi ameli imanın bir parçası olarak kabul etmelerine rağmen, onlara göre büyük günah işleyen kişi, ne Mürcie’nin ileri sürdüğü gibi  mümin ne de Hâricîlerin iddia ettiği gibi kâfirdir. Böyle bir kimse, bu iki durum arasında bir yerdedir (el-menzile beyne’l-menzileteyn). Bu durumda olan kişiye “fâsık” denir.
Bütün bu tartışmaların ötesinde bir kimse büyük günah işlese de, inancında bir değişme olmadığı sürece mümindir. (Nûr, 24 /31 ve ayrıca bkz. Tahrîm, 66 /8; Saf, 61 /2)
Kader
Kelime olarak kader, bir şeyin ölçüsü ve miktarını bildirir. Bu bağlamda o, bir şeyi belli bir ölçüye göre belirleyip yapmak, yaratmak anlamına gelir.
Terim olarak kader ise, evrende meydana gelen varlık ve olayların, sebepleri ve şartları ile varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla birlikte, her şeyin Allah tarafından belirlenmesi ve bir düzen içinde tertip edilmesi diye tanımlanır. Bu tanıma göre kader, kâinatın belli bir düzene göre yaratıldığını ifade etmektedir.
Hz. Ali, kaza ve kaderi, Yüce Allah’ın emri ve iradesi olarak tanımlamaktadırMabed el-Cühenî ise, “Kader yoktur; iş o anda oluverir” (Makrizî, Hıtat, II/356) demek suretiyle, hem onlara karşı bir eleştiri getirmiş hem de kaderle ilgili yeni bir tartışmayı başlatmıştı.
Hasan Basrî insan yapıp etmelerinde özgürdür demiştir.
Mabed el-Cühenî’nin, Mu’tezile’nin ileri sürdüğü “adalet” ilkesini Müslümanlar arasında ilk benimseyen alim olduğu görülmektedir. Cühenî Hicrî 80 yılında, savunduğu bu düşüncelerinden dolayı Emevî yönetimince öldürülmüştür
İnsanın özgür iradesini savunan diğer önemli bir isim de Gaylân ed-Dımeşkî’dir. O da bu konudaki düşüncelerini, selefi Mabed el- Cühenî gibi açıkça savunmuştur.
Gaylân ed- Dımeşkî’nin, kader konusunda Emevî halifesi Ömer b. Abdulaziz’le olan tartışması önemlidir. Emevîlerin kader anlayışının yanlışlığını ortaya koymuştur.
Gaylân da, selefi Ma’bed el- Cühenî gibi, kader konusunda daha birçok benzeri görüşü açıkça savunup Emevîlerin baskılarına karşı durduğu için işkenceyle öldürülmüştür
Mu’tezile’nin kurucularından olan Vâsıl b. Atâ ile Amr b. ‘Ubeyd de kader konusunda Ma’bed el-Cühenî ve Gaylân ed-Dımeşkî gibi düşünmekteydiler.
Müslüman geleğinde özgür iradeyi savunanların yanında, bir de, “İnsanın ne bir fiili ne de bir fiili yapmaya kudreti vardır” diyerek, özgür iradeyi kabul etmeyen grup, yani Cebriye mezhebi ortaya çıkmıştır. Bunlar, Kaderiyye, yani mutlak insan özgürlüğünü savunanlara karşı, insanın özgür iradesini tamamen yok saymışlardır. Bu düşünceyi ilk sistemleştiren kişi Ca’d b. Dirhem’di.
Kelâmullah ve Sıfatlar Meselesi
Allah’ın kelâm sıfatına ilişkin tartışmalar, büyük günah ve kader konularında olduğu gibi, İslâm’ın erken dönemlerinde başlamıştır.
Müslüman geleneğinde Allah’ın kelâm sıfatının, dolayısıyla Kur’an’ın mahlûk olduğunu ilk dile getiren kişinin Ca’d b. Dirhem olduğu söylenmektedir.
Mu’tezile’nin sıfatlar konusundaki görüşlerini Hâricîler, Mürcie ve Şia’nın bir kısmı benimsemiştir. Buna karşılık daha çok Ashabu’l-Hadîs’in görüşlerini kelâmî bir metodla ele alan Sünnîliğin öncülerinden İbn Küllâb ve arkadaşları ise, Allah’ın, ilim ile Âlim, kudret ile Kâdir, hayat ile Hayy olduğunu söyleyerek, O’nun, ne kendisinin aynı ne de gayrı olan ilim, kudret, hayat gibi sıfatları olduğunu kabul etmişlerdir.
Allah’ın kelâm sıfatına ilişkin tartışmalar, büyük günah ve kader konularında olduğu gibi, İslâm’ın erken dönemlerinde başlamıştır. Özellikle bu mesele, hem kelâm ilminin doğuşunda hem de ona “kelâm” adının verilmesinde etkili olmuştur.
Ca’d b. Dirhem sadece “Kur’an mahlûktur” görüşünü dile getirmekle kalmamış, buna bağlı olarak ilâhî sıfatların varlığını ilk inkâr eden kişi de o olmuştur. Ancak, onun bu görüşlerini öğrencisi Cehm b. Safvân daha
da geliştirmiştir. Dolayısıyla Cehm’e nisbetle Cehmiyye mezhebi, sıfatlar ve dolayısıyla Allah’ın kelâm sıfatı üzerinde özellikle duran bir mezhep olmuştur.
Sıfatlar konusunu akılcı bir yöntemle açıklamaya çalışan Cehmiyye, en çok bu konu üzerinde durduğundan, onlardan bahsedilirken daha çok akla gelen şey, ilâhî sıfatları kabul etmemişlerdir(nefyetmişler). Doğrusu onlar, sıfatlar konusunda aşırı tenzihe varan ilk akılcılardır. O kadar ki onlar, Zatından başka Allah’ın hiçbir sıfatının olmadığını ileri sürmüşlerdir. (Cemaleddin el-Kâsımî, Târîhu’l-Cehmiyye ve’l-Mu’tezile, s. 19). Sıfatlar konusundaki görüşleriyle Mu’tezile’ye öncülük eden Cehmiyye, bu konuda onlardan daha katı ve aşırı tutum içine girmiştir. Mu’tezile, Allah’ın Zatından ayrı kadîm sıfatları konusunda Cehmiyye kadar aşırı gitmemiş, sıfatların, Zat ile aynı olduğu görüşünü benimsemiştir. Cehmiyye’nin Allah’ın kelâm ve diğer sıfatları konusundaki aşırı te’vilci ve inkârcı tutumlarına karşı, daha ilk dönemlerden itibaren onları eleştiren reddiye türü kitaplar yazılmıştır. Cehm b. Safvân’ın ilâhî sıfatları inkârı, üzerinde durulması gereken bir sorundur. Onun sıfatları inkârının nedeni, Allah’ı başkalarına benzetmemektir. Bu yüzden o, Allah’tan başkası için kullanılan “şey” kavramının Allah için kullanılmasının câiz olmadığı görüşündedir. Çünkü ona göre “şey”, benzeri olan mahlûktur; halbuki Allah h içbir şeye benzeİlk Müslüman geleneğinde Allah’ın kelâm sıfatının, dolayısıyla Kur’an’ın mahlûk olduğunu ilk dile getiren kişinin Ca’d b. Dirhem olduğu söylenmektedir
Ca’d b. Dirhem sadece “Kur’an mahlûktur” görüşünü dile getirmekle kalmamış, buna bağlı olarak ilâhî sıfatların varlığını ilk inkâr eden kişi de o olmuştur. Ancak, onun bu görüşlerini öğrencisi Cehm b. Safvân daha da geliştirmiştir. Dolayısıyla Cehm’e nisbetle Cehmiyye mezhebi, sıfatlar ve dolayısıyla Allah’ın kelâm sıfatı üzerinde özellikle duran bir mezhep olmuştur.
Mu’tezile, daha çok selbî yolla, yani olumsuzlama yoluyla sıfatları açıklama yöntemini benimsemiştir. Buna göre Allah birdir; eşi, benzeri yoktur. Cisim değildir, suret değildir, cevher değildir, araz değildir. Allah, yarattıklarının hâdis sıfatlarının hiçbirisiyle nitelenemez.
Mu’tezile’nin sıfatlar konusundaki görüşlerini Hâricîler, Mürcie ve Şia’nın bir kısmı benimsemiştir. Buna karşılık daha çok Ashabu’l-Hadîs’in görüşlerini kelâmî bir metodla ele alan Sünnîliğin öncülerinden İbn Küllâb ve arkadaşları ise, Allah’ın, ilim ile Âlim, kudret ile Kâdir, hayat ile Hayy olduğunu söyleyerek, O’nun, ne kendisinin aynı ne de gayrı olan ilim, kudret, hayat gibi sıfatları olduğunu kabul etmişlerdir.
Kur’an’ın, mahlûk, yani yaratılmış olduğunu söyleyenler, aslında sadece Cehmiyye ve Mu’tezile de değildir. Hâricîler, Şiî olan Zeydiyye’nin çoğunluğu, Mürcie ve Rafizîlerin birçoğu da aynı görüşü paylaşmaktadır
Kelâm-i lafzî ve kelâm- i nefsî şeklinde bir ayrıma gidilmesinin en önemli nedeni, Kelâmullah’ın, yani Allah’ ın kelamı olan Kur’an’ın yaratılmış olup olmadığı yönündeki tatışmalara tutarlı bir çözüm yolu bulma amacı olsa gerektirErken dönemde gerçekleşen sözkonusu tartışmalar, Abbasîler döneminde mihne olaylarına sebep olmuştur.
Hadis Ehli ile Cehmiyye ve daha sonra Mu’tezile arasında süregelen mücadele döneminde, İbn Küllâb ve arkadaşları Hâris el-Muhâsîbî ve el-Kalânisî ortaya çıkıp, kelâm-ı nefsî – kelâm-ı lafzî ayrımını dile getirmişlerdir. Çünkü Mu’tezilîler, Allah kelâmı kabul ettikleri Kur’an’ı, yaratılmış kabul ederlerken; karşı cephede yer alan Ahmed b. Hanbel ve taraftarları ise, Kur’an’da bulunan ses, harf ve kelimeleri de Kelâmullah’a dahil etmekte, onları da yaratılmamış ezelî kelâmın bir parçası kabul etmekteydiler.
İmamet
Hz. Peygamber’in vefatının hemen ardından Müslümanlar arasında meydana gelen ilk ihtilaf, imamet konusunda yaşanan anlaşmazlıktır.
İmamet meselesini, Zeydiyye dışında kalan Şiîler hariç, hiçbir Müslüman ekolü onu bir akaid konusu yapmadığı halde,  özellikle Eş’ârî’den sonraki dönemlerde yazılan kelâm kitaplarının son bölümlerinde bu konu ele alınır olmuştur. Bunun nedeni, imamet konusunu akidevî bir mesele sayan ve onu peygamberlik kurumunun bir devamı olarak gören Şiîlerin tutumudur.
Özellikle Şia, tamamen siyasî bir konu olan imamet meselesini, daha ilk dönemden itibaren diri tutmaya çalışmış, hele Kerbela Faciası’ndan sonra konuyu daha da kelâmî boyutlara taşıyıp onu bir inanç meselesi haline getirmeyi başarmıştır.  Şîa‘, imamet konusunu dinin aslî bir ilkesi kabul ederken; buna karşılık Ehl-i Sünnet onu, güncele ait ikincil bir mesele olarak görmüştür. Bununla beraber Sünnî âlimler, güncel bir mesele olarak gördükleri imamet konusunu, kelâm konuları içinde ele almışlardır.
Mu’tezile de imâmeti, dinin aslî bir ilkesi olarak görmemiştir.  Hâricîler ise bu konuda seçim ilkesini benimsemişler ve imâmet için gerekli şartları barındıran her müslümanın imâmete gelebileceğini ileri sürmüşlerdir.
Başlangıç Dönemi İnanç Grupları
Hâricîlik
Hâricîler, Kur’an’a, te’vil ve tefsire gitmeden, olduğu gibi inanırlar ve onu inanç ve amel için yegâne kanun olarak kabul ederler.
Hâricîler, Hz. Ali, Hz. Osman ile Cemel olayına iştirak edenleri ve iki hakem Ebû Mûsâ el-Eş’ârî ile ‘Amr b. ‘As’ın ya da onlardan birinin hakemliğine razı olanları da tekfir etmişlerdir. Necedât fırkası dışındaki Hâricî fırkalar, büyük günah işleyenlerin dinden çıktıklarını ve ebedî olarak cehennemde kalıp azap çekeceklerini de ileri sürmüşlerdir.
Hâricîler,  herhangi bir yoruma açık olmamaları nedeniyle oldukça bağnaz idiler. Kültürleri kıt, ufukları dardı. Nassları, zâhirine göre, kendi siyasi  görüşleri doğrultusunda ele alıyorlardı. Özgür düşünceye açık olmadıklarından, kendi aralarında da savaşıyorlardı.
Havâric” ismi daha çok, dinden uzaklaşanlar, Hz. Ali’den kopup ayrılanlar, yönetime karşı gelmek suretiyle “cemaat”tan ayrılanlar anlamında kullanılmıştır. Ayrıca yine Hâricîleri ifade etmek üzere “dinden çıkmış” anlamına gelen “Mârika” kavramı da kullanılmıştır. İlk ortaya çıkış dönemlerinde, yani Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen Sıffın Savaşı’ndan sonraki hakem meselesinde, her iki tarafın hakemlerini de reddedip, hakem olayına karşı çıktıklarından dolayı Hâricîlere, “Muhakkime” de denmiştir
Hâricîler de kendileri için; Havâric ve canlarını Allah yolunda satanlar anlamında kendileri için “şurât” ismini kullanmışlardır.
Hâricîler, Kur’an-ı K erim’e, olduğu g ibi i nanırlardı. O ’nda t e’vil ve tefsire gitmezlerdi.Onu i nanç ve amel için yegâne kanun olarak kabul ederlerdi. Allah’ın hükmünden başka hüküm tanımadıklarından, adaletin yerine getirilmesinden hilafet makamını sorumlu tutarlardı
Hâricîler, Hz. Ebûbekir ile Hz. Ömer’in halifeliklerinin tamamını sahîh görmüşlerdir. Ancak Hz. Osman’ın ilk altı yıllık hilafeti ile Hz. Ali’nin hakem olayına kadar olan hilafetini geçerli sayan Hâricîler, Hz. Osman’ın son altı yıllık hilafetini geçerli saymamışlar ve azledilmesinin gereğine inanmışlardır. Yine hakem olayına kadar Hz. Ali’nin yanında yer alan Hâricîler, tahkime giden Hz. Ali’yi tekfir etmekten de çekinmemişlerdir.
Hâricîlerin hilafete/imamete dair görüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
a. Halifenin Kureyşli, Haşimî veya Arap olması şart değildir. Köle bile halife olabilir.
b. Halife olarak seçilecek kişinin mümin, âdil, zâhid ve âlim biri olması gerekir.
c. Halife olmaya lâyık olan kişi, Müslümanların özgür iradeleriyle halife seçilir; yani halifenin belirlenmesinde  esas olan seçimdir.
d. Seçilen halifenin Allah’ın emirlerine itaati şarttır; doğru yoldan ayrılan halifenin yönetimden mutlaka uzaklaştırılması gerekir.
e. Hâricîlerden “Necedât” fırkasına göre ise, insanlar kendi aralarında insâflı davranırlarsa halifeye bile ihtiyaç duyulmazlar.
Hâricîler çeşitli fırkalara ayrılmıştır. Belli başlı Hâricî fırkaları; Muhakkime-i Ûlâ, Ezârika, Necedât, ve İbadiyye’dir. Bunlardan İbadiyye fırkası günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
Şiilik
Şiîlik, siyasal bağlamda Hz. Ali’ye taraftarlık anlamında ortaya çıkan ilk İslâm mezhebidir.
Şiîliğin temelini, Hz. Peygamber’in vefatından sonra yerine imamete kimin geçeceği tartışması oluşturur. Şiîlik, siyasal bağlamda  ortaya çıkan ilk İslâm mezhebidir. Özellikle Hz. Osman’ın son dönemlerinde ortaya çıkan Şiîlik, Hz. Ali’nin hilafeti döneminde daha da gelişip yayılmıştır.
Nass - vasiyyet etrafında Şiîlik anlayışında geliştirilen düşünceler:
1. Vasiyet, Şiîlere göre Hz. Ali bizzat nassla ve Hz. Peygamber’in vasiyeti ile halife tayin olunmuştur ve bunun vucûbiyeti kesindir
2. İsmet, Şiîlere göre, Hz. Ali başta olmak üzere onun soyundan gelen imamlar her türlü hatadan uzaktırlar. İmamların her söylediği ve yaptığı doğrudur.
3. Ric’at, Şiîlere göre gizli imam bir gün dönüş (ric’at) yapıp tekrar ortaya çıkacak ve yapılan zulümlere son verip dünyayı adaletle dolduracaktır. Bu ric’at inancı, aynı zamanda Mehdîlik inancının da temelini oluşturur.
4. Takıyye tehlikeli durumlarda Şiîlik inançlarını gizli bir şekilde yaymak ve yaşamaktır.
Önemli Bazı Şiî Fırkalar: Keysâniyye, Zeydiyye, İmamiyye, Gulât, İsmâiliyye (Bâtıniyye)
Zeydiler, diğer Şiî fırkaların aksine, imamet konusunda nass ve vasiyeti söz konusu etmemişlerdir. Zira bunlara göre, imamette nass değil, vâsıf esastır. İmamet niteliklerine en uygun kişi ise, Hz. Ali’dir. Ayrıca bunlar, takıyyeyi de caiz görmemişlerdir.
Zeydîler, akaid konularında daha çok Mu’tezilî görüşleri benimserlerken amelî - fıkhî meselelerde ise, İmam Azam Ebû Hanîfe’ye uymaktadırlar
Diğer önemli Şiî bir fırka olan İ mamiyye ise, Zeydiye’den farklı olarak, imamın, vasıfla değil, şahsen nass yoluyla tayin edildiğine inanırlar.
İmamiyye’nin en önemli kolu, “on iki imam mezhebi” de demek olan “İsnâ-aşeriyye” dir.
Bâtınîlere göre dinin bir zâhirî ve bir de bâtınî yönü vardır. Normal insanlar sadece zâhiri bilebilirler; ancak dinin bâtınını; hatta bâtının da bâtınını (gizlinin de gizlisini) sadece imamlar bilir.
Cebriyye
Cebir düşüncesinin kökleri, düşünce tarihinin başlangıç dönemlerine kadar uzanır. Emevîlerde ise, cebir fikri, neredeyse devlet politikası haline gelmiştir.
Cebir düşüncesini geliştirip temellendiren ve onu Kelâm’ın konusu yapan kişi, Cehm b. Safvân’dır.
Cehmiyye’ye diğer adıyla “Cebriyye” denmesinin asıl nedeni, insan eliyle gerçekleşen fiillerin gerçekte Allah’a ait olduğu ve insanın işlediği fiili yapmaya mecbur ve mahkum olduğu görüşüdür. Böylece onlar insanın özgürlüğünü tamamen inkâr etmişlerdir. Cehmiyye’nin bazı kelâmî görüşleri ise, daha sonra gelen Mu’tezile tarafından da büyük ölçüde kabul edilmiştir.
Kaderiyye
Kaderiyye, Mu’tezile’nin öncüleri gibi kabul edilip bazen Mu’tezile’ye de “Kaderiyye” deniyorsa da aralarında fark vardır: Kaderiyye, Mu’tezile’den tarihen önce gelip, görüşleri sadece kader konusuyla sınırlıdır. Mu’tezile ise,  kelâm ilminin her konusunda görüşü olan sistemli bir ekolün adıdır. Dolayısıyla Mu’tezile, Kaderiyye’den ayrı bir mezheptir ve Kaderiyye’ye dâhil değildir.
Kaderiye’nin önderlerinden Ma’bed, insanın yapıp ettiklerinde özgür olduğu düşüncesini ilk defa açıkça ilan eden kişidir.
Sorumluluk doğuran insan fiilleriyle ilgili olarak ilâhî kaderi inkâr edip, insanın fiillerinde tamamen özgür olduğunu söyleyen ikinci önemli kişi ise, Gaylân ed-Dımeşkî’dir.
Kaderîlerden birçoğu, kader konusunda kendilerine yakın görüşleri olan Mu’tezile’ye katılmışlar ve varlıklarını onların içinde sürdürmüşlerdir. Zamanla bu görüşün tek sistemli temsilcisi Mu’tezile olmuştur.
Mürcie
Mürcie kelimesi “ircâ” mastarından gelmektedir. “İrcâ” sözlükte;
1. ertelemek,
2. geri bırakmak,
3. sonraya bırakmak ve
4. ümit vermek anlamlarına gelir.
Bunların ameli imandan bir cüz saymadıkları, ilk dönemde, aralarında ihtilaf edenlerin durumunu ahirete erteledikleri ve onlar hakkında herhangi bir hüküm vermekten çekindikleri için de mürcie adını aldıkları bilinmektedir.
Mürcie’ye göre Allah’ı ve Resûlünü tanıyıp bildikten sonra büyük günah işleyen kişi, ne kâfir ne de müşriktir; aksine o,fâsık bir mümindir.

Müşebbihe ve Mücessime
Allah’ı insana benzetenlere ve bu fikri savunanlara “Müşebbihe”; O’nu, bir cismi çağrıştıracak şekilde tanımlayanlara ise, “Mücessime” denir.
Teşbih düşüncesi, Şîa’nın aşırı kolundan olanlarda ve Ashâbu’l-Hadîs’ten olup nassları lafzi yorumlayan Haşviyye’de görülür.
İslâm düşüncesinde teşbih, dış etkenlerden daha çok, bizzat nassın kendisinden kaynaklanmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de,  zâhirî anlamıyla teşbih ve hatta tecsimi içeren ayetler vardır. “Yed”, “Vech”, “a’yn” gibi haberi sıfatlar te’vil edilmez de onların zâhirî anlamları olduğu gibi alınırsa, bu durumda teşbih ve tecsim kaçınılmaz olur. Teşbih ve tecsim düşüncesini en çok savunanlardan biri de Ebû Abdillah Muhammed b. Kerrâm’ın önderliğini yaptığı Kerrâmiyye fırkasıdır.
Sistematik Dönem Kelam Okulları
Mu’tezile
Mu’tezile, İslâm Kelâmının oluşumunda en büyük katkıyı sağlayan öncü bir mezheptir. Mu’tezile’ye göre, Allah’ın diğer sıfatlar gibi, zatından ayrı kadîm bir kelâm sıfatı da yoktur. Allah çirkin olanı yapmaz. O, sadece güzel olan şeyleri yapar; zulüm ve haksızlık gibi çirkin fiiller O’ndan sâdır olmaz; bu tür fiillerin kaynağı bizzat insanın kendisidir. Mu’tezile’nin asıl kurucu önderleri, Vâsıl b. Atâ ile Amr b. ‘Ubeyd’dir.
Mu’tezile’nin Beş Temel İlkesi
- Tevhid: Allah birdir, tektir ve benzersizdir. O işiten ve görendir. O, cisim değildir, cevher değildir, araz değildir. Bir varlıkta veya bir mekânda yer tutmaz, mekâna sığmaz.
- Adalet: Bütün Müslümanlar, Allah’ın âdil olduğuna inanır; ancak Mu’tezile, adalete ayrı bir önem vermektedir. Bu yüzden Mu’tezile’ye “ehlul-adl ve’t-tevhîd” de denmiştir. Mu’tezile, adalet konusundaki görüşleri ile insanın irade ve kudretinin olmadığını söyleyen Cebriyye mezhebinin tam karşıtında yer almıştır.
- Va’d ve Vaîd: Gelecekte herhangi bir kimse için yarar temin etmeyi garanti eden beyan ve habere va’d, zarar vermeye ve cezalandırmaya yönelik habere ise vaîd denir.
- el-Menzile beyne’l-Menzileteyn: Bu ,“İki yer arasında bir yer” ilkesi tamamen Mu’tezile’ye özgüdür. Bu prensibe göre zina, öldürme, hırsızlık, ihtikar gibi büyük günah işleyen kişi, mümin olmadığı gibi, kâfir de değildir; fasıktır. Yani büyük günah işleyen kişiye ne “mümin” ne de “kâfir” denir. Böyle birine bu iki isim arasında bir isim olan “fâsık” adı verilir. Mürcie; Allah’a, peygamberlerine ve onların getirdiklerini tasdik edip bunlara inananlara, büyük günah işleseler bile “mümin”; Hâricîler ise büyük günah işleyenlere “kâfir” demekteydiler. Böylece Mu’tezile, her iki görüşten de ayrılarak, “mürtekibu’l-kebîre”, yani büyük günah işleyen kişi hakkında “mümin” ve “kâfir” hükmünü vermekten kaçınmıştır.
- Emr-i bi’l-Ma’rûf ve’n- Nehy-i ‘ani’l-Münker: Bu, “iyiliği emir, kötülüğü nehiy” ilkesidir. Mu’tezile’ye göre aklın ya da hem aklın ve hem de nassın iyi ve güzel dediği şeyler emredilmeli; kötü ve çirkin kabul ettiği şeyler ise yasaklanmalıdır Aklın veya hem akıl hem de naklin iyi ve güzel dediği fiiller “ma’rûf”, kötü ve çirkin kabul ettiği şeyler ise “münker”dir.
Başlıca Mu’tezile Önderleri
1.   Vâsıl b. Atâ (80 – 131 / 698 – 748): Mu’tezilen’in asıl kurucu önderi, Vâsıl b. Atâ’dır. Vâsıl, Medine doğumlu olup, kendisi Mevâlidendir.
2.   Amr b. ‘Ubeyd (80 – 144 / 698 – 762): Amr b. ‘Ubeyd, Mu’tezile’nin, Vâsıl’dan sonra gelen en önemli önderidir. O, Vâsıl’ın bir öğrencisi değil, onun akranı ve arkadaşıdır.
3.   Ebu’l-Huzeyl el-Allâf ( 135 – 226 / 752 – 840): Mu’tezile’nin önde gelen filozof kelamcısıdır. Mezhebin ilkelerini ilmî temellere odur. Bu nedenle o, Mu’tezile’nin ikinci kurucusu olarak kabul edilmiştir.
4.   Nazzâm ( 231 / 757): Mu’tezile’nin ünlü kelamcı filozoflarındandır.
5.   Câhız (255 / 869): Câhız, büyük bir kelamcı olduğu kadar aynı zamanda ünlü bir edebiyatçıdır.
6.   Ebû Ali el-Cübbâî (303 / 916): Mu’tezile’nin son dönem alimlerinin önde gelenlerindendir. Aynı zamanda o, kırk yıllık bir Mu’tezilî geçmişinden sonra, Mu’tezile’den ayrılarak, Sünnîliğe geçen İmam Eş’arî’nin de hocasıdır.
7.   Ebû Hâşim el-Cübbâî (321 / 933): Ebû Ali el-Cübbâî’nin oğlu, İmam Eş’arî’nin ise öğrencilik arkadaşıdır.
8.   Kadı Abdulcebbar (415 / 1024): Kadı Abdulcebbar, Şiî Büveyhîler döneminde yaşamış olup, aynı zamanda bu devlette Kadı Kudatlık yapmıştır. Mu’tezile’nin son büyük temsilcilerindendir.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat
Ehl-i Sünnet, Sünnîlerin kendileri için seçtikleri bir kavramdır. Diğer mezhepler ise, Sünnîlere, sıfatları kabul ettikleri için, “Sıfâtiyye” veya “Müsbite”, “İspâtiye”, “Ehl-i İspat” vs. adlar vermişlerdir. Ehl-i Sünnet, Hz. Peygamber ve ashabının İslam yorumlarını kabul edenlere nisbetle, onları ifade etmek üzere oluşturulmuş bir kavramdır. Selef yolunun takipçileri olan İbn Küllâb ve arkadaşları Muhâsibî ve Kalânisî’den yaklaşık bir asır sonra gelen İmam Eş’ârî ve İmam Mâtürîdî, Ehl-i Sünnet’in görüşlerini daha da geliştirip sistemleştirmişlerdir. Sünnî Kelâm, naklin yanında aklı da kullanmak suretiyle, Mu’tezilî kelâmın seçeneği durumuna gelmiştir. Eş’ârî ve Mâtürîdî gibi iki büyük bilginin kelâmî görüşleri, Ehl-i Sünnet’in itikadî görüşlerinin temelini oluşturmuştur. Ehl-i Sünnet’in itikadî görüşleri de, “Eş’ârîlik” ve “Mâtürîdîlik” adı altında toplanmıştır.
Küllâbiyye, Eş’âriyye ve Mâtüridiyye kurulmadan önceki Sünnîlerin bağlı oldukları mezhebe genellikle “Selefiyye” adı verilmiştir. Bu nedenle Ehl-i Sünnet’i; 1) Selefiyye, 2) Eş’âriyye, 3) Mâtüridiyye diye üç ayrı mezhep adı altında incelemek gerekmektedir.
Selefiyye, akide olarak şu yedi temel esası benimsemiştir. Bunlar sırasıyla;
- takdis, Yüce Allah’ı cisim olmaktan ve cisimlerin sahip olduğu nitelik ve özelliklere sahip olmaktan tenzih etmektir
- tasdik, Yüce Allah’ı, Kendisi ve Resûlü nasıl nitelemişse, öylece nitelendirmek gerektiğine inanmaktır
- aczi itiraf, Allah ve sıfatlarıyla ilgili müteşâbih ayetlerde anlatılanlardaki amacın ne olduğunun bilinemeyeceğini kabul edip işi Allah’a bırakmak ve bu husustaki acziyeti itiraf etmektir.
- sükût, Müteşâbihlerin anlamını sormamak, onlara dalmamak ve hatta soru sormayı bile yasaklamak, kısaca bu hususta sessiz kalmaktır.
- imsâk, Müteşâbih nasslarla ilgili herhangi bir yorum yapmaktan veya onlarla ilgili herhangi bir tasarrufta bulunmaktan sakınmak; onlar üzerinde değişiklik yapmamak, açık olmayan manaları kullanmaktan ve te’vilden çekinmektir.
- keff Müteşâbihler ile kalben dahi ilgilenmemek, zihni bunlarla meşgul etmemek, onlar üzerinde düşünmemek ve iç dünyayı bu gibi fikirlere kapalı tutup onlardan korumaktır.
Kısaca imsak dili, keff ise kalbi koruyup muhafaza etmeye çalışmak demektir. Bu ise yedi esasın en ağır ve zor olanıdır. Çünkü insan zihnini bu gibi konuları düşünmekten alıkoymak çok zordur.
- marifet ehline teslim Bu gibi yüce bahislerin herkese kapalı olduğu sanılmamalıdır. Cahil kimseler için kapalı ve gizli olan müteşâbihât ile ilgili hususlar, Peygamber (a. s.) ve büyük sahabîler ile büyük bilginlere gizli değildir.
Eş’arîlik
Eşârîliğin kurucusu, Ebu’l-Hasan el-Eş’ârî’dir (260-324/874-936). Eş’ârî, fıkıhta Şâfiî mezhebinde idi. İmam Eş’ârî’den sonra gelen İbn Fûrek, Bakıllânî, Cüveynî, Gazzâlî, Fahreddin Râzî gibi bu ekolün önde gelen isimleri, Eş’ârîliğin kelâmî görüşlerinin daha da belirginleşip yaygınlaşmasına katkıda bulunmuşlardır.
Eş’arîliğin temel kelami görüşleri şöyle sıralanabilir
Tevhid Allah vardır, birdir; varlığı ezelîdir. Eşi ve benzeri yoktur; yarattıklarından hiçbir şeye benzemez.
Nübüvvet Allah dilediği insanı peygamberlikle görevlendirir. Ancak insanlara peygamberleri göndermek mecburiyetinde değildir.
Kader; İnsan ve Fiilleri İnsan ve fiillerini yaratan Allah’tır.
İman İman lügatta tasdik demektir. Bu konuda ittifak söz konusudur. İman, inanan kişinin inandığının doğruluğuna güvenmesi demektir. Dil ile ikrar zâhirî bir hükümdür; gerçekte ise iman kalbin tasdikidir.
Büyük Günah Meselesi Allah’a isyanın her türü büyük günahtır. Günahın büyüklüğü küçüklüğü görecelidir. Kıble ehlinden büyük günah işleyen fâsık kişi, imanıyla mümin, fıskından ve işlediği büyük günahtan dolayı ise fâsıktır.
Şefaat Büyük günah sahiplerine Hz. Peygamber’in (a.s.) şefaatı haktır. O, ümmetinden günah işleyenlere şefaat edecektir.
İmamet Müslümanların işlerini yürütecek olan bir imamın seçilmesi zorunludur. İlim, adalet, güzel siyaset, şecaat bir imamda aranan şartların başında gelir.
Mâtürîdîlik
Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed Mâturîdî (333/944), Semerkandlı bir Türk’tür. O, doğduğu mahalleye nisbetle Mâtürîdî diye anılır. Mâtürîdîyye mezhebinin mensupları onu, “imâmu’l-Hüdâ”, “âlemu’l-Hüdâ”, “imâmu’l-mütekellimîn”, “reîsu ehli’s-sunne” gibi ünvanlarla anarlar.
Aklî ve naklî ilimleri derinlemesine öğrenen Mâtürîdî; fıkıh, tefsir ve kelâm alanlarında oldukça ilerlemiş ve bu alanlarda önemli eserler bırakmıştır. Özellikle kelam alanında yazmış olduğu “Kitâbu’t-Tevhid” ve Tefsir alanında telif ettiği “Te’vîlâtu Ehli’s- Sunne” eserlerinin en önemlileridir.
Mâtürîdî’ye göre bilgi kaynakları; 1) duyular, 2) haber ve 3) akıldan oluşmaktadır. Gerekli şartları taşıdıkları sürece bu üç yoldan biriyle veya her üçüyle birlikte elde edilen bilgi kesindir.
İlâhiyat
Bilgi Kuramı
İmam Mâtürîdî, bilginin ne olduğu, imkânı, değeri ve bilgi edinme yolları; bilginin nasıl meydana geldiği ve dinî bilginin mahiyetinin ne olduğu gibi önemli meseleleri ele alıp tartışan ve İslâm düşüncesinde kendine has bir bilgi kuramı oluşturan ilk Kelam âlimidir.
Âlem
Allah’tan başka varlıklar anlamına gelen âlem hâdistir; yani sonradan yaratılmıştır. Âlem, cevher ve arazlardan oluşmaktadır. Mâtürîdî’nin a’yân dediği cevherler, herhangi bir yere ihtiyaç duymaksızın kendi başlarına yer tutan hâdis varlıklardır. Arazlar ise ancak başkasına bağlı olarak yer tutan, kendi başlarına kâim olamayan şeylerdir. Her ikisi de, yani cevherler ile arazlar sonradan var olmuşlardır.
Allah
Varlığı ve Birliği: Mâtürîdî’ye göre Allah’ı bilmek aklen vâciptir. Allah hiçbir peygamber göndermeseydi, yine de O’nun varlığı ve birliğini ve O’nun kâinatın yaratıcısı olduğunu aklın bilmesi gerekirdi.
Allah’ın Sıfatları: Allah’ın ilim, kudret, hayat vb. sıfatları vardır. Bunların hem aklî hem de naklî delilleri vardır.
İstiva: Allah’ın arşa istivasını, bir mekânda istivası olarak düşünmek, aklen mümkün değildir. Çünkü mekân yokken Allah vardı. Sonradan olan mekânın bir gün varlık alanından çekilmesi mümkündür. Ancak yüce Allah mekândan münezzehtir; bâkidir. O, şu anda ezelde olduğu gibidir; ezelde de şu anda olduğu gibiydi. O’nun herhangi bir mekâna ihtiyacı yoktur.
Kelâmullah: Allah’ın kelâm sıfatı, gerçekte Allah’ın zatında mevcut kadîm bir manadan ibarettir. Bu manaya kelâm-ı nefsî denir. Kelâm-i nefsî ve mana kavramını ilk ortaya atanlar; Mâtürîdî ve Eş’ârî’den yaklaşık bir asır önce yaşamış olan Ehl-i Sünnet öncüleri İbn Küllâb ve arkadaşlarıdır.
Tekvin; İlim, kudret, irade, sem‘, basar gibi, Allah’ın ezelî sıfatlarındandır. Yaratma sıfatı, Allah’ın zâtıyla kâim ezelî bir sıfatıdır.
Rüyetullah: Allah’ın ahirette gözle görülmesi aklen câiz, naklen vâcibtir.
Nübüvvet
Peygamberliğin gerekli bir kurum olduğu üzerinde Müslümanlar arasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Bu kurum, emir ve yasakların bilinmesi yönünden gereklidir.
İnsanın Fiilleri ve Kaderi
İnsanın fiillerinde mecbur olduğunu savunan Cebriye ile, insanın kendi fiilini kendisinin yarattığını savunan Mu’tezile’ye karşı orta bir konumda yer alan Mâtürîdî, her şeyin yaratıcısının Allah olduğu gibi, kulun fiillerinin yaratıcısının da Allah olduğunu ileri sürmüştür. Sonuç olarak bir fiile yönelip onu seçmek ve yapmak, insanın elindedir.
İman-İslâm
İman: Ehl-i Hadîs’e göre iman; dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve organların eylemlerinden oluşmaktadır. Buna karşın Mâtürîdî imanı; dil ile ikrar, kalb ile tasdik olarak tanımlamış, hatta imanın hakikatinin tasdik olduğunu belirtmiştir.
İmanın yeri dil değil, kalptir. İmanın kök manası “tasdik”dir. Tasdikin baskı ve cebir altında tutulamayan mahiyeti ise kalpte bulunan yönüdür. Bu nedenle imana kimsenin baskısı söz konusu olamaz. O halde imanın asıl gerçekleştiği yer kalptir, dil sadece onun bir tercümanıdır
İman esaslarına inanan birinin müslüman olmadığını düşünmek ne kadar yanlışsa, İslâm’ın şartlarını yerine getirenin mümin olmadığını söylemek de o kadar yanlıştır.
İmanda İstisna
İmanda istisna olmaz. “İnşallah müminim” demek şüpheyi ortaya koyduğundan iman olmaz. Bir insan imanını açıkça şüpheye yer vermeden ifade etmelidir ve“Ben gerçekten müminim” demelidir.
Büyük Günah Meselesi
Bir müslüman işlediği büyük günahtan dolayı küfre girmiş olmaz. Dünyada o, gerçek bir mümindir; ancak işlediği günahtan dolayı fâsıktır. Ancak günahları hafife alıp haramı helal sayanlar mümin sayılmazlar.
Ahiret
Mâtürîdî, ahiretin imkân ve ispatına değinmeden, doğrudan ahiret halleri üzerinde durmuştur.
Kabirde Münker ve Nekir adlı meleklerin sorgulamasının ve Kabir azabının olacağını ileri süren Mâtürîdî, cennet ve cehennemin, yaratılmış olup, bugün varolduklarını belirtmektedir.
Hüsun-Kubuh Meselesi
Genelde akıl, eşyanın güzel ve çirkinliğini anlayabilir; ancak o, neyin yararlı neyin zararlı olduğunu bütün yönleriyle bilemez. Bunun için derin araştırmaya veya peygamber haberine ihtiyaç duyulur.
Eş’ârilik ile Mâtüridilik Arasındaki Bazı Farklar
1. Marifet: Eş’ârîlere göre Allah’ı bilmek dinen, Mâtürîdîlere göre ise aklen zorunludur.
2. Tekvin; Eş’ârîlere göre hakiki sıfat değildir. Mâtürîdîler ise tekvini, Allah’ın ilim sıfatı gibi gerçek bir sıfatı olarak kabul ederler.
3. Nübüvvet: Eş’ârîlere göre peygamber olmak için erkek olmak şart değildir; kadın da peygamber olur. Mâtürîdîlere göre ise, peygamber olmanın şartlarından biri de erkek olmaktır.
4. İman; Eş’ârîlere göre artar ve eksilir; Mâtürîdîlere göre ise imanda artma ve eksilme olmaz.
5. Kesb: Eş’ârîlere göre kulun gücünün Allah’ın takdirine yanaşmasıdır. Dolayısıyla onu da yaratan Allah’tır. Mâtürîdîler ise kesbi, kulun kendisinde yaratılmış olan bir kudret olduğunu ve onu istediği istikamette, iyiye de kötüye de kullanabileceğini, kabul ederler.
6. Husun ve Kubuh; yani bir şeyin iyi veya kötü oluşu Eş’ârîlere göre doğrudan akılla bilinemez. Bunlar ancak nakille bilinir. Buna göre Allah’ın emrettiği şey iyi, yasakladığı şey ise kötüdür. Mâtürîdîlere göre ise, güzel ve çirkin şeylerin akılla bilinmesi mümkündür. Zaten Kur’an da aklın güzel dediğini emretmiş; çirkin kabul ettiğini ise yasaklamıştır.
7. Sebep-hikmet: Eş’ârîlere göre Allah’ın fiilleri için bir sebep aranmaz ve O’nun fiilleri bir hikmete de dayanmaz. Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir. Mâtürîdîler ise, Allah’ın fiillerinin bir hikmet ve sebebinin olduğunu söylerler; çünkü Allah, abesten münezzehtir
1.   Kelam geleneğinde özgür irade görüşü, ortaya çıkış koşulları dikkate alındığında; Emevî halifelerinin, olup biten her şeyin Allah’ın kaderi olduğunu ileri sürmeleri üzerine karşıt tez olarak geliştirilmiştir.yargısına varılır.
2.   Cehmiyye’nin kelamî görüşleri; İnsan fiilini yapmaya mecburdur. Kelam sıfatı yani Kur’ân, mahluktur. İlahî sıfatlar, zâtın aynıdır. Allah’a ‘şey’ nitelemesinde bulunmak onu eşyaya benzetmektir.
3.   İslam nefsin arındırılmasıdır. Dinin emirlerini seçkin insanların yerine getirmesine gerek yoktur. Kur’an’ı te’vil etmek esastır, önemli olan Kur’an’ın gizli anlamıdır. Peygamberler halkın rehberidir, seçkin insanların rehberi felsefedir. Görüşlerine sahip Şii fırka; Batıniye’dir.
4.   Cebriyye’nin kelamî görüşleri; Allah’ın ilmi ezeli değil, hadistir. Mü’minler Ahirette Allah’ı görmeyeceklerdir. Kur’ân, mahluktur. İlahî sıfatlar, zâtın aynıdır. Ahirette şefaat söz konusu değildir
5.   “Kader yoktur; iş o anda oluverir” diyerek, insanın yapıp etmelerinde hür olduğunu; insanların yaptıkları şeyleri Allah’ın belirlediği kadere yüklemelerinin yanlış olduğunu ileri sürmek suretiyle İslam’da özgür irade görüşünü ilk olarak açıkça savunan alim Mabed el Cüheni’dir.
6.   Müteşabih ayetlerle ilgili herhangi bir yorum yapmaktan sakınmak ve te’vilden çekinmektir. Selefiyyenin dayandığı yedi temel esastan biri olan “İmsak”ı tanımlamaktadır.
7.   Cebriyye-Kaderiyye Sıfatlar sorununda ‘aynı’, kader sorununda ‘zıt’ görüşleri savunmuştur.
8.   Teşbîh anlayışı, ağırlıklı olarak Şia-Ashâbu’l-Hadîs Kelam sistemleri arasında yer bulmuştur.
9.   Haberî sıfatlar, te’vîlsiz olarak kabul edilir Mutezile’nin Beş Esası’na aykırıdır.
10.   Eş’arî’nin, yüzü aşkın eseri olduğu rivâyet edilmektedir. Ancak onun günümüze kadar ulaşan eserleri şunlardır:
1. Makâlâtu’l-İslâmiyyîn,
2. el-İbâne an Usûli’d-Diyâne,
3. el-Luma‘ fi’r-Redd ‘alâ Ehli’z-Zeyğ ve’l-Bida,
4. Risâle fî İstihsani’l-Havz fî İlmi’l-Kelâm,
5. Usûlu Ehli’s-Sunne ve’l-Cemâa‘.
11. İmam Mâtürîdî’nin bilinen eserleri şunlardır:
1. Te’vilâtu Ehli’s-Sunne veya Te’vilâtu’l-Kur’an,
2. Kitâbu’t-Tevhid,
3. Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber,
4. Risâletun fi’l-Akîde,
5. Kitâbu’l-Makâlât,
6. ed-Dürer fî Usûli’d-Dîn,
7. Beyânu Vehmi’l-Mu’tezile,
8. Risâletun fi’l-İman,
9. Reddu Usûli’l-Hamse li Ebî Muhammed el-Bâhilî,
10. er-Reddu ‘ale’l-Karâmıta,
11. Reddu Tehzîbi’l-Cedel,
12. Reddu’l-İmâme li Ba’zi’r-Ravâfız,
13. Risâle fi’l-İmân
14. Kitâbu’l-Cedel