- Allahu Tealanın Diğer İsimleri

Adsense kodları


Allahu Tealanın Diğer İsimleri

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
Gulinur
Sat 8 January 2011, 09:22 am GMT +0200
Allah(c.c.)'ın Diğer İsimleri



Allah'ın isimleri 99 taneden ibaret değildir. Âyet ve hadîslerde bu 99 isimlerden ayrı olarak Allah'a başka isimler de izâfe edilmiştir.

Allah'a izâfe edilen diğer bâzı isimler şunlardır:

el-Vâhid'in yerine el-Ehad, el-Kahhâr'ın yerine el-Kâhir, eş-Şekûr'un yerine eş-Şâkir; el-Kâfi, ed-Dâim, el-Münevver, es-Sıddık, el-Muhît, el-Karîb, el-Vitr, el-Fâtır, el-Allâm, el-Ekrem, el-Müdebbir, er-Refî', Zittavl, Zülmeâric, Zülfadl, el-Hallâk, el-Mevlâ, en-Nasîr, el-Gâlib, el-Hannân, el-Mennân...

Kur'ân-ı Kerîm'de Allah ism-i şerîfi 2800 defa zikredilmiştir. Allah isminden sonra Kur'an'da en çok zikri geçen isim, Rab ismidir. 960 yerde zikredilmektedir.                                                       

Rab isminden sonra, Kur'an'da en çok yer alan isimler ise; Rahmân, Rahîm ve Mâlik isimleridir. Fâtiha sûresinde "Allah" isminden sonra sıra ile zikredilen bu dört ism-i şerîfe, Cenâb-ı Hakk'ın Rubûbiyet Sıfatları adı da verilmektedir.

Terbiye etmek, büyütmek, yetiştirmek mânalarını ihtiva eden Rab kelimesinin asıl mânası: "Bir şey'i derece derece yükselterek, gayesi olan en mükemmele erişinceye kadar kollayan" demektir.

Canani
Sun 10 July 2011, 01:14 am GMT +0200
Rabbim razı olsun..Rabbim bizlei isimlerini anlama kabiliyeti versin...Anlayış gücümzü artırsın inşlalh...

muhsin iyi
Sat 8 October 2011, 08:09 pm GMT +0200
Allah’ın Kuran-ı Kerim’le ve Peygamberlerle Hükmetmesi, Allah’ın  El-Hakem İsmi

Kuran-ı Kerim Allah (c.c.) tarafından insanların dünyada ve ahirette saadete ermeleri için indirilmiştir. Allah (c.c.) ve peygamber (s.a.s) bir konuda hüküm vermişse Müslümanların buna itaat etme dışında başka bir seçenekleri yoktur. Bu durumu Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de açık olarak şöyle işlemiştir: “Allah ve resûlü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra hiçbir erkek yada kadın müminin o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve resûlüne isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüştür (Ahzâb suresi, ayet 36).”

 Kuran-ı Kerim’e ve peygamberimizin (s.a.s.) sünnetine uymak Rabb olarak Allah’ı (c.c.) kabul etmek anlamına gelir. Allah’ı Rabb olarak tanımak O’nu el-Hakem güzel ismiyle kabul etmeyi de gerektirir. Çünkü Rabb güzel ismi ile Allah (c.c.) kulun sahibi, efendisi olduğu gibi Allah’ın (c.c.) kulunu eğittiği, terbiye ettiği ve yetiştirdiği de ifade edilmeye çalışılır. Bu güzel isim Allah’ı (c.c.) adeta bir anne-baba yada öğretmen gibi emir ve yasaklar konusunda, insanın eğitilmesinde, yaşamının biçimlenmesinde yetkili konuma getirmektedir. Kuşkusuz nasıl bir anne-baba yada öğretmen çocukla ilgili sorunlarda, olay ve olgularda hüküm sahibi iseler Allah (c.c.) da kulları üzerinde aynı hakka sahiptir. Bu hak da el-Hakem güzel ismiyle ifade edilir.

El-Hakîm (Allah [c.c.] kaza ve kadere mutlak hakimdir) güzel ismi ile Allah (c.c.) kullar üzerinde kaza ve kaderle mutlak hükümranken ve bu konuda hiçbir itirazı kabul etmezken el-Hakem (Allah [c.c.] Kuran-ı Kerim’le ve peygamberlerle hükmeder) güzel ismi ile Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim ve peygamberimizin (s.a.s) sünneti doğrultusunda kulların Kendi’sini ve peygamberini (s.a.s) hüküm sahibi kabul edip etmemesi konusunda bir sınava tabi tutmuştur. Yani el-Hakem güzel ismi ile Allah (c.c.) kullarını Kendi’sini tanıma ve kabul etmede serbest bırakmıştır. Ama bu özgürlük aynı zamanda bir sorumluğu da beraberinde getirmektedir. Kişi ilgili seçiminde kabir hayatında ve ahirette ceza ve ödül için sorguya çekilecektir.

Peygamberimizin (s.a.s) ahlakı Kuran-ı Kerim olduğu gibi tüm yaşamı da bu kitapla yoğrulmuştu. Medine’de kurduğu İslam devleti ile Kuran-ı Kerim ahlakıyla, ahkamıyla yeni bir toplum kurmuştu. Bu yeni devlette Allah’ı (c.c.) el-Hakem güzel ismiyle kendi yaşamında ve toplumda hâkim kılmıştı. Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’deki emir ve yasakları konusunda Müslümanlar üzerinde el-Hakem güzel ismiyle egemenlik kurmaya hak sahibi olmakla beraber aynı hakkı en sevdiği kula, Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimize de tanımıştır: “Hayır, ya Muhammed! Rabb’ine and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe mümin olamazlar (Nisa suresi, ayet 65).”

Allah’ı (c.c.)  el-Hakem güzel ismi ile tanıyan ve kabul eden bir kişi her işinde O’nun emir ve yasakları yönünde hareket eder. Bu yolda O’nun rızasını kazanmaya çalışır. Bu kişiler dünya hayatında huzura kavuşurken onlara ebedi ahiret yurdunda sınırsız nimetler de verilecektir. Allah’ı (c.c.) el-Hakem güzel ismi ile kabul etmeyenler ise büyük bir pişmanlık yaşayacaklardır.   
 
Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Kim Rabb olarak Allah’ı, din olarak İslam’ı, peygamber olarak Muhammed’i (s.a.s.) tanır, razı olursa imanın tadını alır.”

İnsanlar ölüp de kabre girdiklerinde Münker, Nekir melekleri gelip onları sorguladıkları zaman ilk sorularının da şunlar olacağı bir hadis-i şerifte bildirilmiştir: “Rabb’in kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir? Kitabın nedir?” Kuşkusuz bir insanın bu sorulara doğru yanıt verip azaptan kurtulabilmesi, dünyada hayatta iken yaşam biçiminde Allah’ı (c.c.) er-Rabb ve el-Hakem güzel isimleri ile tanıması ve kabul etmesi ile olur. Çünkü orada insan sorulara zekâsı ve kurnazlığı ile değil dünyada hayatta iken kabul ettiği ve izlediği yaşam biçimi ve amelleri yönünde yanıtlar verecektir. Hiç kimse evrenlerin Rabb’i ve el-Hakîm’i olan Allah’ı (c.c.) ve O’nun sorguda görevlendirdiği meleklerini kandıramaz. Bu sorular bir insanın tüm yaşamını, yaşamının anlamını, yönünü kuşatıcı olduğundan onun azap yada ödül sahibi kişilerden hangisi olduğunu belirlemektedir.

 İnsanların çoğu yaratıcı olarak Allah’ı (c.c.) kabul ettikleri halde el-Hakem güzel ismiyle O’na inanmazlar. Yaşamlarında Allah’ın (c.c.) hükümlerine yer vermezler. Kuran-ı Kerim’de sıfatları ve güzel isimleri ile Kendi’sini tanıtan Allah’a (c.c.) değil kafalarında arzu ve hevesleri istikametinde yarattıkları sahte ilahlara iman ederler. Peygamberin (s.a.s) sünnetini de küçümserler ve onun çağdışı kaldığını söylerler. Allah’ın (c.c.) dinine ters düşen çeşitli ideolojilere; kendi akıllarına, arzu ve heveslerine uygun olarak hareket ederler.

“Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? (En’am suresi, ayet 114)”, “Allah, aramızda hüküm verenlerin en hayırlısıdır (A’raf suresi, ayet 87).”, “Kim Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler (Mâide suresi, ayet 44).”

El-Hakem güzel isminin kula yüklediği görev, Kuran-ı Kerim’e ve peygamberimizin (s.a.s) sünnetine uygun olarak yaşamaktır.
Muhsin İyi

sümeyra
Tue 11 October 2011, 06:34 pm GMT +0200

   Bu güzel isim ALLAH’ı (c.c.) adeta bir anne-baba yada öğretmen gibi emir ve yasaklar konusunda, insanın eğitilmesinde, yaşamının biçimlenmesinde yetkili konuma getirmektedir.

     Konu bütünlük itibarıyla güzel.. ama bu cümlelerdeki ifade tarzı beni rahatsız etti..

   Peygamberimizin (s.a.s) ahlakı Kuran-ı Kerim olduğu gibi tüm yaşamı da bu kitapla yoğrulmuştu. Medine’de kurduğu İslam devleti ile Kuran-ı Kerim ahlakıyla, ahkamıyla yeni bir toplum kurmuştu. Bu yeni devlette ALLAH’ı (c.c.) el-Hakem güzel ismiyle kendi yaşamında ve toplumda hâkim kılmıştı.

    Bu ifade de bana göre yanlış..Bu alemde ne oluyorsa Rabbimizin dilemesiyle olur..Kulları O'nun c.c. dilediği şeylerin olmasına vesile olabilir..Peygamber Efendimiz s.a.v. de Rabbimizin KULUDUR..Kur'an*ı Kerim'i toplumda hakim kılan Rabbimizdir..Efendimiz s.a.v. de bu emrin gerçekleşmesine vesile olmuştur..

muhsin iyi
Sat 15 October 2011, 04:48 pm GMT +0200
örfi olarak bu ifadeler kullanılabilir. bir sakınca yoktur. Ama her şeyin, her fiiilin, insanın yaptığı fiillerin de yaratıcısı olarak itikadi açıdan Allah kabul edilir. bu nedenle bu tür ifadelerde bir sıkıntı söz konusu olmamıştır. kaldı ki peygamberimiz hakkında zaten kimse şirk düşünemez.

muhsin iyi
Wed 9 November 2011, 04:43 pm GMT +0200
Allah Karşılıksız İyilik Yapandır,  Allahın el-Berru İsmi

Kuşkusuz insan da iyilik yapar. Ama insanı iyiliğe teşvik eden şey çoğu kez çıkarlarıdır. Bu anlamda kişinin kendisinin ve çoluk çocuğunun nafakası için çalışması da bir iyiliktir. İnsanlarla ilişkilerimizi düzeltmek, toplumdaki saygı ve sevgiyi ayakta tutmak ve yeşertmek için selam vermek de bir iyiliktir. Kişi bu iyiliklerinin karşılığını mutlaka dünyada iken görür. İbadetlerini eksiksiz bir biçimde yaptıktan sonra bunlar da birer ibadet hükmü kazanabilir.

Cehennem korkusu ve cennet arzusu ile yapılan salih ameller de birer iyiliktir. Kişiyi maksadına ulaştırır.

Tabii asıl iyilik Allah (c.c.) rızasını gözetmektir. Bunun için başkalarına yardım etmektir. Hiçbir çıkar gözetmemektir. Allah (c.c.) bu iyiliği şöyle tanımlamaktadır: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla iyiliğe erişemezsiniz (Âl-i İmrân suresi, ayet 92).” İnsan bu tür bir iyilikle kendisini aşar. Allah’a (c.c.) yaklaşır. Çünkü iyilik insanın doğasından (nefsinden) gelmez. Nefis iyilikten hoşlanmaz. Nefis bencil doğası ile önce kendisini düşünür. İyiliğin önündeki en büyük engel nefistir. İyilik yapacak kişi nefsin bu doğasıyla çatıştıktan ve bu mücadeleden galip geldikten sonra ancak bunu başarabilir. Bu nedenle Allah (c.c.) iyiliğe büyük ödüller vermektedir.

El-Berr (iyilik eden, iyiliği çok olan) güzel ismi ile insana düşen görev şudur: Allah (c.c.) insana karşılıksız iyilik yapar. İnsanı yoktan yaratması ona en büyük iyiliğidir. Hayat için gerekli koşulları yaratması, dini için peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi insana yaptığı büyük iyiliklerdendir. Allah’ın (c.c.) iyiliklerinin hepsini saymamız ise imkânsızdır. Gerçi görünüşte Allah (c.c.) emir ve yasaklarla bizden bu iyiliklere karşılık bir şeyler ister. Ama aslında bu emir ve yasaklar da bizim iyiliğimiz içindir. Yasaklanan her şeyde manevi dünyamız için binlerce zehir vardır. Allah’ın (c.c.) bizim ibadetimize ihtiyacı yoktur. O’na ibadet etmeye biz muhtacız. Nasıl bedenimizin yeme içme gibi temel ihtiyaçları varsa ruhumuz da Allah’a (c.c.) kul olmanın verdiği huzura, mutluluğa muhtaçtır. Bu da ibadetlerle gerçekleşir.
Muhsin İyi

muhsin iyi
Wed 9 November 2011, 04:44 pm GMT +0200
Allahın Suçluları Cezalandırması, Allahın  el-Muntekimu İsmi

Allah (c.c.) suçluları mutlak adaletiyle cezalandırır. Aslında bu dünya, bir ceza ve ödül yurdu değildir; hikmet ve sınav yeridir. Gerçek anlamda ödül ve ceza ancak ahirette hesapların görülmesinden sonra tecelli edecektir. Bu açıdan bu dünyada başa gelen bela ve musibetleri sadece Allah (c.c.) tarafından kula taktir edilen ceza olarak düşünmek doğru değildir. Çünkü bu tür sıkıntıların altındaki hikmeti ve imtihan sırrını kimse bilemez. Allah (c.c.) kulun ahiretteki derecesini yükseltmek için de bela ve musibet verebilir. Ama tövbe etmeye vesile olması dolayısı ile başa gelen bela ve musibetlerin günahlarımız yüzünden olduğunu düşünmenin kişi için büyük bir yararı vardır. Yalnız bu değerlendirmeyi sadece kendi nefsimiz için yapmalıyız, başkaları için düşünmek bir terbiyesizlik ve haddini bilmezliktir.

Her ne kadar bu dünya bir ceza ve ödül yeri olmasa da Allah (c.c.) bazı günahların cezasını bu dünyada da vermektedir. Kuran-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde başımıza gelen bela ve musibetlerin günahlarımız yüzünden olduğu belirtilir. Ayrıca Kuran-ı Kerim’de bazı kavimlerin toplu olarak imha edilmesinde onların çeşitli günahları korkusuzca işlemeleri; peygamberlere uymamaları ve karşı gelmeleri gerekçe olarak gösterilir. Her ne kadar bu toplu imha ile ilgili ilahi yasa (sünnetullah), peygamberimizin (s.a.s) ümmeti için kaldırılmışsa da insanların toplu olarak zarar gördüğü âfetlerde de her insanın çıkarması ve alması gereken ibret dersleri vardır.

Allah (c.c.) bazı günahların cezasını bu dünyada verir, kulu tertemiz olarak katına alır. Bu anlamda hastalıklar, yoksunluklar, kaza ve belalar… Allah’tan (c.c.) bilinip sıkıntılarına kimseye şikayet etmeden sabredilirse günahlara kefaret olacağı düşünülebilir. Allah (c.c.) bazılarının günahlarını ahirete erteler, onların dünya ile ilgili her dualarına da icabet eder. Öyle ki kişi artık ölümden sonraki yaşam için de kendince bir eminlik duygusu içerisine girer. Kendisini hiç sorgulamaz. Azgınlaşır. Yasakları meşru görmeye, farzları yerine getirmemeye başlar. Anlaşılır ki Allah (c.c.) böyle birisinin hesabını ahirete ertelemektedir. Sonu ise çok kötü olacaktır. Ahirette azaba uğrayacaktır.

Bir Müslüman’ın diline beddua hiç yakışmaz. Onun için kendisine zulmeden kişilere karşı sabırlıdır. Allah’a (c.c.) tevekkül eder. Daima başkalarının hidayetini ve ıslahını arzular. Nitekim peygamberimiz (s.a.s.) de kendisine onca zulmü reva gören kavmi için hep hidayet ve rahmet dilemiştir.

El-Muntekim (suçluları cezalandıran, mazlumun hakkını alan) güzel ismi ile kula düşen görev şudur: Başkalarına zulmetmek bir Müslüman’a yakışmaz. Böyle bir şey olduğunda bir Müslüman’ın derin bir pişmanlık duyması, zulmettiği kişiden hakkını helal ettirmeye çalışması gerekir. Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır: “Mazlumun âhından sakının, çünkü onunla Allah (c.c.) arasında bir perde yoktur.” Demek ki bir insanı mağdur etmek, bela ve musibete davetiye çıkarmak gibidir.
Muhsin İyi

muhsin iyi
Mon 16 January 2012, 07:39 pm GMT +0200
 Manevi Temizlik, Günahlardan Kurtulma, Manevi Olgunlaşma, Allahın el-Kuddûsü  İsmi
Allah El- Kuddûs (c.c.) güzel ismi ile yeryüzündeki ekolojik dengede tecelli etmiştir. Şöyle ki: Dünya yaratılalı beri sayısız bitki, hayvan, insan belli bir ömür sürmekte, sonra yaşamlarını yitirmektedirler. Ama kendilerinden arta kalan cesetleri yeryüzünü kirletmemektedir. Tıpkı bir fabrikanın atık maddelerini arıtma tesislerinde doğaya zararlı olmaktan çıkarıp bazı maddelerinden yeniden yararlanması gibi bu cesetler de ya başka bir canlının gıdası olmakta ya da mikrop ve bakteriler yolu ile çürütülüp toprağa karıştırılmaktadır. Şayet bu canlı varlıkların cesetleri bu yolla yok edilmeseydi dünyamız adeta bir çöplüğe dönüşecekti. Yaşam olanaksızlaşacaktı. Allah (c.c.) el-Kuddûs (eksiklik ve kusurdan uzak olan, her türlü kemal sıfata sahip olan) güzel ismi ile doğada tecelli ederek doğanın böyle bir eksiklikten ve kusurdan arınmasını sağlamıştır.


Allah (c.c.) insanların kemal olarak bildikleri her şeyden de münezzehtir. Çünkü insanın bildiği kemaller kusurdan ve eksiklikten uzak değildir. Ayrıca insan ibadetlerini daima kusurlu bilmelidir.


“Sübhânallah” tespihi ile Allah (c.c.) her türlü eksiklik ve kusurdan tenzih edilir. Bu tespihle el-Kuddûs güzel isminin gereğinin yarısı yerine getirilmiş olur. Allah’ı (c.c.) öven, yücelten diğer tespihlerle de (elhamdülillah, Allahu ekber) el-Kuddûs güzel isminin gereğinin diğer yarısı da tamamlanmış olur. Yani el-Kuddûs güzel ismi Allah’ı (c.c.) her türlü eksiklik ve kusurdan uzak olduğunu vurguladığı gibi O’nun her türlü kemal sıfata sahip olduğunu da düşündürmektedir.


El-Kuddûs güzel ismi hem Allah’ı (c.c.) yüceltme ve övmeyi hem de dolaylı bir yoldan da olsa kulun ahlakını güzelleştirmeyi hedeflemektedir.  Şöyle ki: Kul tövbe yolu ile manevi kirlerden, günahlardan arınabilir, Allah’ı (c.c.) kusur ve eksiklerden tenzih etme, övme ve yüceltme sayesinde de çeşitli erdemlere kavuşabilir.


El- Kuddûs güzel isminin bir parçası insan için bu dünyada abdest ve gusül suyunda tecelli etmektedir. Abdest ve gusül suları günahlardan arınmanın, tövbe etmenin adeta kapılarıdır. İnsan günahlarından tövbe ederek ilahi emirleri yerine getirmek için bunlara yöneldiğinde Allah’ın izni ile günahlarından temizlenir. Onlarca hadis-i şerif buna işaret etmektedir. Bu sayede insan Allah’a (c.c.) ibadet edecek bir paklığa erişir. İnsan ölünce bu tecelli toprağa geçmektedir. O zaman toprak kabir azabı ile kişinin günahlarını temizleyecektir. Çok İslam âlimi, biraz da olsa anlamamız için, diş ağrısını kabir azabına benzetmiştir. Tabii imansız ölen kişiler için bu azap bir temizleme olarak değil de hak olarak tecelli edecektir. Onlar ebedi olarak azapta kalacaklardır. İmanlı ölenlerin günahları sevaplarından ağırsa, kabir azabı da bunlara kefaret olarak onları temizleyecektir. İmanlı ölen kişilerin bu azap da günahlarının temizlenmesine yetmezse sıra ahrette cehennem ateşine gelecektir. İnsan biraz elini ateşe tutarsa bu azabın ne kadar dehşetli olduğunu anlayacaktır. Cehennem ateşi mümin olarak ölen kişilerin günahlarını temizlemek için azap edecektir. Tıpkı bir potada eritilen altının saf yönü ile katkı maddelerinin birbirinden ayrılması gibi. Bu cehennem azabı, dünya zamanıyla kıyaslanmayacak kadar uzun bir devri içine alabilecektir. Zira dünyanın bin yılı ahretin bir gününe tekabül etmektedir.  Allah (c.c.) bizleri kabir ve cehennem azaplarından korusun. Âmin. 


İnsanlar abdest suyunun kadrini bilmezlerse öldükleri zaman önlerine başka temizleme malzemeleri çıkmaktadır. Kabrin toprağı, cehennemin ateşi bu işleve de sahiptirler. Hâlbuki günahlardan temizlenmek bu dünyada abdest suyu ile mümkündür. Basittir. Gerçi abdest almak, namaz kılmak nefse biraz ağır gelmektedir. Ama bu dünyada bu ibadetler için biraz dişimizi sıkarsak, onların küçük sıkıntılarına katlanırsak Allah (c.c.) önümüze sırasıyla gelecek kabir hayatında, kıyamet gününde bizleri daha büyük sıkıntılara düşürmeyecektir. Cennete pis olanlar kesinlikle giremeyeceklerdir.  Allah’ın (c.c.)  emir ve yasakları bu dünyada bir imtihan konusu olduğu kadar O’nun emir ve yasaklarını yapmayanlar manevi olarak kirlenmektedirler. Gerçi nefis ve şeytan her insanı ‘Senin için temiz, gönlün temiz…’ yalanı ile kandırmaktadır. Hâlbuki ilahi emirleri, yani Allahın buyruklarını ve yasaklarını yerine getirmeyen her insan, manevi olarak kirlenmektedir. Gönlü kapkara olmaktadır. Hadis-i şerifte her günahın kalpte siyah bir leke bıraktığından söz edilmektedir. Kalp simsiyah olduğunda o kişi Allah’ın azabından kendince emin olmaktadır. Yani sanki azap ona hiç gelmeyecekmiş gibi bir duygu içerisine girmektedir. Bu ilahi bir mekirdir (hiledir). Allah böyle bir insana hidayeti nasip etmemek için bir rahatlık vermiştir. Allah (c.c.) ayet-i kerimede bu hali şöyle ifade etmektedir: ‘Allahın azabından ancak hüsrana uğrayanlar emin olabilirler. (Araf suresi, 99)’


İnsan manevi kirliğini, temizliğini şeytanın ve nefsin sözleriyle değil ilahi emirleri yerine getirip getirmediği ile ölçmelidir. İnsanların manevi kirlerinden yani günahlarından bu dünyada temizlenmeleri ancak tövbe ile mümkündür. Tövbe, tövbe-i nasuh (derin bir pişmanlıkla bir daha günahları işlememeğe ve ilahi emirleri yerine getirmeğe kesin karar verme) olursa geçmiş olan bütün günahları sevaba çevirmektedir.  Bu ayetle sabittir: “Ancak şu var ki tövbe edip iman edenler ve güzel işler yapanlar, bundan müstesnadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara dönüştürecektir. Çünkü Allah Gafûr (günahları affeden), Rahîm’dir (müminleri esirgeyendir). Kim tövbe edip güzel işler yaparsa gereğince tövbe eden odur işte (Furkan suresi, 70-71).” Artık böyle bir insan, yani tövbe-i nasuh eden birisi ibadetlere yöneldiği, yasaklardan kaçındığı için Allah (c.c.), abdest suyu ile ona rahmet eder. Abdest suyu onda Allah’ın (c.c.) el- Kuddûs ismini tecelli ettirir. Hadis-i şerifte ifade edildiği üzere kabrini cennet bahçelerinden bir bahçeye dönüştürür. Kıyamet günü de cehennemin üzerine kurulu olan sırat köprüsünden ayağı kaymadan şimşek hızı ile geçirtir. Cennete ulaştırır. Çünkü o dünyada iken temizlenmişti, günahlarını dökmüştü, artık onun için kabrin toprağının sıkmasına ve cehennemin ateşine lüzum kalmamıştır.


Dikkat edilirse su, toprak, ateş bu dünyada da temizlik malzemeleridir. Elimiz hafif kirlendiğinde suyla temizleyebiliriz. Biraz daha ağır kirlenirse, mesela yağlanırsa,  eskiden sabun olmadığı için toprakla temizlenirdi. Toprak böyle pislikleri çamur kıvamına geldiğinde alırdı. Mikroplar bilindiği üzere ateşle temizlenir. Yüz derecede mikrop yaşamaz. Yemeklerimiz bu sayede temizlenmektedir.


Dünyada imanın esaslarını teşkil eden hakikatler, gözlerden saklanıp bunun yerine onlardan birer küçük iz taşıyan Allah’ın (c.c.) ayetleri olduğu için insanın bunlara inanıp doğru yolu bulması onun kolay bir şekilde temizlenmesini sağlar. Öldükten sonra işler değişmektedir. Zira inanılması gereken ayetler değil hakikatler tecelli etmektedir. Bu nedenle insanın o zaman tövbe etmesi ve imana gelmesi bir işe yaramamaktadır. Onu temizleyememektedir. Çünkü örneğin dünyada iken varlığına inanılması gereken melekler ölünce insanın karşısına gerçekten çıkacaktır. Yine dünyada iken kuşkuyla baktığı cehennem daha kabirde iken onu küçük bir parçasıyla gerçekten yakmaya başlayacaktır. Artık kabre girdikten sonra inanılması gereken şeyler, hakikat olmaktadır. Bu yüzden ölünce imtihan sona ermekte, gerçeklerle yüz yüze kalınmaktadır. Tövbe, iman artık fayda vermemektedir.   


Ölümle birlikte insanın üzerindeki günahları ağırlaşacak, onların temizlenmesi büyük azaplarla gerçekleşecektir. Bu ağırlık bir güne nispetle bin yılın ağırlığı derecesinde olacaktır. Zira hem ayetle hem hadisle sabittir ki, dünyanın bir günü ahretin bin yılına karşılık gelmektedir. Akıllı insan geleceğini gören, ona göre hazırlığını yapandır. İlahi emirlere göre yaşayandır. Allah’ı (c.c.)  unutmayıp O’nun emir ve yasaklarına uymaya çalışandır. Nefse ağır gelen emir ve yasaklar, ruha hafiflik verirler. Ödev ve sorumluluklarını yerine getiren insan, daha bu dünyada iken cennet hayatını yaşamanın hafifliğini görür. Allah’ın emir ve yasaklarına aldırmayıp nefsine göre yaşayan bir insan görünüşte rahat ve kolay bir yolda yürüyor görünse de ruhu bundan büyük bir sıkıntı duyar. Böyle birisi dünyada gerçek huzuru hiçbir zaman bulamaz. Günahlar insanın üzerinde bir yük gibi ağırlık yaparlar. Daha bu dünyada iken insana cehennem hayatını yaşatırlar.  İşte Allah’ı, peygamberi, amentünün esaslarını gerçekten inkâr edenler ancak bu yükten biraz da olsa kurtulabilmektedirler. Onlar vicdanlarının baskısından kurtulmak için akıl ve mantık dışı olan bu yola, yani inkâr yoluna girmek zorunda kalmaktadırlar. Çünkü günahkâr bir mümin olarak yaşamak çok zordur. Sırtında bir dağ taşımak kadar sıkıntılıdır. Nefis iman ve ibadet yolu yerine inkâr yolunu tercih ettiği zaman kısmi olarak biraz da olsa rahatlamaktadır. Artık günahlarla arasına rahatsız edici olan vicdan azabı girmemektedir. Şu muhakkak ki, inkârında ısrarlı olanların yapmadan edemediği, duramadığı büyük bir günahı veya günahları bulunmaktadır. Bu günahı veya günahları için Allahın bütün ayetlerini, O’nun varlığı ve birliğine işaret eden ve evrende ve insanın kendi varlığında tecelli eden sonsuz ayetlerini görmek istememektedirler. İşte insan nefsi bu kadar korkunç bir yapıya sahiptir. Herkesin içinde de böyle bir nefis vardır. Kimse kendi nefsini temize çıkarmamalıdır. İnsan nefsine uyduğu zaman nefis en sonunda mutlaka inkâr yoluna sapacaktır. Herkes aynı kaderi yaşayacaktır. İmtihan dünyasında kimseye ayrıcalık yoktur. Onun için peygamberimiz (s.a.s) dualarında Allah’tan bir an da olsa nefsiyle baş başa kalmamayı istemiş, bu duayı da sevgili kızı Hz. Fatıma’ya öğretmiştir: ‘Allahım, Sen bizi bir an, göz açıp kapayıncaya kadar olan müddet de olsa, nefsimizle başbaşa bırakma.’ Âmin.   


Hiçbir günahı da küçük görmemeli, hemen tövbe etmelidir. Şu bilinmeli ki, insanı hasta edip yatağa düşüren gözle görülmeyen mikroplardır. Zira sekarat sırasında o küçük günah, insana büyük eziyetler yapıp şeytanların kışkırtmasıyla da insandaki imanı üzerinden alabilir. Ebedi cehennemlik yapabilir. İnsan o günah nedeniyle değil de o günahı küçük ve önemsiz görmesiyle gazab-ı ilahiyi üzerine çekebilir. Zira bu durum büyük günahlardandır. Çünkü bu büyük günahın altında Allah’ın ebedi azabını çekebilecek başkalarını küçük görme, kendini büyük görme… gibi damarlar bulunabilir. Kimse bunları anlayamaz. Göremez. Bu damarlar çok gizlidir. Öyle inanmalı ve itikat etmeli ki, her günahta insanı küfre götüren bir yol mutlaka vardır. Allah bizleri korusun.


İnsan günahlara battığı zaman tövbe ederse, temizlenir. Ama ibadetlerinde gurur ve kibre düşen, kendisini beğenen insanın aklına tövbe ve istiğfar gelmediği için şeytanlaşır. Azgınlaşır. Üstelik bir de kendisini doğru yolda sanır. Böyle bir insanın hatasını görmesi de zordur. Allah (c.c.) bizleri korusun. Âmin.


İnsan başını ibadetlerden bile kaldırmazsa da kendisini bir toz zerresi olarak görmesi gerekir. Zira ibadetler de Allah’a aittir. Allah (c.c.) insana nasip etmiştir. Allah (c.c.)  kimi insanı da ibadetleri ile imtihan eder. Şeytan bu konuda insana en büyük derstir. Hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır ki, şeytan başlangıçta meleklerin hocasıdır. Kendisi o kadar abid bir zatmış ki, gökyüzünde secde etmediği bir yer kalmamış. İnsanın ibadetlerini kendisinden bilmesi büyük bir afettir. İbadetler Allah’ın insana bir lütfudur, ihsanıdır. İnsana ibadetlerdeki düşen pay, ancak gafleti ve yanılmalarıdır.


Allah (c.c.) insanın ibadetlerine muhtaç değildir. İnsan ibadetlere ekmek su kadar muhtaçtır. Onlar olmazsa manevi olarak hayatı biter. Hayvanlardan daha aşağı bir hayatı yaşar. Allah (c.c.) her türlü eksiklik ve kusurdan uzaktır. Her türlü kemal sıfata hakkıyla sadece Allah (c.c.) sahiptir. Çünkü O El-Kuddûs’dür.


El- Kuddûs güzel isminin diğer bir parçası insan için bu ilahi emir ve yasaklarla tecelli etmektedir. İnsan abdest ve gusülle tövbe edip günahlardan arınırken yasaklardan uzak durarak ve ibadetlerle de kemal sıfatlarını kazanmaktadır. Olgunlaşmaktadır. Allah’ın (c.c.) rızasını elde etmektedir.


El- Kuddûs ismi müminler üzerinde tecelli etmeye başlayınca velilik sıfatı elde edilip manevi merhaleler kat edilir. Bu yüzden veliler bu güzel ismin hürmetine takdis edilirler: Kaddesallahu sırrahu (=Kuddise Sırrahu: Allah sırrını takdis etsin). Bu, veliler için yapılan güzel bir duadır. Velilere ayetlerdeki sırlar, yani hakikatler seviyesine, makamına göre açılır. Görülür.  Onlar bunlarla imtihan edilirler. Bu dua onların bunda başarılı olmaları için yapılır. İmtihan hiçbir seviyede, makamda bitmez. Mahiyeti değişir. İmtihan veli olunca değil ölünce biter.   


Allah (c.c.) bizlere gereğince tövbe etmeyi, iman etmeyi ve ibadet hayatını ihsan eylesin. Allah (c.c.) her birimize rızasını nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi

muhsin iyi
Thu 8 March 2012, 02:53 pm GMT +0200
Hayat, Madde, Yeniden Diriliş, Allahın El-Hayy, El-Kayyûm, El-Muhyî Güzel İsimleri
 
Allah’ın (c.c.) varlığının delillerinden biri de yeryüzünde yaşamın olmasıdır. El- Hayy Allah’ın (c.c.) canlı olması anlamına gelmektedir. Canlı varlıklar yadsınmaz bir biçimde Allah’ın (c.c.) da canlı oluşuna işaret etmektedir.


Bilindiği üzere dünyada canlı varlıklar üç guruba ayrılır: Bitkiler, hayvanlar ve insanlar. Bunlar içerisinde sadece insanlar yüce yaratıcıyı bilinçli bir biçimde düşünebilmektedir. Bir başka boyutta yaşayan cinler de bizler gibi ebedi ahiret yurdunda ceza ve ödül için sınava tabi tutulmaktadır.


Yeryüzünde hayatın başlaması bilim adamlarının merak ettiği bir konudur. Yeryüzünde insan yaşamı nasıl başlamıştır? Materyalist felsefe bu soruyu evrim teorisiyle yanıtlamaya çalışmaktadır. Onlara göre yaşam önce tek hücreli bir canlıyla başlamış, ondan da değişik türler ve varlıklar evrim yolu ile gelişmiştir. Oysa evrime kanıt olacak ara varlıklar fosillerde bulunamamıştır. Fosil bilim her varlık türünün müstakil olarak yaratıldığını ispat edecek sayısız kanıtlara sahiptir. Ayrıca başlangıçta oluştuğu iddia edilen tek hücreli varlık, bakteri veya virüs ile cansız madde arasında da hiçbir ilgi kurulamamıştır. Organik maddelerden hücre elde etme deneyleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yaşam için cansız maddelere değil Allah’a (c.c.) borçluyuz.


Allah’ın (c.c.) hayat sahibi oluşu bizim diriliğimize benzemez. Nasıl bizim görmemiz O’nun görmesine benzemiyorsa diri oluşu da böyledir. İnsanlar diri olmalarına karşın hastalanırlar, uyurlar, yorgun ve halsiz düşerler.  Bu sırada hayatları değişir. Ölümle de hayatları sona erer. Ama Allah (c.c.) böyle şeylerden uzaktır. O bizim mahiyetini anlayamayacağımız biçimde mutlak diridir.


Hayatın kaynağı Allah (c.c.) olduğuna göre O’na inanmayanlar aslında ölüdürler. Her ne kadar diri olsalar da kalpleri hayat sahibi değildir. Çünkü kalpler ancak O’nunla diridirler. Vücudun gıdası bitki ve hayvanlardan gelir. Kalbin azığı ise imanla ve ibadetle gelen nur, feyz ve rahmettir.


   Yüce Allah (c.c.) el-Hayy güzel ismiyle varlık âleminde tecelli etmiş, canlı varlıkları yaratmıştır. Yeryüzündeki canlı varlıklar bizzat canlı ve diri olmaları ile yüce yaratıcının varlığını; O’nun canlı ve diri özelliklere sahip olduğunu kanıtlamaktadır.


   El-Hayy (Allah [c.c.] diridir) güzel ismi ile üzerimize düşen görev, yaşamımızın kaynağını Allah’tan (c.c.) bilerek O’na kul olmaktır. İman ve ibadetle kalpleri diri tutmak ve beslemektir.


   Kuran-ı Kerim’de Allah’ın (c.c.)  el-Kayyûm güzel ismi, el-Hayy güzel ismi ile birlikte geçer. Örneğin şu ayette olduğu gibi: “Allah O’ndan başka ilah yoktur. Diridir (Hayy), Kayyûm’dur (Bakara suresi, ayet 255).”


   Allah’ın (c.c.) el-Kayyûm güzel isminin el- Hayy güzel ismi ile birlikte zikredilmesinin altında bir hikmet ve sır bulunmaktadır. El-Hayy Allah’ın (c.c.) canlı varlıklar üzerindeki hâkimiyetini temsil etmektedir. Bu hâkimiyetin en zirve noktasını teşkil etmektedir. Her canlı varlığın perçemi Allah’ın (c.c.) elindedir. Allah (c.c.) diri oluşu ile canlı varlıklar üzerinde her an tecelli etmektedir. İnsan canı çıkınca ölmekte, bedeni toprak olmaktadır. Demek ki el-Hayy güzel ismi ile Allah (c.c.) her canlı varlık üzerinde en birinci hakka sahip olduğu gibi canlı varlıklar da Allah’a (c.c.) karşı bu güzel isminin üzerindeki tecellisi ile hakkı ödenmesinin olanağı olmayan büyük bir borç altına girmişlerdir. Allah (c.c.) eceli gelenden bu güzel isminin tecellisini çekmekte ve böylece ölüm hemen gerçekleşmektedir. İşte el-Kayyûm da cansız varlıklar için böyle hayati bir anlama sahiptir. Allah (c.c.) el-Kayyûm güzel ismi ile bütün evreni, maddeyi ayakta tutmaktadır. Bu ismin tecellisi bir an bile evren ve madde üzerinde çekilse her şey o anda yokluğa karışırdı. Yıldızlar ve gezegenler birbiriyle çarpışır, madde elementlerine ayrılırdı. Onun için el-Kayyûm güzel ismi cansız varlıklar üzerinde sürekli tecelli etmektedir. Bir an bile kesintisi söz konusu değildir. Kıyamet bu güzel ismin evren ve madde üzerinden çekilmesi ile kopacaktır. Yıldızlar ve gezegenler birbirleri ile çarpışacak, maddenin en küçük yapı taşı atomlar ise elementlerine ayrılıp yokluğa karışacaklar.


   Nasıl el-Hayy güzel ismi ile Allah (c.c.) her canlı varlık üzerinde en birinci hakka sahipse ve canlı varlıklar da Allah’a (c.c.) karşı bu güzel isminin üzerlerindeki tecellisi ile hakkının ödenmesinin olanağı olmayan büyük bir borç altına girmişlerse Allah (c.c.) el-Kayyûm güzel ismi ile de cansız varlıklar üzerinde en büyük hakka sahip olmakta ve cansız varlıklar da Allah’a (c.c.) karşı bu güzel ismin üzerlerindeki tecellisi ile hakkının ödenmesinin olanağı olmayan büyük bir borç altına girmişlerdir. İşte bu büyük borçtan ötürü yıldızlar ve gezegenler bildiğimiz dönme hareketleri ile sürekli zikir halindedirler. Madde de en küçük yapı taşı olan atomlarındaki benzer kozmik yapıyla çekirdek ve elektronlarıyla bu zikre kendi iç bünyesinde devam etmektedir.


En büyük zikri madde âlemi yapmaktadır. Ondan sonra irade olayı arttıkça bu zikir olgusu azalmaktadır. Madde irade yönü ile tamamen Allah’a bağlıdır. En büyük zikri bu yüzden o yapmaktadır. Sonra canlılardan sırasıyla bitkiler, hayvanlar ve insanlar gelir. İnsan dışındaki canlı varlıklar da kendi lisanları ve halleri ile zikirlerini yapmaktadırlar. Zaten bitkiler sürekli bir şekilde secde halinde iken hayvanlar genellikle rükû vaziyetindedirler. Fakat bunların zikirleri duyu organlarından gizlenmiştir.


   El-Kayyûm (Allah [c.c.] varlığının devamı için kimseye muhtaç değildir, her varlık varlığının devamı için her an Allah’a [c.c.] muhtaçtır) güzel ismi ile kula düşen görev, dünya ve içerisindeki her maddenin Allah’ın (c.c.) gücü ve kudretiyle ayakta durduğunu, her şeyin Allah’a (c.c.) muhtaç olduğunu, Allah’ın (c.c.) hiçbir şeye muhtaç olmadığını bilmesidir.


   Allah varlık âlemini, canlı ve cansızları kendi güzel isim ve sıfatlarına tercüman olmak, onları akıl sahibi varlıklara tanıtmak üzere yaratmıştır. Allah’ın (c.c.) güzel isim ve sıfatlarının varlık âlemine yansıması ayan-ı sabiteler (mebde-i taayyün: belirginleşme başlangıcı) yolu ile olmuştur. Ayan-ı sabiteler yokluk ile varlık arasında olan âlemdedir. Bunlar eşyanın vücuda gelmeden önce Allah’ın ilminde olan suretleridir. Allah (c.c.) bütün evreni ve içerisindeki canlı ve cansız varlıkları yokluktan meydana getirmiştir. Yani onların herhangi bir malzemesi yoktur. Allah (c.c.) güzel isim ve sıfatlarını var kılmak için yokluğa yönelmiş, bu arada Allah’ın (c.c.) bu güzel isim ve sıfatları yokluk aynasında bizim âlem-i misal adını verdiğimiz bir ara yerde rüyadaki şekiller cinsinde, yani bir çeşit model, prototip (ilk örnek) olarak meydana gelmiş, oradan da bu evren ve içerisindeki canlı ve cansız varlıklar şekillenmiştir. Bu açıdan içerisinde yaşadığımız evren, canlı ve cansız varlıklar Allah’tan (c.c.) bir parça değillerdir. Bazı mutasavvıfların savunduğu vahdet-i vücut (vücut birliği) anlayışı İslam’a aykırı bir yoruma da neden olmuştur. Daha doğrusu aslında onlar, yani mutasavvıflar bununla madde âlemine bir ezelilik ve ebedilik vermedikleri gibi ilahi bir anlam da yüklememişlerdir. Yaratıcı ile yaratılan arasındaki keskin çizgiye her zaman dikkat etmişlerdir. Fakat geçmişte ve özellikle çağımızda art niyetli bazı kişiler, vahdet-i vücut anlayışını sapkın bir düşünce  ile yorumlamışlardır. Onlar –hâşâ- bu anlayışla varlık âlemi ile Allah’ı bir görme düşüncesini savunmuşlardır. Oysa yüce Allah Kuran-ı Kerim’in değişik yerlerinde her şeyi yoktan var kıldığını beyan buyurmaktadır (Enam suresi, 101; Zariyat suresi 47). Evren ve içerisindeki canlı ve cansız varlıklar ezeli olmadığı gibi ebedi de değillerdir. Kim bunların ezeli ve ebedi olduğuna inanırsa itikadi bir yanlışlığa düşer, dinden çıkar. Ezeli ve ebedi olan Allah’tır. Allah güzel isim ve sıfatlarından bazılarını görünür kılmak için yokluktan bu varlık âlemini meydana getirmiştir. Aslında var olan sadece Allah’tır. Yok olan da bütün varlık âlemidir. Ama bizler duyu organlarımızla Allah’ı algılayamamaktayız, oysa duyu organları ile algıladığımız bu âlemi var sanmaktayız. Allah, El-Müteâl (aşkın),  El-Aliyy (yüce) olduğu için bu madde âleminde görülmemektedir.  Hadislerden anlaşılacağı üzere müminler cennette bir ikram olarak Allah’ın cemali ile müşerref olacaklardır.


   El-Hayy ve El-Kayyûm güzel isimleri bütün varlık âlemini kapsadığı için bu güzel isimlerin zikredilmesi de çok faziletlidir. Hatta bazı İslam büyükleri ve evliyaları bu iki güzel ismin ism-i a’zam (en büyük isim, hürmetine duaların kabul edildiği isim) olduğunu bile iddia etmişlerdir. Bu güzel isimlerin zikri her türlü bela ve musibete kalkan, her türlü hastalığa şifa verme gibi manevi hediyelere de sahiptirler. Esma (Allah’ın güzel ismi ) ile yol alan tarikatlarda raziyye ve marziyye nefislerine ulaşanlara bu zikirler ders olarak verilir. Yani bu güzel isimler bir nefsi Allah’tan rızaya ve Allah’ın rızasına ulaştırırlar. Bunlar ise çok büyük manevi makamlardır. Kısacası bu güzel isimlerin hem dünyevi hem de uhrevi büyük hediyeleri olduğu gibi Allah rızasına ulaştırmaları da söz konusudur. Onun için kitaplar bu güzel isimlerin zikredilmesinin faziletlerini saymakla bitiremezler. Çünkü tüm evren, canlı ve cansız varlılar her şeyleri ile yani yaratılış sırları ile bu güzel isimlerin gölgesi altındadırlar. Kısacası Allah’ın her şeyi yaratmasındaki sır bu güzel isimlerde gizli olduğu için rızası da bu isimlerde aranmıştır.


İnsanın tek başına, yalnız havas bilgileri ile zikre yönelmesi beraberinde büyük itikadi yanlışlıklar ve sapmalar da getirebilecektir. Zikir ehil birisinin, mürşid-i kâmilin rehberliğinde çekilmedikçe insana yarar kadar zarar da verebilir. Tabii bu sözünü ettiğimiz şey, laza-i Celal (Allah), kelime-i tevhit gibi zikirleri çokça çekme ile ilgilidir. Yoksa Esma-i Hüsna (Allah’ın güzel isimleri) için geçerli değildir. Ama yine de Esma-i Hüsnada da ihtiyatlı olmak lazımdır.  En azından tasavvuf kültürünü hazmetmek gerekir. Tasavvuf kültürünün de temelini her an tövbe ve istiğfar halinde olma, nefsini her halükarda küçük görme, nefisle daima mücadele etme ve Allah rızasını amaç olarak görme oluşturur. Çünkü şeytanlar hiçbir fırsatı kaçırmaz. Kılavuzsuz yola çıkanları çeşitli tehlikeler bekleyebilir. Örneğin yaptığı zikirle dualarının kabul edildiğini gören birisi istidraca düşebilir.  Benliği güçlenip kendisinde olmayan çeşitli büyüklükler görebilir, kibire ve ucuba  kapılabilir. Çünkü zikrin neticesi birtakım haller yaşanmaya başlayacaktır. Bunların bazısı Rahmani bazısı da şeytanidir.  Bunları kişinin yalnız başına birbirinden ayırması imkânsızdır. Birbirlerine çok benzerler. Şeytanlar insana hep suret-i haktan yaklaşırlar. Kandırmak onların uzmanlık alanıdır. Kişi farkına varmadan şeytanın oyuncağı olabilir. Bunlar da insanı ebedi helake, pişmanlığa götürmeye yeter. Ayrıca vesveseye de düşebilir. Hele içinde bulunduğumuz çağda insanlar gerekli dini ve itikadi bilgilerden bile yoksunken onların ellerine verilecek böyle bir havas bilgisi Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinin gereği ve amacı dışında zikredilmesine yol açacaktır. Onun için zikir yoluna gireceklerin bir mürşid-i kâmilin himayesine girmesi en doğru yoldur. Nefis tezkiye olmadıkça zikir, özellikle Esma-i Hüsna zikri ona yarardan ziyade zarar verebilecektir. Çünkü böyle bir kişi Allah’ın güzel isimlerine hep nefis hesabıyla bakacaktır. Bu da onu manevi olarak zarara sokacaktır. Hâlbuki Esma-i Hüsna zikrini çekmenin temel amacı Allah’ı övüp yüceltme ve O’nun güzel ahlakıyla ahlaklanmadır. O’nun rızası dışında her şey nefis hesabınadır. Allah’ın rızası dışında kendisine bir hedef çizen ve bu konuda Esma-i Hüsnadan umut bekleyen kişi ise yoldan çıkmıştır. Nefis ve şeytanlar onu aldatmıştır. Allah bu durumlara düşmekten bizleri korusun. Evet, şu ayet-i kerime bu kişilere hitap etmektedir: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi,180).”

Allah’ın (c.c.) güzel isimleri ile dua etmek, yani uygun düşen güzel isimlerle Allah’a (c.c.) tevessül etmek, duanın kabul olmasında çok etkilidir. Tevessül etmek duada bu güzel isimleri vesile kılmaktır. Dualarda Allah’tan dünya ve ahrete dair bütün güzellikler istenebilir. Allah (c.c.) kulunun sadece dünyalık istemesinden hoşnut olmaz: “Kim ahiret mahsulü isterse onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama ahirette onun hiç nasibi olmaz. (Şûrâ suresi,  20).” Bu açıdan  duada ahireti ihmal etmek büyük bir eksikliktir. Kuşkusuz bununla dünyalık istemenin doğru bir şey olmadığını iddia etmiyoruz. Demek istediğimiz şey, istediğimiz dünyalık ile ahirete dönük ve Allah’ın (c.c.) razı olacağı bir işi ve kazancı düşünmeliyiz.

Allah’ın güzel isimleri ile zikir yaparken sadece O’nun rızası amaçlanır. Çünkü zikrin temeli ilahi aşka dayanır. Aynı kelimenin arka arka söylenmesi bir aşk ifadesidir. Onun için zikirde amaç ve edep O’nun rızasını gerektirir. Zikir Allah rızası için çekildiği zaman Allah ilgili zikrin dünyaya bakan maddi ve menevi hediyelerini de kuldan esirgemez. Fazla fazla verir.

   Kalp saniyede halden hale girer. Değişkendir. Onu bir noktada tutmak zordur. Hele zikir sırasında bu daha çok olur. Nefis ve şeytan vesveseleri ile kalbi bulandırırlar, zikri dünyevi bir amaç haline dönüştürebilirler. O yüzden Nakşibendîler, lafza-ı Celal zikrini her tespih devredişinde (100 adetten sonra) ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ demektedirler. Böylece sapmış, sapacak, dönek, renkten renge giren, girecek olan kalbe rotasını gösterirler. Kalp bu rotadan saptı mı zikir yarar değil insana zarar vermeye başlar. Bu durum Esma-i Hüsna zikrinde daha çok kendisini gösterir. Yani kalp Esma-i Hüsna zikrinde rotasını şaşırmaya daha müsaittir. Esma-i Hüsna zikrini çekerken kalp O’nun rızası dışında başka yerlere takılabilir. Onu uyarmak ve doğru yola sevk etmek gerekir. Onun için Esma-i Hüsna zikri çekerken ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ sözünü en azından başta ve sonda birer kere de olsa söylemek ve bu konuda kalbi uyarmak gerekir. Daha çok söylemek daha büyük yararlar sağlar.

Maddeye ezeli ve ebedi bir anlayış yüklediğimizde materyalist bir düşünceye sahip oluruz. Dinin en önemli umdesi ahret gerçeğidir. Bütün evren ve içerisindeki her şey kıyamet günü yıkılacaktır.  Yok olacaktır. Allah (c.c.) nasıl ilk olarak yaratma gücüne sahipse tekrar her şeyi yeniden yaratacaktır. Bu ona zor değildir. İlk olarak yaratan ikincisinde daha kolay yaratır. Gerçi Allah için kolay ve zor diye bir şey yoktur. O yaratmak istediği zaman sadece ‘Ol!’ emrini verir. Her şey O’nun ‘Ol’ emri ile yokluktan varlık sahnesine gelir (bk. Yasin suresi 82).  Materyalist anlayış maddeye ezeli ve ebedi bir anlam verdiği için bu gerçeği kabul etmez. Oysa içerisinde yaşadığımız âlem sürekli bir şekilde bu gerçeği, yani ölümden sonra diriliş olgusunu ders olarak bizlere okutmaktadır. Bu ders nefislerimize verilmektedir. Nefis ancak yaşantı yolu ile eğitilebilir. İnsanların sohbetleri, kitaplar nefse pek tesir etmez. Nefsin entelektüel zekâ ile bir ilişkisi pek yoktur. Nefis tıpkı üç yaşındaki bir çocuk gibi deneyimlerden bir şeyler kapar. Nefis hayatın içerisinde yaşayarak derslerini alır. Yüce Allah bunun için tekrar diriliş olgusunu sadece ilahi kitaplarına konu edinmemiş, ayrıca evren kitabında da bu konu değişik şekillerde işlenmiştir. Şöyle ki: Yüce Allah nefsin doğasına uykuyu ve uyanmayı koyarak ona her akşam ve sabah ölümü ve dirilmeyi anlatmaktadır. Uyku adeta ölümün küçük kardeşi gibidir. Uyanma da tekrar dünyaya gelmek kadar anlamlıdır. Doğamızdaki bu uyku ve uyanma yanında dış dünyada gece ve gündüz de birer ayet olarak tekrar dirilme gününe işaret etmektedir. Gece, uyku gibi bütün varlık âleminin ölümü hükmünde iken gündüz her şey hayat bulmaktadır. Nefis gece ve gündüz gerçekleri ile ahret gerçeğini hiç tereddüt etmeden kabullenir. İnkâr edemez. Fakat işlediği günahlar yüzünden ahretin gelmesini arzulamaz. Bunun için ahret gerçeğine gözlerini yumup materyalist bir felsefeye bağlı kalmak ister. Mevsimler ise daha görsel olarak ve pek çok duyu organına hitap ederek varlık âleminde ölümün ve tekrar dirilişin bir şölenini sunarlar. Kışın ölen tabiat, ilkbaharda tüm canlılarda bir dirilişi gerçekleştirir, ağaçlar çiçek ve yapraklarını açarlar, hayvanlar ve böcekler yavrularlar. Soğuk hava ısınır. Her taraf tekrar dirilişin şöleni ile canlanır. 


 Allah’ın El-Muhyî (ölüleri dirilten) güzel ismi Kuran-ı Kerim’de sadece aşağıdaki iki ayrı ayette olmak üzere “muhyi’l-mevtâ (ölüleri dirilten)” biçiminde geçmektedir.


“İşte bir bak, Allah’ın rahmetinin eserlerine! Ölmüş toprağa nasıl da hayat veriyor? İşte Allah, muhakkak ölüleri de böyle diriltecek. Çünkü O her şeye kadirdir (Rûm suresi, 50).”, “O’nun ayetlerinden birisi de şudur: Sen yeri kupkuru görürsün. Fakat biz üzerine su indirince yer harekete geçip kabarır. İşte bu yere kim hayat veriyorsa ölüleri de O diriltecektir. Çünkü O her şeye kadirdir (Fussılet suresi, 39).”


Bitkiler âlemindeki her yıl baharda gözlenen diriliş olayı yüce Allah’ın (c.c.) her şeye gücünün yettiğine ve ölüleri de böyle dirilteceğine işaret etmektedir. El-Muhyi yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere yüce Allah’ın (c.c.) ölülere can vermesi anlamına gelir.


İnsanı ilk defa yaratıp can veren yüce Allah (c.c.), elbette öldükten sonra tekrar yaratıp can verecektir. Çünkü bunun doğada görülen örnekleri vardır. Örneğin vücudumuzda saniyede milyonlarca hücre ölmekte, milyonlarcası da yeniden doğmaktadır.


21 Martta bazı uluslar tarafından kutlanan Nevruz Bayramının dinsel temelleri olabilir. Araştırılmalıdır. Yüce Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de her kavme peygamber gönderdiğini belirtmektedir (Yunus suresi, 47, Fatır suresi 24 v.b). Bir hadis-i şerifte 124.000 peygamber gönderildiğinden söz edilmektedir. Yani kavimlerin gelenekleri ve buluşları olarak görülen pek çok şeyin aslında peygamberlerin mucizeleri, hediyeleri, şeriatları olmasından kuşku duymak pek tabiidir. Bu sebeple eski kavimlerin durduk yerde bayram icat edemeyeceklerini, bayramların genellikle eski hak dinlerin bir kalıntısı olduğunu düşünmek son derece mantıklı ve bilimsel bir bakış açısıdır. Bütün hak dinlerin hepsi insanları aynı iman esaslarına inanmaya çağırmışlardır. Tekrar diriliş (ahret) hak dinlerin temelini teşkil eden iman esasıdır. Pek tabii ki insanların imanlarının gelişmesi için bahar mevsiminde dini bir bayram anlayışı ile diriliş olgusunun tabiatta da seyredilip kutlanması akıl ve mantığa uygun düşmektedir.


Dini bayramlar Allah’ın (c.c.) emri ile sabittir. Onda ekleme ve çıkarma olamaz. Ama geleneksel olarak kutlanan, insanların, toplumların, devletin de çeşitli açılardan teşvik ettiği bu Nevruz Bayramına dinsel açıdan yaklaşmak,  o günü dinin ve inancın istikametinde yorumlamak belki de bir ibadet kadar faziletli kılacak, farklı boyutlarla zenginleştirecek, onun daha anlamlı bir şekilde kutlanmasını sağlayacaktır.



El-Muhyî (ölüleri dirilten) güzel ismi ile kula düşen görev, doğada bitki âleminde her yıl gözlenen ölüm ve diriliş olayından ders alarak Allah’ın (c.c.) ölülere can vermesinde, çürüyüp yok olmuş bedenlerin yeniden şekillenip ruhların iade edilmesinde hiçbir kuşkuya kapılmaması ve buna göre güzel amellerle ahirete hazırlık yapmasıdır.

Allah (c.c.) her birimizin imanını yakinleştirsin.  Kıyamet gününe rızası istikametinde hazırlanmayı nasip eylesin. Kıyamet günü bizleri yüzü gülenlerden kılsın. Âmin.

Muhsin İyi
   

muhsin iyi
Tue 17 April 2012, 02:10 pm GMT +0200
Kimseye Muhtaç Olmama, Allah’ın Es-Samed Güzel İsmi
Es-Samed, hiçbir ihtiyacı olmayan, kimseye muhtaç olmayan; izni olmadan hiçbir işin hükme bağlanmadığı ve ihtiyaçlar konusunda kendisine başvurulan lider anlamlarına gelir.


Allah (c.c.) doğurmamıştır. Doğrulmamıştır. Bütün varlık âlemi O’nun “Ol!” emriyle yoktan yaratılmıştır. Nedenler zinciri ile varlıklar birbirlerine muhtaçtırlar. Canlı varlıklar yaşamak için birbirlerini yemek zorundadırlar. Biri diğerinin besin kaynağını oluşturur. Ayrıca her canlı varlık ölümlü olmasına karşın nesiller yolu ile varlığını devam ettirir. Ama Allah (c.c.) varlık dünyasına bağlı değildir. O’nun yemeye, içmeye, çoğalmaya ihtiyacı yoktur. O ezeli ve ebedidir. Zamanla kayıtlı değildir. Varlık dünyasının kanunları O’nu bağlamaz. Bundan dolayı O’nun varlığı ve varlığının devamı yaratılmış şeylere bağlı değildir. O hiçbir şeye muhtaç değildir.


Allah (c.c.) kullarının ibadetlerine de muhtaç değildir. Oysa varlıklar O’na ibadet etmeye muhtaçtırlar. Bazı insanlar, Allah’ın (c.c.) nasıl olsa bizim ibadetimize ihtiyacı yoktur, düşüncesiyle hareket ederek ibadetlerinde ihmalkâr davranmaktadırlar. Bu büyük bir zulümdür. Zira tüm varlık âlemi insanın hizmetinde olarak yaratılmışken ve kendi hal dilleri ile Allah’ı (c.c.) zikrederken insan Allah’a (c.c.) ibadet etmeyerek tüm bu nimetlere karşı nankörlük etmektedir. Bu elbette büyük bir cezayı gerektirmektedir. Çünkü her nimet kendi hal diliyle Allah (c.c.) indinde öyle bir insandan haklı olarak davacı olmaktadır.


Es-Samed güzel isminin hiçbir ihtiyacı olmayan, kimseye muhtaç olmayan anlamı dışında bir de izni olmadan hiçbir işin hükme bağlanmadığı ve ihtiyaçlar konusunda kendisine başvurulan lider anlamı da söz konusudur.


Kuran-ı Kerim’de es-Samed güzel ismi sadece bir yerde, İhlâs suresinde (Kulhu Vallahu Ahad Allahu’s-Samed…) geçer. İhlâs riyanın zıddı olan bir kavramdır. İbadetlerde Allah (c.c.) rızası dışında başka bir amaç gözetmemektir. Nasıl es-Samed güzel ismi ile Allah (c.c.) kimseye muhtaç değilse, herkes O’na muhtaçsa, kul da ibadetlerinde ihlâsla sadece O’na yönelir. O’ndan ister. Rızasını umar. Gösterişe düşmez. Allah (c.c.) dışında kimseden bir şey ummaz.
 

Son yıllarda es-Samed güzel ismindeki hiçbir ihtiyacı olmayan, kimseye muhtaç olmayan anlamı “som” kelimesi ile ifade edilmeye çalışılmıştır. Som bilindiği üzere maddenin katıksız olarak bulunduğu durumdur. Som altın örneğinde olduğu gibi. Yüce Allah (c.c.) varlıklara ait olan her şeyden uzaktır. O Kendi Kendi’sine vardır. Kimseye muhtaç olmadığı gibi her şey de O’na muhtaçtır.


Es-Samed güzel isminin kulda tecelli ettiği en önemli ibadet oruçtur. Oruç tutan bir Müslüman geçici de olsa belli bir süre yeme, içme, cinsel ilişki gibi nefsinin ihtiyaç duyduğu gereksinimlerden uzaklaşır. Bu hal Allah’ın (c.c.) es-Samed güzel ismine uygundur. Ayrıca oruç içine riyanın karışması zor olan bir ibadettir. Allah’la (c.c.) kul arasında adeta bir sırdır. En ihlâslı ibadetlerden birisidir. Bu açıdan da orucun anlamı, Allah’ın (c.c.) es-Samed güzel ismine yakındır. 


Tasavvuf yoluna giren kişilerin ihlâsı yaşamaları ve insanlardan beklentilerini kırmaları için oruca değer vermeleri ve sünnet niyeti ile pazartesi ve perşembe günlerini oruçlu geçirmeleri onlara büyük yararlar sağlar. Bu günlerde işi olanlar, kaza niyeti ile tatil günlerinde oruç tutabilirler. Hadis-i şeriflere göre cuma ve cumartesinin tek olarak tutulmamaları, ikisi beraber veya bu günlerin önceki ve sonraki günlerinin de oruçlu olarak geçirilmesi gerektiğini de belirtelim. Yani bir kişi iki günü arka arkaya olmak üzere, cumartesi-pazar, perşembe-cuma veya cumartesi-pazar günleri de oruç tutabilir.


Orucu nafile niyeti ile tutmaktan ziyade kaza niyeti ile tutmak daha yararlıdır. Çünkü Kuran-ı Kerim’de orucun kazası da emredilmektedir. Dolayısıyla bu niyetle oruç tutanlar, hem borçlarını ödemiş olurlar hem de bir farzı yerine getirmenin sevabına kavuşurlar. Şayet üzerimizde oruç borcu yoksa da bazı oruçlarımız yara almış (gıybet, kötü söz, göz zinası vs. nedenleriyle) olabilir. İnşallah kaza niyeti ile tutulanlar bunların yerini alacaktır. İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s), Mektubat’ının çok yerlerinde bir farzın yerini binlerce nafile ibadetin tutamayacağını belirtmişlerdir. Sünnetler de elbette nafilelerden çok üstündürler. Çünkü peygamberi (s.a.s) taklitle yapılan ibadetler, hem çok sevap getirirler hem de çok faziletlidirler. Hadis-i şerifte ifade edildiği üzere bu ahir zamanda bir sünneti ihyanın yüz şehit sevabı getirdiği unutulmamalıdır. Ayrıca sünnet niyeti ile tutulan oruçlar, sevap ve faziletlerin dışında peygamberin (s.a.s) zor zamanlardaki şefaatlerini de kapsarlar. Onun için (eğer üzerimizde oruç borcu yoksa) pazartesi ve perşembe günleri tutulan oruçları sünnet niyeti ile tutmakta büyük fayda vardır.


Es-samed zikri kulda ihlâsı ve gönül tokluğunu oluşturur. Allah’a imanı yakinleştirir. Bu açıdan belaları önleyici olduğu gibi rızkı da celbedicidir. Aynı şeyler oruç için de geçerlidir.


Oruçlar, gelebilecek hastalılara da kefaret olurlar. Hadis-i şerifte oruç sağlıktır diye buyrulması bundandır. Ahirette cehennem ateşine engel olacak en başlıca ibadet oruçtur. Onlarca hadis-i şerif orucun cehennem ateşine kalkan olacağını ve siper vazifesi göreceğini belirtmektedir. Her insanın mutlaka cehenneme uğrayacağı ise ayet-i kerime ile sabittir (Meryem suresi, 71). Çünkü Sırat köprüsü cehennem üzerine kuruludur. Bütün insanlar bu köprüden geçmek zorundadırlar. Tıpkı bazı katlarda duran asansör gibi Sırat köprüsü üzerindekileri cehennemin bazı katlarında ve kısımlarında boşaltacaktır. Müminler cennete bu köprü ile değişik hızlarda varacaklardır. Cehennem Allahın (c.c.) izni ile mümine tuttuğu oruçlar sayesinde tesir etmeyecektir. Ayrıca oruç kullara muhtaç olmayı engelleyicidir. İnsana içerisinde bulunduğu toplumda manevi olarak büyük bir itibar da kazandırıcıdır.


Allah’ın bu güzel ismini zikrederken edebe çok dikkat etmelidir. Onun bu güzel ismini zikirle elde edilecek dünyevi yararlar düşünülmemelidir. Maksat bu güzel isme yaraşır bir şekilde yüce Allah’ı övmek olmalıdır. “Kim ahiret mahsulü isterse onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama ahirette onun hiç nasibi olmaz. (Şûrâ suresi, 20).”


Farz olan oruç dışında bazı sair günleri kaza, sünnet ve nafile oruçlarla süsleyen bir kişi üzerinde Allah’ın Es-Samed güzel ismininin bu sözünü ettiğimiz faziletlerini Allah’ın (c.c.) izni ile tecelli ettirecektir. Bu açıdan oruçlu iken bir miktar Es-Samed güzel isminin zikrini çekip bu güzel ismin anlamı üzerinde düşünmek ve Allah’ı bu güzel ismi ile yürekten övmek dünya ve ahret yararlarına yol açtığı gibi oruç ibadetinin sır ve anlamlarını da kavramaya ve anlamaya yardımcı olacaktır.


Unutulmamalı ki, gerek oruç gerekse Es-Samed güzel isimlerinin manevi hediyelerinin en önemlisi ihlâstır. İhlâs ise tasavvufun elde etmek istediği temel amaçtır. İçerisinde bütün dünya ve ahret mükâfatlarını barındırır. Dinin temeli ihlâstır. Dinde ihlâs sahibi olmadığı zaman Allah korusun münafıklık tehlikesine düşeriz. 


Allah’ı dünyevi maksatlar için öven kişiler, dinin gayesinin ahret olduğu gerçeğini unutmuşlardır. Onlar ihlâstan hisse alamamışlardır. Maalesef Yahudiler bu duruma düşmüşlerdir. Onlar dünya için ahretlerini az bir dünya menfaati karşılığı satmışlardır. Dinlerini tahrif etmişlerdir. Allah ümmet-i Muhammedi bu afattan korusun. Âmin. “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi, 180).”


Es-Samed güzel ismi ile kula düşen görev, Allah’ın (c.c.) hiçbir şeye muhtaç olmadığını, herkesin O’na muhtaç olduğunu düşünerek ibadetlere ihlâsla büyük önem vermektir.


Allah kendisini razı olacağı şekilde tanımamızı ve O’na ibadet etmemizi ve her şeyden önce ihlâsı bizlere nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi

muhsin iyi
Wed 6 June 2012, 02:51 pm GMT +0200
 Sıkıntıları Gideren, Hayır Kapılarını Açan, Allah’ın El-Fettâh Güzel İsmi

El-Fettâh (kapalı şeyleri açan; sıkıntıları ortadan kaldıran ve sorunları çözen; hakla batılın arasını açan) güzel ismin kökü olan feth,  “açmak” anlamına gelir. Bu maddi ve manevi olabilir. İnsanın yaşamında sınıfını geçmesi, bir sınavı kazanması; kalfanın usta olması, bir iş yeri açması, ev satın alması; kişinin nişanlanması, evlenmesi… birer maddi fetih olduğu gibi tövbe etmesi, namaza başlaması, namazdan zevk alması, namazla ilgili bazı sırları yaşaması da birer manevi fetih olarak zikredilebilir. Bu açıdan her ne kadar bu fetihler kulun çalışması ve gayreti ile elde ediliyorsa da bunların her biri Allah’ın (c.c.) izniyle ve El-Fettâh güzel isminin tecelli etmesiyle meydana gelmektedir. Bunun için bir insan, tıpkı rızık hususunda nasıl çalışma ve gayret ile fiili duada bulunuyorsa ve bunun sonucu olarak er-Rezzâk (rızık veren) olan Allah’ın (c.c.) nimetlerine eriyorsa hayatındaki sıkıntıları ortadan kaldırmak, sorunları çözmek, bazı nimetlere ermek için gösterdiği ve birer fiili dua hükmünde olan çalışma ve gayretlerle de Allah’ın (c.c.) el-Fettâh güzel isminin tecellisine vesile olabilir. 

Allah’ın El-Fettâh güzel isminin tecellilerini hayatımızda görüp ona şükretmek gerekir. Bütün sıkıntıların çözümünde bu güzel isim tecelli eder. Hayır kapıları bu güzel ismin tecellisi ile açılır. Müslüman birisi etrafındaki nesneleri ve kişileri nasıl duyu organları ile algılıyorsa manevi organları ile Allah’ın bu güzel isminin hayatındaki tecellilerinde de dikkat kesilmelidir. Böyle durumlarda Allah’a şükretmelidir. Ayrıca bu tür tecellileri zaman zaman hatırlayarak duygusallaşmalı, Allah’ı övmeli ve yüceltmelidir. ‘Ama, Rabbinin nimetlerini söyle (say, anlat, hatırla…)! (Duha suresi, 11)’

İnsanın hayatı baştan sona El-Fettâh güzel isminin tecellileri ile doludur. Zira her birimiz annemizden doğduğumuz zaman çaresiz, zayıf, bilgisiz birisi idik. Okullar okuduk, iş hayatına atıldık. Pek çok şeyler öğrendik. Pek çok şeylere sahip olduk. Bu sırada pek çok sıkıntı ile karşılaştık. Bunların bazısını veya çoğunu aştık. Pek çok hayır kapısı bize açıldı. Tüm bunlarda yüce Allah’ın El-Fettâh güzel ismi üzerimizde tecelli etti. ‘O istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymak isteseniz sayamazsınız. Gerçekten insan çok zalimdir, çok nankördür (İbrahim suresi, 34).’

İnsan şöyle bir düşününce, Allah’ın El-Fettâh güzel isminin her gün defalarca kez üzerinde tecelli ettiğini görecektir. Evdeki musluk bozulur, yapılmasa evi su basacaktır. Tamirci gelir, bu sıkıntıyı giderir. Para sıkıntısı çektiğimiz an bir yerden gelen para ile rahatlarız vb. Böyle durumlar dışında iş hayatımızda büyük bir rahatlamaya girebiliriz. Allah hiç beklemediğimiz kapıları açarak iş hayatımızda El-Fettah güzel ismini tecelli ettirebilir. Bütün bu durumlar şükrü icap ettirir. 

El-Fettah güzel ismi tasavvuf ve tarikat yoluna giren kişilerde daha bir anlamlı tecelli eder. Çünkü zikir ve rabıta ile yaşanacak binlerce hal vardır. Nakşibendiyye tarikatında zikre 5.000 Lafza-i Celalle (Allah) başlanır. Bu zikir önce kalbe vurulur. Kalp normal şartlarda iki ay içerisinde harekete geçer. Nasıl hamile bir bayanın karnındaki çocuk belli bir zaman sonra harekete geçerse bu zikir de önce karın kısmını yılan gibi oynatmaya başlar. Bu, zikrin kalbe tesir ettiğinin göstergesidir. Bir anlamda manevi bir fetihtir. Sonra başka haller tek tek fethedilir. Letaif noktalarının yanması, ağrıması, açılması gibi. Öyle ki burada bunları tek tek anlatmanın imkânı yoktur. Kısacası Allah’ın El-Fettâh güzel ismi sofide yeni bir halle birkaç ay içerisinde başka bir şekilde tecelli eder. Bunun sonu yoktur. İlahi tecelliler her kişide farklı tecelli ettiği gibi kişinin hayatı boyunca da bu farklılık devam eder.

Tabii feth deyince aklımıza hemen büyük bir ibadet olan cihat gelir.

Tarihte İslam devletlerinin bir fetih üslubu ve yönetim anlayışı vardı. Allah (c.c.) onlara el-Fettâh güzel ismiyle yeni toprakları fethetmeyi nasip eylediğinde sivil halka ilişmiyorlardı. Amaçları o topraklarda kurulan İslam devletiyle insanların Allah’ın (c.c.) diniyle tanışmalarını sağlamaktı.  Adaleti, insanlığı görüp yaşamalarını gerçekleştirmekti.

 “Dinde zorlama yoktur (Bakara suresi, ayet 256).” ayeti gereği tarihteki İslam devletlerinde farklı dinlerin mensuplarına saygı ve hoşgörü gösterilmiştir. Müslümanlar, Gayri Müslimlerle gerek bireysel gerek toplumsal ilişkilerinde kendi dinlerinin hak olduğunu bunlara kanıtlamak zorunda hissetmişlerdir. Gayri Müslimlerin büyük çoğunluğunun gönüllerini Allah’ın (c.c.) el-Fettâh güzel isminin tecelli etmesiyle kazanmışlardır. Onları inançlarında özgür bıraktıkları halde büyük kısmının gönül rızaları ile Müslüman olmalarına vesile olmuşlardır.

Bugün fetih genellikle manevi alanda gerçekleşmektedir. Kalpler İslam dinine kazandırılmaya çalışılmaktadır. Bunda da tıpkı atalarımızın fethettikleri topraklar üzerinde Gayri Müslimlere gösterdikleri hoşgörüyü, saygıyı insan ilişkilerinde temel almak zorundayız. Çünkü İslam dini başka dinlerdeki ve ideolojilerdeki zorbalığın ve baskının yerine bu yüce kuralı ile gönülleri fethetmektedir.

   Kuran-ı Kerim’deki Fetih suresi de Allah’ın El-Fettâh güzel ismi gibi bir fazilete sahiptir. Fetih suresi okunduğunda hayatımızdaki sıkıntıları ortadan kaldırmak, sorunları çözmek, bazı nimetlere ermek gibi güzel şeylere vesile olur. Onun içindir ki peygamberimiz (s.a.s), Fetih suresi nazil olduğunda şöyle demişlerdir: ‘Bana bu gece öyle bir sure nazil oldu ki o sure benim için hem dünyadan hem de dünyadaki bulunan her şeyden daha hayırlıdır.’ Peygamberimizin (s.a.s) bu surenin faziletlerini, nimetlerini dünya ve dünya içerisindeki nimetlerle kıyaslaması manidardır. Bunun altında yatan bir hikmet bulunmaktadır. Zira bu sure öncelikle hediyelerini dünyalık nimetlerde göstermektedir. Sıkıntıların ortadan kalkması, hayırlı işlere kapı açılması dünyaya ait büyük nimetlerdir. Aslında bu sure dünyanın bütün nimetlerini kapsamaktadır. İşte bu sure-i şerife Allah’ın izni ile bütün dünya nimetlerine vesile olmaktadır. İnsan kendisine haftalık sure-i şerife virdi edindiğinde en az haftada bir gün de olsa bu sure-i şerifenin okunmasına da yer verebilir.   

   İnsan kendi küçük aklı ile kendisine neyin lazım olduğunu bilemez. Hayırlı gördüğü bir şey hakkında şer olabilir. Yine şer olarak gördüğü bir şey de hakkında büyük hayırlar barındırabilir (bk. Bakara suresi, 216). Bunları bizim önceden bilmemiz imkânsızdır. Onun için dualarda istek genel olarak belirtilmeli yani hakkımızda hayırlı ne ise onun gerçekleşmesi istenmelidir. Bu aynı zamanda edebe de uygundur.

   Allahın güzel isimleri ile tevessül yapılabilir. Hususiyle El-Fettâh güzel ismi ile de tevessül yapılabilir.
Allah’ın (c.c.) güzel isimleri ile dua etmek, yani uygun düşen güzel isimlerle Allah’a (c.c.) tevessül etmek, duanın kabul olmasında çok etkilidir. Tevessül etmek duada bu isimleri vesile kılmaktır.
    Allah’a (c.c.) güzel isimlerle tevessül etmek, Allah’a (c.c.) hamd u senâ edip peygamberine ve âl u ashâbına salât ve selâm getirdikten sonra dua konumuza uygun olan güzel isim yada güzel isimleri seçmekle ve duamızda zikrederek bunun yada bunların hakkı, fazileti, bereketi üzerine Allah’tan (c.c.) istemekle olur. Örneğin El-Fettâh güzel ismi ile şöyle tevessül yapılabilir: ‘Allah’a sonsuz hamd u senalar olsun. Peygamberimize çokça salât ve selam olsun. Ey yüce Allah’ım, Senin El-Fettâh güzel isminin hürmetine şu sıkıntılarımızı kaldır, şu hayırları nasip eyle. Âmin.’

   Zikir ise sadece Allah rızası için yapılmalıdır. Bu Allah’ın (c.c.) güzel isimleri için de böyle olmalıdır. Zira zikir aşk gibi bir yüce duyguyla çekilir. İsimleri arka arkaya söylemenin başka bir mantığı yoktur. Allah’ın güzel isimleri Allah’ı övmek ve yüceltmek gibi bir ulvi gaye ile çekilmelidir. Dünyevi bir maksatla zikrettiğimizde bu her şeyden önce edebe aykırıdır. Allah’ın rızası niyeti ile zikir çekildiği zaman yüce Allah o kişiye ilgili Esma-i Hüsnanın dünyaya bakan faziletlerini, nimetlerini de armağan olarak verir. ‘Allah (c.c.) sonsuz lütuf ve ihsan sahibidir (Hadid suresi, 29).’ Allah (c.c.), kapısına geleni boş göndermez. Zira zikirle insan Allah’ın kapısını çalar.

   Her Esma-i Hüsnanın dünyaya bakan faziletleri, hediyeleri vardır. Yani bir kişi herhangi bir Esma-i Hüsna zikrini çekerse havas bilgileri olarak kitaplarda geçen nimetlere Allah’ın izni ile erişebilir. Ama burada yanlış olarak gördüğümüz husus, kişilerin zikri çekerken Allah rızası dışında bir gayelerinin olmalarıdır. Dünyevi maksatlarla zikir çekmeleridir. Zikir sadece Allah rızası için çekilmelidir. Bundan başka Allah’ın güzel isimlerini zikir ile amaçlanan şey, Allah’ı övmek, yüceltmektir. Gerçi bu da Allah’ın rızasına muvafık olan bir şeydir.

Kalp saniyede halden hale girer. Değişkendir. Onu bir noktada tutmak zordur. Hele zikir sırasında bu daha çok olur. Nefis ve şeytan vesveseleri ile kalbi bulandırırlar, zikri dünyevi bir amaç haline dönüştürebilirler. O yüzden Nakşibendiler, Lafza- Celal zikrini her tespih devredişinde (100 adetten sonra) ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ demektedirler. Böylece sapmış, sapacak, dönek, renkten renge giren, girecek olan kalbe rotasını gösterirler. Kalp bu rotadan saptı mı zikir yarar değil insana zarar vermeye başlar. Bu durum Esma-i Hüsna zikrinde daha çok kendisini gösterir. Yani kalp Esma-i Hüsna zikrinde rotasını şaşırmaya daha müsaittir. Esma-i Hüsna zikrini çekerken kalp O’nun rızası dışında başka yerlere takılabilir. Onu uyarmak ve doğru yola sevk etmek gerekir. Onun için Esma-i Hüsna zikri çekerken ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ sözünü en azından başta ve sonda birer kere de olsa söylemek ve bu konuda kalbi uyarmak gerekir. Daha çok söylemek daha büyük yararlar sağlar.

Dualarımızda dünyevi şeyleri isteyebiliriz. Ama duada ahreti de unutmamak gerekir. Aslında dinin ruhu ahret olduğu için öncelikle ahrete talip olmamız gerekir. “Kim ahiret mahsulü isterse onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama ahirette onun hiç nasibi olmaz. (Şûrâ suresi,  ayet 20).”
 
Allah (c.c.), El-Fettâh (kapalı şeyleri açan; sıkıntıları ortadan kaldıran ve sorunları çözen; hakla batılın arasını açan) güzel isminin hürmetine bizlerin bütün sıkıntılarımızı gidersin, bizlere bütün hayır kapılarını da açsın. Âmin.
Muhsin İyi

muhsin iyi
Sun 24 June 2012, 06:01 am GMT +0200
Depresyon Bunalım, Ruhsal Sıkıntı, İç Darlığı, Allahın El-Kâbid, El-Bâsit Güzel İsimleri

Dünya imtihanı gereği Allah (c.c.) bazı kullarını maddi ve manevi çeşitli sıkıntılara uğratır. O’ndan gelen her bela ve musibet aslında büyük bir ikramdır. Güzel sabır gösterirsek günahlarımıza kefarettir. Güzel sabır (sabr-ı cemil), ilgili sıkıntıdan dolayı kimseye dert yanmamakla, sıkıntıyı Allah’tan (c.c.) bilip haline şükretmekle gerçekleşir.


Her sıkıntıdan sonra bir kolaylığın olduğu bir doğa yasasıdır, yani bir sünnetullahtır. Tıpkı her yokuştan sonra bir inişin olması gibi. Bu durum her işte de böyledir. İnsan bir işte önce büyük sıkıntı yaşar, bunalır, türlü sorunlarla boğuşur, bir gün gelir işin tadını almaya, meyvesini yemeye başlar. Zor iş artık kolaylaşır. Sıradan bir iş haline gelir. Yüce Allah (c.c.) belki de insanların bu ilahi kuralı anlamakta şaşkınlık yaşayacağını bildiği için tekit maksadıyla şu ayetlerle iki kere yinelemiştir: “Demek ki, güçlükle beraber kolaylık vardır. Evet, güçlükle beraber kolaylık vardır (İnşirâh suresi, ayet 5, 6).”


İnşirah suresi ruhsal sıkıntı ve darlık anlarında okunduğunda kalbe bir genişlik ve huzur verir. Ruhsal sıkıntıyı ve darlığı atmamızı sağlar.
 

Sabreden insan her güçlükten sonra bu kolaylığı elbette görecektir. Çünkü Allah (c.c.) ilahi kanunları şaşmaz ölçülerle koyar. Demek ki El-Kâbid (sıkan, daraltan) güzel ismi, güzel sabır (sabr-ı cemil) göstermek suretiyle El-Bâsit  (genişlik ve ferahlık veren) güzel ismine ulaşmada bir vesiledir.


Özellikle bazı zikirler ruhsal sıkıntıları üzerimizden atmamıza büyük yararlar sağlar: Bunlar içerisinde ‘La havle vela kuvvete illa billahil Aliyyül Azim (Yüce ve büyük Allahtan başka güç ve kudret sahibi yoktur.)’ zikrinin çok büyük sırları vardır. Peygamberimiz (s.a.s) bu zikrin 99 derde deva olduğunu söylemiştir. Cinni şeytanların sıkıntılarına duçar olanlara bu zikir ilaç gibi gelir. (Bu durumda olanlara günde en az iki yüz kere çekmeleri tavsiye olunur.) Yeter ki her gün bu zikre devam edilsin. Ayrıca birtakım şerli ve güçlü insanların kendisine zarar vereceği, makam ve mevkisinden edeceği türde kaygı yaşayanlara da bu zikir büyük yararlar sağlar. Bu zikirde Kelime-i tevhidin en büyük sırrı gizlidir. Çünkü insanlar günümüzde Allah’a açıkça birtakım putları şirk koşmamakta ama çeşitli güç ve kuvvet kaynaklarına güvenerek, yaslanarak Allah’a şirk koşabilmektedirler. Ağızlarından şirk kokusu ihtiva eden büyük sözler çıkabilmektedir. İşte bu zikri çekerken her zaman güç ve kuvvetin gerçek sahibinin yüce Allah (c.c.) olduğu tefekkürünü de yapmak gerekir. Konumuz açısından bu zikrin önemi ise son derece büyüktür. İnsanlar kabz (ruhsal sıkıntı, darlık) haline genellikle başkalarından gördükleri kötü muamele veya beklentilerine cevap bulamama nedenleriyle girmektedirler. Bu zikir kötü gibi görünen kişilerin, olayların arkasında Allah’ın güç ve kudretinin tecelli ettiğini algılamayı sağlayarak (hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak kadere imanın en önemli rüknüdür) kişinin gerçeği kavramasını, günahlarına ve kötü hallerine tövbe ederek Allah’a yönelmesini gerçekleştirecektir.


Hz. Yunus Aleyhisselam’ın balığın karnında iken yaptığı zikir hem bela ve musibetleri önleyici ve ortadan kaldırıcı hem de ruhsal sıkıntılara karşı büyük bir şifadır. (Günde 100 kere okunması tavsiye olunur.) : ‘La ilahe illa ente subhaneke inni küntü minezzalimin (Allah’tan başka ilah yoktur. Sen kusurdan, hatadan uzaksın. Kuşkusuz ben zalimlerden oldum.)’


Kelime-i tevhit zikrinin de  (la ilahe illallah) ruhsal hastalıklara ve sıkıntılara karşı iyi geldiğini özellikle belirtelim. (Günde 100 kere okunması tavsiye olunur.)


 Zenginlik, sağlık, afiyet birer genişlik ve ferah kaynaklarıdır. Ama bazı insanlar, bu kaynakların kadrini ve kıymetini pek bilmezler. Zenginlik, sağlık ve afiyet içerisinde bulundukları halde böylelerinin ruhlarında bir sıkıntı ve darlık bulunur. Çağımızda insanlar genellikle böyle bir sorundan yakınmaktadır.


Zenginlik, sağlık, afiyet aslında birer genişlik ve ferah kaynağı iken kalpte aksi tesir uyandırabilmesinin nedeni başka bir şeyden kaynaklanır. O da şükür yokluğudur. Şükür, Allah’a (c.c.) teşekkür etmektir; elindekilerle yetinerek bunları kendisine bağışlaması nedeniyle Allah’a (c.c.) içten büyük bir minnet duyma duyguları ile olur. Nimetleri insanlarla paylaşmak şükrün gereğidir. Başkalarının sahip olduğu şeylere göz dikmek, onları arzulamak insanın içerisinde bulunduğu nimetleri görememesine neden olabilir. Böyle birisi ne kadar varlıklı olsa da kendisini yoksul hisseder. Sağlık ve afiyet gibi maddi şeylerle ölçülemeyen değerlerin kıymetini bilemez. Allah’a (c.c.) karşı büyük bir nankörlük duygusuyla isyan halindedir.

 
Dili her zaman ‘Allah’ım çok şükür’ ve ‘Elhamdülillah’ kelimelerine alıştırmak gerekir. Bu zikirler ruhsal sıkıntıya düşmeyi önlediği gibi üzerimizde bulunan maddi ve manevi sıkıntıların aşılmasına da birer vesiledir.  Rabbimiz Kuran-ı Kerim’de şükrün nimetlerin artmasına vesile olduğunu beyan buyurmuşlardır (bk. İbrahim suresi 7, Fatır suresi 30 vb.).


Kabz (ruhsal sıkıntı, darlık) hali tasavvuf ve tarikat yolundaki insanları çok olumsuz etkiler. Onların zikirlerinde ve rabıtalarında ihmalkâr olmalarına yol açabilir. Hatta bu olumsuz durum diğer ibadetlerine kadar yansıyabilir. Çünkü ruhsal sıkıntı ve darlık sırasında kişi ibadetlerden zevk alamadığı gibi aşırı derecede de bunalır. İşte böyle durumlarda pek sebeplere bakmamak gerekir. Elbette nefsin bu sıkıntı ve darlığı yaşamasına neden olan etkenleri vardır. Şeytanlar, bazı insanlar, olaylar buna neden olmuş olabilir. Ama sofi nedenlerin arkasında Allah’ın gizli elini, kudretini, buna tekabül eden güzel ismini her zaman görmelidir, dikkate almalıdır.  Elbette sofinin ruhunu gerçekte sıkan Allahu Zülcelâl’dır. Allah El-Kâbid güzel ismi ile sofinin ruhunu sıkmakta, darlaştırmaktadır. “Şu kesindir ki, Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez (Nisa suresi,  40).” Peki, öyle ise yüce Allah (c.c.) sofinin ruhunu niçin sıkmakta ve darlaştırmaktadır? Elbette Allah’ın hikmetine kimse sınır koyamaz. Onun hikmetine akıllar ve sırlar eremez. Ama şu kadar biliyoruz ki, “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar nedeniyledir. Hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder (Şûrâ suresi,  30).”, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük ise nefsinden dolayıdır (Nisa suresi, 79).”…  Ayrıca şu ayeti de gözlerden uzak tutmamak gerekir: “Ey müminler, (itaat edeni asi olandan ayırt etmek için) sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan ve mahsullerden eksiltmek ile imtihan edeceğiz. Ey resûlüm, sabredenleri müjdele! (Bakara suresi, 155)”


Sofi böyle durumlarda iken bir iç muhasebe yaparak hatalarına ve günahlarına tövbe etmeli, ibadetleri kendisine zor da gelse asla ihmal etmemelidir. Allah’ın El-Kâbid (sıkan, daraltan) güzel isminden Allah’ın El-Bâsit (genişlik ve ferahlık veren) güzel ismine sığınmalıdır.


Kabz (darlık, sıkıntı) ve bast (genişlik, ferahlık) halleri karşısında insan iradesi çok acizdir. Bu halleri iradeleri ile kimse değiştiremez. Buna güç yetiremez. Bu ancak Allah’ın izni ile değişir. Bu haller mevsimler gibidir. Kış mevsimi kabz hali gibi insanın elini kolunu bağlar. Bu mevsimde insan pek dışarı çıkmak istemez. Evde kapanır kalır. Bast hali ise ilkbahar mevsimi gibi insana bir genişlik ve ferahlık verir. Bu kabz haline çağdaş psikolojide depresyon denilmektedir. Depresyondaki kişiler yaşama sevincini kaybettikleri için genellikle uyumak isterler. Alkol kullananlar,  bu zamanlarda daha çok içerler. Bast haline de manik derler. Manik halinde kişi içinde anlatılmaz bir sevinç duyar. Oynamak, gülmek, insanlara sarılmak ister. Aslında bu depresyon ve manik halleri mevsimler gibi her insanı da az çok kapsamı içerisine almaktadır. Kabz (depresyon) halinde iken bunun arkasında yüce Allah’ın El-Kâbid (sıkan, daraltan) güzel ismini görmek büyük bir hünerdir. Yine Allah’ın El-Kâbid güzel isminden El-Bâsit güzel ismine sığınmak ise ayrı bir hünerdir. İmanın güçlü olduğuna, hakikati kavradığına işarettir. Allah her birimize nasip eylesin. Âmin.


Tabii ‘Lafla peynir gemisi yürümez.’ diye çok güzel bir atasözümüz vardır. İnsan hayatında bazen öyle olumsuz durumlar yaşanır ki, gerçekten böyle anlarda iken kabz halinden kurtulmak kolay değildir. Çok sevdiğiniz birisini kaybetme, işten atılma, bir suçtan beklediğinizden ağır bir ceza alma, büyük bir kaza sonucu bir organınızdan olma vb. durumlar mutlak surette insanları belli derecelerde kabz haline sokarlar. Bu hallerde dostların maddi ve manevi yardımları da çoğu kez yetersiz kalır. İnsanlar hiç beklemedikleri böyle bir hal karşısında inanç dünyalarında da bir sarsıntı yaşayabilirler. Zaten kabz hali bunun mahsulü olarak ortaya çıkmaktadır. Yoksa kadere inancı tam olan, hayır ve şerrin Allah’tan (c.c.) geldiğine inanan bir insan, bu tür olumsuz bir olay karşısında hemen kendisini silkeler. Toparlar.  Dünya hayatının bir imtihan yurdu olduğu gerçeğini hatırlar. Kendisine gelir. Olayı ruhsal dünyasında kısa zamanda sindirir. Ruh sağlığını normal düzeyde tutar. Bir iç muhasebe yaparak varsa hatalarına ve günahlarına tövbe eder, bunları telafi yoluna girer, sonra da Allah’ın El-Kâbid (sıkan, daraltan) güzel isminden Allah’ın El-Bâsit (genişlik ve ferahlık veren) güzel ismine sığınır. Böylece depresyona fazla yenik düşmez. Kısa zamanda da kabz halini üzerinden atar. İnancı zayıf olan bir insan ise sebeplere fazla takılıp kaldığından depresyondan tam anlamıyla hiçbir zaman kurtulamaz. Daima acı çeker. Nefis ve şeytanların etkisi ile bu dünyada mutlak adalet gibi bir davanın peşine düşer.  Kendi nefsini daima temize çıkarır. Başına bin çeşit bela açar. Hiçbir zaman ferahlığa, aydınlığa çıkamaz. Yüce Allah (c.c.) daha dünyada iken onu manevi bir cehennemin içerisine koyar, böylece hiçbir dünya nimeti onun gönlüne genişlik ve ferahlık vermez. Allah (c.c.) bizleri böyle durumlardan korusun. Âmin.


Hicret, yerinde yuvasında bunalan, dinini yaşayamayan Müslümanların daha uygun yerlere taşınmasıdır. Bu hicret insanın iç dünyasında da söz konusu olabilir. Ruhumuzu sıkan, daraltan konulardan, insanlardan biraz uzaklaşıp bizi açan, ferahlandıran sahalara girersek ve bu nitelikteki insanlara biraz yaklaşırsak rahatlayabiliriz. Ayrıca ibadetleri manevi sığınaklar olarak görmek gerekir.


Hadis-i şerife göre ‘Dünya müminin zindanıdır.’ Yine hadis-i şerife göre, Hz. Âdem’in (a.s) yaratılacağı toprak kırk gün keder (üzüntü)  yağmuru ile ıslanmış, bir gün de sevinç yağmuru ile. Buna göre bir müminin bu dünyada cennet hayatını yaşamasını beklemesi yakışık almaz. Elbette dünyayı kendimize cehennem yapmak da doğru değildir. Ama hadis-i şerifler imtihan gereği bu dünyada bazı ruhsal sıkıntıları göğüslememize işaret etmekte, ebedi ve sonsuz sevincin ancak cennette gerçekleşeceğini belirtmektedir. ‘Doğrusu o gün cennetlikler eğlence ile meşguldürler (Yasin suresi, 55).’


Allah (c.c.) tıpkı şefkat ve merhametten yavrularını uyaran, terbiye eden bir baba gibi bazen günlerimizin sıkıntılı geçmesine bazen de neşeli olmamıza neden olan şeyleri yaratmaktadır. Herhalukarda O’nun kaderine razı olmak dışında başka bir seçeneğimiz yoktur. Ruhsal sıkıntılardan kurtulmanın yolu ilaç bağımlılığından ziyade Allah’a yönelme ile mümkündür. Şükür duygusudur. Allah’ın El-Kâbid (sıkan, daraltan) güzel isminden Allah’ın El-Bâsit (genişlik ve ferahlık veren) güzel ismine sığınmadır. Bu güzel isimleri sayıya vurmadan yapılan zikirler,  bu konuda sıkıntısı olanlara büyük bir rahatlık, genişlik ve ferahlık sağlayacaktır inşallah.


El-Kâbid (sıkan, daraltan), el-Bâsit (genişlik ve ferahlık veren) güzel isimleri ile kula düşen görevler şunlardır:  İnsanın hangi halde bulunursa bulunsun Allah’a (c.c.) şükretmesi için pek çok nedeni vardır. Bela ve musibetlerle bize sabır meyvesini kazandırmaya çalışan yüce Allah (c.c.), verdiği her bir varlık, sağlık, afiyet nimetleri ile de bizde şükür meyvesinin oluşmasını bekler. Çünkü şükür ile bir Müslüman dünyada genişlik ve ferah duygularını tadarken ahirette yüksek dereceler kazanır.

Allah (c.c.), bütün sıkıntılarımızı ferahlığa çevirsin. Bizlere rızasını nasip eylesin. Âmin.
 


Muhsin İyi



Zeynep7D
Sat 19 April 2014, 10:35 am GMT +0200
Rabbim bizleri derece derece yükseltsin İnşallah ...

ceren
Sun 12 July 2015, 08:42 pm GMT +0200
Aleykümselam.Allahın isimlerini zikir eden ve faziletine eren kullardan olalım inşallah....

Bilal2009
Sun 12 July 2015, 10:44 pm GMT +0200
Ve aleykümüsselam , Bütün güzel isimler Allah'ındır (celle celalühü) .

Mustafa/Samed
Sun 19 July 2015, 11:54 pm GMT +0200
Ve Aleykümüsselam. En güzel isimler Allah (c.c.)'ındır.

[Muhammed]
Mon 20 July 2015, 11:03 am GMT +0200
Ve Alleykümselam Ve Rahmetullah Ve Berekatuh...Allah (c.c) isimleri 99 isimden ibaret değildir.Bu bilgiyide yeni öğrenmiş olduk.Rabbim'iz en güzel ve en anlamlı isimlere layıktır.Rabbim idrakımızı artırsın İnşaAllah.Allah razı olsun İnşaAllah...

mevlüde06
Mon 20 July 2015, 12:08 pm GMT +0200
Ve aleykumusselam ve rahmetullah.Rabbimizin bildigimiz ve bikmedigimiz o kada cok ismi serifi varki.
Rabbim onlari hakkiyla ogrenip anlayabilmeyi nasip eylesin insallah.Allah razi olsun

AyşeSungur7-B
Thu 13 August 2015, 06:08 pm GMT +0200
Rabbim bizleri bütün isimleri anlamlarıyla bilip ezberleyen iyi kullarından eylesin.

RAMAZAN 7/D
Thu 13 August 2015, 06:24 pm GMT +0200
Rabbim razı olsun..Rabbim bizlei isimlerini anlama kabiliyeti versin...Anlayış gücümzü artırsın inşlalh...

Amin kardeşim ... İnşALLAH Rabb'imizin herr ismini manalarıyla birlikte öğrenip , her ismi şerifi çok zikreyleriz . ALLAH-u Teâla bizleri ismini çok anan kulları eylesin .

Alican 7-B
Thu 21 January 2016, 11:54 am GMT +0200
Selamun Aleyküm. Rabbimin sadece 99 ismi yoktur. Dünyada bulunan manası güzel olan tüm isimler rabbimimdir. Sadece isimler değil yaratılmış olan her şeyin sahibi Allah'tır. Allah c.c razı olsun.

Sümeyye Şahiner7B
Wed 27 January 2016, 06:57 pm GMT +0200
Esselamu Aleykum ; Ben sadece 99 isimden haberdardım . Rab ve diğer isimleri burada gördüm . Daha nice ismi vardır belkide Yüce Mevla'mın . Allah c.c razı olsun . Rabb'im bizleri haberdar eylesin inşAllah Amin

Edanur 8/D
Wed 27 January 2016, 07:26 pm GMT +0200
Aleykümüsslam.
Allah c.c razı olsun İnşaallah.Çok güzel bilgiler.Allah Teala nın bir çok ismini öğrendik.Ellerinize sağlık

melda 6D
Wed 27 January 2016, 07:49 pm GMT +0200
Selamün aleyküm. Bazılarını bilmiyordum vesilenizle öğrendim Allah razı olsun. Rabbim tüm isimlerini bilenlerde eylesin inşallah. Allah razı olsun.

Abdullah B.
Wed 27 January 2016, 10:30 pm GMT +0200
Allah razı olsun

melda 6D
Mon 20 June 2016, 09:02 pm GMT +0200
Selamün aleyküm .Vesilenizle  Rabbimin diğer isimlerinide öğrenmiş oldum . Allah razı olsun

Esma Hamuş
Thu 1 November 2018, 09:38 am GMT +0200
Bir şey'i derece derece yükselterek, gayesi olan en mükemmele erişinceye kadar kollayan Rabbimiz, bizi mükemmele eriştir  derecelerin en güzeliyle derecelendir... Amin

ceren
Thu 1 November 2018, 03:02 pm GMT +0200
Esselamu aleykum. Her aninda allahın zikir eden onu anan ve rahmete feyze erişen kullardan olalim ınşallah . ..

Sevgi.
Fri 2 November 2018, 12:05 am GMT +0200
Aleyküm Selâm. Rabbim kalbimizden zikrini eksiltmesin inşaAllah hakkıyla zikredenlerden oluruz. Aminnnn Ecmăin
Bilgiler için Allah Razı olsun

Zehra.hunerli
Fri 2 November 2018, 01:57 am GMT +0200
Rabbim mubarek isimlerini bilmeyi ezberlemeyi ve manasina gore ogrenip dua edebilmeyi bizlere nasip eylesin...Allah razi olsun

Yehma
Fri 2 November 2018, 06:36 am GMT +0200
Biz sadece genelde 99 isimi Esma ül hüsnayı çok öncelik veriyoruz galiba onun üzerine dua ve zikirle var hep. Ama Allah ve Rab kelimesi de Kuran geçmektedir. Dualarımızds Rabbimizin adını kullanarsk Allah tan isteyelim inşallah

ZeynepZehra
Fri 2 November 2018, 06:50 am GMT +0200
''Rab'' ismi şerifini çokça kullanırım.Terbiye eden manasındadır.Her şeyden evvel terbiye olunmalı insan...

ceren
Fri 2 November 2018, 04:06 pm GMT +0200
Esselamu aleykum. Rabbimin isimlerini anan zikir eden ve feyzine rahmetine erisen kullardan olalim inşallah. .

melda 6D
Fri 2 November 2018, 05:39 pm GMT +0200
Allah razı olsun .

Esma korkmaz koü
Sat 5 January 2019, 12:10 am GMT +0200
rabbimin ismi celilerini her daim hayatımızda fark edip ,örnek alıp, dua ediyoruz..zatının daha iyi tanınması içinde bir vesiledir aynı zamanda..merhametine sığınır,gazabından korkar yine rabbime sığınırız..selam ve dua ile..