hafiza aise
Sun 14 August 2011, 04:24 pm GMT +0200
BİRİNCİ KİTAP GİRİŞ
BİRİNCİ BÖLÜM
HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) SEÇİLMESİ
A) ALLAH TEÂLÂ'NIN SEÇMESİ
BİRİNCİ BÖLÜM
HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) SEÇİLMESİ
A) ALLAH TEÂLÂ'NIN SEÇMESİ
Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a.... Sonuç inananların. Düşmanlık, yalnız zalimlere... Allah'tan başka tapılacak yoktur. O, öncekilerin ve sonrakilerin tanrısı, göklerin ve yerlerin idarecisi, din gününün sahibidir. Kurtuluş, O'na itaattedir. Üstünlük O'nun azametine boyun eğmek; zenginlik, O'-nun rahmetine ihtiyaç duymaktır. Doğru yol, ancak O'nun nuruyla aranırsa bulunur. Hayat, O'nun hoşnutluğunu elde etmekle mümkündür. Cennet nimetleri ancak O'na yakınlıkla sağlanır. Kalbin olgunlaşması ve kurtuluşa ermesi yalnızca O'na karşı ihlaslı olmak ve O'nu sevgide birlemekle elde edilir. O, kendisine itaat edildiğinde karşılığını verir; isyan edildiğinde tev-bekârın tevbesini kabul eder, bağışlar; dua edildiğinde duaları kabul kendisi için bir davranışta bulunulduğunda mükâfatlandırır.
Hamd, Allah'a... Bütün yaratıkları O'nun'Rab olduğuna tanıklık et? miş, bütün sanatsal yapıtları tanrılığını kabullenmiş onlara nakşettiği hayranlık uyandıran sanatları ve harika eserleriyle O'nun, kendisinden başka tanrı bulunmayan Allah olduğuna tanıklık etmişlerdir. Allah her türlü eksik ve noksandan münezzehtir. Yaratıkları sayısınca, kendi hoşnutluğunca, -Arş* inin ağırlığınca ve kelimelerinin mürekkebi çokiuğunca O'na hamd... Tanrı yalnızca Allah'tır. Rabliğinde ortağı bulunmadığı gibi tanrılığında da ortağı yoktur. O'nun ne zatında (öz varlığında) ne fiillerinde, ne de sıfatlarında bir benzeri vardır. Allah yüceler yücesidir. Allah'a çokça hamd ü senalar... Sabah-akşam Allah'ı her türlü eksiklikten tenzih ederim. Gökg ler ile gökteki melekler; yıldızlar ile yörüngeleri; yeryüzü ve sakinleri; di nizler ile içindeki balıklar; yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, tepelei ovalar; her yaş ve kuru; her ölü ve diri O'nu teşbih eder. "Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O'nu teşbih eder. O'na hamdederek tesbin etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız. Doğrusu o halimdir, bağışlayandır.'[8]
''Tanıklık ederim ki, tanrı yalnız Allah'tır. O'nun ortağı yoktur. " sözüyle yer ve gökler ayakta durmaktadır. Bütün yaratıklar bunun için yaratılmışlardır. Bunun için Allah Teâlâ peygamberlerini gönderdi, kitaplarını indirdi ve kanunlarını koydu. Bundan dolayı mizanlar kurulur, divanlar tertiplenir; cennet ve cehennem pazarı kurulur. Bu söz ile insanlar mü'min-kâfir, iyi-kötü ayrımına tâbi tutulur, bu söz, yaratma ve emrin, sevap ve azabın kaynağıdır. İnsanların yaratılma sebebi olan hak işte budur. Sorgu ve hesap ondan ve onun hukukundan olacaktır. Sevap ve azap ona göre verilecektir. Kıble, onun üzerine kurulmuş, dinin temeli yine onun üzerine atılmıştır. Allah'ın bütün kullar üzerindeki hukuku olan cihadın kılıçları bu söz için kınından sıyrılmıştır. İslâm sözü ve kurtuluş yurdunun anahtarı işte bu sözdür; öncekiler ve sonrakiler ondan sorguya çekilecektir. Şu iki soru sorulmadan kulun ayakları Allah'ın huzurundan ayrılmayacak: 1) Neye kulluk ediyordunuz? 2) Peygamberlere ne cevap verdiniz?
Birincinin cevabı; bilgi, kabullenme ve davranış açısından "Allah'tan başka tanrı yoktur" gerçeğini tasdik etmek,
İkincinin cevabı; bilgi, kabullenme, boyun eğme ve itaat açısından "Hz. Muhammed şüphesiz Allah'ın rasûlüdür" gerçeğini tasdik etmektir.
Tanıklık ederim ki, Hz. Muhammed şüphesiz O'nun kulu ve rasûlüdür; vahyini güvenip teslim ettiği, yaratıkları arasından seçtiği, kendisi ile kullan arasında elçisidir; sağlam bir din ve dosdoğru bir yol ile gönderilmiştir. Allah onu âlemlere bir rahmet, Allah'tan korkanlara bir lider ve bütün insanlara bir hüccet olarak göndermiştir. Peygamberlerin ardı arkası kesildiği bir vakitte (fetret devrinde) onu peygamber olarak göndermiş ve en doğru yolu, en aydınlık caddeyi ona göstermiş; insanlara ona itaat ve yardım etmelerini, saygı göstermelerini, onu sevmelerini, onun haklarını gözetmelerini farz kılmış; cennetinin önündeki yolları kapamış ve artık onun yolundan gelmeyen hiç kimseye yolların açılmayacağını belirtmiştir. Allah, onun gönlünü açmış, şanını yükseltmiş ve (belini büken) yükünü üzerinden indirmiş, küçülme ve alçalmayı onun emrine karşı gelenlere yüklemiştir.
Müsned'de Ebu Münîb el-Curaşî yoluyla Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayet edilen bir hadise göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet öncesinde yalnızca ortağı bulunmayan tek Allah'a ibadet edilinceye kadar kılıçla (mücadele vermek için) gönderildim. Rızkım mızrağımın gölgesi altına konulmuştur. Küçülme ve alçalma ise benim emrime karşı gelenlere yüklenmiştir. Kim bir kavme benzerse o da onlardandır.[9]. Alçalma onun emrine karşı gelenlere yüklenmişse de şeref ve üstünlük ona itaat edip uyanlarındır. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"Gevşemeyin, üzülmeyin; inanmışsamz mutlaka en üstün olan sizler-siniz.[10]
"Şeref ve üstünlük Allah'ın, Peygamberinin ve inananlarındır."[11]
"Sizler daha üstün olduğunuz halde (düşman karşısında) gevşeyip de barış istemek durumunda kalmayın. Allah sizinle beraberdir.[12]
"Ey Peygamber! Allah sana ve sana uyan mü'minlere yeter. "[13] Yani Allah tek başına hem sana hern de sana uyanlara yeter. Artık P'nun yanında başka hiç kimseye ihtiyaç duymazsınız.
Bu son âyette iki olasılık vardır:
1- bağlacının kelimesini mecrûr kef harfine bağlamış olması. Tercih edilen görüşe göre mecrur zamire, harf-i cer iade edilmeksizin atıf yapılması caizdir. Bunun örnekleri çoktur. Olamayacağı yolundaki şüpheler çürüktür.
2- bağlacının "yanında" anlamına gelen olması ve kelimesinin, mahal üzerine atfedilerek nasb mahallinde bulunması da mümkündür. Çünsana kâfidir" anlamındadır. Yani Allah sana yeter ve sana uyanlara yeter. Nitekim Araplar der ki: "Sana ve Zeyd'e bir dirhem yeter." Şâir diyor ki:j"Harb çıkıp birlik bozulduğunda artık sana ve Dahhâk'e bir keskin Hind kılıcı yeter."
Bu ikisi, en doğru olasılıklardır.
3- Üçüncü bir olasılık daha vardır: kelimesinin mübteda olmak üzere merfû bulunması. O zaman mana şöyle olur: "Sana uyan mü'-minlere de Allah yeter."
4- Dördüncü bir olasılık daha vardır ki, anlam yönünden hatalıdır: kelimesinin merfû mahalde olup "Allah" ismine atfedilmiş olması. O zaman ise mana şöyle olur: "Sana, Allah ile sana uyanlar yeter." Her ne kadar bazı insanlar âyetin bu anlamda olduğunu söylemişlerse de bu, apaçık bir hatadır; âyeti bu anlama almak caiz değildir. Çünkü "yeterlilik" ve "kifayet" tevekkül, takva ve ibadette olduğu gibi yalnızca Allah'a ait kavramlardır. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Seni aldatmak isterlerse bil ki, şüphesiz Allah sana yeter. Seni yardımıyla ve inananlarla destekleyen O*dur.[14]
Görüldüğü gibi Allah, yeterlilik ile destekleme arasını ayırmakta; ye-terii olmayı yalnız kendisine ait bir husus, desteklemeyi ise hem kendi yardımına, hem de kullarına ait bir husus olarak kullanmaktadır.
Allah Teâlâ, yalnız kendisinin yeterli olduğunu söyleyen tevhid ve tevekkül sahibi kullarını öğmektedir. Buyuruyor ki: "insanlar onlara: '(Düşmanınız olan) İnsanlar size karşı bir ordu topladılar; onlardan korkun' dediklerinde bu onların imanını artırdı da: 'Allah bize yeter; O ne güzel vekildir' dediler.'[15] "Allah ve Rasûlü bize yeter" demediler. Öyleyse onlar bu sözü söylemişler ve Rab Teâlâ bu sözlerinden dolayı onları öğmüşse Allah nasıl peygamberine: "Sana, Allah ve sana uyanlar yeter" demiş olabilir? Hz. Peygamber'e uyanlar, yalnız Rab Teâlâ'nın yeterli olduğunu söylemis ve bu konuda O'nunla Peygamberini ortak tutmamışlarsa nasıl olur da Allah onlarla kendisini Peygamberine yeterli olmada ortak tutmuş oia-bilir? Bu en imkânsız ve en olmaz şeydir.
Bu konuda bir başka örnek de şu âyettir:
"Şayet onlar, Allah ve Peygamberinin kendilerine verdiği şeylere razı olsalar ve: 'Allah bize yeter. O ve Peygamberi bol nimetinden bize verecektir. Biz gerçekten Allah'a gönül bağlayanlardanız' deselerdi...[16]
"Peygamber size ne verirse onu alın."[17] âyetinde de görüldüğü gibi Allah (örnek olarak aldığımız bu âyette) nasıl verme işini Allah ve Rasûlü-ne, yeterli olmayı ise yalnızca kendisine ait saymış, düşünün. "Allah ve Rasûlü bize yeter, deselerdi..." demeyip bunu yalnızca kendi hakkı saymıştır. Nitekim "Biz gerçekten Allah'a gönül bağlayanlardanız." demiş, "Ve peygamberine" dememiş; gönül bağlamayı yalnızca kendine ait bir hak saymıştır. Nitekim bir âyette: "Öyleyse bir işi bitirdiğinde diğerine giriş. Ve yalnızca Rabbine gönül bağla.[18] Şu halde gönül bağlama, tevekkül, inâbe (tövbe), yeterlilik kavramları tıpkı ibadet, takva ve secde gibi yalnız Allah'a ait kavramlardır. Adak ve yemin yalnız Allah Teâlâ adına yapılır.
Bir diğer örnek olarak da şu âyeti verebiliriz: "Allah, kuluna yeterli değil mi?'[19] kâfi, yeterli anlamındadır. Allah Teâlâ, tek basına kendisinin kuluna yeterli olduğunu haber vermektedir. Şu halde bu yeterlilik işinde "Ona uyanlar" nasıl Allah'la beraber sayılabilir!? Bu sakat yorumun asılsızlığını gösteren deliller burada anlatılamayacak kadar çoktur.
Sözün özü; hidayet, felah ve kurtuluş nasıl ki Peygambere uyma derecesine göre elde edilir; tıpkı bunun gibi izzet ve şeref, kifayet (imdada yetişmek) ve zafer de ona uyma derecesine göre kazanılır. Allah Teâlâ iki cihan saadetini ona uymaya ve iki cihan bedbahtlığını da ona karşı gelmeye bağladı. Artık hidayet-emniyet, felah ve izzet; kifayet ve zafer, yakınlık ve destek, dünya ve ahirette iyi yaşam onun yolundan gidenlerin; zillet ve alçaklık, korku ve sapıklık, hem dünyada hem ahirette rüsvâyhk ve bedbahtlık ona karşı gelenlerindir. Hz. Peygamber (s.a.) yemin ederek: "Herhangi biriniz beni çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz." buyurmuştur."[20] Allah Teâiâ da onu, başkasıyla aralarında çekiştikleri her konuda hakem tutup, sonra onun verdiği hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe ve onun hükmüne boyun eğmedikçe bir kimsenin inanmış olmayacağını yeminle söylemektedir .[21] Bir âyette de buyuruyor ki:
"Allah ve Peygamberi bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz.'[22]
Görüldüğü gibi Allah Teâlâ, kendisinin ve Peygamberinin verdiği hükümden sonra artık seçeneğin kalmadığını kesin oiarak belirtmektedir. Artık Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmünden sonra herhangi bir inanmış kimsenin bir tercihte bulunması sözkonusu değildir. O emir verince, emir kesindir. Seçenek yalnızca O'ndan başkasının sözünde sözkonusudur. Tabiî ki, bu durumda O'nun emri gizli kalacak ve bu başka kimse O'nun emrini ve sünnetini bilen ilim adamlarından olacaktır. îşte bu şartlarla O'ndan başkasının sözü uyulabilir —uyulması zorunlu değil— olmaktadır. Hiç kimsenin O'ndan başka herhangi bir kimsenin sözüne uyması vacib (farz, zorunlu) değildir; olsa olsa uyması caiz olur. O'ndan başkasının sözüne uymasa ne Allah'a ne de Peygamberine âsi olmuş olur. Bütün mükelleflerin kendisine uymaları vacib, karşı gelmeleri haram ve herkesin sözünü O'nun sözünden dolayı terketmeleri vacib olan kişi nerde, şu nerde?! O'nun hükmü yanında hiç kimsenin hükmü, O'nun sözü yanında hiç kimsenin sözü geçerli değildir. Nitekim O'nun kanun koyuculuğu yanında da hiç kimsenin kanun koyucu olması düşünülemez .O'nun dışındaki herkesin O'nun emir ve yasaklarına uyması, emrettiği şeyleri yapıp yasakladığı şeylerden kaçınması vacibtir. Diğer kimseler yâlnızca tebliğci ve haberci olabilirler;
yeniden hüküm icad edici ve kanun koyucu olamazlar. Şu halde bir kimse kendi anlayış ve yorumlayışı çerçevesinde görüşler ileri sürer, kaideler ortaya koyarsa ümmetin bunlara uyması ve davalarını bunlar çerçevesinde halletmeye çalışması vacib olmaz, ne zaman ki bunlar Peygamber'in getirdikleriyle karşılaştırılır, aralarında mutabakat ve uyum bulunur ve Peygamberin getirdiği esaslar bu görüşlerin doğruluğuna tanıklık ederlerse o zaman kabul görürler; aralarında çelişki bulunursa bu görüşlerin reddedilmeleri ve bir kenara bırakılmaları vacib olur. Bunlar hakkında bu iki durumdan biri belirginleşmezse, çekimser kalınır. En iyisi ise bunlarla hüküm ve fetva verip vermemenin caiz olmasıdır. Vacip olması ve kesinleşmesi mümkün değil, olamaz.
Şüphesiz Allah Teâlâ, yaratma ve yaratıklar arasından beğenip seçme ( = ihtiyar) konularında tektir. O şöyle buyurmaktadır:
"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer.>[23]
Buradaki "seçme" sözü ile anlatılmak istenen, keîamcıların "Allah, fâtl-i muhtardır" sözlerinde işaret ettikleri "irade" değildir. Evet, Allah Subhanehu öyledir. Ancak buradaki "seçme" sözü ile anlatılmak istenen bu anlam değildir. Bu anlamdaki "seçme", âyetin "dilediğini yaratır" kısmında vardır. Çünkü Allah, ancak seçerek —ki bu "dilediğini" sözünde vardır— yaratır. Zira dilemek, seçme demektir. Buradaki "seçme" kelimesi ile anlatılmak istenen halis ve seçkin olanı seçme, tercih etmedir. Şu halde bu, yaratmadan sonraki bir seçimdir, seçmedir. Genel anlamdaki seçim yaratmadan önceki seçim olup, en genel anlamlı ve en öncedir. Buradaki ise daha özel anlamlı ve sonra olup yaratıklar arasından yapılan seç-medir. Birincisi yaratma için seçimdir.
İki görüşün en doğrusu "ve seçer" sözünde tam vakıf yapmaktır (durmaktır). Bu durumda âyetin devamındaki şu kısım:olumsuzluk ifade eder. O zaman mana şu olur: "Onlar için bu seçim hakk yoktur." Bu yalnızca yaratana has bir iştir. Yalnız yaratan O olduğu gib yaratıklar arasından seçimde bulunan da yalnızca O'dur. O'ndan başkî hiç kimsenin yaratma ve seçme hakkı yoktur. Çünkü Allah Teâlâ yapacağı tercihin lâyık olduğu yerleri, rızasının bulunduğu mahalleri ve neyin seçilmeye lâyık olduğunu, neyin olmadığım en iyi bilendir. Bu konuda başkaları hiçbir yönden O'na ortak olamaz.
İşin gerçeğini bilmeyen tahsilsiz kimseler âyetin kısmındaki nın ism-i mevsûl olup "seçer" fiilinin tümleci olduğunu savunmuşlardır ki, o zaman anlam şu olur: "Allah onlar için seçme hakkı bulunanı seçer." Bu birkaç yönden bâtıldır:
1- Bu durumda sıla cümlesi, âid zamiri içermez. Çünkü kelimesi, nakıs fiilinin ismi olup merfû ve de haberdir. O zaman anlam şöyle olur: "Onlar için seçme olan şeyi seçer." Böyle bir cümle kuruluşu söylemek imkânsızdır.
Soru: Âid zamirini mahzuf kabul ederek cümlenin tashihi mümkündür. Cümle şu şekilde düşünülebilir:
Bu durumda anlam şu olur: "Seçiminde onlar için seçme nan şeyi seçer.'
Cevap: Bu 3a bir başka yönden bozuktur .Çünkü bu âid zamirinin hazfi caiz olan yerlerden değildir. Zira âid zamiri, ancak anlam aynı kalmak şartıyla, misliyle ism-i mevsûlün mecrur olduğu bir harf-i cer ile mec-rur olduğu zaman mecrur şekliyle hazfedilir. Meselâ şu âyet ve benzerlerinde bu şartlar var olduğu için hazfedilmiştir:[24]
Arapça gramer açısından şöyle demek caiz olmaz:
2- Şayet bu anlam kastedilseydi kelimesi mansub kılınır, sıla cümlesindeki fiil, ism-i mevsûle dönen bir zamirle iştigal edilirdi ve sanki şöyle demiş olurdu: "Onlar için seçim hakkı olan şeyin aynını seçer". Ancak böyle okuyan hiçbir kıraat imamı yoktur. Bu şekli varsayarak sözün tevcih edildiği de unutulmamalı.
3- Allah Teâlâ kâfirlerin seçim önerilerini ve kendileri için seçim hakkının bulunmasını istemelerini hikaye ediyor, kendisinin tek olduğunu açıklıyor. Nitekim başka bir yerde böyle buyuruyor:
"Bu Kur'an, iki şehrin birindeki bir büyük adama indirilmeli değil iniydi? dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık, Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha iyidir.[25]
Görüldüğü üzere Allah Teâlâ, onların kendisine karşı seçimde bulunmalarını tanımamış ve haber vermiştir ki, onlar için böyle bir hak yoktur. Bu hak yalnızca onların aralarında nzik ve ecel müddetlerini de kapsayan geçimlerini taksim edene aittir. Yine aynı şekilde O, yapacağı seçimin (uygun) yerlerini ve kimin buna lâyık olup olmadığını da kendi bilgisine göre ayarlayarak lütuf ve ihsanını fazilet ehli arasında taksim edecektir. İnsanları birbirine göre dereceler bakımından üstün kılan, aralarında geçimliklerini ve tercih derecelerini taksim eden de O'dur. Bunları taksim eden başkası değil, yalnızca O'dur. İşte bu ayet de aynı şekilde yaratan ve tercihte bulunanın yalnızca Allah olduğunu ve O'nun yapacağı tercihin (uygun) yerlerini en iyi bildiğini açıklamıştır. Nitekim bir âyette buyuruyor ki: "Onlara bir âyet geldiği zaman: 'Allah'ın peygamberlerine verilen bize de verilmedikçe inanmayız' derler. Allah, elçilik görevini nereye (kime) vereceğini daha iyi bilir. '[26] Yani Allah, peygamberlik ve elçilik vazifesi için hangi mahallin seçilmesi, yükseltilmesi ve tahsis edilmesinin diğerlerine göre daha uygun olacağını en iyi bilir.
4- Allah Teâlâ, onların ortak olmalarından doğacak teklif ve tercih etme haklarından kendisini uzak tutmuş ve: "Onlar için seçim hakkı yoktur. Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir ve yücedir. "[27] buyurmuştur. Onların ortak koşmaları, O'ndan başka bir yaratıcı kabullenmeyi gerektirmeli ki, Allah kendisini bundan uzak tutsun. Bunu iyi düşün. Çünkü son derece ince bir mesele.
5- Bu âyetin benzerleri:
a) Allah Teâlâ "Sizlerin Allah'ı bırakıp taptıklarınız gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa o şeyi ondan kurtaramazlar. İsteyen de, istenen de âciz! Allah'ı gereği gibi takdir edemediler. Şüphesiz Allah, kuvvetli ve güçlüdür." buyuruyor; ardından da: "Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler seçer. Doğrusu, Allah işitir ve görür. O, geçmişlerini ve geleceklerini bilir. Bütün işler sonunda yalnız Allah'a dönecektir.[28] diyor.
b) "Rabbin gönüllerinin gizlediklerini de, açığa vurduklarını bilir.'[29]
c) "Allah, elçilik görevini nereye (kime) vereceğini daha iyi bilir. "[30]
Bütün bu âyetlerde Allah Teâlâ, kendisinin tercih ettiği mahalleri {ah-sis etmesi anlamını taşıyan bilgisi ile o yerleri tahsis ettiğini, çünkü yalnızca o yerlerin tahsise uygunluğunu bildiğini haber vermektedir. Bu âyetlerde sözün akışını düşünürsen bu anlamı kendi anlamına ek olarak ihtiva ettiğini göreceksin. En iyi bilen Allah'tır.
6- Bu âyet (Kasas: 28/68), şu âyetin peşinde verilmiştir: "O gün Allah onlara (müşriklere) seslenir: Peygamberlere ne cevap verdiniz? der. O gün, haberler onlara görünmez olur, verilecek cevapları kalmaz; artık birbirlerine de soramazlar. Fakat kim tevbe eder, inanır, yararlı işler yaparsa, kurtuluşa erenler arasında olması umulur, Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. [31] Onları yaratan yalnızca Allah Teâlâ olduğu gibi, onlar arasından tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapanları da O seçer. Böylece onlar, Allah'ın hoş kullan, hayırlı yaratıkları olurlar. Bu seçim lâyık olanlar için olup, Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmetine dayanır; yoksa o müşriklerin seçim ve önerilerine değil. Allah, müşriklerin ortak tuttuklarından münezzehtir, yücedir. [32]
[8] İsrâ, 17/44.
[9] Ahmed, 2/50, 92. Senedi hasendir. İbn Teymiye, el-fktizâ'da. {s.39), hadisin senedinin ceyyid; Hafız el-Irâkî, İhya'da sahih olduğunu söylemiş ve Hafız îbn Hacer ise senedi .Fethu'l-Bârt'de (10/230) hasen saymıştır. Hadisin son cümlesini Ebu Davud (4031) rivayet etmiş ve Buharî, Sahih'inde bir bölümünü muallak olarak kaydetmiştir. Ayrıca bu konuda hasen bîr senedle mürsel bir hadis de İbn Ebî Şeybe tarafından rivayet edilmiştir.
[10] Âl-i İmrân, 3/139.
[11] Münâfikûn, 63/8.
[12] Muhammed, 47/35.
[13] Enfâl, 8/64.
[14] Enfâl, 8/62.
[15] ÂI-i İmrân, 3/173.
[16] Tevbe, 9/59.
[17] Haşr, 59/7.
[18] İnşirah, 94/7-S
[19] Zümer, 39/36.
[20] Buharı", 2/8; Müslim, 44; Nesâî, 8/114, 115; İbn Mâce, 67; Ahmed, Müsned, 3/207. tbn Battal, Kadı Iyaz gibi bazı âlimler diyorlar ki: Sevgi (muhabbet) üç türlüdür: 1- Saygı gösterme ve büyük sayma sevgisi. Meselâ, baba sevgisi. 2- Şefkat ve merhamet sevgisi Meselâ, evlat sevgisi. 3- Hoş ve uygun bulma sevgisi. Meselâ, diğer İnsanları sevmek gibi. Hz. Peygamber (s.a.) kendi sevgisi konusunda bütün bu sevgi sınıflarını bir arada kasdetmiştir. Hadiste geçen "iman etmiş olmaz- " sözü, kâmil ( = olgun) bir imana ulaşmış olmaz anlamındadır. Yoksa imanın aslı bu sıfatı elde etmemiş kimsede de mevcut olur.
[21] Yazarın dikkat çektiği âyet şudur: "Hayır, Rabbine yemin olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tutup sonra senin verdiğin hükmü —içlerinde bir sıkıntı duymadan— tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar," (Nisa, 4/64).
[22] Ahzâb, 33/36.
[23] Kasas, 28/68.
[24] Mü'minûn, 23/33.
[25] Zuhruf, 43/31-32.
[26] EıTâm, 6/124.
[27] Kasas, 28/68.
[28] Hac, 22/73-76.
[29] Kasas, 28/69.
[30] En'âm, 6/124.
[31] Kasas, 28/65-68.
[32] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/29-38.