- Allahın Görülmesi

Adsense kodları


Allahın Görülmesi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
saniyenur
Sun 10 July 2011, 02:56 pm GMT +0200
ALLAH'IN GÖRÜLMESİ


Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bize göre de, Allah-u Teâlâ'mn gö­rünmesi idraksiz ve tefsirsiz olarak ifade edilmesi hak ve lâzımdır. Allah-u Teâlâ'mn görünmesine delil ise : «Hiç bîr göz O'nu Dünyada ihata ve idrak edemez. Fakat O, (İlmiyle) bütün gözleri (varlıkları) ihata eder. O, bütün incelikleri bilir, her şeyden haberdârdır.»[286] mealindeki âyet-i celîledir.

Eğer Allah-u Teâlâ, görünmez olsaydı idrâki nefyetmenin hiç bir hikmeti olmazdı; Çünkü Allah-u Teâlâ'dan başkası, görülnıeksizin de idrâk olunur. Bu yerde idrâki nefyetmenin, —yani, mahlûkattan Al­lah'ın gayrı ancak görülmekle idrâk olunur şeklinde anlaşılacak bir mâ­nânın— hiç bir anlamı yoktur. Tevfik Allah'tandır.

İkinci delil : Mûsâ Aleyhisselâm'm niyazını beyan eden : «... (Mûsâ) şöyle dedi : 'Rabbim, cemalini bana göster, sana bakayım...'»[287] mealin­deki âyet-i celîledir. Eğer Allah'ı görmek caiz olmasaydı Mûsâ aieyhis-selamdan böyle bir isteğin vuku bulması o'nun cehlini ve Eabb'ini bilme­mesini ifade ederdi. Kim ki cahil olursa, o kimsenin Allah'ın vahyi'ni ko­ruyan ve Peygamberlik görevini üzerine alan kimse olma imkân ve ih­timalinin dışında olurdu.

Sonra gerçekten Allah-u Teâlâ, Mûsâ aîeyhisselamı ne böyle istek­ten nehyetti ve ne de o'nu me'yûs edip ümitsiz bıraktı. Halbuki Nuh Aley-hisselam'a[288] bunun gayri bir istekte bulunmayı nehyetti. Adem Aleyhis-selâm [289]ve peygamberlerden başkalarına, bu tür istekte bulunmalarından dolayı sitem etti. Bu, yani Allah'ı görmek eğer caiz olmamış olsaydı bu çeşit hareket insanı küfre götürürdü. Allah-u Teâîâ, Mûsâ aleyhisseîamm niyazını reddetmeyip, isteğinin gerçekleşme imkânı dahilinde olduğunu beyanla şöyle buyurdu : «... Allah : "beni hiç bir zaman göremezsin, fa­kat şu dağa bak. Eğer o, yerinde durursa sen de benî görürsün".»[290] Eğer, «belki Mûsâ Allah'tan kendisini bilmesi için bir alamet istedi» denirse, bu hususa şöyle cevap veriiir : Bu, bir kaç yönden mümkün değildir. Bi­rincisi : Allah-u Teâlâ «beni hiç bir zaman göremezsin»[291] buyurdu ve fakat Musa'ya kendisini gösterdi[292].

İkincisi : Gerçekten alâmetleri istemek, inkârda inad etme noktası­na götürür. Veyahut Allah, Musa'ya alâmetleri gösterdi. Bu husus, kâ­firlerin inkârlarında ısrar etmeleridir. Çünkü kâfirler, kâfi derecede alâ­metler sabit olduğu halde devamlı olarak alâmet ve işaretler talep etti­ler. İşte Mûsâ Aleyhisselâm'ın Allah'tan alâmet istemesi bunun gibidir. Yani asla caiz değildir.

Üçüncüsü ise, şöyle ifade edilir : Allah-u Teâlâ, adı geçen âyet-i celî-lede «Eğer o, (dağ) yerinde duî*ursa sen de beni görürsün.» buyurmuş­tur. Dağın durması ile beraber meydana gelecek alâmet, durmaması ile meydana gelen gelecek alâmetin dışındadır. Öyle ise, Mûsâ aleyhisselâ-mm isteği ile alâmet kasdolunmamıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allah-u Teâlâ'nm görülmesinin hak ve lâzım olduğunu şu husus ifa­de eder : İbrahim Aleyhisselâm'm, kavmine, yıldızlarla ve yıldızların kay­bolup batmasından zikrettiği şeyle delil getirmesi; İbrahim aleyhisselâm kavmine, görünmeyen Rabb'i sevmemesiyle delil getirmedi fakat batıp kaybolan[293] Rabb'i sevmemesiyle delil getirdi. Çünkü bu devamsızlığın de­lilidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine, Allah-u Teâlâ'nm «Nice yüzler vardır ki, o gün (Kıyamette) güzelliği ile parıldar.»[294] mealindeki âyet-i celîlesi ile «(O yüzler) Rab'leri-ne bakarlar.»[295] mealindeki âyet-i ceîîlesidir.

Sonra bu, yani bakmak; intizar etmek, manâsına[296] olma ihtimali yoktur. Bu bir kaç yönle izah edilir :

1 - Ahıret, intizar vakti değildir. Bekleme ve intizar vakti ancak varlık ve vukubulma yeri olan Dünyadır. Ancak Ahıretteki korku ve ağ­lama, sızlanma vakti hariç. Bu hususta bazıları, «Onlara, vukuu hak olan şey gösterilir. Ve böylece onun vaki olmasını beklerler.» dediler.

2 - Allah-u Teâlâ'nm : «Nice yüzler vardır ki o gün  (Kıyamette) güzelliği ile parıldar.» Kavl-i Celîlidir. Bu ise, sevabın vaki olmasıdır.

3 - Allah-u Teâlâ'nm:   «(O yüzler)   Rab'lerine bakarlar.»,  âyet-i eeiîlesidir. «ilâ» harfi, bir şeyi beklemekte değil, bir şeye bakmağı ifade eden kelimede kullanılır.

4 - llah-u Teâlâ'yı görmenin caiz olduğunu söylemek, müminle­rin nimetlerden nail oldukları şeyin büyüklüğünü ifade ve müjde yerine geçer. İntizar ise, nimetten değildir. Bununla beraber âyetin manâsım, hakikatinden başka cihete sarf etmek, Allah-u Teâlâ'nm emirlerine mu­halif olarak hükmetmektir. Öyle ise Allah-u Teâlâ'mn    buyurduğu gibi kendisine benzemeyi[297] ifade eden manâların    hepsini    nefyetmek    üzere Allah'a bakmakla âyeti tefsir etmek lâzımdır.

Bunun gibi Allah-u Teâlâ'ya, kelâm, fiil, kudret ve iradeden izafe edilen şeyin benzerliği ifade eden manâların hepsini nefyetmek suretiy­le Allah'ın vasfolunması vacip olur. Varlıklar hakkındaki söylenilecek söz de böyelcedir. Allah-u Teâlâ'nm her hangi birine görmeyi ikram et­meğe kadir olmadığını iddia eden kimse, görmeyi, mahîûkattan anlamış olduğu görmekle[298] takdir ediyor. Her nekadar Allah, Arş üzerine isti­lâ etti, demek caiz ise de. Bu ve buna benzer başka alâmetleri mahîûkat­tan anlaşılacak olan arazlarla reddetmek gerekmez. Bilâkis bu, benze­meyi nefyetmeyi gerçekleştirir. Ru'yet haberi de, yani Allah'ın görül­mesinin caiz olması haberi de bunun gibidir. Tevfik Allah'tandır.

Yine Allah-u Teâlâ'nm kavl-i celîlidir ki, «îman edip güzel amel işle­yenlere cennet ve bir de Allah'ın cemâlini görmek vardır. Onların yüz­lerine ne bir leke bulaşır ne de bir zillet.»[299] buyurulraaktadır. Bu husus Allah'a bakma haberinin gayrinde vârid olmuştur. Âyetin tefsirinde vâ-rid olan husustan dolayı bunun gayrine ihtimali de bulunur. Fakat Al­lah'ı görme hakkında vârid olan açık bir emir olmamış olsaydı âyetin za­hirinin Allah'ı görmeye sarf edilmesi ihtimali bulunmazdı ve kendisi ile haber reddedilirdi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Peygamberimizden (s.a.v.) haberin dışında rivayet edilen hadis-i şerifte, «Siz Kıyamet günü Rabb'inizi ay gördüğünüz gibi görürsünüz, bir araya toplanmazsınız.» buyurmaktadır. Yine Peygamberimiz (s.a.v.) «Sen Rabb'ini gördün mü?» diye sorulduğunda «evet, kalbimle gördüm» diye cevap vermişlerdir: Denilir ki Peygamberimiz (aleyhisselâm) ken­disine bu soruyu soranı tersleyip cevapsız bırakmamıştır. Soru soran kimse kalb ile görmenin ilim olduğunu bilmiştir. O, Allah'ı biliyordu, Pey­gamber aleyhisselâma bu hususu sormamıştır.

Allah-u Teâlâ müminlerin, nıenolundukları şeyler hakkında soru sormalarım yasaklamıştır. Bu hususta, «Ey iman edenler öyle şeylerden peygambere sormayın ki size açıklanırsa fenanıza gidecektir...»[300]buyur­muştur. Öyle ise, aynısını herhangi bir diriye sormak nasıl mümkün olur? Bu ise gerçekte bazıları nezdinde küfürdür. Sonra ne onlara, hu­susu nehyetmiştir ve ne de onlara sitem etmiştir. Bilâkis yumuşak söz­le karşılamıştır ve bunun parlak bir soru olmadığına işaret buyurmuştur. Tevfik Allah'tandır.

Ve yine gerçekten Allah-u Teâlâ müminlere dünyada yapmış olduk­ları amellerin en güzel bir şekilde mükâfatlandırılacağım vaadetti. Dün­yada tevhidden daha güzel bir şey yoktur. Allah'a iman etmekten de şe­ref bakımından daha üstünü bulunmaz. Çünkü O, yani iman, aklen iyi ve güzel görünendir. Vaadolunan sevabın karşılığı ise Cennet'in cevhe-rindendir. Onun güzelliği ise, tabiatın güzel gördüğü bir güzelliktir. Bu ise aklın güzel gördüğünün gayridir. Çünkü bir şeyin aklen güzel olup da onu akıl sahibi olanın güzel görmemesi mümkün değildir. Tabiatın güzel gördüğü şeyin meleklerin yaratılışında olduğu gibi kendisi ile lezzetlen­memek üzere yaratılmış olması ise mümkündür.

Ukûbat hakkında öne sürülecek husus da bunun gibidir. Bunun için­dir ki Allah-u Teâlâ'mn kullarına ikram etmiş oldu?" şeyin en yükse bir dereceye ulaşan bir keramet olması için ru'yetîn caiz olduğunu söy­lemek gerekir. Bu ikram da gaipte olan mabudun onlara hazırda tecelli etmesiyle olur. Tıpkı sevaptan matlup olan ve görülmeyen şeyin Cennet'-te görülür olması gibi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Gerçekten bunların hepsi Ahıret'te Allah-u Teâlâ'yı bilmek de top­lanır. Öyle bir ilim ki kendisinde hiç bir vesvese arız olmaz. Bu ise istid­lal ilmi değil, varlığı görmeden meydana gelen ilimdir. Âyet ve alâmetle­rin çokluğu ise bu hususun kendisine arız olmadığı hakkı bilmeği tahak­kuk ettirmez. Bunun delili ise Allah-u Teâlâ'mn «Eğer hakikaten biz on­lara (diledikleri gibi) melekleri indirseydik, ölüler de kendileri ile konuş­saydı, bütün varlıkları karşılarında toplayarak senin doğruluğuna şahit ve kefil gösterseydik, Allah, dilemedikçe, yine şüphe yok ki imân edecek değillerdi. Fakat onların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.»[301] Kavi-i Cehlidir. Ve Kâfirlerin Ahıret'te yalanlamak ve peygamberleri inkâr etmek sure­tiyle ve «Biz dünyada ancak gündüzden[302] bir saat kadar bekledik.» Ve bundan başka sözlerinden zikredilen hususlar da delil teşkil etmektedir.

Sonra varlıkları bilmenin, delillerle bilme gibi olması caiz olmadığı gibi istidlal ile bilinenin varlıkları müşahede etmek suretiyle bilmiş gibi olması da caiz değildir. Öyle ise ru'yetin bu hususu icabettirdiği sabit olur. Ve sonra bu zikrolunan vasıtalarla elde edilen ilimde kâfirle mümin müsavidir. Halbuki ru'yet ile müjdelenmek, mümine hâs kılınmıştır. Kuvvet Allah'tandır.

Fakın Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bii, Allah-u Teâlâ'mn idrâk edilmesi caizdir, demiyoruz. Çünkü Allah, «Hiç bir göz O'nu dünyada iha­ta ve idrak edemez...»[303] buyurmaktadır. Allah-u Teâlâ, ru'yeti nefyet­mekle değil, idrâk ve ihatayı nefyetmekle medhu sena edilmiştir. Tıpkı Allah-u Teâlâ'mn «Allah, onların geleceklerini de, geçmişini de bilir. Kul­ların ilmi ise asla bunu kavrıyamaz.»[304] buyurduğu gibi. Bu âyet-i ceîîle-nin anlamında ihatanın nefyî, ilmin de icabettiğine işaret edilmektedir. Bunun aynısını idrâk hakkında da öne sürebiliriz. Tevfik Allah'tandır.

Ve yine gerçekten idrâk, ancak hudutlanmış olanı ihata etmekten ibarettir. Allah-u Teâlâ ise had ve hududla vasfohmmaktan beri ve mü­nezzehtir. Çünkü hudut, kendisinden    üstün ve yüce olan şeye nisbetle noksanlıktır ve sonucu ifade etmektedir. Oysaki had ve hudud, zâtın fert­lerinden biridir. Hadd'in intikal etmesini söylemekle beraber o, tamam oluncaya kadar cüzlerin bitişmiş olan vasfıdır. Yahut Allah vardı, hudud-lanan şey yok idi. Veyahut onunla hududlanmıştir. Buna göre had değiş­mez. Oysa ki herşeyin bir haddi vardır ki, onunla o şey idrâk olunur. Eş­yaya hâs olan hududlardan koku, zevk, renk, tad ve başkaları gibi... Al-lah-u Teâlâ, bunların hepsi için bir yön yarattı ki onunla o şey ihata ve idrâk edilir. Hatta akıllar ve arazlar dahi...

A31ah-u Teâlâ, kendisinin hudud ve cihetler sahibi olmadığını haber verdi ki o hudud ve cihetler için konan sebeblerle idrâk olunamamasının bir yönüdür. Bu esaslar üzere ilim ve nı'yetin ikisi birden caiz olduğu söy­lenir.

Sonra ru'yetin caiz olmasının söylenmesi, bir kaç vecih üzere vaki olur ki bu vecihlerden her birinin hakikati ancak o vechi bilmekle bilinir. Hatta kendisinden ru'yet ile tabir olunduğu zaman ona izafe olunur. Ru'~ yet zikredilmeksizin kendi vechi bilinmeyen şeyin mahiyeti hakkında tahkik için durulması lâzımdır. İdrake gelince, o, şeyin hudutları üze­rinde durmanın manâsıdır. Hakikat değil mi ki gölge incelendiğinde gö­rülür. Fakat onun idrâk edilmesi ancak güneşle mümkündür. Şöyle ki gölge, Güneş'in seyrettiği vakit görülen bir cisim üzerinde görülmüş olur. Fakat Ru'yetle ancak kendisi için beyan edilen hadle idrâk edilir. Gündüzün aydınlığı da böyledir. Görülür, fakat haddi bizatihi bilinmez. Karanlık da böyledir. Onun bir tarafı görülmez ki idrâk olunsun ve ken­disi ihata edilmiş olsun. Hududlarla her nekadar kendisi ile görülmez ise de o, şey idrâk olunur. Bunun içindir ki Ay'la örnek verilir. Şöyle ki : Ay'ın durdurulup yakînen görülmesi ve kendisinin ihata edilmesi için haddi, hududu ve genişliği bilinmez. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu konuda asıl olan, vârid olan deliller kadar bunun caiz olduğunu söylemek ve yaratmada bulunan manâlardan her manâyı nefyetmektir. Bu hususta tefsir olmadığı için tefsir cihetine gidilmemektedir. Tevfik Allah'tandır.

Sonra Kâ'bî, Allah-u Teâlâ'nnı idrâk olunmasının caiz olduğunu is­pat etmek için bu hususu delil olarak öne sürdü. Hakikaten biz bunu açıkladık. Sonra Kâ'bî, bu gibisi gaibi bilmektir, diye iddiada bulunup şöyle dedi : Çünkü bu husus, kendisi ile bilinen vecihlerden hariç değil­dir. Ve böylece Allah, ancak mesafe, karşı karşıya bulunma, yaklaştır­ma, ulaştırma, hava, küçük olma ve olmama ve uzaklık gibi görülene hulul eden bu gibi şeylerle görülen için mübâyenetten dolayı ancak yönleri ile görülür. Eğer ru'yet, bunun hilafına caiz olmuş olsaydı onu bil­mek de caiz olurdu. Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ'bî bu bölümde bir kaç yönden hata etmiştir :

Birincisi; O, cevherinin görülmesini takdir etmiştir. Ve muhakkak biliyor ki kendi cevherinden başka cevherler[305] vardı ki gözü ile idrâk et­mek şöyle dursun, cevherini ihata etmeğe kadir olmayan yönden görür­ler. Meselâ, melekler, cinler ve onların gayri, bizim onları görmediğimiz yönden bizi görenler bulunduğu gibi. Sinek ve sivrisinek ve benzeri olan görülen küçük cüsseli şeylerden her hangi birine bakıp anlamak isten­diğinde o.nu idrâk etmek ihtimali bulunmaz. Bizim bütün sözlerimizi işi­ten ve yaptıklarımızın hepsini yazan melek de görür. Ama biz, yaratıl­dığımız hâl ile bunu takdir etmek istediğimiz[306] zaman bunların hepsini inkâr etmemiz lâzım gelir ki bu da çok büyük bir iştir.

Deri ve azaların konuşmasından zikrolunan da böyledir. Hatta bu ve bunların başkalarından meydana gelecek benzerleri ile görünen âlem­de insan, aynısı ile imtihan olunsa muhakkak onu büyük bulurdu.

Sonra görünen âlemde basar[307] ile ru'yet ve temyizin arası kendileri­ne arız olan perdenin, birbirine eşit olmaması kadarmca ayrılır. Hatta bunlardan biri, diğeri ile karşılaştığı vakitte onu kabul olunmaz bir şe­kilde bulur. Bu böyle olduğu zaman adı geçen şeyle takdir etmek batıl olur. Tevfik Allah'tandır.

Yine, görünen âlemde bütün ilim sebebleri var iken insan araz ve cisimden başkasını bilmez. Sonra bundan hariç olarak gaiple bir ilim zu­hur eder. Ru'yet de aynı bunun gibidir. Alîah-u a'lem.

Üçüncü olarak; geçen mevzuda zikredilen vecihlerden bir şey ol­maksızın, karanlık, aydınlık ve gölgenin görülmesi hakkında açıkladığı­mız hususlardan ibarettir.

Dördüncüsü de; bazan ya bir perde ile veyahut bir cevher ile gö­rünmemekle beraber o manâların hepsinin bulunması caiz olur. Bunun için o manâları nefyetmek üzere ru'yetin tedkik edilmesi caizdir. Tıpkı bir fail ve âlimle karşılaştığı vakit onlara cisimdir, diyen kimseye cevap verildiği gibi ki; o, cisimdir fakat böyle değildir denilmiştir. Bunun için onun cisim olmadığı halde bulunması caizdir. Ru'yet hakkında da aynı gö­rüş ortaya atılabilir. Oysa ki, bizi görmekten engelliyen uzaklık ve lâtif olmasiyle bizden başkasının onu görmeye ulaşması caizdir. Öyle ise ru'-yeün kaldırılması, aradaki perde ile olur. Perde kalktığı vakitte ra'yetin vukuu caizdir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra ru'yeti kabul etmeyen kimsenin sözü, cisimleri görmeyi takdir etmesiyledir. Görme kabiliyetini cisim ve arazların gayrinde tecrübe et­memiştir ki, ru'yetin yolu kendisine nasıl tahakkuk etsin! Ve sonra ger­çekten, her ne kadar uzaklık ve latif olması, kendisini görmekten engelli­yorsa da her cisim görülür. Bu iki engelin başkasının[308] gözünden kalk­ması caiz olur da Azrail'in yerin etrafında ve ortasında bulunan kimse­leri gördüğü gibi görür. Eğer bu husus, beşerin görmesi ile itibar olun­muş olsaydı idrâkin imkân ve ihtimal dahilinde bulunduğu söylenmezdi. Öyle ise, cisimlerin görülmesiyle takdir eden kimsenin bu işi görülen şe­yin bilinmesine sebeb değildir. Lâkin görmeyi engelleyen şeyin bildiril­mesine sebeb olur. işte bu perde kalktığı vakitte zatı için araz olanı gör­meyi reddetmekle beraber görür. Yoksa her cisim görülür. Cisim olma­yan veyahut zikredilenlerin dışında görülmeyen şeyin ru'yetinin inkâr edilmesi lâzımgelirse bunu ikrar etmek de elbette gerekir. Çünkü zâtı ile görünmeyen, arazın kendisidir. Yoksa her cisim görülür. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Dünya isiyle karşılaştı, yani içinden çıkamiyacağı mes'eleler kendi­sine yöneltildi. Bundan sıyrılmak mümkün değildir; fakat mihnet, belâ, yok olur, külfet ortadan kalkar. Halbu ise dünya bunlar için yaratıl­mıştır.

Sonra Mûsâ aleyhisselâmın hadisesini zikrederek, onun, alâmetleri ihatadan hasıl olan bir ilim olduğunu söyledi. Biz, bunun nekadar fasit ve gerçeğe aykırı bir görüş olduğunu açıkladık. O'nu, sorduğu şeyi bil­meye ne sevketmiştir[309] ki, kendisi mahlûkatm kurtulmasını ihtiva eden emirlerle peygamber olarak gönderilmiştir. Bu, seçilmeyen kimsede bu­lunmaz. Çünkü o, Allah'ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ eden ve insan­ları ibadete çağırandır ki, bu da bir mihnettir. Mûsâ aleyhisselâm, bilâkis Allah katındaki yerinin büyüklüğünün bilinmesi ve kendisinin kadru-şerefi bilinmesi için Allah'tan, kendisini göstermesini dilemiştir. Veyahut da bunun caiz olduğunu, mahlûkata bildirmesi için Allah-u Teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma bu hususu emretmiş olur. Tevfik Allah'tandır.

Sonra Kâ'bî, «Allah-u Teâlâ, kendisini akıl sahibi olan kimseye gös­termemiştir. Kendisini ancak dağa göstermiştir. Dağda akıl yoktur ki Allah'ı görsün ve O'nu bilsin» diyor. Cevap olarak kendisine şöyle denir : Eğer ru'yet bir alâmet olsaydı, dağ, dediğin gibi O'nu ne görürdü ve ne de anlardı. Bu böyle olduğu vakitte alâmet ve işaret, dağın paramparça ol­masıdır.25 Yoksa dağın paramparça olması için Allah'ın alâmeti ona gös­termesi değildir. Evet, bu bir alâmet ve işarettir ki Allah, onu Mûsâ aleyhisselâma göstermiştir. O alâmet de dağın paramparça olmasıdır.[310] Allah-u Teâlâ, «Beni hiç bir zaman göremezsin» buyurmuş ve Mûsâ aley-hisselâmı görme alâmeti olan hadiseye sevketmiştir ki gerçekten Mûsâ aîeyhisselâm onu görmüştür. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Kâ'bî, Mûsâ aîeyhisselâm kendisini değil, tövbesinin anlamını sordu kendisine dedi ve bu hususun iki yönden izah edileceğini iddia etti:

Birincisi : Mûsâ aîeyhisselâm, Allah'ın kendisine göstermiş olduğu delillerden anladı ki gerçekten bu küçük bir şeydir. Bunun için tövbe etti.

îkincisi : İnsanlar arasında cari olan âdet şudur ki, korkulu anlar­dan sonra günah istemeksizin tövbe yenilenir.

Ebu Mansur fr.h.) diyor ki : Eğer bu hadise küçük olmuş olsaydı onun terkedilmesmden delillerle kendisinin bilinmesi daha evlâ olurdu. Tövbenin, baygınlık hâlinin dışındaki alâmet ve işaretlerde olmasından, baygmhkdan ötürü bulunması daha evlâ ve lâyıktır.

İkinci izahata şöyle cevap veriyor Ebu Mansur (r.h.) hazretleri: Bu husus, korkuyu müşahede ettiğinde doğru olur. Yoksa korkunun, kor­kusuzluğa dönüşmesi, baygınlıktan ayrılması ve sükûnet bulması anında değil. Evet, Mûsâ aleyhisselâmm asasının deprendiğini müşahede ettiği vakitte ondan yüz çevirip çekilmesi daha doğru ve lâyıktır. Fakat, şu ih­timalin de bulunması mümkündür. Hani Aîlah-u Teâlâ, Mûsâ aleyhisse-îâma beni hiç bir zaman göremezsin, buyurmuştu. Musa aleyhisselâmm katında da Allah-u Teâlâ'mn Ahıret'te kendisini göstereceğini vaadetti-ğinden dolayı dünyada da buna gücünün yetmesi ihtimali bulunduğu için Allah'ı görmenin caiz olması kanaatmda idi. Bu kanaatından rücu' ede­rek her nekadar kendi imanının aslında var idi ise de Allah-u Teâlâ'mn «Beni hiç bir zaman göremezsin», kavl-i celîline iman etti. Bu, mümin­lerin her âyetin gelişinde ve her farzın yenilenmesinde her nekadar hep­sine umum olarak iman etmiş bulunuyorlar idi iseler de imanlarının taze­lenmesi gibidir. Tevfik  Allah'tandır.

Biz, geçen mevzularda Allah-u Teâlâ'nm nice yüzler vardır ki o gün (Kıyamette) güzelliği ile parıldar. (O yüzler) Rab'lerine bakarlar. Kavl-i celîlindeki hususları açık-seçik olarak beyan ettik.

Fakîh Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Kelâm hakkında şu temel prensip benimsenmelidir : Kelâm, mahud olan bir ir üzere vârid olduğu veyahut maksud olana daha yakın bir mana üzere bulunduğu vakitte ha­kiki manâsından vaz geçilip raecazî manâsı ile kullanılır. Böyle olmazsa hakiki manâsının dışında mecaz olarak kullanılmaz. Tıpkı Allah-u Teâlâ'­nm şu âyet-i ceiîîeîerinde olduğu gibi. «Rabb'inin kudretine bakmaz mı­sın (fecirle Güneş'in doğuşu arasında) gölgeyi nasıl yayıyor? (Ne karan­lık var, ne aydınlık)[311],» (Ey Resulüm, Kabe'yi tahrip etmek isteyen) As-hab-ı Fîl'e (Fillerle teçhiz edilmiş Necaşi ordusuna) Rabb'inin ettiğini görmedin mi?»[312]. Bunun aslı şudur; her hangi bir kimsenin, ben felanı gördüm, veyahut filâna baktım demesi, onun zâtının gayrına atfedilme-sinin imkân ve ihtimali yoktur. Halbuki onun şöyle dediğini, böyle işledi­ğini gördüm, dediği vakitte bununla zâtının görülmesini murad etmez. Bu âyet-i celîleler ve Mûsâ aleyhisselâmın kıssasının işi de bunun gibidir.

Sonra söylediklerini düşünen kimse, muhakkak bilir ki kendisi, cis­mi benzetenlerdendir. Zira o, kendisinde ru'yetin bulunması için ortaya atılan şartlarla ru'yetin vacip olduğu anlamım zikretmemiştir. O, ancak böylece bulduğunu haber vermiştir ki o da görünen âlemdeki her faili ve her âlimi cisim olarak bulduğunu ifade eden müşebbihenin[313] sözüdür. Bunlar, görünen âlemde olan hususun aynısının gaipte, yani görünme­yende de bulunması vaciptir, diyor. Daha sonra Kâ'bî, görünen cismin manâsım zikretti.[314] Ve fakat cisim olmayanın görünmesinin manâsını zikretmedi ki ona delil olsun.

Sonra o, Kâ'bî, uzaklık ve dikkati nefyetti. Çünkü, bunlar Allah'da bulunmaz, diyor. Sonra Allah-u Teâlâ'nm kendisini, «Hiç bir göz onu dünyada idrâk ve ihata edemez. Fakat O, (ilmiyle) bütün gözleri (var­lıkları ihata eder)[315]Kavl-i celîli ile medh u sena buyurmuştur. Bunun zail olması caiz değildir, diyor.    Ve Allah-u Teâlâ'nm «... Her şeyi yaratan O'dur...»[316], «... O, (Allah) hergeye kadirdir.»[317] Kavl-i celîlleri de böyle­dir. Yani, bu hususun Allah'tan zail olması caiz değildir. Sonra bazen de zikredilen şeyin düşürülmesiyle Allah-u Teâlâ'yı ru'yetle vasfetti. öyle ise şu husus sabit olmuştur; bu, öyle bir yoldur ki, bu yol, insanı görme­ye sebeb olan şeyin künhünü anlamaya götürmez. Eğer Allah nasıl görü­nür, diye sorulursa, bu soruya şöyle cevap verilir : Allah, keyfiyetsiz olarak görülür. Çünkü keyfiyet, suret ve şekil sahibi için olur. Hatta Al­lah, ayakta durma, oturma, bir yere dayanma, bir yere bağlanma, bitiş­me, ayrılma, karşı karşıya bulunma, arka arkaya olma, kısa, uzun, ziya, karanlık, durgunluk, hareket, birbirine zıt olma, birbirine tutuşma, içer­de bulunma, dışarda olma gibi sıfatlarla vasfolunmayarak görülür. Al­lah-u Teâlâ'nm bu ve buna benzer sıfatlardan beri ve münezzeh olduğu için O'nu takdir edecek veyahut da anlatacak hiç bir mâna yoktur. [318]



[286] El-En'âm, âyet 103.

[287] El-A'râf, âyet 143.

[288] Hûd Sûresi, 11, 42, 45 ve 46. âyetlere bak.

[289] Tâha Sûresi,  121. âyete bak.

[290] El-A'râf, âyet 123.

[291] El-A'raf, âyet 143.

[292] Allah-u  Teâlâ   şöyle  buyuruyor:   «Mûsâ,   kendisi  ile   konuşacağımızı  va'd  ettiğimiz vakitte gelince, Rabb'i O'na Kelâmi'nı (vasıtasız olarak) söyledi. (Musa) şöyle dedi: «Rabbim, cemalini bana göster, sana bakayım»  Allah :   «Beni hiç bir zaman göre­mezsin, fakat şu dağa bak.- Eğer o, yerinde durursa sen de beni görürsün.» buyur­du. Nihayet Rabb'i, o dağa tecelli edince, onu yer üe bir etti. Mûsâ da bayılarak yere düştü. Sonra ayıhnca şöyle dedi :  «Allah'ım, seni tenzih ederim- (Dünyada seni görmeyi İstemekten) tövbe ettim ve ben, müminlerin     (buna inananların)  ilkiyim.» El-A'râf, âyet 143

[293] Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor : Vakta ki İbrahim'in üzerini gece bürüdü, bir yıldız gördü :  <Bu mu benim Rabb'im?» dedi. Derken yıldız batıverince :     .Ben öyle ba­tanları sevmem», dedi- El-En'âm, âyet 76

[294] El-Kıyâme,  âyet 22.

[295] El-Kıyâme, âyet 23.                   

[296] Mu'tezüe «nâzıratun» kelimesini intizarla, yani Allah'ın sevabım beklemekle tefsir etti. Bak : Kitâb'ul Muğnî Li'1-Kâdî Abdülcebbar El-Mu'tezilî, c. 4 s.' 197-198, Ka­hire, 1965.

[297] Kitabın aslında  «eş-şebehi»  kelimesi  «aniş'şebehi»  olarak yazılmıştır.

[298] Kitabın aslında :   «elletî» kelimesi  «velîetî»  olarak yazılmıştır.

[299] Yunus, âyet 26.

[300] El-Mâide, âyet 101.

[301] El-En'âm, âyet 111.

[302] El-Ahkâf,  35.  âyete bak.

[303] EI-En'âm. âyet 103.

[304] Tâha, âyet 110

[305] Kitabın aslında  «cevâhiru»   kelimesi  «cevheru»   olarak yazılmıştır.

[306] Kitabın  aslında  «erednâ» kelimesi  «erâdenâ»   olarak yazılmıştır.

[307] Kitabın aslında «el'basaru»  kelimesi,   «el'basaraynb  olarak yazılmıştır.

[308] Kitabın  aslında  «gayrihû kelimesi,   «gayrin»   olarak  yazılmıştır.

[309] .beleğa» kelimesi, kitabın aslında dip not olarak yazılmıştır ve noktasızdır.

[310] Bu ibare, kitabın aslında dip not olarak yazılmıştır

[311] El-Furkân,  âyet 45.

[312] El-Fîl, âyet 1.

[313] Kitabın aslında «el musebbihi.

[314] Cümle,  kitabın  aslında mükerrerdir.

[315] El-En'âm,  âyet 103

[316] El-En'âm,  âyet 102

[317] Hûd, âyet 4.

[318] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 173-183.


ceren
Wed 30 May 2018, 03:09 am GMT +0200
Esselamu aleykum. Rabbim bizleri onun emrinde onun rizasinda yaşayan ve hem bu dünyasını hemde ahiretini kurtarıp allahın cemalini gormeye nasip bulan kullardan olalim inşallah. Rabbim razı olsun paylasimdan kardeşim. ..

Bilal2009
Wed 30 May 2018, 11:44 am GMT +0200
Ve aleykümüsselam Rabbim bizleri ilim öğrenen kullarından eylesin Rabbim paylaşım için razı olsun

Sevgi.
Thu 31 May 2018, 12:55 am GMT +0200
Aleykümüsselam biz bu dünyada Allah ı gözümüzle göremeyiz ancak O nun varlığını etrafımıza bakarak anlarız çünkü herşeyi yaratan Allah tır