- Allahın Fiilleri İhtiyari Midir

Adsense kodları


Allahın Fiilleri İhtiyari Midir

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sun 10 July 2011, 03:50 pm GMT +0200
Kâ'bî'nin Allah'ın Fiilleri İhtiyarîdir, Demesinin Tartışılması


Kâ'bî, Allah-u Teâlâ'nın fiilleri ihtiyarîdir; çünkü yaratılmış olanın fiili bir nevi'den ibaret olur, diyor.

Ebu Mansur (r.h.) da şöyle diyor : Kâ'bî'nİn bu sözü doğru ve güzel olan bir sözdür. Tevhid ehlinin mezhebi de budur. Fakat, Kâ'bî'nİn mez­hebinde bu sözünün anlamı yoktur. Çünkü denir ki; yaratma Allah'ın ih­tiyarı[197] ile midir, yoksa ihtiyarının gayri ile midir? Allah'ın fiilleri hak­kında söylenilen husus da aynı böyledir. Eğer Kâ'bî, Allah'ın fiilleri ihti­yarı iledir, derse; öyle ise Allah'ın fiillerinin mânâsı, Allah'ın ihtiyarıdır, demek olur. Bunun için Allah'ın fiilleri ihtiyarı iledir, demek hatadır. Bilâkis o, Allah'ın ihtiyarından başka bir şey değildir. O noktada Kâ'bî'nin dediği gibi söylemek te mümkün olur.

Hayır, Allah'ın ihtiyarı ile değildir, derse; ya o, mahlûkun fiili olur ve kendisinin sonu olmayan bir ihtiyarı ile olması vacip olur ki bu da mümkün değildir. Çünkü mahlûkatm sonu vardır. Veyahut o fiil ihtiyari olmayan bir fiildir ki bununla Kâ'bî'nin sözü batıl olmuş olur. işte bu hu­sustur ki şeyin vaktinde olmasının ihtiyar edilmesinden ibaret olan ezel­deki irade sifatıyle Allah'ı vasfedenin böyle söylemesini gerektirir[198]

Sonra bizce Allah-u Teâlâ'nın fiillerinin kendi ihtiyari ile olduğuna, mahlûkatın kendisinde bulunan hikmete binaen mahiyetinin birbirine muhalif olarak yaratılması ve aynı zamanda Allah-u Teâlâ'nın vahdani­yetine delil teşkil ettiğine delâlet etmesidir. Bu ise herşeyin kendi "bulun­duğu hâl üzere Allah-u Teâlâ'nın ihtiyarı ile olduğuna delâlet eder. Kuv­vet ancak Allah'tandır.

Sonra bazı kimseler, mahlûkatın bulunduğu hâl üzere olmasının al­mış olduğu gıda maddeleri sebebiyle ve tabiatîyle olduğunu öne sürerler. Bazıları[199] ise mahlûkatın meydana gelmesinin yıldız, Ay ve Güneş'in işi olduğunu öne sürerler. Bazıları da, mahlûkatın âlemin yani seyyarelerin[200] devranı ile meydana gelir diyorlar. Bir kısım insanlarda ana ve babaların tedbiri neticesindeki doğumlardan meydana geldiğini ileri sürerler. Bun­ların hepsi, bir şeyin bir şeyden olmasına rücu' eder. Meydana gelenin-başlangıcı sabit olmadığı zaman bu söz, adı geçen delillerle batıl olur. Onun veyahut bundan, her cinsin evveliyeti sabit olduğunda ise kendi nefsi ile sonradan olması müstahil olur. Çünkü bu, yok olduğu zaman kendisini icad etmiş olur ki bu yok elanı icad etmek mümkün olmaz. Bununla be­raber eğer kendisine herşeyin tedbiri ulaşmış olsa, kendisine yokluğun gelmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmazdı. Çünkü eğer kendisini var etmek caiz olsaydı aynı vakitte veyahut var olduktan sonra kendisini yok etmek te caiz olurdu. Bu ise tenakuz teşkil eder. Öyle ise gayri ile var olduğu sabit olur. Tevfik Allah'tandır.

Gerçekten zikredilenlerin hepsi ölüler nev'indendir. Ancak adı ge­çen ana ve babalar müstesna. Çünkü onlar bilirler ki gerçekten kendi­lerinin tedbirleri, evlâtların başlangıçlarına" ulaşmaz. Ve çocuklar, ana babaların ümit ettiklerinin gayri olarak meydana gelirler. Ve çocuklar eğer fesada uğrarlarsa kendilerinin ıslâh edilmesi mümkün olmaz. Şu da bir gerçektir ki ana - babaların bu husustaki takdirleri şöyle dursun, eş­yadan gizli kalanlar bilmeğe ulaşmaları için bir kapasiteye sahip değil­lerdir. Bu Eİkredilen vecihlerden başka evlâtların ana ve babanın tedbiri ile olduğunu iptal edecek hususlar vardır. Ölüler çeşidi ise, yararlı olan şeylerden kendisinde bulunanı bilen olmaz. Ve onlardan bu yararları menetme ihtimali olan şeyi de bilmez. Bununla sabit olur ki beslenme ile ve tabiatiyle olan ancak kendilerinde bulunanı Hâkim ve Âlim olan Al­lah'ın yaratması ile olur ki o, her şeyi[201] zararlı ve menfaatli bir hâl üsere yaratmıştır.

Gerçekten hayvanda öyle manâlar vardır ki bunlardan hiç biri işit­me, görme ve yalnız insanoğluna mahsus olan konuşma, ayırt etme ve eşya üzerinde vukufiyet kesbetme gibi vasfolunan eserlerden hiç bir şey kendisinde bulunmaz. Bununla beraber bu husus ilk hallerinde mevcut değil idi. Bu ancak, babaların ve annelerin aldıkları gıda ile beslenip bü­yürdü. Sonra bu husus ana ve babalarda etkili olmazdı. Nasıl olur da çocuklarda etkili olur.

Sonra gerçekten her şeyin kendine göre bir haddi, hududu vardır. Bu hududa ulaştığı zaman kendisinde, ne uzunluk, ne genişlik ve ne de işitme, görme ve akıl ziyadeleşir. Bilâkis o noktaya ulaştıktan sonra her şey, gıda maddelerinin bulunması, terbiyenin devam etmesiyle beraber noksanlaşmaya doğru gider. Bu, gerçekten böyle olduğu bilinir. Fakat adı geçen şeyle değil, lâkin kendi zâtı ile âlim olan hattâ kendisinden hiç bir şey gizli olmayan, binefsihî kadir olan, hiç bir şeyin kendisini acze dü­şürmeyen, şanı yüce olan Allah'ın bildirmesi ile bilir. Ve yine adı geçen cevher nevilerinden hiç bir şey yoktur ki kendisinde bozulma ve salâh bulmanın ikisi birden bulunma ihtimâli bulunmasın. Ve bunların hepsi birbirine zıt olan ve yardımlaşma için bir araya gelme ihtimali bulunma­yan şeylerdir. Öyle ise bulunduğu hâl üzere kendilerinin başkası ile oldu­ğu sabit olur. Çünkü kendi nefsi yönünden olan her şey kendisi bulun­duğu müddetçe bozulması, ihtimal dahilinde olmaz. Her türlü kötülükten korunmak Allah'ın hıfzı ile hasıl olur. Yine görünen hâli ile her canlı ken­dilerine galebe çalan ve kendisini mahkûm eden şehevi istek ve ihtiyaçlar üzere yaratılmıştır. Eğer böyle olmasalardı gıda maddelerine muhtaç ol­mazlardı. Sonra bunlar bulundukları vakit zenginliğe (muhtaç olmama­ya) sebep oldular. Şehevî isteklerin bunlardan doğması, ihtiyaçların bun­lardan meydana gelmesi ihtimal dahilinde olması mümkün değildir.

Bunların binefsihî şehvetler ve ihtiyaçlar olmaları bir kaç yönden caiz değildir.

Birincisi : Gayriye muhtaç olmaksızın, bizzat kendi kendine kaim olmak zenginliğe delâlet eder.

İkincisi : Başkası bulunmadan ihtiyacın kendi kendine bulunması caiz değildir.

Üçüncüsü : Çünkü bir yönden kendi zâtı ile kaim olanın zeval bul­ması muhtemel olmaz. Kendisine zenginlik başkası ile vukubulur.

Dördüncüsü : Var olan şeyin kendi nefsi bakımından ihtiyacının[202] başkasına havale edilmesi. Hattâ kendi nefsi bakımından başkasına muh­taç olduğu zaman kendisi baki kaldığı müddetçe başkasına, olan ihtiyacı da devam eder. Öyle ise onları ihtiyaç üzerine yaratan ve kendilerinde şehevî istekleri yerleştiren, sonra onlar için zenginliğin elde edilmesine sebep olan şeyi ve şehevî isteklerin yerine getirilmesini yaratan bir baş­kasının bulunduğu sabit olur. Ve böylece de âlemin müdebbirini (idare­sini) kendisi ile nefyetmek istenen, kastedilen şey, bizatihi âlemin mü­debbirinin varlığını tesbit etmiş olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Âlemin cevherleri ve sıfatlarından hiç bir şey bulunmaz ki zelil ve musahhar olmasın. Eğer bunlar ile bulunmamış olsa idi kendi yaşamı ve başkalarının yaşaması kendisi ile hasıl olan şeyden sürekli olarak hare­kette bulunmak ve devamlı olarak bir şeyde karar kılmak gibi daha kolay ve zevkli olan şey üzere bulunur idi. Öyle ise âlem, tümü ile bizim zikret­tiğimiz manâyla varolduğu kabul edilir ki bu manâda bütün bu sıfatları kendisine veren ve yaratan bir müdebbirin var olması vacip olur. Musah­har ve zelil kılmanın icad etmeye malik ve sahip olmakla olması caiz de­ğildir ki, bununla gayrın zengin olması ve gayri ile kıyam bulması varid olsun. Böylesi kimse kendi nefsinden zületi ve musahharlığı izale etmeğe malik olmaz. Öyle ise bunların her birinin kendi zenginlikleri ve hacet­lerinin bütün yönlerini bilen bir âlimi, bir müdebbiri var olup, kendilerini bulundukları bu hâl üzerine yaratmıştır. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, kimimizi kimimize, var olma ve hayatı idame ettirme bakımından muh­taç kılmıştır. Bu Öyle bir şekilde meydana gelmiştir ki, kimin kime ne yönden muhtaç olduğunu ve kendi nefsinden hangi ihtiyacı giderilmesini idrak etmekten aciz olduğunu bilmez. Bunun içindir ki bunların hepsi­nin bir âlim ve müdebbiri olduğu sabit olur ve O'nun, yani Allah'ın ted­biri üzerine bütün işleri cari olur.

Sonra mahlûkatm en büyüğü ve en akıllısının, tedbiri ile kendilerine lûtf ve ihsan edilen şeyde, mekân ve zaman itibariyle fiilleri ve hâllerinin takdiri arasında serbest bırakılmış olsaydı, mahlûkatm hiç birinin gücü­nün vûs'atı bu hususları yerine getirmeğe yetmez. Bu böyle olunca en akıllı ve en büyük olmayanın böyle olmamasının daha gerçek olduğu aşi­kârdır. Sonra âlemden hiç biri kendi nefsinden zamanın kahrım gidere­mez ve mekânın ihatasını da önleyemez. Öyle ise âlemin bulunduğu hâl üzere, muhtaç olduğu şeyin kendisini ihata etme manâsının dışında var olması caiz değildir. Bilâkis onun var olması bizatihi kaim olan, âlim ve kadir olan Allah'ın yaratması iledir.

Sonra bazıları âlemin toprağının kadim olduğunu söylerler. Ya âle­min toprağı bu manâların cevherinden[203] olur, o zaman âleme katılan şey, kendisine de ilhak olur ve bu cevheri, kendisinin aczini ve ihtiyacını or­taya koyar. Acizlik ve ihtiyaç ise âlemin başkası ile var olması ve hadis olmasının delilleridir. Gayrinde bulunması gereken ve lâzım olan şey, kendisinde de bulunması lâzım gelir. Veyahut bu cevherin dışında olup kendisi zengin ve kuvvetli olduğu için hiç bir ihtiyaca düşmez ve kendisi ile zenginlik ve kuvvet elde edilmesi düşünülen başkasına yalvarma ve yakarma[204] hilelerine başvurmaya sebep olacak şehevî istekler kendisinde bulunmaz.

Veyahut9 âlem, kendisine vaki olan hadisler ve bulunduğu hâlden[205] kendi cevheri ile değişikliğe uğrıyan şekli ile topraktan meydana gelmiş­tir.

Böylece kendisindeki bu ihtiyaçlar ve şehevî isteklerle vücut bul­muştur. İşte kendi cevheri ile her ihtiyacı ve şehevî isteği yüklenmiş[206] olup istihale ve değişikliğe müsait bir hâlde bulunmuş olur. Böylece ken­disinde bulunan zengin ve kuvvet sıfatlarının hepsi yok olur; ve kendisi ihtiyaçların asıl kaynağı ve şehevî isteklerin nıenbaı olur. Bunun içindir ki, kendisinin icadı, Âlim ve Hâkim olan Allah'a raci' olması lâzım gelir. Binaenaleyh bu hususun âlemin hepsinde bulunması gerekir.

Yahut toprak kendi haliyle vardı; fakat âlem kendisinde zorla var olup bilfiil zahir olmuştur. İşte bu da heyula, sözünün sahibi olanların görüşüdür.

Sonra âlemde bulunan eşyanın hepsinin telef olup yok olması ken­disinden bilfiil çıktığında, bir şeyin bir şeyde bilkuvve var olduğuna de­lâlet etmektedir. Meselâ insanın varlığının meniden, her hayvanın me­niden veyahut yumurtadan, yeşil ekinin[207], daneden, ve ağacın da çekirdek­ten meydana geldiğini söyliyenlerin sözlerinde görüldüğü gibi. Bütün cevherler de onların katında böyledir. Ve besin maddeleri, büyüyüp ge­lişme ve benzeri hususların devam etmesi onların nezdinde adı geçen hu­sus gibidir. Öyle ise onların ileri sürdükleri toprağın durumu ve benim­sedikleri heyûlâ'nm hâli böylece olması gerekmektedir. Çünkü bu ikisi bütün[208] âlemin aslını teşkil etmektedir.

Böylece Karâmite'lerin[209] öne sürdükleri görüşte, ilk yaratıcının te­lef olup yok olduğunu söylemeleri gerekir. Çünkü onların ilk yaratıcı maddo olduğunu ve bütün âlemin orada meydana çıkıp bütün mahlukatı kendisinden meydana çıkardığını ve onun da heyulaya doğru uzandığını ve heyûlâ'dan da âlemin terkip edildiğini söylüyorlar. Çünkü bu, her şe­yin bir şeyde bil kuvve var olması ve bilfiil zahir olması için her şeyin hakkıdır.                                                                             

Bunlar, bütün varlığın hali hazırdaki durumunu evveliyetin delili yaptılar. Fakat birincisi külün cevheri, ikincisi de cüzün cevheridir. Kü­lün cevheri, cü^ün cevheri ile bilinmiş oldu. Çünkü hiç bir kimse, hisle bunu anlamaya varamaz. Tevfik Allah'tandır.

Bu sabit olduğu zaman hacet ve hadiselerden beyan ettiğimiz şey­lerin tümü de sabit olmuş olur ki onlar, zikredilen asim hadis olduğunun delilleridir. Zira bunlar telef olup yok olma ihtimali dahilinde olurlar. Ve yine Karâmite'lerin ileri sürdükleri    görüşleri muvacehesinde her nekadar âlemin yok iken sonradan icad ile var olduğunu söylerlerse de bu icadın ebedi [210]olduğunu söylemelerini gerektirir. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Şeyin kendisinde olanın kimden olduğunu, kendisinde bilkuvve olanı ve kendisinde hâllerle olanı, kendisinde ne olduğunu ve kendisinden ne meydana geldiğini bilmemesi cehlin delilidir. Tıpkı meni, daneler ve bun­lardan başkalarını bilmeme hususunda zikrettiklerimiz gibi. Böylece he-yûlâ, toprak ve söyledikleri ve ileri sürdükleri şeylerde bulunduğu lâzım gelir. Ve söylediklerinin bir müdebbiri olmadığını ve kendisi ile ondan bir şey hasıl olmadığım kabullenmeleri lâzım gelir. Lâkin eğer öne sürülen­ler olursa muhakkak ki o, olanı bilenle olur. Bu bilen, onun aslını kendi­sinde bil kuvve bariz olarak kılar. Bilfiil de kendisini icad ettiği madde­lerden ve yaşayıp büyümesini sağlayan imkânlarla kılmak suretiyle bil­fiil izhar eder.

Bu hususlarda tevhidi ifade etme ve her şeyin onların dedikleri şey üzere olması için bunların hepsinin yaratıcısı olduğunu ifade etmek ge­rekir. Veyahut her şey için bir muhdis olur ki, o şey, muhdisin dilediği gibi asimda ve başlangıcından itibaren ebedi olması tahakkuk eder. Veya ehli tevhidin söylediği veçhile nasıl dilerse öyle icad eder. Çünkü Allah-u Teâlâ, kendisinde her şeyin bariz olarak bulunduğu bir aslı icadetmeğe kadirdir. Kadir olduğu gibi her şeyi bil kuvve zahir olmaksızın ve bilfiil meydana çıkmadan dilediği gibi yaratmasına da kadirdir. Lâkin AUah-u Teâlâ, bunları takdir ve tekvin ile icra kılar. Onlar, eşyanın aslında cevhe­ri ile gizli olup sonradan bilfiil zahir olduğunu iddia ediyorlar. Bu görüş yine bizim söylediklerimize rücu' eder. Çünkü onlarm meni ve daneler hakkındaki sözleri bunun gibidir. Bununla beraber bu söyledikleri aklen reddedilir. Çünkü kendisinde şsyin cevheriyle[211] kat kat kılma imkânına sahip olmaları ihtimali yoktur. Çünkü aralarında tenakuz, fesat bulma ve mevcudatı yalanlama olur. Veyahııtta onların toprak veya heyula ve­yahut mubdi' veyahut hepsinin aynı diye isim verdikleri o asıl âlemin ica­dına malik olur. Bu kendisinde olmak suretiyle değil, fakat bilfiil ve na­sıl dilerse, neyi dilerse onu icad etmeğe malik olması ile olur. Onun hük­münü kabul etmiyen, onun tedbirini nakzeden bulunmaz. Bu ise ehli tev­hidin fikri ve sözüdür. Fakat onlar, öyle bir isimler verdiler ki ehli tevhidîn katında âlemin mubdii[212] ve mucidine ehli tevhidin verdiği isimlerin gayridir. Kuvvet ancak Allah'tandır. [213]



[197] Kitabın    aslında  «ihtiyâruhû» kelimesi  .ahyâruhû-  olarak yazılmıştır

[198] Kitabın aslında  «vezâliks yelzemu» kelimesi  -veyelzemu»  olarak yazılmıştır.

[199] Bu ibare kitabın aslında mükerrerdir. Kitabı nesneden, bu ibareyi silmiştir.

[200] Kitabın aslında -mebâdî. kelimesi noktasızdır;

[201] Kitabın aslında «Onda ve gayri ile lüzumu hakkında her şeyin yaratılması iledir.» mealini taşıyan ibare yazılmıştır.

[202] Kelime, kitabın aslında mükerrerdir.

[203] Kitabın aslında «hazihî» kelimesi «hazâ. olarak yazılmıştır.

[204] Kitabın aslında «el-mufziati» kelimesi noktasız  .ra> île yazılmıştır.

[205] Kitabın aslındaki metinde ibareye işaret olunduğu halde ibare dip notta yazılmıştır

[206] Kitabın aslında  .muhtemileten» yerine,   .mahalleten  kelimesi yazılmıştır.

[207] Kitabın  aslında   «vel-asfu»  kelimesi,   .bekl'uz-zer'i»   yerine  yazılmıştır.

[208] Kitabın aslında  »îicemîin»  kelimesi yerine  «bicemîin»  kelimesi yazılmıştır.

[209] Karamita Gulat-i Şia'dan bir fırkadır. Bu fırka    Kûfe'li bir adama nisbet edilir ki ona Hemedaıı'lı Gırmıt denilir- Bu fırkaya, Seb'iyye de denilir. Çünkü bunlar şeriat­ta peygamberler yedi olarak belirlenmiştir ve onlar da :   Adem, Nuh, îbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve Muhammed'ul-Mehdi olduğunu ve her iki peygamber arasında şeriatı tamamlıyacak olan yedi imamın bulunduğunu iddia ederler... Bak: «Keşşaf'u -Istılâhât-ıl-Fünûn»   Karamita ve Seb'iyye maddelerine.  Bu fırka,  haramları mubah kıldıkları için «hazmiyye» ismi de verilmiştir. Azerbeycan'da zuhur eden Babek-El-Cermî'ye. bunlardan bir taifenin tabi olmasından ötürü kendilerine Babekiyye  adı da verilmiştir. Bunlara, Muhammed bini İsmail'e İntisap etmelerinden  veya İsmail bin  Cafer'us-Sâdık'a  imametlik verdikleri için İsmâüiyye  adı  da verilmiştir.  Yine bak :  «Vefiyyât'ul-Ayân» 1/459, ve «El-Kâmil Li'bni'I-Esîr,» 278 senesinde vukubulan hadiselerin  başlangıcından   itibaren müteaddit  yerlerde.  Ve bak:    «Et-Tenbîh  Li -Ebi'l-Hüseyn EI-Maltı», 26.

[210] Kitabın aslında -ebediyyen» kelimesi -ebediyyeten* olarak noktasız ve hemzesiz ola­rak yazılmıştır.

[211] Kitabın aslında «bicevherihî» kelimesi  «bicevherihâ» olarak yazılmıştır

[212] Kitabın aslında «ve mubdiuhû» kelimesi «ve mubdiuhâ» olarak yazılmıştır

[213] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 151-158.