saniyenur
Mon 2 January 2012, 06:36 pm GMT +0200
Allah Taâlâ'nın Kelâmı Olan Kur'an, Mahlûk Değildir
Müellif Ömer Nesefİ metinde, “el-Kur'an kelâmullah...” demek suretiyle önce “Kur'an'ı” zikrettikten sonra, peşinden, “kelâmullah” tabirini getirdi. Zira kelâm âlimleri, “Allah Taâlâ'nın kelâmı olan Kur'an, gayr-i mahlûktur,” denilir, ama; kadîm ve ezelî olan harf ve seslerden mürekkebtir, fikri akla gelmesin, diye “Kur'an gayr-i mahlûktur” denilmez, demişlerdir. Nitekim, cahillikleri veya inatçılıkları sebebiyle (Ehl-i sünnet olan) Hanbelîler bu kanâata (harf ve seslerin kadîm olduğu fikrine) sahip olmuşlardır. (Onun için “Kur'an mahlûk değildir,” demektense) Allah'ın kelâmı olan Kur'an mahlûk değildir, demek daha uygun olmuştur.
Müellif Ömer Nesefî, “mahlûk değildir" sözünü “hadis değildir”, yerine kullanmış, bununla iki ifadenin aynı şeyi anlattığına işaret etmiş ve söylediği sözün hadisteki ifade tarzına uygun düşmesini amaçlamıştır. Peygamber (s.a.) “Allah'ın sözü olan Kur'an mahlûk değildir, kim mahlûktur derse, ulu Allah'ı inkâr etmiş olur,” buyurmuştur [29]. Aynı zamanda Nesefî, bu ifadesiyle iki fırka (yani Mutezile ile Ehl-i sünnet) arasında ihtilaf konusu meseleyi, “Kur'an mahlûktur” veya “Kur'an gayr-i mahlûktur”, şeklinde meşhur ve yaygın bir ifade ile kesin bir biçimde ortaya koymak istemiştir. Yine bundan dolayı “Allah'ın kelâm sıfatı” konusu, “Halk-ı Kur'an” başlığı altında incelenmektedir. Bizimle Mutezilenin arasındaki ihtilafın hakikati ve mahiyeti, kelâm-i nefsinin varlığını kabul veya red ile ilgilidir. Çünkü biz, Kur'an'ın harfleri ve sözleri kadîm ve ezelîdir, demiyoruz. Buna karşı Mutezile de, Kelâm-ı nefsi hadis ve mahlûktur, demiyor. (Ama kelâm-ı nefsinin var olduğunu da kabul etmiyor. Bunun varlığını kabul etselerdi Kur'an mahlûktur, demiyeceklerdi).
Sünnîlerin delilleri: Yukarda da geçtiği üzere bu konuda icmâ (ve âlimlerin ittifakının) mevcudiyeti ve Allah Taâlâ'nm mütekellim olduğuna dair Peygamber (s.a.) den bize gelen nakil ve haberlerin mütevatir oluşudur. Şübhe yok ki, Allah'ın mütekellim oluşunun, kelâm sıfatı ile muttasif olmasından başka bir manâsı yoktur. Hadis olan kelâm-ı lafzînin Allah Taâlâ'nın zatı ile kâim olması da imkânsız olduğuna göre, kelâm-ı nefsinin mevcudiyeti sabit olur.
Mutezilenin delilleri: Kur'an, te'lif, tanzim, inzal, tenzil, Arabca, fasih ve i'câz niteliğine sahib olma... v.s. gibi yaratıkların sıfatları ve hudûsun alâmetleri olan şeylerle muttasıftır.. Mutezilenin bu delili bize (Sünnî kelâmcılarına karşı) değil, Hanbelîiere (ve Selefîlere karşı) geçerli bir delil olarak ileri sürülebilir. Çünkü biz tanzim (yani Kur'an'm nazmı ve tertib biçimi) hadistir, diyoruz. Sadece kadîm ve ezeli olan manâyı bahis konusu ediyoruz. Allah Taâlâ'nın mütekellim olduğunu inkâr etmenin mümkün olmadığını gören Mutezile, “Allah Taâlâ ses ve harfleri mahallinde (yani Cebrail'de ve Kur'an okunan diğer yerlerde) yaratmak veya Levh-i mahfuz'da yazı şeklini icad etmek, manâsında mütekellimdir, velevki bu yazı okunmamış olsun. Fakat okunmadık bir yazıdan dolayı bu yazıyı ıcad edene, yani yazana mütekellim denilip denilmeyeceği konusunda Mutezile âlimleri arasında ihtilaf vardır.
Mutezilenin kendisi arasında bu konuda bir ihtilaf vardır. (Bazıları ses ve harf yaratma, diğer bazıları Levh-i mahfuz'daki yazı şeklini yaratma manâsında Allah mütekellimdir, der ve ihtilaf ederler).
Malumdur ki müteharrik (ve hareketli kimse) hareketi icad eden değil, hareketin kendisiyle kâim olduğu kimsedir. Durum böyle olmasaydı, Hakk Taâîâ'nm, kendisi için yarattığı arazlarla muttasıf olması gerekirdi. Ulu ve yüce Allah böyle olmaktan pek çok münezzeh ve mukaddestir. (Kendisi için yarattığı ve araz olan kelâm sıfatıyle muttasıf olmaz, bu manâda ona mütekellim denmez).
Mutezilenin en kuvvetli itirazı şudur: (Ey Sünnîler!) “Kur'an, mushafm iki kapağı arasında mevcut olan ve bize kadar tevatüren nakl edilen şeydir.” tarifinde ittifak ediyorsunuz. Bu; Kur'an'ın mushaflarda yazılan, dillerde okunan ve kulaklarla işitilen bir şey olmasını gerektirir. Bütün bunlar, zarurî olarak hudûsün ve sonradan olmanın emmâreleridir. Müellif Ömer Nesefî şu sözü ile bu sorunun cevabına işaret ederek dedi ki:
Allah Taâlâ'nın kelâmı “O Kur'an mushaflarımızda yazılıdır”
Yani Kur'an yazı şekli ve işaretiyle ve Allah'ın kelâmına delalet eden harf suretiyle nıushafta yazılıdır. Muhayyel sözlerle (ve imaj biçiminde zihnimizde, hafızamızda ve) “kalbimizde ezberlenmiş”; işitilen ve telaffuz edilen harflerle “dillerimizle okunmuş”; aynı şekilde de “kulaklarımızla işitihniştir fakat bu gibi yerlere hulul etmiş değildir”.
Yani bütün bunlarla beraber ne mushaflara, ne kalblere, ne lisanlara ve ne de kulaklara hulul ve nüfuz etmiş değildir. Tam aksine Kur'an, Allah Taâlâ'nın zatı ile kâim, kadîm, ezeli bir manâdır. Allah'ın kelâmına delâlet eden nazm ve sözler vasıtasıyle telaffuz edilir ve dinlenilir. Muhayyel nazım ve lafızlarla (yani manâya delalet eden kelime şeklindeki imajlarla) ezberlenir, Allah'ın kelâmına delâlet eden, harfler için ortaya konulan şekil, suret ve nakışlarla (yani kelâmın remzi ve işareti olan sembollerle) yazılır.
Nitekim, “Ateş, yakıcı bir cevherdir”, denilir. Bu cümle sözle anlatılır ve kalemle yazılır. Bundan ateşin aslı, hakikati ve mahiyeti suret (şekil, ses ve) harftir, manâsını çıkarmak lazım gelmez.
Bir şeyin dört çeşit varlığı mevcuttur:
1. Dış âlemdeki aynî ve maddi varlığı,
2. Zihindeki (manâ ve bilgi biçimindeki) varlığı, .
3. ifadedeki söz ve kelime şeklindeki varlığı,
4. Yazıdaki (nakış ve işaret tarzındaki) varlığı.
Bu duruma göre vazı badeye, ifade zihinde olana, zihinde olan ıstaki aynî varlığa delâlet eder. Bu takdirde, “Kur'an gayr-ımahuttur” cümlesinde olduğu gibi; Kur'ân'ı, kadîm ve ezelî varlığın levazımından(ve sıfatlarından) olan bir şeyle tavsif ettiğimiz zaman, maksat, Kur'an'm dışta mevcut olan hakikatidir. Kur'an'ı, mahlûk ve hadis varlıkların levazımından (ve vasıflarından olan) bir şeyle vasfettiğimiz zaman, bununla ya söylenen ve dinlenen lafızlar ve sözler kasdedilir: “Kur'an'ın yarısını okudum”, cümlesinde olduğu gibi. Veya hayali lafızlar (ve imajlar) kasdediîir: “Kur'an'ı ezberledim”, cümlesinde olduğu gibi. Veyahut da nakış tarzındaki şekil ve semboller kasdedilir: “Abdesti olmayanın mushafa dokunması haramdır”, cümlesinde olduğu gibi.
Dinî ve şer'î hükümler için (Kur'an'ın) kadim olan manâsı değil, sözü (nazmı ve lafzı) delildir. Onun için usûl-ı fıkıh âlimleri, Kur'an'ı, “bize tevatür yolu ile gelen ve mushafta yazılı olan...”, şeklinde tarif etmişler, Kur'an'ı hem sözün hem de manânın ismi saymışlardır. Yani Kur'an (lafızdan) tecrid edilmiş, manânın ismi değil, manâya delâlet eden nazmın ve sözün ismidir.
Allah Taâlâ'nm, sıfatı olan ezelî ve kadîm manâya gelince, Eş'ari'ye göre bunun işitilmesi caiz ve mümkündür. Fakat üstad Ebu îshak îsferâini bunu mümkün görmemiştir. Şeyh Ebu Mansur (Maturidîînin tercihi de budur. (Daha açıkçası îsferâinî, Maturidî'ye tabi olmuş ve bu konuda Eş'arî'ye değil, Maturidî'ye uymuştur. Ama Eş'ari olan Taftazânî İsferâinî'nin fikrine öncelik vermiştir.)
“Putperestlerden biri sana sığınırsa, Allah'ın sözünü işitene kadar ona eman ver” [30]“Allah'ın kelâmı olduğuna delâlet eden şeyi (ve sözü) işitene kadar”, manâsına gelmektedir. Nitekim, “falan zatın ilmini dinledim ve işittim”, cümlesinde de bu manâ vardır. Musa (a.s.) Allah Taâlâ'nın kelâmına delâlet eden bir ses işitmişti. Bu işitme, kitap ve melek vasıtasıyla olmadığı için, ke1im (Allah'la konuşan) ismi ona tahsis edilmişti.
itiraz: Allah Taâlâ'nın kelâmı, ezeli ve kadîm olan manâda hakikat, (ses ve harflerden) mürekkeb olan nazm ve söz manâsında mecaz olsaydı, şöyle bir itirazla, “mürekkeb nazmı” ondan nefy ve reddetmek doğru olurdu: Semâdan inen, i'caz niteliğine sahip bulunan, sure ve âyetler şeklinde bölümlere ayrılan nazım ve söz Allah Taâlâ'nın kelâmı değildir. Halbuki, bunun aksinin doğru olduğuna dair icma ve ittifak vardır. Ayrıca i'caz niteliğine sahip olan ve kendisiyle (bir mislini siz de getirin bakalım, şeklinde) meydan okunan, hakikî manâda Allah Taâlâ'nın kelâmıdır. Bu gibi şeylerin (i'caz ve tahaddînin) mürekkeb olan, sure ve âyet gibi bölümlere ayrılan nazım ve sözde olacağı da kafidir. Çünkü (Allah'ın) kadîm sıfatına karşı koymanın (ve muarazada bulunmanın) hiç bir anlamı yoktur.
Cevap: Hakikat şudur ki, Allah Taâlâ'nın kelâmı (kelâmullah), hem kelâm-i nefsi ve hem de kelâm-î lafzî manâsını ifade için ortaklaşa kullanılan (mecazî değil, hakikî) bir isimdir. Kelâmın “kelâm-ı nefsi” manâsında (Allah Taâlâ'ya nisbet ve) izafesi, kelâmın Allah Taâlâ'nın sıfatı oluşu manâsına gelir. Kelâmın (kelâm-ı lafzî manâsında Allah'a nisbeti ve) izafesi, Kur'an, Allah tarafından yaratılmıştır, insanlar tarafından telif ve tertib edilmiş değildir, manâsına gelmektedir. Bu sebeple (Allah'ın kelâmı, ifadesi, Kur'an'm nazmı ve sözü için kullanılamaz görüşünü) esastan reddetmek doğru olmaz. î'caz ve tahaddî (yani siz de bir mislini getirin, diye meydan okumak) sadece Allah Taâlâ'nın kelâmında bulunur.
Bazı kelâm âlimlerinin ifadelerinde geçen Kur'an (sözünün kelâm-ı lafzi manâsında kullanılması) mecazdır, ibaresi, “Allah'ın kelâmı telif ve terkib edilmiş nazmın ve ifade şekli için konulmuş bir kelime değildir” manâsına gelmez. Aksine bu sözün manâsı şudur: Kelâm hakikatte ve esasta zat ile kâim olan manânın ismidir. Bu manânın lafzına Allah'ın kelâmı denilmesi ve kelâm sözünün bu manâyı ifade için ortaya konulmuş olması, sadece sözün manâya delâlet etmesi itibariyledir.
Kelâm âlimleri “isimlendirme” ve “bir manâyı ifade için bir kelime ortaya atma” (tesmiye ve vaz') meselesini tartışma konusu yapmazlar. (Önemli olan manâdır, manâ iyice kavrandıktan sonra, bir kelime hangi manâyı ifade için kullanılırsa kullanılsın önemli değildir).
Kelâm konusunda araştırma yapan bir zat (Adududdîn îcî), şu kanâata varmıştır: Kelâm âlimlerinin, “Allah Taâlâ'nın kelâmı kadim ve ezeîfbir manâdır, ve bu manâ lafız ve söz karşılığı değildir. Bunun için onunla lafzın delâlet ettiği ve anlattığı “medlul ve mafhûm” kasdedümez. Aksine bu manâ ayn (yani cevher ve zat) mukabilidir. Bu kadîm manâdan maksat, diğer sıfatlarda olduğu gibi zatı ile kâim olmayan (bizatihi değil, bigayrihi kâim olan) Şeydir. Kelâm âlimlerinin “Kur'an hem lafzın hem de manânın ismidir” demelerinden maksatları, “Bu sözün manâsı her ikisine de şamildir, bununla beraber o kadimdir”, anlamına gelmektedir. Yoksa Hanbelüerin iddia ettikleri gibi, parçalan itibariyle tertibli ve harflerden mürekkeb olan nazım kadîmdir, manâsı kasdedilmemektedir. Zira bunun imkânsızlığı apaçıktır. Çünkü biz kesinlikle biliyoruz ki, “Bismillah” derken (B) den evvel (S) harfini telaffuz etmek mümkün değildir.
Daha açıkçası, zat ile kâim olan (manâ değil) lafz, esas itibariyle parçaları ve bölümleri bakımından tertibli değildir. Meselâ hâfız'ın zihninde Kur'an'ın parçaları tertibsiz olarak ve bazıları diğer bazılarından önce bulunmaksızın mevcuttur. Organ ve dil müsait olmadığı için tertib sadece telaffuz ve okuma vaktinde meydana gelmektedir. Kelâmcıiarın: Okunan, kadim ve ezelîdir, okumak ise hadistir, demelerinin manâsı işte budur. Allah Taâlâ'nın zatı ile kâim olan kelâmda tertib yoktur ki; onun (yani kelâmüllahı) işitmiş olan, cüzleri tertipsiz bir şekilde onu işitmiş olsun. Zira onun âlete (organa ve lisana) ihtiyacı yoktur.
(Adı geçen araştırmacının) sözünün özeti ve esası budur. Bazılarının var olması için öbür bazılarının yok olması şartına bağlı olmaksızın konuşulan veya hayal edilen harflerden mürekkeb olmayan, lafza delalet eden tertibli şekillerden meydana gelmeyen ve nefs ile kâim bir sözün (bir lafzın ve kelimenin) var olduğunu tasavvur ve düşünebilenler için bu güzel bir izahtır.
Halbuki biz, kelâm ve Kur'an'ın, hafızın nefsinde kâim (ve ezberlenmiş) olmasından, sadece harflere ait şekillerin, onun hayalinde depolanmış ve resmedilmiş bir şekilde mevcut olduğunu anlamaktayız. O şekilde ki, hafız oraya yöneldiği (ve zihnini de yönelttiği zaman) o şeyler, muhayyel lafızlardan ve düzenli nakışlardan meydana gelen kelâm halini almaktadır. Hafız, bunu telaffuz edince de işitilen bir kelâm şekline girmektedir. (Birincisine keîâm-i nefsi, ikincisine kelâm-ı lafzı denilmektedir. Taftazânî, bu sözü ile Adududdin îcî'yi tenkit etmiş oluyor). [31]
[29] Bu hadis Deylemî ve İbn Adî tarafından rivayet edilmiştir. İbn Cevzî bu hadisin uydurma olduğunu söylemiş, Sağanı de bu konuda onu takip etmiştir. Beyhakî, “Bu hadisi delil ve şahid diye zikretmek doğru değildir”, demektedir. Hadis bize iki yoldan nakledilmiştir, yolların İkisi de bâtıldır. Bk. Aclunî, I, 94, 95.
Şafiî, Malik ve Cafer Sadık gibi âlimler Mutezile ve Cehmiye'nin görüşünü ifade eden “Kur'an mahlûktur” sözünün küfür, bunu söyleyenin kâfir olduğunu söylerlerdi. Sırf Mutezile ve Cehmiyeyi red için önce “Kur'an gayr-ı mahlûk olarak Allah'ın kelâmıdır”, şeklinde bir hadis uydurulmuş, daha sonra buna, “kim bundan başka bir kanâata sahip olursa kâfir olur” kısmı ilave olunmuştur. Mutezileye karşı olanlar bu hadisi beğenmiş, böylece kendi görüşlerini Hz. Peygamber'in diliyle savunma imkânına kavuşmuşlardır. Bu gibi uydurma hadislerin İslâm cemiyetini bölücü, kin ve nefret hislerini körükleyicî mahzurlarını görmezlikten gelmişlerdir.
[30] Tevbe: 9/6 âyeti,
[31] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 169-174.