- Allah dostları ve izledikleri yol

Adsense kodları


Allah dostları ve izledikleri yol

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Mon 20 December 2010, 12:45 pm GMT +0200
Allah Dostları Ve İzledikleri Yol


Bilindiği gibi, Allah dostları yakîn mertebelerine göre üç kısımdır­lar:

a. İlâhî keşfe ulaşmayan, ancak çok ibadet eden ilmel'l-yakîn mertebesinde olanlar. Bunların şeyhin emirlerine ve yoİuna bağlı kalmaları yeterlidir. Ume'l-yakîn mertebesinde olan, mürşid şeyhi­ne daima bağlı kalır. Her husustaki adablarma riayet eder, şeyhini yüceltir, şeyhin ondan istediği herşeyi, her ne pahasına olursa ol­sun, yapar. Şeriata muhalif birşeyi şeyhinde bulsa bile Hz. Musa ile Hızır aleyhisselamm hikayesini hatırlayarak asla itirazda bulun­maz. Çünkü şeyhe itiraz sarılmaz bir yaradır, yüksek mertebelere ulaşmamanın ve ulu hallere girememenin ana sebebi şeyhe itiraz etmektir. Vaktini kalp ve dil ile zikretmekle imar ederek; zakır mezkurda fani, nazar menzurda gaib olacak bir şekilde doldurur. İşte o zaman zakir Allah'ın efal ve evsafını ali bir ruh haliyle müşahade eder; evham ve her şüpheden münezzeh olan Allah'ın zâtı kendisine tecelli eder, evsafında fani olur.

Ancak bu mertebeye ulaşamıyorsa, ulaşması için mücahede sırasında Allah'a yalvarır, usûl ilmine dayalı ahkâmla ilgili yazılmış kitapları okur. Şer'î ahkâmı öğrenir ve amel eder. Fakat reyle amel etmekten sakınmalıdır. Çünkü ehl-i sülük ehl-i hadîsin yolunda olmalıdır. Akaid ve furu meselelerinde selefin akidesi olan hadîse tâbi olurlar. Kitab ve sünnete dayanan vusul (Allah'a ulaşmak) ku­rallarını muhafaza eder, yapmak istediği fiili doğru yol olan şeriata arzeder, iyi ise yapar, değilse yapmaktan kaçınır. Gösteriş ve kibir­den uzaklaşarak, za'fıyetini bilerek bütün insanlara rahmet, sevgi, güzel ahlâkla yanaşır. Ancak ve ancak Allah'ın rızasını arar. İşte kul bu kuralları riayet etmekle ehl-i sülûkun ulaştığı yüksek mertebe­lerin zirvesine ulaşır.

b. Ayne'l-yakîn mertebesinde olanlar: Seyr-i sulukta mürşidi­nin mertebesine ulaşamayan, bağlı kalma şartıyla mürşidine tâbi olma zorundadır. Mürşidi onun yetiştiğini ve ulvî mertebeyi hakettiğini kendisine bildirdiği zaman ancak mürşidler mertebesine ulaşır. Fakat herhangi bir sebepten dolayı buna ehil görülmediğinde mücahede ederek şeyhine adım adım tâbi olmalıdır ve bütün buyruklarım yerine getirmelidir. Ancak bu da olmayınca selef me­toduna bağlı kalarak Kitab ve sünnet nasslarına müracaat eder, on­ların doğrultusunda hareket eder.

c. Derin ilme sahip, hakkaniyetin zirvesine ulaşan, hakka'l-yakîn mertebesinde olanlar:

Hakka'l-yakîn merebesine ulaşanlar, dinî ahkâmı Allah'ın Re­sulüne indirdiği şeriata tamamen muvafık, Rabbleri tarafından kendilerine ilham edilen ilimlerle öğreniyorlar. Ancak bu ilham onlara inen yeni bir şeriat olmasını veya onların peygaber olmala­rını gerektirmez. Bu yüzden bu mertebeye ulaşanlardan bir kısmı "Kalbim bana Rabbimden sözediyor," başka bir kısmı kendisine soru soranlara "Bekleyin, Cebrail'e sorayım" derdi.

Dediğimiz gibi; bu, ilhamın onlara inen yeni bir şeriat olması­nı ve onların peygamber olmalarını gerektirmez. Sözümüzle Zahi­rîlerin bu husustaki eleştirilerinin geçersiz bir eleştiri olduğu orta­ya çıkmaktadır. Ayrıca Cebrail'den maksat vahiy getiren melek de­ğil, kendisinden sorumlu melektir.

Hakka'l-yakîn mertebesinde olanlar, keşifle hükmederler. Onlar mevhibe deryasından ilim içmişlerdir ve bilgi kaynakları o deryadır. İnançları net ve gayet açıktır. Ancak ve ancak korunmak için gizlenirler veya dolaylı bir şekilde açıklarlar. Onlar asla taklid etmezler, gerçeklerden uzak zanları aşıp yakînin zirvesine ulaşan nasıl taklid eder? Kuşkusuz taklid, bilgisi olmayan avama mahsus­tur. Şu şiir bu anlamı ne güzel ifade etmiştir:

Haberi kaynağından öğrenebilene

Vasıtadan öğrenmesi haramdır

Abdulhak Dehlevî Şerh Sıratu'l-Müstakîm kitabında şöyle de­miştir: "Sofinin mezhebi olmaz, demişlerdir. Ancak doğrusu sofi bağlı olduğu mezhebin meşhur rivayeti olmasa da sahih hadîse muvafık veya ihtiyatı seçerek şer'î meselelerin azimet olanını seç­meli ve onlara göre amel etmelidir."

Ancak sofinin taklid etmesiyle ilgili olarak Allame Sabban'ın dediği en doğrusudur. Allame Sabban şöyle demiştir: "Hakka'l-yakîn mertebesinde olan sofinin ahkâm meselelerinde başkasına uy­ması haramdır. Çünkü onlar, dinî vecibelerle ilgili ve başka diğer meselelerle ilgili bilgiyi doğrudan Allah ve Resulünden öğreniyor­lar. Geçen şiirde denildiği gibi, bu vasıfta olan başkasına uymaz. Kuşkusuz bu vasıfta olmayan ne mürşid olabilir, ne de varsa mürîdleri felaha ererler. Nitekim mürşidlerin birtakım geleneksel söz ve tabirlerini ezberleyen ancak meşreplerini hiç tatmayan ve büyük bilgelerce muteber olan usûllerine hiç müracaat etmeyen, mürşid kılıfına giren insanlar vardır.

Hakka'l-yakın mertebesine ulaşanların kitapları Rabblerinin ilham ettiği kalbleridir. Mirac hadîsinde Resulullah Cenab-ı Al­lah'ın kendisine şöyle dediğini söylemiştir: "Ümmetinden indileri (kitapları) kalbleri olan insanlar kıldım, ancak hükümleri telakki ederken onların farklı halleri vardır. Bir kısmının kalbine ilham edilmektedir." Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Her ümmet içinde muhaddesler vardır. Ömer b. Hattab, onlardan biridir." Ay­rıca bir kısmı kalbinden öğrenir. Ebu Yezid ve Seyyid Muhammed b. Musa gibi bir kısmı Allah'ın kâinattaki muazzam esrarına ulaşır. Başka bir kısmı Allah'ın Resulünü bizzat müşahade eder her istek­lerini ve sorularının cevabını ondan alırlar. Şazelî, Zavlî, Ebu Suûd, Metbulî, Mürsî, Suyutî, Konevî, Ebu Medin, Şa'ranî ve Şeyh Muhyiddin bu kısımdandır. Bunu kanıtlayan nice hal ve sözleri bize ulaşmıştır. Hatta Şeyh Muhyiddin gibi bazı tasavvuf alimleri bu halde olanları sahabiden saymışlardır.

Tarikat şeyhi Cüneyd Bağdadî şöyle diyor: "Allah'ın Resulüne tâbi olmayan herkese bütün yollar kapalıdır. Bilgimiz Kitab ve sünnete dayalıdır ve onlarla sınırlıdır. Hadîsleri arayıp öğrenmeyen, fakih alimlerle sohbet edip onların edebiyle edeplenmeyen etbaını yanlış yönlendirir ve onları helaka sürükler."

Sehl b. Abdullah Tusterî'nin şöyle dediği naklolunmuştur. "Yolumuz altı esasa dayalıdır. Allah'ın Kitabı, Resulünün sünneti, helali yemek, zarar ve eziyet vermekten kaçınmak, günahlardan uzak kalmak ve haklan yerine getirip ifa etmek."

Ebu Osman el-Hayrî şöyle demiştir: "Sünneti kavlen ve ame­len kendine emir kılanın ağzından hikmet fışkırır. Revasını kendi­ne emir kılanların ağzından ise bid'at fışkırır." Heva için şeriatın hiçbir deliline dayanmadan bir işin yapılmasıdır, denilmiştir. Ce­nab-ı Allah şöyle diyor: "Allah'ın Resulüne itaat eden hidayet bu­lur."   

Ebu Abbas b. Ataullah ise şöyle diyor: "Allah, sünnet adabına bağlı kalanın kalbini marifet nuru ile aydınlatır. Kuşkusuz Resulullah'ın ahlakıyla ahlâklanmak, söz fiil ve buyruklarına uymaktan daha şerefli bir makam yoktur." Ebu Hamza el-Bağdadî aynı ger­çeği vurgulayarak şöyie diyor: "Allah yolunun göstergesi söz, fiil ve her çeşit davranışında Resulullah'a uymaktır."

Ebu Süleyman ed-Daranî'nin şöyle dediği naklolunmuştur: "İnsanlardan bir sözcük bile olsa işittiğimde diyorum ki, seni an­cak adil iki şahidle kabul ederim: Kitab ve sünnet."

Şiblî, "Tasavvuf nedir?" sorusuna cevaben şöyle demiştir: "Tasavvuf Resulullah'a uymaktır." Cenab-ı Allah şöyle buyurmuş­tur: "De k işte benim yolum budur: Allah'a basiretle davet ederim. Ben ve bana uyanlar..." [153] Bu âyetten basiretli davran­manın dinin esaslarından olduğu ve hiçbir esasa dayanmadan rastgele işler yapanın şeriata uymadığı anlaşılmaktadır.

Kuşkusuz insanlar üçe ayrılırlar:

a) Müctehid olmasa da dinî meseleleri çok iyi bilen alim,

b) Orta seviyede olan alim: Bu seviyede olan alime uymak doğru değildir. Ancak onun durumunu ve şeriata muhalefet etmedigini iyi bilip şeriatın kabul edemeyeceği şeyleri ondan almayacak olan ona uyabilir ve hiç kimsenin bilgisini aşması caiz değildir. Cenab-ı Allah şöyle demiştir: "Bilmediğin şeyin ardına düşme." [154]

c) Avamlar: Avam şüphe etmeyeceği bir şekilde hak olan İs­lâm dinini öğrenmelidir. Allah'tan korkup zikretmelidir. Hiç şüp­he etmediği bu din yolunda çalışmalıdır. Aksi takrirde o din ile alay etmiş ve Allah'ın şeriatına uymamış olur. Allah bizi doğru yol­dan saptırmasın, amin.

Ahmed bin Hazreveyhî şöyle diyor: "Deliller gayet açıktır. Yol son derece parlaktır. Bu yola çağıran peygamber doyurmuştur. Alimlerden başka dindeki bu şaşkınlığı kim husule getirmiş olabi­lir?" İbn Ataullah şöyle diyor: "Doğru ve yanlış yolları birbirinden ayırt etmeyeceğinden korkma, nefis ve hevanın seni yenmesinden kork. Hevanın kalpte yerleşmesi tedavisi mümkün olmayan aman­sız bir hastalıktır." Salih zâtlardan bir kısmı şöyle diyor: "Dağları tırnakla kazmak, kalpte yerleşen hevayı gidermekten daha kolay­dır.' Cenab-ı Allah şöyle diyor: 'Keyfini (nevasını) tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi ona Allah'tan başka kim doğru yolu gösterecek, düşünmüyor musu­nuz?' [155] 'Allah bir kimseye nur vermemişse, artık onun nuru olmaz.' [156]

Arif-i Billah Şa'ranî şöyle diyor: "Bir yerden bana şöyle diyen bir ses işittim: "Cenab-ı Allah'ın 'Uyulanlar (kendilerine) uyanlar­dan uzak durdular' [157] sözünün anlamını biliyor mu­sun? Ben ona Allah daha iyi bilir, dedim. O şöyle dedi: 'Her pey­gamber, kıyamet gününde şeriatında olmayan birşeyi ümmetine şeriat olarak gösterenlerden uzak durur ve her müctehid kendisi­nin söylemediği bir şeyi sadece aklı ile onun mezhebi olarak göste­renlerden uzak durur." Sonra Şa'ranî bu sözlere binaen şöyle diyor: "Aklı ile hüküm üreten herkes kıyamet gününde Resulullah'a olan utancından keşke bu hükmü üretmeseydim, der. Sonra kıya­met gününde insanlara zorluk getiren, şeriatın belirttiği ahkâma ilaveten aklı ile yeni hükümler üreten, insana 'Bunu yapmaktan kasdın neydi?' diye sorulur. Kuşkusuz sadece Allah'ın rızasına nail olmak için yaptım, der. Ancak ona şöyle denilir: Allah'ın rızasına, şeriatına tâbi olmakla ulaşılır; bid'atlar üretmekle değil. Ayrıca Ce­nab-ı Allah Resulünün sünnetine yeni şeyleri ekleyenleri destekle­mez, sadece Resulünün anlattığı şeriatı öğrenip ona uyanı destek­ler; ki, kuşkusuz insan şeriatın açıklamadığı bir hükümle amel et­mekten sorumlu olmaz. Ne dünyada, ne de âhirette onu yapmadı­ğı için kınanır. Ancak ümmetin üzerinde ittifak ettiği bir hükme muhalefet etmek haramdır. Çünkü şeriat, insanların ona uymaları­nı farz kılmıştır."

Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: "Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra peygambere karşı gelir ve mü'minlerin yolun­dan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yola yöneltiriz ve cehen­neme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası" [158] Resulullah'ın yolundan başka her yol karanlıktır. Karanlık yolda yürüyen çukurlara düşer ve kötülüklerden emin olmaz. Çünkü uyulması gereken imam, Resulullah'tır, kuşkusuz o nurdur, yolu aydınlıktır. İmam olan Resulullah'ın yolundan çıkan ve koyduğu sınırları aşan kuşkusuz karanlıklarda yürür ve uzaklaştığı nisbette imamının nu­rundan yararlanamaz, nasibinden mahrum kalır. Bu yüzden bü­yük imamların sözleri çok net ve gayet aydınlatıcıdır. Çünkü onlar Resulullah'a son derece yakındırlar, ama ondan uzak olanların sözleri böyle değildir. İşte Resulullah bu gerçeğe işaret ederek şöyle diyor: "Allah'ın rahmeti sözümü duyan, anlayıp da duyduğu gibi başkasına iletenin üzerine olsun." Yani Resulullah'ın sözünü işitti­ği gibi, harf harf, hiçbir şeyini eksik bırakmadan ve hiçbir şeyi ekle­meden başkalarına ulaştırmak lâzımdır. Resululah bu hadîsi ile bid'atın şeriata kendisinden sonra eklenen hükümler olduğunu ifade etmektedir.

Resulullah'ın ilmine gerçekten varis olmaya ve bu duasına an­cak senetle hadîslerini rivayet eden ağzından çıkan her söze ve yap­tığı her hareketine özen gösteren hadîsçiler nail olmuştur. Başkala­rı ise kıyas ve reye göre değil, ancak bildiği sünnet nisbetinde Resulullah'a varis ve bu duasına nail olabilir.

Ebu Davud şöyle diyor: "İmam Ahmed, ömür boyu karpuz yemedi. Ona 'Neden karpuz yemiyorsun? diye sorulunca şu cevabı verdi: Resulullah'ın karpuzu nasıl yediğini belirten hiçbir haber bana ulaşmadığı için.'"

Şeyh Muhyiddin İbn Arabî Fütuhat kitabında şöyle demiştir: Resulullah'a varis olan alimler peygamberlik paylarını da alıyorlar. Bu yüzden Hz. Muaz gibi bazı alimlere Resululah'ın elçisi denilmiştir. Bu mertebeye ancak senetlerle hadîsleri sonraki kuşaklara ileten hadîs alimleri ulaşır ve kıyamet gününde peygamberlerle yi­ne ancak onlar haşrolunurlar. Peygamberlikten payları vardır; vahyin taşıyıcısı ve peygamberlerin varisleri onlardır."

Fakihlere gelince, hadîs taşımacılığını yapmamışlarsa, bu de­receyi hak etmiş olmazlar ve peygamberlerle değil, avam insanlarla haşrolunurlar. Gerçeğe baktığımızda ancak hadîs ehline alim denilir ve gerçek imamlar ancak onlardır. Ehl-i hadîsten sayılmayan zâhid ve âbidlerin de fakihlerden bir farkları yoktur. Peygamberlerin varislerinden sayılmadıkları gibi, peygamberlerle değil, avam insanlarla haşrolunacaklardır; ancak fakihlerin avamdan farkları sa­dece ilimle olduğu gibi, âbid ve zâhidlerin de farkları sadece salih amelleri iledir. Keşf âleminde peygamberle beraberliği olan ve ondan hadîs alan salih insanlar, kuşkusuz peygamberlerle haşroluna­caklardır ve en mübarek yerlerde peygamberle olan sahabiler züm­resinden sayılırlar. Ancak bu keşfe sahip olmayıp rüya âleminde peygamberle beraberliği olan, bu dereceden sayılmadığı gibi, her uyuyuşunda rüyasında peygamberi görse bile sahabe zümresinden sayılmaz. Çünkü sahabe zümresinden sayılması için Resulullah'ı uyanık iken bizzat görüp onunla konuşması, ondan hadîs alması ve Resulullah'ın sened itibariyle illetli olan hadîsleri ona düzeltiyor olması lazımdır.

Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: "Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor. Allah herşeyi bilir." [159] İşte Allah'ın kendi­sinden korkan muttaki kullarına ilim ve bilgiyi vermeyi bizzat üst­lenmesi onların da peygamberlikte pay sahibi olduklarını kanıtla­maktadır. Böylece Allah onları kendisine yaklaştırıyor. Bu yüzden kendileri Rabbin peygamberini mükellef kıldığı şeriatını peygam­berler gibi doğrudan Allah'tan almaktalar ve ondan öğrenmekteler. Onlar ilimde peygamberler gibi üstün derecedeler. Ancak şer'î hükümlerde peygambere tabidirler. Bu yüzden onlar peygamber olmayıp peygamberlerin onlardan gıpta ettikleri kimselerdir. Çün­kü onlar ilim ve şeriatı doğrudan Allah'tan alma hususunda peygamberlerle eşittir.

Kuşkusuz ehl-i keşf olan bu zümre ancak peygamberin getir­diği şeriatla amel ederek ve o şeriat doğrultusunda takvada bulu­narak bu üstün dereceye ulaşmışlardır. Onlar da ilmi doğrudan Al­lah'tan alıyorlar, ama peygamberlerin ölçüsüyle ve peygamberlik çerçevesinde olan takvalarıyla. İşte peygamberlerin onlardan gıpta etmeleri bu noktadan kaynaklanıyor. Asla rabblik şaibesinin olma­dığı, bir tavırla, Allah'a gerçek kulluk esasına bağlı kalarak hak olan Allah ile beraber olmuşlar. Yalnız bununla birlikte yine pey­gamberler onlardan daha yüksek makamlardalar. Kıyamet günün­de onlar asla endişe etmez ve büyük korkuya kapılmazken; pey­gamberler kendileri değil, ümmetleri için son derece korkmaktalar. Ve her ümmet akıbeti ne olur acaba diye gayet korkarken, ehl-i keşf olan muttakiler, korku nedir bilmezler. Onlar Cenab-ı Allah'ın "muttakileri hey'et halinde mahşerde çok merhametli olan Allah'ın huzurunda topladığımız gün" [160] buyur­duğu üzere çok merhametli olan Allah'ın yanında korunmaktalar.

Bundan sonra İbn Arabî sözlerini şöyle sürdürüyor. Keşif de­recesine ulaşan ve nur sahibi olan veliler de peygamberler gibi ba­siret üzere insanları Allah'a ve Resulünün şeriatına çağırsınlar; peygambere değil, Allah'a mensub olarak "abdullahız" Allah'ın ku­luyuz desinler. Çünkü "abdullah (Allah'ın kulu) Allah'ın emriyle peygamberin vasıtasıyla Allah'a çağırandır. Allah'ın kendisine ver­diği fetih ve kalbine bildirdiği ilâhî ilimlerle değil, asıl itibariyle Resulullah'ın getirdiği şeriatla çağırmalıdır insanları. Çünkü veliye verilen nur vahiy nuru değil, meded nurudur. Bu yüzden veli yeni bir şeriatı getirmiyor; ancak Allah'ın Kitabına ve Resulünün sün­netine başkalarının bilmedikleri yeni bir anlamı getiriyor. İlim peygamberden gelmiştir. Nassların yeni anlamını ise veli vermiştir. Kuşkusuz bu da bir ilimdir.

Ey kardeşim, şimdiye kadar anlattığımızı anlamış isen, esrar-ı ilahiyyeye vakıf ve bu konumda olan Allah'ın kullarının hangi de­receye ulaştıklarını; kimlerdir, kimden ilimlerini almaktalar, kimle konuşmaktalar ve kime dayanmaktalar, bunların hepsini farketmiş olmalısın. Ayrıca âhirette hangi derecede olacaklardır ve dünyada nur ve ilahî meded hususunda peygamberlerle ortak oldukları gibi, âhirette de yine ortaklıkları olacak mıdır? Bütün bu soruların ceva­bına vakıf olmuş olmalısın. Fakat kesinlikle bilmelisin ki, dünyada onlar peygamber sayılmazlar, çünkü onlar tarikatlarını peygamberlerden almışlardır.

"Kuşkusuz Allah'tan başka kanun koyucu yoktur. Cenab-ı Al­lah, Resulüne hitaben şöyle buyuruyor: 'Biz sana Kitabı gerçek ile indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hü­küm veresin. Hainlerin savunucusu olma"[161]. Cenab-ı Al­lah senin gördüğün biçimde hüküm ver dememiştir ki, zevceleri Âişe ve Hafsa olayında peygamber yemin ederek bal yemeyi kendine yasakladığında Cenab-ı Allah ona itab etti ve şöyle buyurdu: 'Ey Peygamber! Niçin Allah'ın sana helal kıldığı şeyi eşlerinin hatırı için haram kılıyorsun? Allah bağışlayandır, esirgeyendir' [162]

"Bu demektir ki, 'Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin' sözünden maksat, ancak vahiyle hüküm vermektir; kendi re­yi ile değil. Dinde reyle hüküm vermek caiz olsaydı, Peygamberin reyle hüküm vermesi caiz olurdu. Çünkü onun reyi herkesin re­yinden daha doğru ve daha gerçektir. Peki peygamberin dışında masum olmayan, reyi haktan daha fazla hataya yakın olanın reyi hiç kabul edilir mi?

Resulullah'ın (s.a.v.) bahsettiği ictihaddan da maksat vâki olan yeni meselenin hükmünü belirtmek için delilleri araştırarak ictihad etmektir; yoksa yeni yasa koymak değildir. Çünkü Allah hiç kimseye yasa koyma izni vermemiştir. Reyle hüküm vermek yasa koymak demektir. Mekke'de Kadı Abdulvehhab el-Ezdî hicrî 599 senesinde bana gördüğü şu rüyasını anlattı. Ezdi şöyle dedi: "Rü­yamda ölümünden sonra salih bir adam gördüm. Ona ne gördün diye sordum. Bana birşeyler anlattı. Sonra şöyle dedi: 'Bir kısmı ki­tapların yüksekte tutulduğunu, bir kısmının da yerlerde kaldığını gördüm.' 'Bu yüksekte tutulan kitaplar nelerdir?' diye sordum. Ba­na 'hadîs kitaplarıdır,' dediler. 'Ya bu yerlerde görünen kitaplar ne kitaplarıdır?' diye sordum. Bana, rey kitaplarıdır. Yazarlarının on­lar hakkında sorgulanılması için yerlere serilmiştir, dediler."

İbriz kitabında şöyle denmiştir. Bil ki fetih sahibi olan veli, hakkı ve doğruyu biliyor. Bu yüzden hiçbir mezhebe bağlı kalıp ona uymaz." Sonra Ezdî İbriz kitabında, sözlerini başına gelen şu olayı anlatarak sürdürüyor: "Bu konuyla ilgili bazı büyük fakih ho­calarımızla şöyle bir münazara yaptık. Birgün şeyh, bana yönelerek şöyle dedi: 'Seni sevdiğim için sana bir nasihatta bulunacağım.' Ben de başım ve gözümün üstüne, buyrun, dedim. Bana dedi ki, 'İnsanlar senin ehl-i velayet ve keşiften saydığın kişiye farklı bakar­ken, sen tek başına ona tâbi olmaktasın. İnsanlar onu eleştirirken sen onun veli ve ehi-i keşiften olduğu inanandasın. Kuşkusuz bu durumda senin tek basma haklı olman muhaldir. Ben de 'Ey ho­cam! Şimdi sana soracağım sorulara yanıt vermenizle nasihatim ta­mamlar mısınız?' dedim. Şeyh efendi istediğini sor, dedi. Ben de­dim ki, Ey hocam! Benim ondan uzaklaşmamı istediğiniz adamla hiç karşılaşıp sözlerini bizzat dinleyip herhangi bir konuda onunla tartıştınız mı? Ki çoğu insanların onun hakkında düşündüklerini kabul ediyorsunuz.' Şeyh hazretleri Hayır onu görmedim ve hiç karşılaşmadım,' dedi. Ben de aramızdaki sevgi ve samimiyetten dolayı utanmadan ve hiç çekinmeden ona şöyle dedim: 'Ey hocam! Bana görünüyor ki, siz doğrudan yüz çevirip gerçeği şüphelerle aradınız. Şüphe, iftira ve gerçek dışı yollarla yetinip yakîni ve ger­çekleri terkettiniz.' Şeyh efendi "Bu sözlerden maksadın nedir açık­lar mısın?' dedi. Ben ona iyice yaklaşarak şöyle dedim: 'Siz son devir fakihlerinin yazdıkları bir fıkıh kitabım okuturken, Müdevvene, Lahamî'nin Tabsire'si İbn Rüşd'ün Beyanı veya İbn Şâs'ın Cevahir'i gibi fıkıh kaynaklarından nakledilen bir ibareyi gördüğünüzde ve sözkonusu kaynaklara müracaat etme imkânınız varsa, nakil (aracı) İbn Merzuk, Hattab ve Tevdih kitabının sahibi gibi güveni­lir birisi olsa bile kendiniz bizzat gidip sözkonusu kaynağa bakma­dan nakile (aracıya) güvenip mutmain olamıyorsunuz. İşte kendi­niz bizzat gidip görmeden güvenilir, adaletli kimsenin rivayeti ile yetinmeyip, yakîni ve gerçeği bulmak için çaldığınız kapı, zan ve şüphe kapısıdır. Ne hayret! Zan ve şüpheyle gerçeklere ulaşılır mı? Siz bu şekilde hiçbir zaman gerçeğe ulaşamazsınız. Çünk siz zayıf bir zanla neredeyse yakın sayılacak güçlü bir zanna karşı çıktınız. Çünkü adları geçen fıkıh kaynaklarına, zaman açısından zikrettiği­miz ravi ve nakillerin naklettikleri doğru ve gerçeğe daha yakın sa­yılır. Kuşkusuz onlar adları geçen fıkıh kaynaklarına bizden daha yakındırlar. Başka bir açıdan adları geçen ravilere bu kaynaklar ri­vayet yoluyla ulaşmıştır. Bizde ise, bu kaynakların ne rivayetleri var, ne de doğru sayacağımız nüshaları vardır. Hattab'ın elindeki nüshanın doğru bir nüsha olmasına ve rivayet yoluyla ona ulaşma­sına rağmen ve senin de bunların hiçbirisini almayışına rağmen, hangi gerçeğe dayanarak Hattab'ın bu kaynaklardan naklettiğini reddediyorsun. Zan ve şüpheyle yetinip yakın ve gerçeği reddetti­ğinize gelince: Size diyorum ki, hakkında sana kötü haber ulaşan adam sana çok yakındır. Beraber Medine'de yaşıyorsunuz. Kuşku­suz onunla tanışırsanız son derece memnun ve mutlu olacağınıza inanıyorum ki, ona ulaşmak da gayet kolaydır. Gidip onu görürse­niz, ya benim gibi ona güvenip mutluluğa ulaşırsınız, ya da onu diğer insanlar gibi eleştirirsiniz ve böylece şüphe karanlığım kalbin­den silmiş olursun. İşte bütün bu gerçeklere rağmen âdetine aykırı bir şekilde gidip fâsık ve yalancılara inanmışsın. Ancak bildiğim kadar, kendin bizzat gidip müşahede etmeden şüpheli meseleleri bile güvenilir, adaletli kimselerden de kabul etmiyordun. Bu âdeti­nizi burada yakîni ve gerçeği ilgilendiren bir meselede neden kul­lanmıyorsunuz. Bu gerçeklerden yüz çevirme değil midir ey ho­cam!' Hocaefendi hatasını itiraf ederek şöyle buyurdu: 'Allah'a yemin ederim ki, sana cevap veremeyecek şekilde sana mağlub ol­dum ve şahit ol ki ben bu hatamdan vazgeçiyorum ve Allah'tan af diliyorum.' Sonra şeyh efendiye şöyle dedim: 'Şayet bu hususta il­lâki başkasına uyacaksan, iki nedenden dolayı bana uy. Birincisi sen benim meselelere basiretli baktığımı iyi biliyorsun, ikincisi, bi­liyorsun ki, ben bu anlattıkları adamla senelerce haşir-neşir oldum. Onun hakkında başkasının bilmediğini ben bildim. Bu yalancı fâsıklar ise çokları sizin gibi onunla karşılaşmış bile değildir. Onlar da asılsız yaygaraların kurbanı olmuşlardır. Başarı ancak Allah'tan­dır...' Sonra bu fakihin büyük hocalarından birisiyle karşılaştım. Bana talebesi olan fakihin sizden herkesi cevapsız bırakan delillerinizden bahsettiğini söyledi. Sonra o fakihe yönelerek 'Bana aynen böyle anlatmadın mı?' diye sordu. Evet yanıtını verdikten sonra ikisi birlikte 'İşte bu sözlerinle belimizi kırdın' dediler. Çağlarının önde geleni olan bu iki fakih böyleyken, orta dereceli başkalarına ne dersiniz? Onların çoğu dediğimiz gibi asılsız yaygaraların kur­banı olmuşlar. Bakıyorsunuz, en akıllıları birşeyi reddederken en güçlü delili 'Hoca veya şeyh efendimiz böyle yapmazdı veya böyle değildi'. Cenab-ı Allah'ın şu sözlerini anlamıyor mu? 'Arzda birbi­rine komşu kıt'alar, üzüm bağlan, ekinler, çatallı ve çatalsız hur­malıklar vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır, ama ürünlerini birbirinden üstün yaparız. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir top­lum için âyetler vardır'[163] İşte zühd de aynen arz ürünleri gibi çeşit çeşittir. İlkbaharda birşeyh efendiyle bahçeye girdik. Şeyh tam bir saat birbirinden farklı, çeşit çeşit olan çiçeklere baktıktan sonra bana yönelerek şöyle dedi: Velilerin hidayet ve doğru yolda olup sevgileri insanların kalplerinde yerleşmiş olmasıyla birlikte birbirlerinden farklı ve değişik makam ve hallerde olmalarını öğ­renmek isteyen bu çiçeklerin çeşit çeşit olmalarına ve nasıl herkes­çe sevildiğine baksın."

Şayet "Şeyh efendimiz böyle değildi veya böyle yapmazdı" sözleriyle Allah'ın rahmetinden velayeti sadece bildiği veliye has kılarsa Allah'ın çok geniş olan rahmetini kendince daraltmış olur. Nitekim camide bevleden arabî "Ey Rabbim, bana ve Muhammed'e rahmet et. Ancak bizimle birlikte başka hiç kimseye rahmet etme" dediğinde Peygamber (s.a.v.) ona 'Çok geniş olan şeyi daral­tın' dedi. Yalnız şayet bu sözünle rahmete nail olacak herkes sadece onun bildiği veli gibi olmalıdır kanısındaysa, bu kanısının yanlış olduğunu bilsin. Çünkü, dediğimiz gibi, velilerin çeşit çeşit olduk­ları bir gerçektir. Şayet biz bu mantıkla meseleye bakarsak aynı iti­raz kendisinin bildiği veli için de geçerli olur. Çünkü o da kendin­den önceki veli gibi değildir. Yani üçüncü neden ikinci gibi değildir. Sorulursa mutlaka ikinci neden üçüncüye benzemiyor, sorula­caktır.

Bu konuyu haddinden fazla uzattım ve bazı fakihlerle yaptı­ğım tartışmalara yer verdim ki, fakihler ilim talebeleri ve müctehidler faydalansınlar. Şüphesiz onlar temiz, pak, seçilmiş büyük zatları eleştirmek ve onları reddetmekle mübtela olmuşlar. Bu on­lara bir nasihatımızdır. Nasihatımız iyi düşünüp insaflı olanlara hak gözükür ve sözümüzün doğruluk tarafı kendilerine netleşecek­tir. Doğru ve güçlü delillere dayandıklarını sandığım için bu konu­da fakihlerle tartışmalara girdim, ancak bunu denediğimde ne yazık ki sizlere anlattığım gibi çıktı. Allah her şeyi daha iyi bilendir. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd, Resulüne, âline ve ashabına salât ve selam olsun Rabbim bizi salih kulları olan peygamberlerle, sahabi ve velilerle hasretsin amin. [164]


[153] Yunus: 10/108.

[154] İsra:17.

[155] Casiye: 45/23.

[156] Nur: 24/40.

[157] Bakara: 2/166.

[158] Nisa: 4/115.

[159] Bakara: 2/281.

[160] Meryem: 19/85.

[161] Nisa: 4/105

[162] Tahrim: 66/1.

[163] Ra'd: 13/4.

[164] Şeyh Senusi, Nassın Uygulanışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995: 155-169.