hafız_32
Wed 27 October 2010, 02:24 pm GMT +0200
ALİMLERİN GÖRÜŞLERİ
Çalışmamızın bu bölümünde yine, ele aldığımız konu ile ilgili olarak alim ve yazarların görüşlerini bazen uzun alıntılar yaparak değerlendirmeye çalışacağız. Eserlerinden alıntılar yaptığımız ulemanın veya yazarların önemli bir kesiminin çağımızda yaşamış olması, onların bizim değindiğimiz konuyla yakından tanışmış olmalarının adeta bir gereğidir. Bunun içindir ki gerek Ortadoğu ve gerekse halkında müslümanların yaşadığı diğer ülkelerdeki ulema veya yazar kitlesi bizim değindiğimiz konuyu söz konusu etmeden geçememişlerdir. Seyyid Kutub'un "Son konuşmaları"nda, Mevdudî'nin “Fetvalar”ında, Muhammed Kutub'un "Kavramlar”ında, Yusuf El-Kardavî'nin "Fetvalar”ında yine Kardavî'nin diğer birçok eserinde "Tekfir" meselesine değindiklerini görmekteyiz. Ancak onların değinmesine sebep günümüzde olduğu gibi, bir "tekfir kasırgası"mıdır yoksa Haricilerin etkilerinden ve Haricilerin sorunlarından dolayı mı "tekfir"den bahsetmişlerdir, doğrusu bu ayrı bir araştırma konusudur. Biz, incelediğimiz kadarıyla, tarih içinde yaşamış olan İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyım El-Cezvî, İbn-i Hacer Askalanî, İbn-i Abidin, keza büyük mezhep imamlarının "tekfir" meselelerine değindiklerini gördük. Öyle anlaşılıyor ki "tekfir" kimi dönemlerde zaten gündeme getirilmesi gereken bir konu olmuş kimi dönemlerde ise gündemden kaldırılması için çaba gösterilen bir konu olmuş. Yine, kimi dönemlerde ise hem gündeme getirilmesi hem de ifrat ve tefritten uzaklaştırılması gereken bir mesele olmuş. Bu, her iki özelliğin birlikte var olduğu dönemlere İbn-i Teymiyye dönemini örnek verebiliriz. Ayrıca genel anlamda Selef dönemini de örnek göstermek mümkündür.
Çağımızda yaşamış olan ulemanın "tekfir" meselesine hassasiyetle değindiğini söylemiştik. Güçlü bir fikir ve aksiyon adamı ve örnek bir alim olan Pakistanlı El-Mevdûdi’nin konuyla ilgili görüşlerini, alıntılar yaparak değerlendirmeye çalışalım. Yalnız okuyucu Mevdudî'den kitabın birçok yerinde bahsedileceğini unutmamalıdır. Diğer alim ve yazarlar ayrı da öyle. Yani çeşitli konularla ilgili olarak değişik bölümlerde onların fikirlerini tartışmaya çalışacağız.
Geçen sayfalarda konuyla ilgili bir açılım yaparken "İtikadı Şirk" meselelerinden söz etmiştik. Şimdi bu meseleyle ilgili olarak Mevdudîye bakalım:
"Üzerine ALLAH'ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin. Çünkü bu bir fısk'tır (yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklerdensiniz." [34]
-ALLAH'ın ilahlığını kabul etmekle beraber Allah'tan yüz çevirenlerin yollarını ve buyruklarını izlemek de şirktir. ALLAH'ın birliğini kabul etmek, hayatın tüm yönlerinde ALLAH'ı kabul etmek demektir (itaat etmek demektir). ALLAH'ın yanısıra başka bir kişiye daha itaat edilmesi gerektiğine inanan bir kimse akide açısından şirke düşmüştür. Haram ve helal kılma yetkisini kendisinde gören böylesi kişilere ALLAH'ın yol göstericiliğini hiçe sayarak itaat eden bir kimse ise ameli açıdan şirke girmiş olur.
"Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi onurlu-üstün bir makama sokarız."
"...Eğer bir günah ilahî kanunlara meydan okuyup karşı çıkıyorsa, o zaman da büyük günahlardan olur. Çünkü bu günahı işleyen kişi, açıkça utanmadan ALLAH'ın emir ve yasaklarını hiçe sayar ve sadece ALLAH'a isyan amacıyla bir emir ve yasağı çiğner, isyan ve itaatsizlikte ALLAH'a karşı küstahlığın derecesi arttıkça günahın büyüklüğü de artar. ALLAH'ın Kur'an'da bir günahı fısk (itaatsizlik) ve masiyet (haddi aşmak) olarak nitelemesinin nedeni işte budur. [35]
Mevdûdi'ye tekrar döneceğiz. Ancak Yusuf El Kardavî'nin de yaklaşımlarını kısaca değerlendirmek istiyoruz. Dikkat edilecek olursa, muhakkik alim Kardavî, tekfirde aşırı gidenlerin görüşlerini derinliğine tahlil etmiş ve onlara hoşgörüyle yaklaşmıştır. "Düşünceye, düşünce ile karşı durulur" diyen Kardavî'nin meseleleri açıklarken kullandığı yöntem de dikkat çekicidir, özetle, kendisi seleften kaynaklandırdığı fikirlerini mantıksal bir örgü içerisinde sunmaktadır. Konuyla ilgili başlı başına bir çalışması bulunan yazar Abdurrezzak Samarraî'den de gelecek sayfalarda -yine- geniş alıntılar yaparak bahsetmek istiyoruz. Bu arada aynı fikirler mihverinde kaleme alınan önemli bir eseri daha hatırlatacağız ki bu da Hasan El-Hudaybî'nin "Duatun La Kudat" -İnanç Sorunları- adlı eseridir. Ve Mevdudî demiştik. Kendisinden yaptığımız ilk alıntılarda itikadî şirk ve ameli şirk durumlarından bahseden Mevdudî bakınız Meseleler ve Çözümleri adlı eserinde neler söylemektedir:
"Ben yazılarımda birkaç yerde insanların aşağıdaki gibi dört bölüme ayrıldığını yazmıştım:
a- Mümin bilgayr ve müslim lilgayr: Allah'tan başkasına inanan ve ondan başkasına teslim olan. Yani ALLAH'tan başkasına gerçek manada itaat edilmesi gerektiğini kabul eden ve inanç olarak da onu emir ve hüküm kaynağı kabul eden kimse demektir. Bu eksiksiz, tam bir kafirdir.
b- Mümin bilgayr ve müslim lillah: ALLAH'tan başkasına inanan ve ALLAH'a teslim olan. Yani Allah'tan başkasına inandığı halde, ALLAH'ın kanunlarına itaati kabul eden kişidir ki, bunlar İslam devleti idaresi altında yaşayan zümreler ve münafıklardır.
c- Mümin billah ve müslim lilgayr: ALLAH'a inanan fakat ALLAH'tan başkasına teslim olan. Yani ALLAH'a inandığı halde başkasına kulluk ve itaat gösteren kimsedir. Kafir bir düzen altında onların emrine uyarak yaşayan müslümanlar bu durumdadır. Eğer müslüman böyle bir duruma düşmüşse içinden buna rıza göstermemesi, bundan hoşlanmaması lazım.
Bilakis, ya böyle bir düzeni değiştirmeli ya ordan hicret etmelidir.
d- Mümin billah ve müslim lillah: ALLAH'a inanan ve ALLAH'a teslim olan. Yani ALLAH'a iman ettiği gibi onun emir ve kanunlarına kendini teslim eden kimse demektir ki, bu müslümanların asıl içinde bulunmaları gereken haldir.
Kur'an bütün insanları böyle bir hali seçip benimsemeye çağırmaktadır. Bu haldeki hiç kimse İslam dışı bir düzende uğrayacağı sıkıntılara düşmez. Müslümanların Mekke dönemindeki halleri ve müşriklere esir düşen birçok sahabenin uğradığı eziyetler yahut Peygamberlerin çoğunun kafirler arasında doğup büyümekten dolayı çektikleri gibi eziyetlere ve sıkıntılara da düşmezler. Bu şekildeki elde olmayan durumlar ALLAH'tan başkasına teslim olma maddesine girmez. Çünkü, her şeyden önce bu onların kendi elinde, kendilerinin tercih ettiği bir şey değil, aksine üzerlerine musallat olan, kurtulamadıkları bir durumdur. Ayrıca bir kimlikte gücü ölçüsünde ALLAH'a teslim olmaya, ondan başkasına itaate karşı çıkmaya gayret edip eksiksiz çaba harcamaktaysa bu kimseye "ALLAH'tan başkasına teslim olmuştur" denmez. Hatta (c) grubunda olanların durumu bile (a) ve (b) grubundakilerin durumundan tamamen farklıdır. ALLAH'a iman edip te ALLAH'tan başkasına teslim olan asla müşrik ve kafir olamaz.
Ama o kimse bu durumundan memnunsa veya imkan ölçüsünde bundan kurtulmak için bir gayret göstermiyorsa çok büyük günahkardır. Bütün hayatı günahtan ibaret kalacak kadar günahkar." [36]
Bu alıntıyı yapmamızın sebebi gerçekçi alim Mevdudî'yi gerçek anlamda tanıtmak içindir. O eserlerinin çoğunda toplumları eleştirdi; ancak hiçbir zaman tekfirde aşırı da gitmedi: Yusuf el-Kardavî de birçok yönüyle Mevdudî'ye benzeyen bir alimdir. Tekfir meselesine hassasiyetle yaklaşan Kardavî bu konularla ilgili olarak geniş tahliller yapmıştır. [37]
"Düşünce, yine düşünce ile durulur. Düşüncenin çözümüne yönelik şiddete baş vurmak sadece onun daha da yayılmasını ve taraftarlarının inançlarında daha ısrarlı olmalarını sağlar. Bu konuda çözüm, ikna, açıklama ve zihinlerdeki şüphelerin giderilmesidir.
Bu tekfirciler genelde dindar, ihlaslı, namazını kılan, orucunu tutan, gayretli insanlardır. Toplumdaki fikri irtidat, sosyal düzensizlikler, siyasal baskılar ve ahlaki yönden toplumun bir çöküntüye sürüklenmesi karşısında onlar da sarsıntı geçirmişlerdir.
Bunlar toplumu düzeltmek isteyen, onların hidayetine gayret sarfeden insanlardır. Her ne kadar metotta hata yapmış ve hatalı bir yola saplanmış olsalar da.
O halde bu insanların iyi niyetli girişimlerini takdir etmemiz mi gerekir, yoksa onları; toplumu yakıp yıkmaya ve harabeye çevirmeye çalışan pençeli arslanlar şeklinde tasavvur etmememiz mi gerekir.
Meseleyi inceleyen bir kimse bu olgunun şu noktalarda belirginleştiğini görecektir.
1) İslam toplumunda açıktan küfür ve dinden dönmelerin yaygınlaşması, kafir ve mürtedlerin kendi batıl davaları ile müslümanlara galebe çalma gayretleri, küfürlerini topluma yaymak için basın-yayın organlarını kullanmaları ve onları, sapıklık ve dalaletlerinden geri çevirecek her hangi bir engel ile karşılaşmıyor oluşları.
2) Bu hakiki kafirler hakkında birtakım alimler vurdumduymaz bir tavır takınmaktalar. Haddizatında İslam onlardan uzak olduğu halde bu kişiler, onları da müslümanlar zümresinde görebilmekteler.
3) Kur’an ve sünnete bağlı İslam davetçilerine ve İslam fikrinin bayraktarlığını yapan insanlara zulüm yapılması davet çalışmalarında ve kişisel hayatlarında baskı altında tutulmaları neticede; gün ışığından herkese açık bir diyalogtan kopuk, yer altında ve dış dünya ile alakası kesik olarak çalışan, sapık ve çarpık akımların doğmasına neden oldu.
4) Bu gayretli gençlerin fıkıh ve fikıh usulü bilgilerinden nasipleri oldukça az, İslami ilimler ve dille alakalı konuların içeriğine tam manasıyla varamadıkları anlaşılıyor. Öyle görünüyor ki nasların bazılarını alıp bazılarını almamaktalar veya müteşabih olanları alıp, muhkem olanları unutuyorlar. Ya da bir takım nasları sathi ve genel hatlarıyla alırlarken külli kaidelerin varlığından habersizler. Ya da ehliyetli olmadığı halde tehlikeli bir konuda fetva verecek bir kimse için gerekli olan ve yukarda belirttiğimiz türden yaptıkları bir çok yanlışlıklar da bu gençlerimizin basit bir konuma düşmelerine vesile olmaktadır.
İslam hukukuna ve şeriatine derinlemesine vakıf olmadan sadece ihlaslı olmak yetmiyor. Yoksa daha önce Haricilerin düştüğü çukura onlar da düşeceklerdir. Hariciler akide ve ibadet konularına sımsıkı tutundukları halde İmam Ahmed b. Hanbel'in de dediği gibi onları bu yönden kötüleyen hadisler mevcuttur.
Bundan dolayı selef alimleri, ibadet ve cihattan önce ilim öğrenilmesini tavsiye etmişler ki böylelikle bilmeden ALLAH'ın dininden çıkılmasın.
Hasan-ı Basri şöyle buyurmaktadır. İlimsiz amel yapan, yoldan çıkmış kimseye benzer. İlimsiz amel edenin yol açtığı fesad, iyilik olarak yaptıklarından daha fazladır. İlme sarılın ki ibadete zarar gelmesin. İbadete sarılın ki ilme zarar gelmesin. Bir topluluk ilmi terkederek ibadete sarıldı, sonunda ümmet-i Muhammed'e kılıç çekti. Şayet ilim öğrenselerdi ilim, kendilerine böyle yaptırmazdı. [38]
Tekfir Edilmeyi Hak Edeni Tekfir Etmek
Burada belirtilmesi gereken bir konu da küfrünü açıktan ilan edenleri bir endişe duymadan küfürle damgalamamızın gereğidir. Buna karşılık; içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslami bir görüntü oluşturanlardan el çekmeliyiz. Bu gibi kimseler İslam örfüne göre 'münafık'tırlar. Dilleriyle iman ettik derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları söylediklerini tasdik etmez. Zahiri görünüşlerine bakılarak onlara da müslümanlara uygulanan hükümler tatbik edilir. Ahirette ise içlerindeki küfür sebebiyle esfel-i safiline yuvarlanırlar.
Aşağıda özelliklerini vereceğimiz sınıfları açıkça küfürle niteliyebiliriz.
1) İslam inancına, şeriatine ve İslami değer yargılarına ters düştüğü halde, felsefe ve hayat nizamı olarak komünizmde ısrar eden; dinlerin, tamamen afyon olduğuna inanan ve özellikle de İslamiyete karşı kin ve düşmanlık bayrağını açan kimseler.
2) ALLAH'ın şeriatini açık açık kabul etmediklerini söyleyen ve devletin dinden ayrı olması gerektiğine inanan laikler. Onlar ALLAH'ın hükmüne ve şeriatine çağrıldıkları zaman ondan kaçar ve geri dururlar. Bundan daha kötüsü, ALLAH'ın şeriatine inanan ve İslama dönüş yapan insanlara karşı savaş ilan ederler.
3) Açıktan İslamdan uzaklaşan Dürzi, Nusayri, İsmaili ve bunlara benzer diğer batini firkalar. İmam Gazali ve diğer bazı İslam alimleri onlar hakkında görüşlerini şu şekilde açıklamışlardır. Dış görünüşleri inkarcı ve reddedici, içleri ise kesinlikle küfür. Şeyh İmam İbn Teymiyye'de şöyle demektedir. Onlar Yahudi ve Hristiyanlardan daha kafirdirler. Bu, onların kat'i olan İslam hükümlerini ve dinde zaruri olarak bilinmesi gerekenleri inkar etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Asrımızda bunlara benzer olarak, kendi başlarına yeni bir din modeli geliştiren Bahailer ve Peygamber (s.a.v)'den sonra kendilerine peygamberliğin geldiğini iddia eden Kadiyaniler vardır. [39]
Belli Bir Şahısla Zümre Arasını Ayırmak Gerekir
Burada değinmemiz gereken diğer bir konu da; muhakkik alimlerin belirttiği gibi; tekfir meselesinde belli bir şahısla zümre arasını ayırma konusudur.
Bunun manası şudur; Mesela, komünistler kafirdir, şer'i hükmü benimsemeyen laikler kafirdir veya işte şuna buna çağıran veya şöyle şöyle yapanlar da kafirdir diyebiliyoruz. Bu, bir zümreyle alakalı olan hükümlerdir. Bir kişi ile alakalı olduğunda yani kendisini komünist veya laik görüyorsa, onun konumunu suallerle ve tartışmalarla iyiden iyiye araştırmak gerekir. Ta ki hakkında bir delil elde edinceye, şüpheleri ve onun için ileri sürülebilecek mazeretleri ortadan kalkıncaya kadar.
Bu konuda Şeyhu'l İslam İmam İbn Teynıiyye şöyle demektedir;
Bazen söylenen söz küfür olabilir. Ve söyleyen de rahat bir şekilde tekfir edilebilir. "Şunu söyleyen kafirdir" denilebilir. Ancak hükmünü veremeyiz. Şayet aleyhine bir hüküm varsa kafir hükmünü verebiliriz.
İlahi tehditlerle alakalı naslarda da durum yukarıdaki gibidir. ALLAH Teala şöyle buyurmaktadır.
"Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır." [40]
İbn Teymiyye devamla şöyle demektedir. Bu ve buna benzer tehdit ayetleri haktır. Ancak belli kişilere karşı bu tehdit ayetleri delil olarak getirilmez. Ehl-i Kıbleden olan bir kişinin cehennemlik olduğuna hüküm edemeyiz. Olabilir ki şartlardan birini yitirmiş ya da tehdide maruz olabilecek bir engelden dolayı tehditin kapsamına girmeyebilir. Belki yetim malını yemenin haram olduğu kendisine bildirilmemiştir. Belki de yedikten sonra tevbe etmiş olabilir. Belki de yaptığı bazı iyilikler onun günahlarını örtebilir. Geçirdiği musibetler kendisine keffaret olabilir.
Olabilir ki yetim malını yemenin yanlış olduğu kendisine bildirilmiş fakat hükmü söylenmemiştir veyahutta yetim malını yemenin haram olduğunu anlayamamış da olabilir. ALLAH Teala'nın mazur gördüğü bir takım sebeplere maruz kalması da mümkündür. Ehl-i sünnet imamlarının mezhepleri; belli bir şahısla bir zümre arasındaki farkları anlatan detaylı bilgiler vermiştir.
Bu ihtiyat küfür davranışı sergileyenler hakkında gerekli olduğuna göre nasıl olur da bir müslüman "Lailahe illallah Muhammed'in Resûlullah" diyen insanları -iyiliklerinin yanısıra kötülük de yapsalar- küfürle damgalamaya cür'et edebilir?
Kelime-i şehadeti getirmek, kişilerin canlarını mallarını ve kanlarını masum kılar. Onların hesapları ALLAH'a kalmıştır. Biz zahire göre hüküm veririz. Batını ise ALLAH bilir.
Sahih ve mütevatir olan bir hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "İnsanlar 'Lailahe illallah' dediklerinde -haklı sebepler hariç- kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Hesapları da Allah'a kalmıştır."
İnsan Ne ile İslama Girer?
Birinci Kaide; insan şehadet getirmek suretiyle İslam'a girer.
"Lailahe illallah Muhammedun Resûlullah." Kim diliyle şehadeti getirirse İslama girmiş olur ve kalbiyle inanmamış olsa da ona İslamın hükümleri uygulanır. Çünkü biz zahire göre hüküm veririz. Gizli olanları ise ALLAH'a tevdi ediyor ve buna delil olarak şunları gösteriyoruz.
1- Peygamber (s.a.v) şehadet getiren kişinin müslümanlığını kabul ederdi. Namaz kılıncaya veya bir yıl geçtikten sonra zekatını verip vermeyeceğine veyahutta Ramazan geldiğinde orucunu tutacak mı tutmayacak mı diye beklemezdi... Yok müslüman olacak kişi İslamın farz olarak belirlediği hükümleri yerine getirsin de sonra onun müslüman olduğuna hüküm vereyim, diye bir düşünceye kapılmamıştı. İslama inanması ve açıktan inkar etmemesi müslümanlığı için yeterliydi.
2- Buhari ve diğer hadis kitaplarında Usame b. Zeyd (r.a)’dan rivayet edilen bir hadis vardır; Usame b. Zeyd "Lailahe illallah" dediği halde bir adama kılıç çekerek öldürmüş de Peygamberimiz kendisini kınamıştı. Peygamber (s.a.v) sordu;
"Lailahe illallah" dedikten sonra mı öldürdün?” Usame de;
“Kılıçtan çekindiği için böyle söyledi.” diye cevap verince Peygamber;
“Sen onun kalbini yarıp baktın mı?” Bazı rivayetlerde;
“Kıyamet gününde "lailahe illallah" ile birlikte halin nice olur?” demiştir.
3- Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadis şöyledir, insanlar "lailahe illallah" deyinceye kadar onlarla savaşmam emredildi. "Lailahe illallah" dediklerinde haklı sebepler hariç kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Onların hesabı da ALLAH'a kalmıştır.
Müslim'in rivayetinde şöyle geçmektedir; “...ta ki "Lailahe illallah" deyip de bana ve benim getirdiklerime inanıncaya kadar.”
Buhari'nin Enes'ten merfu olarak gelen rivayetinde de "Lailehe illallah Muhammedun Resûlullah" deyinceye kadar ifadesi vardır.
Hadiste geçen "insanlar"dan kasıt, alimlerin dediği ve Enes'in bu hadisin izahında vurguladığı gibi, müşrik Araplardır. Çünkü Ehl-i Kitaptan canları ve mallarına karşılık cizye alınıyordu ki bu da Kur'an'la sabit bir nasdır.
Delilimiz: Müşrik Araplar "Lailahe illallah" dediklerinde kanlarının ve mallarının korunmasıyla birlikte İslama giriyorlardı. Çünkü kanın ve malın korunması, ya müslüman olmakla ya antlaşmayla ya da ehl-i zimmet hükmüne girmekle olurdu. Ama burada müşrik Araplar için ne antlaşma ne de ehl-i zimmet hükmü vardır. Sadece müslüman olmaları söz konusudur aksi halde kanlarını ve mallarını korumanın başka yolu yoktu.
Bu hadis, bir çok sahabenin benzer ifadelerle rivayet ettileri sahih bir hadistir. Bundan dolayı Hafız Suyuti "Camius-Sağir" adlı kitabında bu hadisin mütevatir olduğunu söylemiştir. "Camius-Sağir"in sarihi Munavi de; "Bu hadis mütevatirdir, çünkü onbeş sahabi tarafından rivayet edilmiştir." der.
Kendi zamanının büyük hadis imamlarından biri olan Süfyan b. Uyeyne'nin şöyle dediği rivayet edilir. Bu. namaz, oruç ve zekatın farz kılınmasından önce hicretten evvel İslamın ilk devirlerinde şöyleydi.
Allame İbn Recep Hanbeli (hanbeli imamlarından) "Camiu'l Ulum vel Hikem" adlı kitabında Sufyan b. Uyeyne'nin sözü üzerine şöyle demiştir. Bu, zayıf bir görüştür. Süfyan'ın böyle bir söz söyleyip söylemediği ise tartışılabilir. Bu hadisin ravileri Medine'de Resullullah (s.a.v)’ın sohbetinde bulunmuşlar ve bir kısmı da daha sonradan müslüman olmuşlardır. Sonra "kanlarını ve mallarını benden korurlar" sözü, Peygamber (s.a.v)'in kıtal (savaş)'a emrolunduğuna delalet etmektedir. Oysa bunların tümü Peygamberin Medine'ye hicretinden sonra meydana gelmiştir.
Açık bir şekilde bilinmektedir ki; Peygamber (s.a.v) kendisine gelip de İslama girmek isteyen kişilerden sadece şehadet getirmelerini isterdi. Bununla onlar kanlarını ve mallarını korurlar ve müslüman olurlardı. Usame b. Zeyd kılıcını çekerken "Lailâhe illallah" diyen bir kişiyi öldürdüğünde Peygamber (s.a.v) onu şiddetle azarlamıştı. Peygamber (s.a.v) kendisine gelip de müslüman olmak isteyen bir kişiye, namaz kılmasını, zekat vermesini şart olarak koşmazdı. Aksine bir kavim, zekat vermemek şartıyla müslümanlığı kabul edilmişti.
İmam Ahmet b. Hanbel'in müsnedinde cabir (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilir. Sakife kabilesi Peygamber (s.a.v)'den kendilerine (müslüman olmalarına karşılık) zekat ve cihat sorumluluğunun yüklenmemesini şart koştular. Peygamber (s.a.v) de şöyle dedi; “Onlar (ilerde) zekat da verecekler, cihad da edecekler.”
Müsnedde, Nasr b. Asım El-leysi'den rivayet edildiğine göre; Sakife kabilesinden biri Peygamber (s.a.v)'e geldi ve şöyle dedi; iki rek'at namazın dışında namaz kılmamak suretiyle müslüman oluyorum. Kendisinden müslümanlığı kabul edilmişti.
İbn Recep şöyle der; Ahmet b. Hanbel bu hadisten hareketle fasit bir şarta bağlı olsa da kişinin müslümanlığı kabul edilir. Sonra bu şartla müslüman olan kişi, mükellefiyetlerin tümüyle yükümlü olur. Bu görüşte olanlar Hakim b. Huzzam'ın şu sözünü ileri sürerler. Eğilmeksizin ayakta durarak secde etmek şartını koşarak Resûlullah'a biat ettim.
Bu nakillerde bizi ilgilendiren iki şey var.
Birincisi
İslam'a girmek için şehadet kelimesi yeterlidir. Bazı hadislerde görülen ve yalnızca "Lailahe illallah" şeklinde geçen şehadet ise rivayetlerde rastladığımız normal bir kısaltmadır. Bununla kastedilen -kendilerine İslam daveti yapılan müşrik aralarında çok iyi bildiği gibi- şehadet kelimesinin tamamıdır. Zaten bu davet, onu getiren Muhammedun Resûlullah (s.a.v)'e iman etmeden gerçekleşmez.
Bu nedenle bazı selef alimleri; İslam bir kelimedir. Yani; kelime-i şehadettir, demişlerdir.
Namaz, oruç ve İslamın farz kıldığı diğer ibadet ve şer’i hükümler, müslüman olunduktan sonra yapılması istenen şeylerdir. Çünkü onlar sadece, müslüman olan bir kimsenin yapmasıyla sahih olurlar.
Kafirin ne namazı ne orucu ve ne de haccı olur. Kafir, kendisinden bu ibadetlerin kabul şartını (ki o da; müslüman olmaktır) kaybetmiştir.
İkincisi
İbni Receb’in zikrettiği ve Ahmet b. Hanbel'in "Müsned"inde yer alan geniş manalı hadislere gelince, Peygamber (s.a.v) bu hadislerle birtakım konuları, özellikle İslam'a yeni girenleri ilgilendiren bazı konuları çözüme bağlıyordu. Bazılarından kabul etmediği şartları bazılarından kabul ediyordu. Beşir b. Husasiye'den şöyle rivayet edilmiştir. Beşir zekat vermeden ve cihad etmeden Peygamber (s.a.v)'e biat etmek istedi ama Peygamber elini çekti ve şöyle dedi; “Ya Beşir! Ne cihad var ne de zekat öyleyse cennete ne ile gireceksin?”
Fakat Peygamber (s.a.v) aynı şartları Sakife kabilesinden kabul etmişti. Belki de onlar ileri sürdükleri şartlar üzerinde devamlı kalmayacaklardı, müslüman olduklarında ve daha iyi aşamaya azmettiklerinde diğer müslümanlar gibi oruçlarını tutacaklardı. Bundan dolayı olsa gerek ki Peygamber (s.a.v) onlar hakkında şöyle söylemişti. "Onlar oruç da tutacaklar cihad da edecekler." [41]
Kim Tevhid üzere ölürse Cennet'i hak eder
İkinci kaide; Kim "Lailahe illallah" diyerek ölürse ALLAH katında iki şeyi hakeder.
Birincisi; Cehennemde ebediyen kalmaktan kurtuluş; kalbinde hardal tanesi kadar iman oldukça, günahları sebebi ile cehenneme girse de -ki bu günahlar zina gibi ALLAH hakkına veya hırsızlık gibi kul hakkına taalluk eden bir mesele de olabilir- günahları miktarınca cehennemde kaldıktan sonra tekrar çıkacaktır.
İkincisi; geç olsa da cennete girecektir; Tevbe etmediği ve hiç bir şeyin günahlarına keffaret olmadığı için cehenneme girmesi sebebiyle cennete ilk girenlerle beraber giremese de sonuçta cennete girmeyi hak edecektir.
Buna delil olarak Buhari, Müslim ve diğer hadis kitaplarında geçen sahih hadisleri gösterebiliriz. Ubade b. Samit Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. “Kim, ALLAH'tan başka ilah olmadığına, eşi ve benzeri bulunmadığına, Muhammed'in onun kulu ve Rasulü olduğuna, İsa'nın da ALLAH'ın kulu ve Rasulü olduğuna ve Meryem'e ilka eylediği kelimesi olduğuna ve kendisinden bir ruh olduğuna, cennetin ve cehennemin gerçek olduğuna şehadet ederse, ALLAH da onu -amellerine bakmak suretiyle- cennetine kor.”
Ebuzer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu; “Hiç bir kul yok ki, lailahe illallah deyip bu hal üzere öldükten sonra cennete girmesin.”
"ALLAH Teala, kendi rızasını gözeterek 'Lailahe illallah' diyen bir kimseye cehennem ateşini haram kılmıştır." Yani; asr-ı saadet döneminde bu kelimeyi sırf canlarının ve mallarının korunması için söyleyen münafıklar gibi değil tabii. Enes (r.a) Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Lailahe illallah" diyen cehennemden çıkar. Kalbinde bir hardal tanesi kadar iman bulunsa da.”
Tüm bu hadisler Buhari ve Müslim'de geçmektedir.
Buhari ve Müslim'de geçen bir de şu hadis vardır. Ebuzer (r.a) Peygamber (s.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Cibril Peygamber (s.a.v)'e geldi ve şöyle dedi; ümmetini müjdele; ümmetinden kim ALLAH'a şirk koşmadan ölürse cennete girecektir. Ben de şöyle dedim; peki ya zina ya da hırsızlık etsede mi? O da; (evet) zina ve hırsızlık etse de, buyurdu.”
Sahih-i Müslim'de geçen ve Ubade'den rivayet edilmiş bir hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "ALLAH'tan başka ilah bulunmadığına, Muhammed'in de gerçekten ALLAH elçisi olduğuna şehadet eden kimse üzerine ALLAH, cehennemi haram kılar."
Bunlara benzer daha bir çok hadis mevcuttur. Hepside kelime-i şehadet söylendiğinde cennete girilip cehennemden çıkılacağına delil olan hadislerdir.
Cennete girilmesinden kasıt; hak edilen azabın cehennemde çekilmesinden sonra neticede cennete dönülmesidir.
Ateşten kurtulmaktan kasıt ise; ebedi cehennemde kalmaktan kurtulmaktır. Bunu söylemekteki amacımız, bahsettiğimiz hadislerle, bazı günahları işleyen kimselere cenneti haram kılan ve cehennemi de zorunlu durak kılan hadisler arasında ortak olabilecek bir noktayı yakalamaktır. Nasları da birbirleriyle çeliştirmek uygun olmaz.[42]
[34] En'am: 6/121.
[35] Mevdudi, Tefhîmul-Kur'an, İnsan Yay; c. 1. s. 589, (En’am 121 ve Nisa 31 Tefsiri).
[36] Mevdudî, Meseleler ve Çözümleri, Risale Yay. c. 1. s. 128-129.
[37] Yusuf El-Kardavi, Fetvalar, Merve Yay; c. 1. s. 162-197.
[38] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 55-64.
[39] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 64-65.
[40] Nisa: 4/10.
[41] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 66-72.
[42] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi:7 2-74.