- Ali İmran Suresi Mevize Fatih Camiinde

Adsense kodları


Ali İmran Suresi Mevize Fatih Camiinde

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Thu 16 September 2010, 01:52 pm GMT +0200
Ali İmran Suresi Mev´ize Fatih Camii Şerifinde


Meali



(Ya Muhammedi) dedi ki: Ey mülkün sahibi olan Allahim! Sen mülkü dilediğine verirsin, Sen mülkü dilediğinin elinden alırsın. Sen dilediğini aziz kılarsın, Sen dilediğini zelil edersin. Hayır, yalnız Senin elindedir. Sen, hiç şüphe yok ki herşeye kadirsin! [186]


Tefsiri



İlahi, emrinin avare bir mahkûmudur âlem

Meşiyyet Sende, her şey Sende... hiç bîr şey değil âdem!

Fakat, halâ vücud isbat eder, kendince, hey sersem!

Bugün, üç beş karış toprakta varlıktan vururken dem;

Yarın toprak kesilmiş varlığından fışkırır matem!

îlâhi, (malik-el-mülküm) diyorsun... doğru, âmenna.

Hakikî bir tasarruf var mıdır insan için? Asla!

Eğer almışsa bir millet, edip bir mülkü istilâ;

Eğer vermişse bir millet bütün bir mülkü bî-perva

Alan Sensin, veren Sensin, Senin hükmündedir dünya.

Hâni, en asil akvamı alçaltırsın istersen;

Dilersen en zelil eşhasa izzetler verirsin Sen!

Bu heybetler, bu hüsranlar bütün Senden, bütün Senden 1

Nasıl tâ Arşa yükselmez ki me´yusane bin şîven ?

Ne yerler dinliyor, Yârab, ne gökler, ruhum inlerken!

Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş!

Diyorduk: (Bir buçuk milyar!) Meğer tek bir nefer yokmuş

Bu hissiz toprağın üstünde mazlûmîne yer yokmuş!

Adalet şöyle dursun, böyle bir şeyden haber yokmuş!

Bütün boşlukmuş insanlık: ne istersen, meğer yokmuş!

Dâhi, altı yüz bin müslüman birden boğazlandı...

Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı!

Ne masum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı!

Ne bîkes hanumanlar işte, yangın verdiler yandı!

Şu küllenmis yığınlar hep birer insan, birer candı!

Sabah-ül-hayr-i hürriyet, îlâbi, leyl-i yûn oldu;

Karanlık bir hezimet her taraftan runemun oldu-

Şehamet gitti; gayret söndü; kudretler zebun oldu!

O mevcamevc sancaklar ne müthiş ser-nigûn oldu!

Sükutun dehşetinden kalb-i rahmet, belki hûn oldu!

Ezanlar sustu... Çanlar inletip durmakta âfakı.

Yazık: Şarkın semasından Hilâlin geçti işrakı!

Zaman artık salibin devr-i istilâsı, ilhakı.

Fakat, yerlerde kalmış hakların ferdayı ihkaki.

Ne doğmaz günmüş ey âcizlerin kudretli Hallâkı!

İlâhi, şer-i masumun şu topraklardı son yurdu...

Nasıl te´yid-i kahrın en rezil akvama vurdurdu?

Evet, milletlerin en kahbesinden, üç leim ordu,

Gelip tâ sinemizden vurdu, seyret hem nasıl vurdu:

Ki istikbal için çarpan yürekler ansızın durdu!

Tecelli etmedin bir kerre, Allahım, Cemalinle

Şu üç yüz elli milyon ruhu Öldürdün Celâlinle!

Oturmuş eğlenirlerken senin –hâşâ-zevalinle,

Nedir ilhadı imhalin o samit infialinle?

Nedir İslâmı tenkilin bu müstacel nekâlinle?

Sus ey divane, durmaz kâinatın seyri mu´tadı

Ne sandın? fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryadı?

Bugün sen kendi kendinden ümit et ancak imdadı!

Evet, sen kendi ikdamınla kaldır git de bidadı.

Cihan kanuni sa´yin bak nasıl bir hisle mün´kadı

Ne yaptın? (Leyse lilinsani illâ ma sea) [187] vardı.

însan için ne bu dünyada, ne öteki dünyada kendi çalışmalarının veriminden, kendi kazancından başka bir şey yok. insan ne ekerse onu biçiyor. Ekmeden biçmek olmuyor. îşte bu, fıtratın bir kanutm, Allah´ın bir kanunu, hem de Kur´an ile tebliğ edilmiş bir kanunudur.

Demek, o deminki feryatların hepsi beyhude imiş! Öyleya, kime duyuracaksın? (Yer pek, gök yüksek!). Acizin figanına karşı bütün kâinat hissiz, bütün mevcudat duygusuz! ya sen ne istiyordun? Baksana hem aczinden dem vuruyorsun; hem, koca kâinatı keyfine râm etmek ümidine düşüyorsun!

Âlem, feza dediğimiz şu ucu bucağı olnııyan boşluk içinde dönüp duruyor; Allah´ın ezelde çizmiş olduğu hattı hareketi ta´kip edip gidiyor. Hiç bir zerre kendi seyrinden, faaliyetinden geri durmuyor. Yer yürüyor; gök yürüyor; dağ yürüyor; taş yürüyor. Hiç biri âtıl değil, hepsi çalışıyor! Şu camit gördüğümüz, şu cansız dediğimiz toprak yaradılışındanberi acaba bîr lahza olsun boş kalmış mı? Heyhat! hergün, her saat, her saniye bitmez, tükenmez inkılâplar geçiriyor: bulutlara su veriyor; bulutlardan su alıyor; sırtında otlar, ekinler, ağaçlar yetiştiriyor; karnında madenler besliyor, tabakalar vücude getiriyor. Ya topraktan doğan bu mahluk duruyor mu? Asla! onlar da analar gibi muttasıl çalışıyor. Muttasıl bir devirden diğer devre, bir halden başka bir

hale geçiyor.

Yer, yani bizim dünyamız böyle. Ya gök? O bizim dünyamız gibi milyarlarca dünyayı göğsünde taşıyan âlem nasıl acaba? Nasıl olacak! O da tıpkı yer gibi. Evet, bizim pek azım görebildiğimiz, alt tarafını da tahmin ile bulduğumuz namütenahi âlemlerin hepsi yaratıldıkları zamandan itibaren faaliyete girmişler; Allanın dilediğine kadar o faaliyeti muhafaza edip gidecekler.

Biz tutmuş da mahlukattan bahsediyoruz. Halik yok mu, Halik, işte O da keyfiyetini, suretini tasavvur edemiyeceğimiz bir faaliyetle kâinatı idare edip duruyor! Allahü Zülcelâl her an bu kâinata hayat veriyor; her an bir şan, bir hadise vücuda getiriyor. Hallaki azimüşşan kısa, lakin bizim tahayyül edemi yeceğimiz kadar kısa bir an için faaliyeti bıraksa bütün varlıklar alt üst olur. Cenabı Hak, âlemi yalnız bir kerre yoktan var etmedi. Onun halkı daimidir. Evet, Allahü Zülcelalin iki muhtelif tecellisi var ki, biri mevcudatı yok etmekte; diğeri ise var etmekte. Ancak bu iki tecelli arasındaki zaman mesafesi bizim aklımızla Ölçülemiyecek kadar kısa da onun için ne oluyor, ne bitiyor, farkında olmuyoruz.

Şimdi, mademki yer çalışıyor; gök çalışıyor; yerleri, gökleri yaradan Allahü azimüşşan, yaratmaktan biran uzak durmuyor; sen nasıl âtıl, batıl-oturuyor da hayat umuyorsun? işte bütün kâinatı gördüm; hiç bir yerde, hiç bir zerrede sükûn var mı? Atalet var mı? Öyle ise sana emeksizce yaşamak, çalışmaksızın naili meram olmak hakkını, böyle bir ümidi kim veriyor? Müslümanlık galiba? Belki. Öyleya, müslümanlar Allah´ın sevgili kullarıdır! îyi amma işte görüyorsun ki, bu âlemde, bu âlemi fitratta, bu âlemi tabiatta hiç sükûn yok. Müslümanlık ise fıtratın dinidir. Belki fıtratın kendisidir. Dini İslâm hatenıi edyandır (Dinlerin sonuncusudur) Bu itibarla en mükemmel dindir. Cenabı Allah Kur´anda sarahaten bize bildiriyor ki, Bu din, dini fıtridir; dini hakikîdir; dini tabiîdir. Lâkin insanların çoğu bilmiyorlar, çoğu gafildirîerde o pâk dinin içine kendilerinden bir takım fıtrata mugayir ahkâm karıştırmak istiyorlar.

Hepimiz biliyoruz, ilk doğuş sıralarında İslâm ne halde idi. Hicazın bîr köşesinde parlıyan o nur yirmi beş sene içinde dünyaları tuttu. Misli görülmemiş olan bu süratin hikmeti ne idi? Şüphesiz dini hakiki olması, dini fıtrî olması. Hatta şu hakikat bu günkü garp, hükemasının indinde bile müsellemdir. Onlar da böyle söylüyorlar. Müsteşrıklar içinde bir çok namuslu adamlar var. Diyorlar ki, (Bakıyoruz, müslümanlar her tarafta âtıl, her tarafta gafil; çalışmıyorlar. Fakat Afrika´da, Çin´de müslümanhk alabildiğine ilerliyor. Bizim misyonerlerimiz bu kadar çalıştıkları halde yine muvaffak olamıyorlar. Düşündük, tasındık, tetkik ettik, nihayet anladık ki, müslümanhk gayet fıtrî bir din imiş).

Fakat diğerleri öyle söylemiyorlar: (Müslümanlık, insaniyete, medeniyete aykırı bir dindir, diyorlar. Şahit istemez. Hakikat meydanda. Bu gün yer yüzünde 350 milyon müslüman var. Bunlar muhtelif kıt´alarda küme küme oturuyorlar. Hepsi mahkûm, hepsi esir, hepsi cahil. Üç buçuk yabancı büyük bir ülkedeki bu kadar milyon müslümanı esaret altında tutuyor... Bu, ne haldir? Dört buçuk Felemenk Cavada yirmi milyon müslümanı istediği gibi kullanıyor; içlerinden biri ses çıkarmıyor... Eğer dininiz hayırlı bir din olsaydı, haliniz böyle olmazdı!..)

Acaba hangisinin dediği doğru? Malumya bir dinin lehinde, aleyhinde söylemek için evvelâ onu tetkik lâzım. Yoksa yalnız o dine mensup olanların haline bakmak kâfi değil. Erbabı insaf Kur´-anı, hadisi tetkik ediyor. Bu günkü müslümanların müslümanlıkla alakasını gayet gevşek buluyor. Vakıa öyle: Müslümanlık namına bizde ancak bir kaç gösteriş kalmış. Alt tarafı bilerek, bilmiyerek kabul olunmuş bir yığın bid´at!

Ey cemaati müslimin! Bu din, irfan dini idi; halbuki biz bu gün milletlerin en cahiliyiz! Bu din, şehamet dini idi; gayret dini idi; biz ise şu zamanda milletlerin en miskiniyiz! eğer dini islâmın ruhunda -Maazallah- bu gün gözüken fenalıklardan bir danesi ol­saydı, müslümanhk bize kadar gelebilir mi idi? Elbet o büyük emanet çoktan kaybolur giderdi. Biz müslümanlar, ben öyle görüyorum, Allah ile pek laubaliyiz! zannediyoruz ki, Cenabı Hak oturduğumuz yerden isteyivermekle hatırımız için îlâhi kanunlarını de­ğiştirir... Zavallı bizler! beyhude yere feryat edip duruyoruz! Zaten Allah gökte, yerde değil; her yerde hazar, her yerde nazır. Bize şah damarlarımızdan daha yakın.

“Pek âlâ. Bu dualar nedir? hani bir az evvel (Selâten tün-cina) okuduk. Bunların aslı yok mu? Tesiri yok mu?

Hay hay, var. Fakat düşünmeliyiz: Dua nedir? Allah´a dönüştür. Yani Allah´ın emirlerine. Cenabı Hakkın gerek Kur´aniyle, gerek Peygamberinin lisaniyle, sünnetiyle, tebliğ ettiği emirler dairesinde hareket etmemek yüzünden mutazarrır olan insanlar tekrar Allah´a rucu ederse, Allah´ın gösterdiği yolu tutarsa dua makbul olur. Başka türlü kabulüne imkân yok. Allah niçin islamı gönderdi? Çünkü beşeriyetin saadeti, matlubu îlâhi idi. Bundan evvel de bir çok edyan vardı. Fakat o zamanlar beşeriyet henüz çocukluk çağında idi. İnsaniyet henüz kemale ermemişti. Beşeriyet bir çok devirler, bir çok inkiîaplar geçirdi. Her devre göre din göndermek lâzımgeldi. Nihayet Cenabı Hak Hatemül edyan (Dinlerin sonuncusu) olmak üzere bu dini gönderdi ki, ahkâmına tabi olanlar, hem dünyada, hem ahirette sermedi nimetlere mazhar olsunlar. Evet, Allah bu dini mübini bu maksatla gönderdi. İslâm, sa´y dinidir, amel dinidir, mücahede dinidir. Cenabı Hak Kur´an-ı Kerîm´de nerede namaz kılınız buyurmugsa mutlaka arkasından zekât veriniz! diye emretmiştir. Pek âlâ! Zekâtı kim verir? Elbet serveti olan. Servet ne ile kazanılır? Tabiî çalışmakla. O halde en büyük ibadeti yerine getirmek için bile saiy lâzım. Kur´an-ı Kerîm´in bir çok yerinde bize ittihat ile, mücahede ile emir buyruluyor. Kitabullah, hadis hep bizi ittifaka, mücahedeye, cihada davet ediyor. Bu emirler nasıl, ne ile yerine gelecek? Şüphesiz hep saiy ile. Eğer islâmîyetin bidayetindekiler, sonrakiler gibi, bizler gibi olsalardı; o muvaffakiyetler, o harikalar vücut bulabilir miydi ? Ne idi o gayretler, ne idi o himmetler? Her tarafa gittiler, fevç fevç eshabi kiram bütün dünyayı dolaştılar, oturmadılar, durmadılar, çalıştılar. O sayede neler, neler yaptılar!

Sonra, ne oldu da bu hale geldi âlemi islâm? Çin´de Hind´de, nıağripte, masrikte, şimalde, cenupta, her yerde görüyorsunuz: Müslümanlar durgunluk içinde, gevşeklik içinde, uyuşuk bir halde! birbirlerini tanımazlar, birbirlerini sevmezler, şu cemaatin içinde hiç birimiz bilmeyiz ki, dünyanın neresinde ne kadar müslüman var? Sonra o müslümanlarm âdetleri, ahlâkı nedir; hattâ lisanı nedir? Yazıklar olsun bize ki, birbirimizi tanımak istediğimiz zaman bile yine frenklere, frenk kitaplarına müracaat mecburiyetinde kalıyoruz! Bu ne büyük zillettir? Anlamalı!

Hani müslümanlık bir kardeşlik husule getirecekti? nerede? Bu gün müslümanlar kadar dağınık ve ayrı bir millet var mı? Her tarafta müslümanlık cehalet, müslümanlar ise sefalet içinde mahvolup gidiyor.

îşte sömürgecilerin idaresindeki müslümanlar î Hind´de yüzlerce milyon nüfus var. Bir kısmı mecusi, bir kısmı müslüman. îkisi de aynı ırktan, ikisi de aynı muhit içinde yaşıyorlar, sömürgeciler ne yapıyor bunlara? Müslümanlara diyorlar ki, Kurban bayramında öküz kesin. Halbuki mecusilerce öküz mukaddes bir hayvan. Bizim müslümanlar da yabancıların fesadına kapılarak mecusilere inat muttasıl öküz kurban ediyorlar, Mecusiler bunu görünce küplere biniyorlar! Yine ayni yabancı tutuyor, mecusileri çizdirip camilere domuz kafası attırıyor. Böyle, böyle nıecu-sileri müslümanlara, müslümanlan mecusilere tutuşduruyor. Sonra yok yere birbirine düşman kesilen her iki taraf hükümete, yani yabancılara müracaat ediyor; o da koşup mecusinin de hakkından geliyor, müslümanm da! Bir aralık Efgan emiri Habibullah han Hîndistana gitmiş; hali gördükten sonra müslümanlara demiş ki,-Yahu! ne yapıyorsunuz? kurban... evet hanefilerce vacip. Fakat mutlak öküz mü olmak lâzım? Keçi, deve, koyun kesseniz olmaz mı ? Neye böyle budalalık edip de yabancıların ekmeğine yağ sürüyorsunuz?

Emir mecusilere de gitmiş, işin iç yüzünü anlatmış. Bir dereceye kadar iki fırkanın arasını bulmuş.

Çin´e git. Orada da aynı! Neden? hep cehil yüzünden. Hiç başka bir şeyden değil. Çünkü Hristiyanhk ilim ile payidar olamaz; müslümanlık ise cehil ile baka bulamaz, öyledir: Hıristiyanlığın ilme karşı yüzü yoktur, tahammülü yoktur; müsîümanlık da cehalete, kabil değil dayanamaz.

Hepimiz biliyoruz ki, müslümanhğın asrı saadete yakın olan zamanlarında şeref, şan, şevket alabildiğine ileri idi. O zaman ilimce, fence, o kadar ileride idik ki, cahil frenkler tahsil için tâ Avrupa´dan kalkıp Bağdad´a gelirler: ulemayı islâmdan ders alırlardı. Endülüs medreselerinde bir çok krallar, bir çok papazlar vaktiyle okumuşlardı. Öyledir. İrfan yurdu idi orası. Sonra cehalet yavaş yavaş yayıldı. Nihayet, biz de bu hale geldik! Eğer elbirliğiyle bu cehaletin izalesine çalışmazsak; mahvımız muhakkaktır. Yoksa yarını tedbirlerle iş bitmez.

Hazreti Mevlânanm şöyle bir hikâyesi var: Fakirin birinin harap bir evi varmış; çoluğunu, çocuğunu onun içinde barmdırırmış. Adamcağız her sabah işine giderken, eve dermiş ki, “Ey eski yurdum, sakın bana haber vermeden yıkılıp da çoluğumu çocuüumu mahvetmiyesin!” Bir gün gelir, bakarki ev yıkılmış, üç çocuğunu da ezmiş. Yıkık yurdun harabeleri üzerine çıkar, baykuş gibi ötmeğe başlar:

“Bana haber vermeden neye yıkıldın da hanumammı söndürdün? Ben sana her sabah yalvarmamış mıydım? Bu kadar vefasızlık olur mu?

Ev de ona der ki:

Beni azarlama, ben sana şimdiye kadar binlerce kerre bu akıbeti anlattım. Benim artık ayakta duracak halim kalmadı, demek istedim, lâkin ne vakit ağzımı açtımsa sen hemen bir avuç çamur tıkadın. Dıvarlarmıdaki çatlaklar hep birer lisan idi. Fakat bir türlü hakikati anlatamadı. Beni halime bırakmadın ki, sana halimi söyliyeyim!.

“Delik, deşik evinin, bir zavallı hane-harap,

Görür de halini, her gün eder şu yolda hitap:

“Yıkılma ha! Beni evvelce etmeden agâh;

Çoluk, çocuk biteriz sonra hep, maazallah!”

Bu hasbıhal ile yıllar gelir, geçer.. Derken

Gelir bakar ki bir akşam; o aşıyan-ı kühen

Yıkılmış, altına almış zavallı aileyi!

Görünce karşıdan âdemceğiz bu haileyi

Yığınla taş kesilen yurdunun harabesine

Döner de der ki:

“Meğer” aldanırmışım, desene!

Ne oldu bunca niyazım, ey âşinay-i kadım?

Çocuklarını olacakken ben oldum işte yetim!

Sakın yıkılma haber vermeden demez miydim?

Bu muydu senden, azalim, bu muydu ümmidim?

Hukuku, ahdi gözetmek nedir, sakın bilme!

Yazık, yazık sana sarf ettiğim emeklerime!..”

O taş yığınları bir hâtifî lisan olarak;

Zavallı âdeme der:

“Haksız infiali bırak!

Geçip de karşıma feryad eder misin şimdi?

Haber mi vermedim, amma kulak veren kimdi!

Duvarlarımda yarık sandığın ağızlardan,

Birer zebân-i tazallüm uzattım, ey nadan!

Fakat çamurla kapardın da her gün ağzımı sen,

Ziyade söyleyemezdim, susardım artık ben!..”

(Safahat: Fatih kurs isinden)

Bizim vaziyetimiz de aynıdır. Binamızın neresi Çatladıysa yamamaya baktık: bir avuç çamur tıkadık; Esasa, temele hiç bakmadık. Nihayet bir gün geldi ki: ansızın yıkıldı. Teşekkür olunur ki, kâmiten yıkılmadı. Fakat yine gaflet gösterirsek alt tarafı da yıkılacaktır.

“Ne yapayım?

Yapılacak şey zaman fevt etmeyip çalışmaktır; aramızdan nifakı, şikakı kaldırmak, birbirimize sarılıp el birliğiyle çalışmaktı?. Yoksa hiç bir taraftan yardım beklemiyelim. Bir zamanlar Avrupa´dan sefirler gelirlerdi; Cuma selâmlığında padişahın üzengisini öpmek şerefine nail olmak için aylarca İstanbul´da dolaşırlardı. Bu gün ise înglltere hariciye nazarı meclisi mebusunda bizim lehimize bir kelimei tayyibe sarf edecek mi; yahut Fransa başvekili bize karşı olan huşunetini biraz olsun tadil edecek mi diye dört gözle bakıp ümitleniyoruz! Evvel ne idik, şimdi neyiz, anlamalı! Fakat beyhude intizar! bu gün cihan, kuvvetten, servetten başka bir şeye boyun eğmez. Onların nazarında haklı, en zengindir, en kavidir. Âcizin feryadını kimse dinlemez. Hakkına kani değil ki, feryadını dinlesin!

Mısır müftüsü merhum Şeyh Mehmet Abduh hikâye ediyor. Kendisi bir aralık îngiltereye gitmiş. İngiliz hükemasından meşhur Spenser, Mısır´dan nıüslümanların büyük bir adamı geldiğini haber almış. Gidip görmek istemiş. Lâkin kendisi hâsta imiş. Onun için şeyhi çağırmış. Şeyh Abduh da kalkıp gitmiş. Spenser, Abduh´a çok iltifat etmiş biraz görüştükten sonra sormuş :

“Bizim garbı nasıl buldun?

Abduh, demiş ki:

“Efendim garbı bana sormayınız. Onu ben sizden öğrenmek isterim. Siz bana Şarkı sorarsanız anlatırım, O vakit Spenser kemali teessürle şu sözleri söylemiş:

“Burada insaniyet ma´alesef hiç kalmadı. Beşeriyet, medenî beşeriyet his-den, insaftan büsbütün sıyrıldı. Ben kuvvetliyim; sen ezilip gidiyorsun, çünkü zayıfsın... Âtiyi pek fena görüyorum. Biz böyle istemedikti. Fakat böyle oluyor.”

Avrupa medeniyeti bir medeniyeti fazıla, bir hakikî medeniyeti insaniye değil. Fakat ne yapılır? Önüne durulamaz. Makine kesilmiş herifler; uğraşıyorlar, çabalıyorlar, sonsuz teknik gelişmeye mazhar oluyorlar. Sonra da gelip bizi eziyorlar, parçalıyorlar.

Bin nasihattan bir musibet daha müessirdir, derler. Haydi verilen nasihatleri dinlemedik... Lâkin uğradığımız musibetler bini bile geçti. Onun için bari bundan böyle olsun zararımızı telâfiye çalışalım.

Evet çalışalım. Fakat nasıl çalışalım? Bu, gayet mühim "bîr meseledir. Bundan yüz sene kadar evvel ayni felâket bir milletin başına daha gelmişti. O millet de harp etmiş; pek büyük rahnelere uğramıştı. Sonra aydınları toplandılar; ne yapalım, şu musibetten yakayı nasıl kurtaralım? diye müşavere ettiler. Hakimleri, siyasileri, içtimaiyatçıları her biri birer fikir dermeyan etti. Kimisi: düveli muazzamadan birinin himayesine girelim, kimisi: ittifak yapalım, kimisi ordumuzu isîâh edelim; kimisi ticareti bahriyemizi ileri götürelim, dedi. içlerinde ihtiyar bir adam vardı. Söz ona geldi. Sen ne dersin? Dediler. “Mahalle mektepleri yapalım!” dedi. Hepsi güldüler. Hey sersem, mahalle mektepleri mi bu felâkete çare bulacak?!., diye eğlendiler. Fakat o adam söylediği sözü bilerek, düşünerek söylemiş olduğu için kalkıp maksadını izah etti. Efradı arasında maarifi iptidaiye taammüm etmiyen [188] milletin ne ordusu, ne donanması, ne ticareti, ne serveti olamıyacağmı saatlerce anlattı. Fikrini de kabul ettirdi. Çünkü başlarına gelen felâketin, mağlubiyetin, sırf kendi terbiyei ilmiyelerinin, kendi irfanlarının karşılarındaki düşmandan daha aşağı bir seviyede olmasından neşet ettiğini deîaliyle gösterdi. Bunun üzerine el birliğiyle çalıştılar ve muvaffak oldular.

Maarif, maarif!.. Bizim için başka çare yok; eğer yaşamak istersek her şeyden evvel maarife sarılmalıyız. Dünya da maarifle, din de maarifle, ahiret de maarifle... Hepsi, her şey maarifle kaim. Bizim elinin cehalete tahammülü yok, cahiller eline geçince mahvolur.

Kur´an´da, hadisi Peygamberi´de namütenahi hakikatler. Onlar nasıl meydana çıkar? İlimle, irfanla. Bundan üç dört yüz sene evvel hakkiyle anlaşılamıyan âyeti celiledeu bu gün namütenahi hükümler zuhur ediyor. Meçhul hakikatler, bugün inkişaf ediyor. Eğer Kur´an şu gördüğümüz milletlerin birisinin elinde olsaydı; görürdünüz, neler keşfederler ve nasıl bütün dünyayı müslüman yaparlardı. Kendi batıl, muharref (Aslı değiştirilmiş.) dinlerini neşir için nasıl çalışıyorlar. Sonra biz ne yapıyoruz? Onların, nasraniyeti. incili müdafaa için, terviç için sarf ettikleri himmetin onda birini biz sarf etsek bugün müslümanlar bu halde kalmazdı.

Biz, Müslümanlık deyince dinin şekli salihini [189], devrieshab-taki şeklini kasdediyoruz. Şu medeniyet dünyası, bırakalım Peygamberi, acaba Ebubekir gibi, acaba Ömer gibi, Osman, Ali gibi, yahut diğer eshabi kiram [190] gibi adam yetiştirdi mi? Yetiştirebildi mi? Pek âlâ, onlar o siyaseti nerede öğrendiler? İslâmdan önce hepsi dönüş içinde idiler. Dünyanın en ücra bir köşesinde oturuyorlardı. Onları dini İslâm terbiye etti. Evet, dini islâm, dini islâmın şekli sahihi.

Bu gün dinin şekli sahihine rucu nasıl olur? Evet o da maarifle, ilimle olur. Cehaletle olmaz.

Bir takmaları diyor ki:

Bir zamanlar dinler iş görebilirdi; Meselâ: Nasraniyet, bundan bin, iki bin sene evvel insaniyet için belki müfit olabilirdi; fakat artık bu gün muzirdir. Sizin müslümanlığınız da böyle. Bundan bin üç yüz sene evvel işe yarayabilirdi; fakat bugün manii terakkidir. [191]

Buna cevap çok: Evet, sizin Hıristiyanlığınız hakikaten manii terakkidir. Nitekim siz hıristiyanlığa veda etmeden terakki edemediniz. Biz ise aksine: müslümanlığa veda ettikten sonra gerilemiye başladık. Gitgide bu günkü hale geldik.

Müslümanlığın ahkâmı, fıtratın ahkâmıdır. Hiç değişmez. Fikri beşerin terakkisi âlemi fıtratta yeni bir çok hakikatler bulduğu gibi ayni terakki ile dini Muhammedi içinde, yeni yeni bir çok incelikler görülür, anlaşılır. Ne ile görülür, ne ile anlaşılır? îlim ile, irfan île. Bütün içtimaiyatçılar arıyorlar, tarıyorlar, bizim çöküşümüzü inkirazımızı [192] hep irfansızlığımızda, ilimsizliğimizde buluyorlar.

Evlâdımıza evvelâ Millî terbiye vermeli; sonra asrın ulumu nafıasını, [193] fünunu sahihasını öğretmeliyiz. Hem terbiyeye ailelerden başlamalıyız, bunun için de evvelâ kendimizi terbiye etmeliyiz.

Birbirimize karşı münasebetsiz hareketleri, kabalığı, haşinliği

bırakmalıyız. Ayyaş bîr herifin halkı meşrubatı külliyeden menetmesi, heveslerinden vaz geçmiyen bir vaizin halkı tekvaya davet etmesi ne kadar gülünç olur, ne kadar maskara olur! Evvelâ kendimiz terbiye olmalıyız, sonra evlâdımıza din hakkında bir fikri sahih vererek okutmalıyız. Nitekim bizden yüz sene evvel ayni akıbeti geçiren millet okumak sayesinde bu gün bütün dünya siyasetine hakim oldu.

Müslümanlık bize dünya hesabına iyi bir hayat vaad ediyordu. Neye vermedi? İşte hep bizim cehaletimiz yüzünden. Şimdiye kadar birbirimizi anlamadık, halâ da anlamıyoruz. İşte bu hal, şu menhus felâketi başımıza getirdi. Çünkü müslümanların hepsi cahil. Hepimiz kışkırtmalara kapılıyoruz. Asırlar geçti biz halâ bir araya gelip de bir iş göremedik. Bilâkis ayrı ayrı hareket ederek memleketin her tarafında şurişler, fesatlar çıkardık. Hükümet, ordu bu fitneleri bastırmakla yoruldu, bitap düştü. Herifler beynimize bindiler. Donanma için herkes bağırdı: Bir iki gemi alalım. Almazsak Balkan hükümetleri ittifak edecekler. Bir kaç gemi bu ittifaka mani olur. Yunanlılar olsun ittifaka giremez...

Âdâm sende! dedik; hiç Bulgarlar Yunanlılarla bir yere gelir mi? Evet senin mantığına bakarsak gelmemek icap edecek... Lâkin geldi! Hem bu gelişinden başımıza bu kadar felâket geldi.

Ahvalden her kime şikâyet etsek; cevap hazır: Ah ben ne yapabilirim? Ben dinimin evamirine itaat ediyorum. Namazımı kılıyorum, istiğfar... bol bol. Zekât... onu da işte hiylei seriye ile filan yoluna koyduk. Hac... vakıa gidemedim, fakat bizim hizmetçiyi bedel gönderdim. Gitti, geldi. Allah kabul etsin. Evin kapısını geçende en koyu yeşile boyattım. Vaktim oldukça müslümanların haline acıyorum. Eh kader böyle imiş. Ölümlü dünya...

İşte bizim sofular böyle söylüyor. Bu doğru mu? Haydi ölümlü dünya böyle gidecek; ya ahirette ne olacak? Elbet bu sıkıntıların mükâfatını göreceğiz, yani cennete gideceğiz. Belki. Fakat Allah böyle söylemiyor, Kur´an böyle bir şeyden haber vermiyor, hele hadis hiç böyle demiyor.

Bakınız Kur´an ne diyor:

(Cenabı Hak sizi sıkı imtihanlara çekmedikçe, siz de sabır ve sebat göstermedikçe cennete gireriz mi zannediyorsunuz? Yanlış.) Sonra Hazreti Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, (îman olmadıkça cennete giremezsiniz...) Malûm. Fakat alt tarafı var:

(Birbirinizi sevmedikçe de mü´nıin olamazsınız.) lâkin ben bütün müslümanları seviyorum. Kalbimde din kardeşlerime kargı hiç buğz, nefret yok. îyi amma muhabbet, şefkat gibi şeyler hep kalbî işlerdendir. Vücuduna hüküm olunmak için hariçte asarı, tecelliyatı görülmek lâzım. Yalnız hissiyatı kalbiyle kâfi olsaydı, Cenabı Hak bu namazları, bu oruçları, bu ibadetleri emretnıezdı. Kalben beni tanıyın, bu kadarı kâfi! derdi. Halbuki böyle değil. Allah bile ahvali kalbiyemizi, ahvali vicdaniyemizi haricî şekiller ve amellerle görmek istiyor... O Allah ki, gizli aşikâr her şeyi bilir.

Naklettiğimiz hadîsi şerif gösteriyor ki: Biz müslümaniar ihvanı dinimizi [194] sevmezsek imanımız tam olmaz. îmanımız tam olmayınca da cennet yok! Demek dünya olmadığı gibi, ahiret te yok. Hem burada hüsran, hem orada hüsran, işte neuzibillah hüsranı mübin [195] budur.

Müslümanlar böyle perişan mı yaşayacaklardı? Hani mü´minler kardeş idi? hani müslümanlar hasma kargı bünyani marsus [196] olacaklardı? Aleyhisselâtü vesselam efendimiz; Buyuruyor ki; (Dünyadaki müslümanların hepsi bir vücudun azayı muhtelifesi gibidir. Birisine bir elem isabet etti mi, diğerleri de duyacaklar.) Aleyhisselâtü vesselam efendimiz:

(Dünyanın öbür ucundaki bir müslümana diken batsa ben onun acısını kalbimde duyarım.) buyuruyor.

îşte dini İslâm nazarında medeniyet bu, başka değil. Biz cehaletimiz yüzünden dini bu hale getirdik. Din de bizi bu hale ge-´ tirdi. İslâm meskenet dini oldu.

Kanaati, tevekkülü, sabrı, hepsini yanlış anladık. Siyreti Re-suli, siyreti eshabı [197] gözetmez olduk. Eshabı kiram nasıl çalışıyorlardı? Dini yükseltmek için ne kadar mücahedede bulunuyorlardı ? Hazreti Ömerin islâradaki mevkii malûm: îkinci halife, Hazreti Peygamberin o kadar iltifatına mazhar olmuş ki,: (Benden sonra Peygamber gelseydi Ömer gelirdi) buyurmuşlar, îşte o hazret bir gün Medine´de dolaşırken bakmış: bir adam yırtık pırtık elbise içinde, boynunu bir tarafa bükmüş,, süklüm, püklüm duruyor. Hemen kamçıyı herifin omuzuna indirmiş; demiş, ki: (Miskin herif! Bizim dinimizi böyle Ölü şekline koyma. Allah seni kahretsin.) Bu din meskenet dini değil, yoksulluk dini değil. Hele tevekkül... hiç bizim anladığımız mahiyette mi? Tevekkül, Kur´an´ın gösterdiği, hadisin gösterdiği tevekkül, bütün esbaba sarıldıktas sonra olan tevekküldür. Ne güzeldir Sa´dinin şu hikâyesi:

Adamcağızın biri geceyi kırda geçirmek mecburiyetinde kalmış. Lakin yırtıcı hayvanlardan korktuğu için büyük bir ağaca çıkmış. Bakmış, ağacın dibinde kötürüm bir tilki yatıyor. Bu sakat tilki acaba ne yiyor, ne içiyor? diye merak etmiş. Bir aralık uzaktan bir arslan gözükmüş. Ağzında bîr ceylan varmış. Arslan ağacın dibine gelmiş, ceylanı parçalamış; yiyeceği kadar yimiş, savuşmuş. Derken, tilki de sürüne sürüne gitmiş, ceylanın bakiyeyi vücudunu [198] yemiş; inine çekilmiş.

Ya, demek ki, Cenabı Hak amelmanda bir mahlûkun bile rızkını ayağına gönderiyor, işte kötürüm bir tilki! fakat yine aç kalmıyor. Öyle ise ben de artık oraya buraya baş vurmakdansa bir köşeye çekilip mütevekkil olayım... Herif ağaçtan iner, biraz gider, yolun üzerinde bir mağara bulur, içine girer. Bir gün bekler, iki gün bekler, gelen giden yok. Üçüncü gün açlık biçarenin iliğine, damarına kadar işlemiş: bitap düşmüş, uyumuş. Rüyasında biri gelmiş; demiş ki:

(Ey budala, kalk! ne yatıyorsun? vücudun sapsağlam iken bu meskenet ne? nasıl oluyor da kendini sakat bir tilki menziline indiriyorsun? Git arslan olda bakiyei şikârınla [199] başkaları geçinsin!)

Kalenderin biri köyden sabahleyin fırlar,

Arar nasibini; avdette kırda akşamlar.

Fakat güneş batarak, ortalık karardıkça,

Görürki: yerde yatılmaz, hemen çıkar ağaca

Herif ağaçta iken bir iniltidir, işidir……6

Bakar ki: bir kötürüm tilkinin yanık sesidir

Zavallı pösteki olmuş, bacak yok işliyecek;

Boğazsa işlemek ister... Ne yapsın... înliyecek!

Biraz geçince, kavi dişlerinde bir ceylan,

îner yakınındaki vadiye kargıdan arslan.

Yukarda çıkmaz olur, şimdi yolcunun nefesi

Tabiatiyle durur hastanın da inlemesi!

Yiyip şikârını arslan dalınca ormanına;

Sürüklenir, yanaşır tilki sofranın yanına;

Doyar efendisinin artığiyle, sonra yatar.

Herif düşünmeğe başlar, eder de hale nazar:

(Cenab-i Hak ne kadar merhametli görmeli ki:

Acım! demekle amelmanda bir topal tilki,

Ayağna gönderiyor rızkın en mükemmelini..,

O halde çekmeli insan çalışmadan elini

Değer mi koşmaya akşam, sabah, yalan dünya?

Dolaşmıyan dolaşandan akıllı... Gördün ya:

Horul horul uyuyor kahpe tilki, senden tok!

Tevekkül etmeli öyleyse şimdiden tezi yok.

Yazık bu âna kadar çektğim sıkıntılara!..)

Sabah olunca, herif dağ başında bir mağara

Tasarlayıp, ebedî i´tikâfa niyyet eder

Birinci gün bakınır: yok nebir gelir ne gider

İkinci gün basar açlık, erir erir süzülür;

Üçüncü gün uyuşuk bir sinek olur büzülür.

Ölüm mü, uyku mu her neyse akıbet uzanır;

Fakat işittiği bir sesle silkinir, uyanır:

(Dolaş da yırtıcı arslan kesil behey miskin!

Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?

Elin, kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak,

Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.)

(Safahat, dördüncü kitap, Fatih kürsüsünde)

Sonra yanlış anladığımız hakikatlerin biri de: Sabır. Biz zannediyoruz ki, sabır zillete tahammüldür. Halbuki sabır, katlanmak değil, hayatın güçlüklerine göğüs germektir. Kur´an diyor ki, sabrediniz, hem de sabırda düşmanlarınızla müsabaka ediniz. Onlardan fazla güçlüklere göğüs geriniz.

Kur´an´ın bu hakikatlerini ne ile anlıyacağız? îlim ile, irfan ile. Biz anlamadan gidiyoruz. Bari çocuklarımız anlasın:

Demekki bu günkü felaketimizin sebeblerini birbirimizi tutmamada bulduk. Tetrikanın esası ise cehalet imiş.

Ey ceamaati müslimin! Biliyorsunuz ki: bu gün harp var, [200] hali harpteyiz, kardeşlerimiz, evlatlarımız düşman karşısında canlarını feda ediyorlar. Hükümetin müzayıkasi ise malûm. Herkes elinden geldiği kadar gazilerimize yardımda bulunmalı. Zenginler çok vermeğe kıyamadı. Fukara az vermekten sıkıldı... Onun için şimdiye kadar hiç bir şey olmadı. îaneye az çok herkes iştirak etmelidir. On para da verilir, on lira da verilir. Hiç kimse diriğ etmesin. Namusu islâmi muhafaza etmek için herkes elinden gelen fedakârlığı yapsın. Duracak, düşünecek zamanda değiliz. [201]