hafız_32
Sat 9 October 2010, 10:10 pm GMT +0200
TARİHÇE-TARİF-KAYNAKLARI
AKAİD İLMİNİN GEÇİRDİĞİ MERHALELER
İslâm dininin iman esaslarından bahseden akaid ilmi, Asrı Saadetten İtibaren günümüze kadar çeşitli merhaleler geçirmiştir. Bu tarihî seyir içinde kelâm ilminin doğuşuna, tevhid ilminin zuhuruna, İs-iâtn felsefesinin teşekkülüne ve yeni ilm-i kelâmın çıkışma şahit oluyoruz. [1]
A. Asr-I Saadette
Rasûl-i Ekrem s.a.efendimizin saadet asrında tedvin edilmiş bir akaid ilmi bulunmadığı gibi yine tedvin edilmiş her hangi bir islâ-mî Mim de mevcud değildi. Bir defa Kur'ân-ı kerîm peyder pey nazil oluyordu. Kur'anın nüzulü Rasölüllah'ın vefatına kadar devam etmişti. Sonra Kur'ân-ı kerim elimizde mevcud tertibinde de görüldüğü üzere mevzularma göre değil, beliren ihtiyaçlara (esbâb-ı nuzûle) ve hayatın akışına göre nazil oluyordu. Diğer sahalarda olduğu gibi iman esasları (akaid) sahasında da bir müşküle karşılaşan sahâbî henüz hayatta olan vahiy kaynağına başvuruyor ve sualinin cevabını yüce Peygamberden alarak ruh huzuruna kavuşuyordu.
Bununla beraber Hz. Peygamberin sağlığında ashab-ı kiramın tefekkür âleminde iman konularıyla ilgili hiç bir fikrî hareketin, muhakeme ve istidlalin mevcud olmadığını söylemek de yerinde değildir. Bize kadar sahih olarak gelen bazı rivayetler, ashabın «iman-ı îstid-lâlî» mertebesine yükseliş mücadelelerini haber vermektedir. Ebû Hüreyre'den (v. 59/679) rivayet edildiğine göre ashabdan bir grup, Efendimize gelerek şöyle demiştir:
- İçimizden öyle şeyler hissediyoruz ki her hangi birimiz, bunu söylemeyi bile büyük günah addeder. Rasül-i ekrem :
- Hakikaten öyle bir şey hissettiniz mi?
- Evet... Peygamber efendimiz:
- Bu, imanın ta kendisidir.
Abdullah b. Mes'üd'un (v. 32/653) rivayeti ise şöyle : Peygambere vesvese soruldu, o da «İmanın hâlis olanıdır» cevabını verdi[2].
İbn Abbas (v. 68/687) da şöyle bir hadîs nakleder: Peygamber efendimize birisi gelerek :
- İçimde öyle bir şey hissediyorum ki onu söylemektense yanıp kömür olmayı tercih ederim, der. Rasûlullah şöyle buyururlar:
- Kulunun halini (iman derecesini taklidden) vesveseye yükselten Allaha harndoisun[3].[4]
B. İlk Fikrî Hareketler Devri
Asr-ı saadette ve ashâb-ı kiramın çoğunluğunun hayatta bulunduğu devirde müslümanlar arasında akaid sahasında beliren her hangi bir ihtilâf, halledilememiş bir müşkil yoktu. Çünkü akideler saf, niyetler halisdi. Nübüvvet nuru tesirini hâlâ devam ettiriyordu. Müslüman âlimler arasında fürû-i fıkıhta birbirinden farklı görüşler mevcud olduğu nalda [5] akaidde ittifak vardı. Fakat ashap devrinin sonlarına doğru akaid sahasında ihtilâf baş göstermiştir, İmam Müslim'in kaydettiğine göre daha Abdullah b. Ömer'in (v. 73/692) hayatında kaderiyye (kaderi inkâr edenler) zuhur etmiştir. Abdullah b. Ömer'e Ma'bed el-Cühenî'nin (v. 80/699} kaderi inkâr ettiğini haber vermişler, o da kendisinin öylelerinden, onların da kendisinden berî olduğunu söylemiştir[6]. İslâm dünyasında akaid sahasının ilk ihtilâf konusunu teşkil eden kaderin yanına sıfat bahsini de ilâve etmemiz gerekir. İbn Teymiyye'nin (v. 728/1328) de kaydettiğine göre İslâmda Allah'ın sıfatlarını (kelâm sıfatı) ilkin inkâr yolunu tutan Ca'd b. Dirhem (v. 118/736) olmuştur. Bu görüşü kendisinden Cehm b. Safvan (v. 128/745 almış ve bîlâhara ona nisbet edilmiştir (Cehmiyye)[7].
a) İlk fikrî hareketlerin Hz. Peygamberin vefatından sonra başladığını ve hicrî birinci asrı içine aldığını söylememiz mümkündür. Bilindiği üzere Rasul-i Ekrem (s.a.) in hemen vefatını müteakip müslümanlar halife seçimi meselesi ile karşılaşmış ve bu mevzuda ihtilâfa düşmüşlerdir. Devlet reisinin seçimi ilk bakışla fikhî (hukukî) bir mesele olarak göze çarpıyorsa da Şîa tarafından bilâhare İslâmın rükünlerine idhal edilecek ve bir iman meselesi haline getirilecektir.
b) İlk fikrî hareketlere tesir eden âmillerden biri de üçüncü halife Hz. Osman'ın şehid edilmesi (35/656) ve ondan sonra Cemel Vak'-ası ile Sıffîn savaşının zuhur etmesidir. Müslümanlar üzerinde büyük tesirler icra eden ve acı hatıralar bırakan bu iç s&vaştar çözümü zor bazı akaid problemlerinin ortaya çıkışına vesile teşkil edebilmiştir. Ortada bir kati hâdisesi vardır. Öldüren de, Öldürülen de müslü-mandır. Halbuki kati İslâmda büyük günahlardandır (kebîre» cem'i kebâir). O halde büyük günah işleyen (mürtekib-İ kebîre) bir mü'mi-nin iman bakımından durumu nedir? Dolayısiyle imanın tarifi ve sınırı ne olmalıdır? Sonra kati gibi bir fi'li işleyen insan bu fi'li işlerken hür bir iradeye sahip midir, yoksa kadeH İlâhînin mecburî bir tatbik çısı mıdır?
Görüldüğü üzere İslâm dünyasının iç bünyesinde zuhur eden ic-timâî ve siyasî bazı hadiseler, neticede akaid sahasına te'sir eden âmiller haline gelmektedir.
c) İlk fikrî hareketlerden bahsederken önemli bir noktaya daha temas etmek lâzımdır. İslâmiyet Hz. Peygamberin saadet asrında Arabistan yarımadasının dışına çıkmamıştı. Halbuki hicrî birinci asrın sonlarında Suriye, İran, İrak ve Mısır gibi büyük ülkeler, İslâm dünyasının sınırları içine girmiş bulunuyordu. Arabistan yarımadası sâkinlerinin, sâde bir hayata ve pek karmaşık olmayan bir din anlayışına sahip olmalarına rağmen, müslümanların fethettikleri yeni ülkeler eski din, kültür ve medeniyetlerin, bir çok inanış ve düşünüşlerin beşiği halinde idi. İslâm muhitine giren bu yeni insanların akaid sahasında yeni görüşler ortaya atmaları, eski inanış ve kültürlerinin tesiriyle ayrı fikirler izhar etmeleri pek tabiî İdi.
d) İslâm dünyasında fikrî akımlara sebep teşkil eden hususlardan biri olarak İslâmın bünyesinde mevcud olan fikir hürriyetinden de söz etmeliyiz. Kur'an-ı kerimin bir çok âyeti, doğrudan veya dolaylı bir şekilde, okumayı, düşünmeyi ve böylece hakikati bulup kabul etmeyi emrediyordu. İrtihâl-i Peygamberi ile vahiy kaynağının ortadan kalkmasından sonra müslümanlar, Kur'an ve hadis metinleriyle karşı karşıya gelmişler, bunları izah ve tefsfir etme mevkiinde bulunmuşlardır. İnsanların düşünüş ve anlayışları birbirinden farklı olacagına ve bu sebeple de farklı neticeler ortaya çıkacağına göre kendiliğinden bir ihtilâf zemini belirmiş oluyordu.
İşte Hz. Peygamber (s.a.) İn vefatından sonra içte hilâfet, dahilî savaşlar, nübüvvet nurunun uzaklaşması, İslâm dînînin tanıdığı fikir hürriyeti gibi âmiller; dıştan da çeşitli dil, din, ırk ve kültüre sahip insanların islâm dünyasına girişi ilk fikrî hareketleri hazırlamış oldu. [8]
C. Kelâm İlminin Doğuşu : Mu'tezîle
Bir asır kadar süren fikrî hareketler ve hazırlık devresinden sonra müstakil akaid fırkalarının ortaya çıkmaya başladığım görmekteyiz.
Tarihçiler, tabiînden Hasan-i Basrî'nin (v. 110/728} meclisinde vuku1 bulan bir hâdisenin, Mu'tezilenin doğuşuna ve dolayısiyle kelâm ilminin zuhuruna sebep teşkil ettiğini kabul ederler. Hasan-i Basrî' nin meclisine gelen bir zat; büyük günâh işleyen (mürtekîb-i kebîre) müminin, bazılarının fetvasına göre kâfir olduğunu (Havâric), bazılarınca ise imanı üzere bakî kaldığını (Mürcie) söyler ve kendisinin bu mevzua dâir ne hüküm vereceğini sorar. Hasan-i Basrî henüz bir şey söylemeden tilmizlerinden Vâsıl b. Atâ (v. 131/748) ileriye atılarak cevap verir: Mürtekib-i kebire ne mü'mîndir ne de kâfirdir, küfr ile iman arasında kalan bir mertebeye haizdir. Yani fâsıkttr. [menzile beyne'l-menzileteyn Halbuki Hasan-i Basrî'ye göre mürtekib-i kebire münafıktır. Vâsıl b. Atâ' bu hadiseden sonra üstadının meclisini terk eder (i'tizal eder). Hasan-i Basrî'nin Vasıl bizi terkelmiş» demesi üzerine Vâsıl'e ve onun etbâına Mutezile denilmiştir.[9] Vâsıi b. Atâ ile etbâına Mu'tezile denilmesinin başka izahları da yapılmaktadır.
Vâsıl b. Atâ', yine Hasan-i Basrî'nin tilîmizterinden Amr b. Ubeyd (v. 144/761) ile birleşir ve mu'tezile mezhebini te'sîs eder. Mu'tezile mezhebi akaid nıes'elelerini İzah ederken nassı kabul etmekle beraber akla da ehemmiyet verir. Akıl kaideleriyle tenakuz halinde olduğunu kabul ettiği nakli başka mânâlara yorumlar, yani te'vil eder. Halbuki din sahasında hususiyle akâid mevzu'lartnda aklın hakemliğini kabul etmek, zahiri üzere akılla izahı mümkün olmayan nasslan {mü-teşâbihâtıj aklın ışığı altında te'vîl etmek Selefiyyenin asla tasvîbet meyeceği şeydi. Mu'tezile'nin akaid meselelerini bu izah tarzına Kelâm Matodu denilmiştir.
Kelâm ilmi Mu'tezilenin elinde ve hicretin ikinci asrının başında doğmuş oldu. İslâm âlimlerinin çoğunluğunu teşkil eden Selefiyye kelâm'a cephe almıştır. Dört mezheb imamları, Imam-ı A'zam'ın bü-büyük tilmizleri ve sair ileri gelen ulemâdan kelâm aleyhinde birçok söz nakiedilegelmiştir. Çoğunlukla bu sözler «ehl-i bid'at ve dalâlet» olan Mu'tezile kelâmına aittir[10].
Mu'tezile kaderi ve sıfât-ı ilâhiyyenin bir kısmını inkâr ediyor, mürtekib-i kebîrenin menzile beyne'l-menzileteynde olduğunu kabul ediyordu. İlahiyata aklın rolünü ve hakemliğini sokmuştu. İman esaslarını aklî deliller ve izahlarla te'yki ve tavzîha çalışıyordu. Aklî bir fırka olan Mu'tezilenin Eski Yunan felsefesi ve yabancı kültürlerle temas ettiği kabul edilmektedir. [11]
D. Ehli Sünnet Kelâmcılar1
Mutezile ilm-i kelâmının zuhurundan bir birbuçuk asır sonra ehl sünnet (Selefyye) âlimlerinden bazıları «iman meselelerini akü kaideleriyle te'yid etme» İhtiyacını hissederler. Bunlar meyanında İbn Küllâb el-Basrî (v. 240/854 den sonra) ile el-Hâris el-Muhâsİbî'yi (v. 243/857) zikredebiliriz. Bu zevat ehl-i sünnet kelâmının doğuşuna zemin hazırlamışlardır.
Nihayet hicrî dördüncü asrın başlarında Ebu'l-Hasan el-Eş'arî zuhur etmiştir, (d. 260/874, v. 324/936) fş'arî kırk yaşma kadar Mu'tezile mezhebinde kaldıktan ve Mu'tezile bilginlerinin mümtazlarından olduktan sonra dördüncü asrın başında «üç kardeş=ihve-i se-lâse» mes'elesinden ötürü hocası Ebû Alî el-Cubbâî'den Ev. 303/916) ayrılmış [12]ve yeni bir mezhep te'sîs etmiştir.
Eş'arî, bundan sonra Mu'tezileyi ve diğer ehl-l bid'atı reddetmiştir. Bir taraftan teşbihi reddederken diğer yönden Mu'tezilenin nefyettiği yedi stfatı (hayat, ilim, kudret...) isbat etmiş, tenzihde selefe uymuş, nübüvvet ve âhiret mevzularını da akaide ilâve ederek klâsik ehl-i sünnet kelâmını tesis etmiştir. Kelâm ilminin sonuna şia-nın İmamiyye kolunu redd için imamet bahsini eklemiştir.
Eş'arî'den mezhepler ve dinler tarihine, ayrıca kelâm meselelerine dair eserler kalmıştır. Meselâ «el-Luma' fî'r-reddi alâ ehli'z-zey-ğı ve'l-bida.» "el-İbâne an usuil'd-diyâ-
gibi- Onun İslâm mezheplerine dair plan «Makaalâtu'l-İslâmiyyîn- de meşhurdur. Bu kitapların hepsi de matbu'dur.
Eş'arî yeni fikirlerini yayarken selef taraftarlarından bazı tenkid-lere ma'rûz kalmış olacaktır ki «Risale fî İstihsâni'l-havd fî ilmi'l-ke-lâm» . (Kelâm metodunu kullanmanın cevazı hakkında risale) adlı küçük risalesini yazmaya mecbur kalmıştır. Risalenin başında bazı insanların cehaleti sermaye edindiklerini, tenbellikleri yüzünden dinî tefekkür ve araştırmadan vazgeçip işin kolayına ve taklide yöneldiklerini, bununla beraber usul-i din hakkında araştırma yapanlara dil uzatarak onları sapıklığa nisbet ettiklerini... kaydeder. Müellif, daha sonra, kelâm muarızlarına cevaplar vererek kelâmctların kullandıkları istidlal tarzlarının asıllarının Kur'an ve sünnette bulunduğunu isbat eder. Eş'arî, onbir sahifelik risalesinin sonunda muarızlarına şöyle seslenir: «Siz kelâm ehlini dinî asıllar mevzuunda konuşmaktan men'ederken kendiniz istediğiniz meseleler hakkında konuşuyorsunuz. Ne var ki âciz kaldığınız takdirde : «Konuşmaktan men'olunduk» dersiniz. İşinize gelince de sizden
-Eğer çocuk: Ya Rab, kusur bende değil, sen beni yaşatmış olsaydın sana itaat ederdim... derse Cenab-ı Hak ne buyurur?
- Şöyle buyurur: Sen yaşamış olsaydın isyan edecek, azabıma dûçâr olacaktın. Bunu bildiğimden seni yaşatmadım, senin İçin hayırlı olanı yaptım.
- Ya kâfir: Ey âlemlerin Tanrısı, ey acıyanların en çok acıyanı! Onun halini bildiğin gibi benim halimi de bilirdin, neden onun hayrına olanı yaptın da benim hayrıma olanı yapmadın... derse?
- Vesveseye tutuldun.
- 'Hayır, ben vesveseye tutulmadım, Ne var ki şeyhimizin söyleyecek sözü kalmamış. (Eş'arî ile hocası Cübbâİ arasında vuku bulduğu rivayet edilen bu münazaranın sahih olmadığını söyleyenler de vardır. Îbn'us-Subkî'nin bu konuda enteresan bir görüşü var: bk. et-Tabakat, III, 356).
öncekileri delilsiz ve izahsız taklid edersiniz. Bu bir nefis arzusundan, başkasına tahakküm etmekten öte bir şey değildir.» [13]
Ebu'l-Hasan el-Eş'arî Basra ve Bağdad'da yeni görüşlerini neşr ve i'lân ederken Mâverâunnehr'de paralel bir cereyan yayılmaya başlamıştı. Çevresinde büyük bir tesir icra eden Muhammed b. Muham-med Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (v. 333/944), Eş'arî.gibi selefiyye ile Mu'tezile arasında fakat Eş'arî'ye nisbetle selefe daha yakın bir yol tutarak ehl-i sünnet kelâmının kurulmasına hizmet etmiştir.
Matürîdi'nin kelâm bahislerine bolca yer verdiği Te'vîlâtu'l-Kur'-ân adlı hacimli tefsirinden başka «Kitâbu't-Tevhid'i Eş'arînin eserlerinden daha dolgun bir kelâm kaynağıdır.
Eş'arî ve Mâtürîdî'nin tesis ettiği ehl-i sünnet ilm-i kelâmı her şeyden önce kelâm metoduna sahiptir. Yani ilahiyatta aklın rolünü kabul etmekte, iman esaslarını gerektiğinde aklî yollarla izah ve te'-yid etmekte, te'vîle baş vurmaktadır. Demek ki ehl-i sünnet ulemâsı Mu'tezilenin metodunu benimsemiş, fakat bazı meselelerde onlardan ayrı düşünmüştür.
Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile Ebû Mansûr el-Mâtürîdî'nin zuhuru ve ehl-i sünnet ilm-i kelâmının tesis edilişi İslâm tefekkür tarihinde önemli bir hâdisedir. Ehl-i sünnet ilm-i kelâmı daha çok Eş'arî mektebi ile inkişaf etmiştir. Bu cereyan bir taraftan Mu'tezilenin belini kırmış, diğer yönden selef yolunu takip edenlerin sayısını da hayli azaltmıştır, (îtikadî fırkalar hakkında ileride ayrıca bilgi verilecektir.) [14]
E. Kelâm-Felsefe Münâsebetlerinin Başlaması
Ehl-i sünnet ilm-i kelâmının zuhurundan sonra islâm dünyasında akaid konularıyla alâkalanan başlıca 4 cereyan göze çarpmaktadır:
1) Selefiyye
2) Mu'tezile ve diğer bid'at fırkaları (Havâric, Şta...)
3) Ehl-i sünnet kelâmcılart (Eş'arî, Mâtürîdî).
4) İslâm filozofları.
Daha Emevîlerin son devirlerinde Eski Yunan ilimlerini (ulûm-i kadîme) terceme faaliyeti başlamış; çalışmalar Abbasî halîfelerinden eİMansür, Hârûn er-Reşîd ve el-Me'mûn (v. 218/833) devirlerinde ilerliyerek kemâle ermiştir. Nihayet üçüncü asrın birinci yansında ilk islâm filozofu Ebu'l-hukemâ1 Ya'kub b. İshak el-KİNDÎ (v. 252/866 civarında) zuhur etmiştir. Bir asır sonra Feylesûfu'i-İsiâm Ebu Nasr el-FÂRÂBÎ'yi [v. 339/950), ondanda bir asır sonra er-Rîs Ebu Alî İBN SİNÂ'y W- 423/1037) görüyoruz. Bu üç filozofla islâm felsefesi teessüs etmiş ve metafizik konulan içinde İslâm akaidini alâkadar eden görüşler serdetmeye başlamıştır.
Mu'te^ile ilm-i kelâmının geliştiği zaman ve muhit içinde yetişen el-Kîndî, eski Yunan ilimlerini okumuş, tercüme ve te'lifler vermiş olmasına rağmen kelâm ilminin tesirinden kurtulamamış ve böylece tefekkür tarihimizde kelâmdan felsefeye intikal devresinin mümessili mevkiini ihraz etmiştir. Asıl İslâm felsefesi Fârâbî ile kurulmuş, İbn Sînâ ile tekemmül etmiştir. Ne var ki bu felsefe büyük çapta Yunan düşünüşünün tesiri altında kalmış, Aristo (M.Ö. 384-322) ve Eflâtûn'u (M.Ö 427-347) itiraz kabul etmez birer üstad telâkki etmiştir.
Bilindiği üzere «felsefe» o zamanlar bîr çok ilimleri bünyesinde toplayan ilimler mecmuası halinde idi. Metafizik ve mantık da bu ilimler arasında bulunuyordu.
İslâm dünyasında ilkin Mutezilenin elinde zuhur eden ve bil'âha-re Eş'arî (v, 324/936) ile Mâtürîdî'nin (v. 333/944) elinde ehl-i sünnet dairesine giren (ta'bir caiz ise ihtida eden) ilm-i kelâm, akla önem vermekle beraber vahyi hareket noktası kabul ediyordu. Sırf akla dayanarak ilahiyat sahasında görüş beyan eden felsefenin sakat fikrleri islâm âlimlerinin gözünden kaçmamıştır. Felsefenin amansız düşmanı olan Selefiyyenin yanında Mu'tezüe ve ehl-i sünnet ke-lemctları da felsefî mesaili daima tenkid etmişlerdir. Bu sebepledir ki felsefenin ortaya çıkışından sonra kelâm ilmi devamlı olarak onunla ilgilenmiştir.
Eş'arî'nin tarîkini kendisinden sonra kuvvetle müdafaa ve neşre-denlerin başında ei-Kaadi Ebû Bekr el-BÂKILLÂNÎ [v. 403/1013) getir. Bâkıllânî Eş'arînin kelâmını ikmal ederek kelâm delillerinin istinad ettiği mukaddimeleri (prensipleri) koydu. Yeni yeni aklî bahisler ilâve etti. Bâkıllânî ayrıca in'îkâs-İ edilleyi kabul ediyordu. Yani bir meseleyi isbat eden delilin çürüklüğü ortaya konuldu mu onun isbat ettiği mesele de gerçek olmaktan çıkar (Delilin butlanından medlulün butlanının lâztm gelmesi). Bu prensip yüzünden Bâkıllânî delillerine, İman gerçekleri imiş gibi sarılmıştı «el-İnsaf u»U;*t « adtı risale ile «Kitabu't-Temhîd » isimli hacimli eser onun kelâma dair meşhur te'liflerindendir. Bu kitapların her ikisi de matbu'dur.
Bâkıllânî'nin tuttuğu yol kelâm ilmini itmam etmiş ise de bazı prensipleri islâm filozoflarının çok önem verdiği mantık İlmine aykırı düşmekteydi. Ayrıca in'ikâs-ı edilleyi kabul etmesi de isabetli sayılmazdı.
Eş'ri ile Mâtürîdî'nin tesis ettiği ilm-i kelâm ki buna mütekad-dlmîn ilm-i Mâmı denir- Hanefi, Şâfî ve Mâliki mezheplerine bağlı çeşitli âlimlerin ve hükümdarların himmetiyle Irak, Şam, Horasan, Türkistan, Mısır ve Mağrip ülkelerinde yayılma imkânı bulmuştur.
Aslında mütekellim olmamakla beraber mevzuuınuzla ilgisi bulunmadı hasebiyle burada zikredeceğimiz bir zat vardır: İbn Hazin. Zahirî mezhebine bağlı olan İbn Hazm [v. 456/1064) dinler, felsefelei ve mezhepler hakkında te'lif ettiği «el-FasI fî'1-miiel ve'l-ehvâ' ve'.ı-nîhai» adlı meşhur eserinin başında «Gerçeğin bilinmesini temin eden burhanların (kesin delillerin) mahiyeti hakkında» açtığı bir babda önemli mantık kaidelerine temas edervebu hususta «et-Takrîb fî hudûdi'l-kelâm ismiyle daha mufassal bir eser meydana getirdiğini haber verir
[15]o halde İbn Hazmın felsefî ilimlerden sayılan mantıki islâmî ilimle re idhal ettiğini söyliyebiliriz.
Mütekaddimîn kelâmcıiarınin sonuncusunu İrnâmu'l-Haremeyn Ebu'l-Maâli el-CÜVEYNÎ (v. 478/1085) teşkil eder. Şafii mezhebine mensûb olan Cüveynî Eş'ari kelâmını daha da inkişaf ettirmiştir. Gaz-zâlî'nin (v. 505/1111) de hocası olan Cüveynî ak! İle bilinebilen sıfât-ı iiâhiyyeyi isbat, nakl ile bilinen sıfatları (sıfat-ı haberiyye, Allah'ın eli, gözü, nefsinin... bulunması) te'vîl etmiştir. Cüveynî kelâm sahasında evvelâ «eş-Şâmil'i » yazmış, sonra onu ihtisar ede rek «el-İrşad'ı = At^ı » meydana getirmiştir. Bu eserler bil'âha-re gelecek kelâmcıların önemli kaynaklarını teşkil edecektir.
Ehl-i sünnet ilm-i kelâmının Mâtürîdiyye kolunu, kurucusu Mâtü-rldi'den sonra geliştirip devanı ettiren âlimler ve bunların eserleri de vardır. Fakat özellikle kelâm-felsefe münasebetleri açısından kelâm tarihi yapan araştırıcılar, bu sahada, Mâtürîdiyye kelâmcılarından bahsetmezler. Biz, aşağıda «Mâtürîdiyye eserlerinden bahşederken bu önemli konuyu ele alacağız. [16]
F. Gazzâlî Ve Müteahhirin İlmi Kelâmı
Büyük âlim, mütekellim, filozof ve mutasavvif Huccetu'l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî (d. 450/1058, v. 505/1111) ile müteahhirîn ilm-i kelâmı başlar. Gazzâlî'nin asrına kadar Şîanın dışında kalan bid'at taraftarları (ehl-i bid'at, firak-ı dâlle) hayli zayıflamış, selef akidesini ta'kîbeden âlimler de azalmış, buna mükabi! islâm felsefesi tamamen teessüs etmiş ve yayılmaya başlamıştı. Çoğunlukla islâm dünyasına her iki kolu ile birlikte ehl-i sünnet ilm-i kelâmı hâkim olmuştu. Kelâm âlimleri arasında en çok,eser veren Eş'arîlerdi.
Gazzâlî devrine kadar ehl-i sünnet âlimleri (kudemâ-i mütekellî-mîn) bid'at fırkalanyla mücadele ettiği halde Gazzâiî'den itibaren gelen kelâmcıfar {müteahhirîn-î mütekellimîn) mücadelelerini islâm filozoflarına karşı yürütmüşlerdir.
Kelâm ilminde yeni bir çığır açan Gazzâlî bazı yenilikler getirmiştir.
1) Gazzâlî'ye kadar gerek ehl-i sünnet, gerek ehl-i bid'at ke-lâmcılan aklî izahlara baş vurdukları halde bu izahlarının mantık kaidelerine uyup uymadığına ehemmiyet vermiyorlardı. Ebu'l-Hasan el-Eş'arînin kelâm ekolünü inkişaf ettiren Bâkıllânî in'ikâs-ı edilleyi kabul etmesi sebebiyle mantıkî kaidelere iltifat etmiyordu. Ziraman-tıkan çürütülebilecek bazı delilleriyle medluller (delilin isbat ettiği gerçek) de nefyedilecek ve hakikat olmaktan çıkacaktı. Buna mukabil Gazzâlî in'ikâs-ı edilleyi reddederek manttkı islâmi ilimlere idhal etti. Ona göre kelâm, fıkıh, usûl-i fıkıh gibi ilimler için mantık zarurîdir. «Mantık bilmeyenin ilmine itimad edilmez». Gazzâlî mantık sahasında «Mi'yâru'I-ilm » adlı kitabını te'lif etmiştir.
Adından da anlaşılacağı üzere bu eser aklî deliller yoluyla elde edilecek bilginin mihenk taşı olacaktır. Nitekim müellif aynı sahada «Mehakkü'n-naza isimli bir risale daha kaleme almıştır[17].
«Nasıl ki bozuk şiir ile mevzun şiir, aruz ölçüsüyle ayırdedilebili-yor ve nasıl ki i'rabın yanlışı doğrusundan nahiv mihenki ile temyiz ediliyorsa, aynen öylece, delilin çürük olanı ile sahih olanı da ancak
mantık ilmi ile birbirinden tefrik edilebilir.» [18] Daha önce de belirttiğimiz gibi mantık kaidelerini islâmî ilimlere ilkin idhal eden Gazzâlî değil İbn Hazmdir.
2) Gazzâlî'nin kelâm ilmi sahasında meydana getirdiği yeniliklerden biri de eserlerinde felsefî bahislere yer vermiş olmasıdır. Onun zamanına kadar felsefe karşısında bilginlerin tutumu iki aşırı tezahür halinde bulunuyordu. Bazıları felâsifenin her söylediğini gerçeğin ta kendisi zannederek benimsiyor, bir kısmı da bütün felsefî bahisleri reddediyordu. Gazzâlî bu anlayışların her ikisine de karşı çıkmıştır. O, felâsifenîn hatalarını ortaya koymak maksadıyla meşhur eserini kaleme almıştır: «Tehafutu'l-felâsife (filozofların sürçmesi). Gazzâlî bu eserinde İslâm filozoflarından Fârâbî ve İbn Sînâ'ya cephe almıştır. Eserin mukaddimesinde ve ayrıca «el-Munkı-zu mine'd-dalâl adlı risalesinde filozofların iştigal ettikleri ilimleri taksime tâbi1 tutar. Mantık ve matematik gibi ilimler kat'î delillere (burhanlara) sahibdir. Bu ilimleri red veya inkâr etmek bahis konusu değildir. Filozofların bu sahalara ait görüşleri kat'î ve hatasız olabilir. Fakat ilahiyat sahasındaki fikirleri zan ve tahminlere bağlıdır. Onlar bu alanda hatâ ve sapıklık içindedir. Ne var ki ilimlerin künhüne vâkıf olamayan mukallidler filozoflara hüsn-ü zan besleyeerk her söylediklerini gerçek kabul ederler. Halbuki bir sahada mütehassıs olanın her sahada mütehassıs olması lâzım gelmez. [19]
Gazzâlî, Tehâfüt'ünde, Fârâbî ve İbn Sina'nın ilahiyata, kısmen de tabîiyata dair hatalı görüşlerini yirmi mes'ele halinde ele alır. Bunların onyedisinde filozofların hataya, üçünde de küfre düştüklerini İs-bata çalışır.
Tekfir noktaları şunlardır:
a) Âlemin kıdemi: Filozoflara göre kâinat mahlûk olmakla beraber yaratılışına zamana sebkat etmemiştir. Yani âlem zaman bakımından kadîmdir. Halbuki kelâm âlimlerine göre Allah'tan başka kadîm kabul etmek tevhide aykırıdır.
b) Haşrin cismânî olmıyacağı: Onlara göre âhiret dediğimiz ikinci hayat vardır, yalnız bu tekrar diriliş, cismen değil rûhan olacaktır. Gazzâlî bu telâkkîyi apaçık olan naslara muhalif görmüştür,
c) Allah'ın cüz'iyyâtı bilmediği: Yine islâm filozoflarına göre Allah, küllî eşya ve hâdiseyi bildiği halde onun ilmi, cüz'î hâdiselere taallûk etmez. Meselâ, Allah insanların konuşma, hareket etme... hasletlerine sahip olduklarını bilir, fakat benim şu anda konuşmakta olduğumu veya yürüdüğümü bilmez. Bu telâkkî de Allah'a sıfatları bakımından nakîse getirir.
Gazzâlî'nin islâm filozoflarına karşı yürüttüğü bu tenkîd, kendisinden sonra gelen kelâmcılar tarafından umumiyetle benimsenmiştir. Bununla beraber zikri geçen üç noktada da felâsifenin tekfîr edilemiyeceğini ileri sürenler de vardır. Zira islâm filozofları ne âlemin mahlûk olduğunu, ne haşrin vukuunu ve ne de ilm-i ilâhîyi inkâr etmiyor. Ne var ki bu hususlarda kelâmcıların (ve âlimler cumhurunun) anlayışına aykırı izahlar yapmış bulunuyorlar. İyi araştırıldığı takdirde bu hususî anlayışlara yakın bazı izahların bir kısım ehl-i sünnet kelâmcısında bile mevcud olduğu görülür. [20]
Gazzâli'den hemen sonra gelen feylesof İbn Rüşd {v. 595/1198) Tehâfutu'l-felâsife'de yer alan tenkidlere cevap vermiş ve Fârâbî ile İbn Sina'yı müdâfaa ederek «Tehâfutu tehâfuti'l-felâsife » adlı eserini kaleme almıştır. İbn Rüşd eserinin sonunda filozofların tekfîr edilemiyeceği noktası üzerinde ısrar eder.
Sultan Fâtih devri ulemasından olup Hocazâde diye tanınan Bursa'lı Mustafa b. Yûsuf (v. 893/1488) da padişahın emriyle üçüncü bir tehâfüt kaleme almıştır. Bu eser, önce yazılan iki tehâfütü muhakeme maksadıyla yazılmıştır. Eser 22 bölümden meydana gelmiştir. Hocazâde Gazzâlİ'nin haklılığına meyletmektedir.[21]
Gazzâlî'ye ait Tehâfüt'ün türkçe tercümeleri de vardır.[22]Dr. Muba-hat Türker'e ait «Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti» adıyla, doktara tezi mahiyetinde, bir araştırma mevcuttur. [23]
Kelam tarihi bakımından Gazzâiî hakkında yukarıdan beri anlattıklarımızı hülâsa edecek olursak şöyle diyeceğiz Gazzâiî ile kelâm-cıların müteahhirleri başlıyor. Gazzâlî :
a) İn'ikâs-ı edilleyi reddetti.
b) Mantıki kabul fitti.
c) Felsefî bahislere ehemmiyet verdi.
Gazzâll, Tehâfüt ve el-Munkız'den başka, kelâma dair kaleme aldığı «el-İktisâd fî'1-i'tikad -» adlı eserinde de filozofların görüşlerine temas eder ve kitabın sonunda tekfire tahsis ettiği bir bâbda yine onların mezkur üç noktada küfre düştüğünü tekrar eder[24]. Gazzâll, meşhur «İhyâıı ulûmi'd-dîninin başında akaid konularına bir bölüm tahsis etmiştir. «Kttabu Ka-vaidi'l-akaid adını taşıyan bu bölüm müstakil olarak da istinsah ve tab' edilmiştir. Ayrıca onun bu ilmin çeşitli yön lerini konu alan muhtelif risaleleri vardır: Kelâm ilminin halk için faydalı olmadığını, onunla ancak husûsî kültürüne sahip olanların iştigal edebileceğini ve selef mezhebinin haklılığını konu edinen «İlcâ-mu'l-avâm an ilmi'l-kelâm»[25], Allah'ın
varlığını, birliğini, kemal sıfatlarını konu edinen [el-Hıkme fî mahlû* katillahi azze ve celi» risalesi [26]v.s.
İslâm tefekkür tarihi boyunca kelâm ilminin geçirdiği merhaleleri gözden geçirirken Gazzâlî'ye ayırdığımız bu bölüme son vermeden bir noktaya daha temas etmemiz yerinde olacaktır. Ebü Hâmİd Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, islâm akidesini korumak maksadıyla başta Tehâfüt olmak üzere bir kaç eser kaleme almıştır. Gazzâiî «el-İktisad fî'M'tikacUının sonunda yer alan hususî babdan da anlaşılacağı üzere felâsifeyi malûm üç meselede tekfiri dışında ehi-İ sünnetten olmayan islârnî fırkalara karşı müsamahalı davranmış ve onların tekfîr edilemiyeceği görüşüne meyletmiştir. Yalnız Bâ-tıniyye müstesna. İsiâmın varlığı İçin pek tehlikeli gördüğü Bâtıniy-yenin iç yüzünü ortaya çıkarmak maksadıyla «Fedâihu'l-bâtıniyyesini te'lif etmiştir. Eserin mukaddimesinde kitabını şu maksatla kaleme aldığını kaydeder; Bâtıniyyenin bid'at ve dalâletlerini, hile ve düzenlerini ortaya çıkarmak, bilgisiz halk tabakalarına nasıl nüfuz ettiklerini, kafalarını allak bullak edip nasıl aldattıklarını açıklamak, yine Bâtıniyyenin İslâm dairesinden nasıl sıyrılıp çıktıkların! izah etmek...[27]. Gazzâlî bâb üzere tertibetti-ği kitabının 8. babını Bâtıniyyenin tekfiri mevzuuna ayırır (s. 146-168) ve onların uiühiyet, nübüvvet ve âhirete iman ettiğimizi bildikleri halde bizi (ehl-i sünneti) tekfîr etmeleri sebebiyle küfre düştüklerini kaydeder. [28]
G. Felsefe İle Mezcedilmiş Kelâm Devri
Daha önce de belirttiğimiz üzere Endülüs ulemasından İbn Hazm ez-Zâhirî (v. 456/1064) tarafından mantık, İslâmî ilimlere idhal edilmiş ve Gazzâlî (v. 505/1111) de aynı yolu takîbederek mantık sahasında eserler vücûda getirmiştir. Gazzâlî ayrıca felsefe ile de alâkalanmak suretiyle felsefî bahisleri İslâm ilimleri sahasına almıştır. Gazzâlî'-den önce gelen islâm âlimleri de felsefeyi red ile meşgul olmuşlar, fakat bu, Gazzâlî'nin kanaatine göre, ciddî ve yeterli olmamıştır. O, der ki: «Ben, islâm âlimleri içinde bu mevzua kâfi miktarda ehemmiyet vereni görmedim. İslâm filozoflarını reddetmekle meşgul olan kelâm âlimlerinin kitaplarında, vazıh olmayan, ayrıca dağınık, tenakuzu ve çürüklüğü meydanda bir kaç cümleden başka bir şey bulunmuyordu. Bu nevi' izahlara, ilimlerin inceliklerine vâkıf olduğunu iddia eden kimseler şöyle dursun, avamdan câhil bir insanın bile kanması bahis konusu değildir»[29].
Felsefe ile kelâmı yan yana getirme tarzında Gazzâlî'nin açtığı çığır kendisinden sonra inkişaf etmiş, felsefe ile kelâmın, kelâm eserlerinde bir araya gelmesi ve memzûc bir manzara arzetmesi neticesini doğurmuştur. Kendisinden 40 yıl sonra vefat eden Şehristânî (v. 548/1153) bu meze işini ilk tecrübe edenlerden bir! olmuştur. Şehristânî, dinler, mezhepler (ve felsefe) tarihi mevzuunda kaleme aldığı «el-Milel ve'n-nihal » inde sâdece bir nâkil durumunda olup, İbn Hazm'ın el-FasPında yaptığı gibi muhalif fırka ve ekolleri reddetmekle meşgul olmamıştır.
Kelâm ilmi sahasında telif ettiği -Nihâyetu'l-tkdâm fî İlm'I-kelâm» felsefeye yer verdiğini, hatta Allah*-in varlığını isbat ederken felsefî delilleri kullandığını müşahede etmekteyiz [30].
Felsefe ile kelâmı en bariz bir şekilde birbirine mezceden Fah-reddîn er-Râzî (v. 606/1210) olmuştur. Büyük bir kelâm ve, felsefe âlimi olmakla beraber müfessir, edîb, fakîh ve şâir olan Râzî çeşitli mevzularda bir çok eser vermiştir. «Mefâtîhu'l-ğayb adlı 8 ciltlik hacimli tefsir kitabında kelâm ve felsefe bahislerine geniş yer ayırdıktan başka bu ilimlerin her biri için müstakil eserler meydana getirmiştir. «Kitâbu'I-erbaîn fî usûli'd-dîn» «el-Mesâilu'l-hamsûn fî usûli'l-kelâm ve «el-Muhassal» adlı
kitaplarında kelâm ilmi île felsefeyi bir arada yürütmüştür. Sonuncu kitabı Hüseyin Atay «Kelâma Giriş» adıyla tercüme etmiştir (Ankara, 1978).
Râzî'nin ayrıca felsefî eserleri de mevcuddur:
«el-Mebâhısu'l-meşnkıyye »
bn Sînâ'ya ait «el-lşârât»m: Aynı eserin ilâhiyyât kıs-
«Lübâbu'l-İşârât»tehzîbi.
«Şerhu'l-İşârât minin serhî.
Fahreddîn er-Râzî'nin yolunu, kendisnden sonra, Seyfeddîn el-Âmi-dî (v. 631/1233) takîbetmiştir. Aklî ve naklî ilimlerde derin vukuf sahibi bulunan Âmidî [31] «Ebkâru'l-efkâr» jlüvijfcj adlı hacimli eserinde memzûc metodu daha da ileriye götürmüştür.
Memzûc metodu kullanan muasır âlimlerden bîri de el-Kadî el-Beyzâvî'dir (v. 685/1286). Yer yer kelâmı izahlar ihtiva eden meşhur «Envâru't-Tenzîl ve esrâru't-te'vîl' adlı tefsirinden başka mevzuumuzla ilgili olarak «Tavâlİu't-envâr»ımeydana getirmiştir. Kitab, Şemseddîm Mahmud b. Abdurrahman el-lsfahânî'nin (v. 749/1349) «Metâliu'l-enzâr» adlı şerhıylye basılmıştır (Kahire, 1323). [32]
H. Cem' Ve Tahkik Devri
Akaid ilminin geçirdiği merhalelerden biri de cem' ve tahkik dev- . ridir. Hicrî 8. yüzyılın ortalarından itibaren başlatabileceğimiz bu devir asrımızın başına kadar devam eder. Altı asır kadar süren bu uzun devre içinde, daha önce gördüğümüz hacimli te'lif eserleri yok değildir. Fakat bu devrin mümeyyiz vasfı evvelce meydana getirilen eserler üzerinde çalışmaktır. Bu çalışmalar, ilm-i kelâm sahasında te'lif edilen kitaplar üzerinde şerhler ve haşiyeler yapmak, ta'lîkat (notlar) eklemek, hülâsalar meydana getirmek veya bir eseri tehzîb etmek (yeniden düzenleyip yazmak) tarzında yürütülmüştür. Ayrıca bu devirde, mühim görülen bazı kelâm mes'eleleri hakkında müstakil risalelerin de meydana getirildiği göze çarpmaktadır. Meselâ : elfâz-ı küfür, kader ve isbât-ı Vâcib risaleleri gibi.
Cem' ve tahkik devri eserleri arasında Allâme Sa'duddîn et-Tef-tâzânî'nin (v. 793/1390) «Şerhu'l-Akatd j«ile «Şer-hu'l-Makî<*sıd meşhurdur. Bilhassa Osmanlı ulemasının çok rağbet gösterdiği Şerhu'l-Akaid'in pek kısa olan metni Nesefî'ye aittir. (İleride, «kaynaklar ve özellikleri» bahsinde Şerhul'-Akaid hakkında bilgi verilecektir.) Metnin daha başka şerhleri olduğu gibi Teftâzânî'nin şerhi üzerine yapılmış şerhler ve bir çok haşiyeler mevcuddur. Şerhu'l-Makâsıd'ın metni yine Teftâzânî'ye aittir. Eser memzûc metodla yazılmış olup hacimlidir, üslûp ve muhtevası bakımından ağırdır, kitap matbu'dur. (İstanbul, 1277 h).
Bu devrin meşhur eserlerinden biri de «Şerhu'l-Mevâkıf „ tır. Kitabın metnini teşkil eden el-Mevâkıf fî ilmi'l-kelâm'ın müellifi Adududdîn el-îcî'dır (v. 756/ 1355). îcî'nin ayrıca bir çok şerh ve haşiyeleri yapılan el-Akaid'i mevcuddur. El-Mevâkıf üzerine yapılan şerhlerin en meşhuru Seyyid Şerif el-Curcânî'ninkidir (v. 816/1413). Bu şerh bazı hâşiyeleriyle birlikte basılmıştır (3 cild halinde, İstanbul, 1321 h.).
Cem' ve tahkik devri muhakkiklerinden biri de Celâleddtn ed-Devvânî'dir (v. 908/1502). Devvânî'nin bir çok eseri arasında, yukarıda zikri geçen el-îcî'nin Akaidine yaptığı şerhi, Tecrîdu'l-kelâm'ın şerhi üzerine haşiyesini, ayrıca isbât-ı Vâcib hakkında iki risalesi ile mebde' ve maâd hakkındaki «ez-Zevrâ ve'I-Havrâ W ». sini zikredelim[33].
Cem' ve tahkik devri kelâmcıları felsefe ile mezcedilmiş kelâm metodunu devam ettirmişlerdir. Bu devir, islâm tefekkür tarihinin kelâm ilmi sahasında bir duraklama ve gerileme devri sayılabilir. Hatta müteahhirînin bu ilm-i kelâmı, islâm felsefesi cereyanını da durdurmuştur. Çünkü felsefeyi massetmiş ve onu kendi bünyesi içinde eritmiştir. Bilhassa el-Kaadıy el-Beydaavî'den itibaren Eş'ariyye uleması tarafından te'lif edilen kelâm eserleri, sem'iyyat bahisleri de (nakle bağlı âhiret ve ahvâline ait mes'eleler) olmasa ilk bakışta felsefe kitaplarından ayırdedilemiyecek hale gelmiştir[34].
Müteahhirin kelâmcılarının, eserlerinde felsefeye bu derece yer vermelerinin iki önemli sebebi zikredilebilir.
1) Felsefî meseleleri önce vaz' ve izah edip sonra islâm akaidine uymayan yönlerini çürütmek.
2) Felsefenin islâm akaidine muhalif düşmeyen taraflarından aslî meseleleri isbat ve İzah meyanında istifade etmek.
İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (v. 324/936) ve Ebû Mansûr el-Mâtü-rîdî (v. 333/944) ile kurulup gittikçe inkişaf eden ehi-i sünnet ilm-i kelâmı, islâm tefekkür tarihinde, felsefenin yanında ehl-i bid'at ilm-İ kelâmını, ayrıca selefiyye cerayanını zayıflatmış, hatta bazı ekolleri inkıraza uğratmıştır. [35]
1. Yeni İlm-İ Kelâm Devri
îsiâm akaid ilminin eriştiği son merhalenin izahına girişmeden önce buraya kadar yaptığımız tarihçeyi hülâsa edelim. Tam teslimiyet, kayıtsız şartsız iman devri olan asrı saadet ile ashab devrinden sonra, bir asır boyunca islâm dünyası akaid bakımından önemli neticeler doğuracak ilk fikrî hareketlere zemin teşkil etmiştir. Hicrî İkinci asrın başlarında köklü bir akaîd mezhebi olarak Mu'tezile zuhur etmiştir. Mu'tezilenin akaid sahasında yaptığı
izah tarzına ilm-i kelâm der.iimiştir. İki asır sonra Eş'arî ile Mâtürîdî'nin elinde ehl-i sünnet i!m-i kelâmı teessüs etmiştir. Eş'ariyye kelâmını dördüncü asrın sonralarında Bâkıllânî inkişaf ettirerek derli-toplu bir ilim haline getirmiştir.
Fakat üçüncü ve dördüncü asırlarda islâm dünyasında ortaya çıkan bîr cereyan daha vardır: Felsefe. Bâkıllânî felsefe ile olan münâsebetlerini tam ayayrlayaymamış ve kabul ettiği bazı prensiplerle (in'ikâs-ı edille gibi) felsefenin mantık ilmine muhalif düşmüştür. Mütekaddİmîn ilm-i kelâmı dediğimiz bu cereyan Gazzâlî devrine kadar devam etmiştir. Mücadele ettiği karşı cepheyi ehl-i bid'at fırkaları [özellikle Mu'tezile) teşkil etmiştir.
Gazzâlî (v. 505/1111) ile müteahhirîn ilm-i kelâmı başlar. Gazzâlî mantık ilmini islâmî ilimler için lüzumlu görmüş, fakat felsefenin tabî i yy ât ve ilâhiyyât bölümlerinin islâm akaidine uymayan yirmi maddesini tenkid etmiştir. Böylece felsefe kelâm ilmine İdhal edilmiştir. Gazzâlî'den bir asır sonra Râzî, felsefe ile kelâmı birleştirmiş (mezcetmişî tir. Daha sonra gelen Âmidî ve Kaadıy Beydaavî aynı metodu daha da geliştirmiştir. Hicri 8. asrın ortalarından itibaren başlayıp 14. asrın başına kadar (milâdî 19. asrın sonu) devam eden uzun devrede ise aynı yol takibedilmiştir. Bir duraklama ve gerileme vasfı taşıyan bu devrede daha çok şerh ve haşiye üzerinde durulmuştur. Müteahhirîn İlm-i kelâmı felsefe ile mücadele etmiştir.
İslâm tarihinde akaid sahasında meydana çıkan veya akaid konularıyla ilgilenen cereyanları Rasûlüllah'ın akîde sünnetine en yakın olanından en uzak kalanına doğru bir sıralamaya tâbi' tutmak ge* rekiyorsa şöyle diyeceğiz : Selefiyye - Mâtürîdiyye - Eş'ariyyenin mü-tekaddimîni - Eş'ariyyenin müteahhirini - Mu'tezile - Felâsife. Bu sıralayışa mütesavvife idhal edilmemiştir. Mu'tezile her ne kadar hicrî 5. asrın ortalarından itibaren müstakil bir mezhep olarak mevcud değilse de Şîanın çeşitli kollan içinde fikriyatını sürdürmüş ve imamet (devlet reisliği) müstesna diğer görüşlerini Şîa İçinde koruyabilmiştir.
Akaid ve kelâm tarihine genel bir bakışla baktığımızda anlarız ki bu konularla ilgilenen islâm âlimleri tarih boyunca ortaya çıkan ihtiyaçlara göre hareket etmişlerdir. Onlar islâm dünyasını te'siri altına alan veya bu isti'dâdı gösteren yeni cereyanlara ayak uydurmak için metodİannda daima değişiklik yapmışlardır. Akaid ve kelâm ilminin temel konuları daima aynı kalmıştır; bunlar İslâm dininin iman esaslarıdır. Hiç bir islâmî fırka mensubu bu temellerde ziyade veya noksanı iddia etmemiştir. Yalnı» bu temellerin anlaşılma tarzı ile izah ve isbat metodları fırkalara ve çağlara göre değişik olmuştur. İslâm tarihi boyunca çoğunluğun akîdesini temsi! eden ehl-i sünnet uleması da zamanın ihtiyacına göre metodİannda değişiklik yapmışlar, böylece müteharrik bir sistem takibetmişlerdir. Selef akîdesi, mütekad-dimîn ilm-i kelâmı, müteahhirîn ilm-i kelâmı bu müteharrik sistemin değişik safhalarını teşkil eder. [36]
1. Yeni ilm-i kelân cereyanını doğuran sebepler:
Acaba son asırda, içinde bulunduğumuz asırda durum nedir, çağımızın kelâm ilmi aynı iman esaslarını hangi metodla müdafaa, izah ve isbat etmelidir? Devrimizin ilm-i kelâm ihtiyacını doğru olarak takdir edip bu sahada eserler veren İzmirli İsmail Hakkı (1869-1946) 50 yıl önce kaleme aldığı eserinde şöyle demektedir:
«Bu ilm-i kelâmın (yani müteahhirîn ilm-i kelâmının) erbabı (hicrî) bin tarihlerinden sonra kesb-i nedret etrniş; daire-i şumûlü-ne aldığı felsefe-i kadîme de üç asırdan beri münkariz olmuş, yerine garp felsefesi kaim olmuş idi. Garp felsefesi ahîren memleketimize de girmekle bu ilm-i kelâm bittabi' gayr-ı kâfî görülmeye başlamış; ilmi kelâmın bugünkü zihniyete göre yeni bîr şekil iktisab-etmesi zarureti hâsıl olmuştur. İşte bu zaruret karşısında Tedkîkat ve Te'lîfât-ı İslâmiyye Hey'et-i İlmiyyesi yeni ilm-i kelâmın tahrir olunmasını taht-ı vucûbda görmüştür».[37]
İzmirli merhumun da ifade ettiği gibi Avrupada Rönesansdan sonra fikir, sanat ve ilimde meydana gelen değişikliklerle eski Yunan felsefesi, modasını ve itibarını kaybetmiştir. Gazzâlî'den itibaren 8 asır boyunca kelâm kitaplarımızda yer yer kabul, yer yer reddedilen felsefe islâm filozoflarının te'sis ettiği felsefe idi. Bu felsefe büyük çapta eski Yunan düşünüşüne istinad ediyordu. Batıda İngitiz filozofu Bacon (1561-1626) ile Fransız filozof Descartes (1596-1650) in «metod» hakkındaki yeniliklerini ortaya koyduktan sonra felsefî düşünüş yeni bir çığır almış ve bir çok kuvvetli filozofla kendisini yenüeştirmiştir. Bugün islâm âlemi de dâhi! bütün dünyaya yayılmış bulunan yeni cereyanlar karşısında İlm-i kelâmımız da metodunu değiştirmek mecburiyetinde kalmıştır.
Eski kelâm kitaplarımız Allah'ın varlığı (tsbât-ı Vâcib) mevzuuna yer vermişlerse de bu, günümüzün ihtiyacı karşısında yeterli değildir. Çünkü kelâm kitaplarının en çok vucüda getirildiği Ortaçağ, İslâm dünyası dâhil, bütün dünyaya dinlerin hâkim olduğu bir çağdır. Bu çağda, hatta müteakip çağların islâm dünyasında Allahsızlık cereyanı zayıftır, yok gibidir. Bu sebeple kelâmcılar daha çok âlemin kadîm olmadığını (hadis olduğunu) isbat meyanında bu mevzua temas etmişlerdir. Kelâm âlimleri bir de Dehriyyeyi red meyanında isbât-ı Vâcib yapmışlardır. MuattHa, Mâddiyye ve Tabiiyye gibi isimlerle de yad edilen bu cereyan, bilindiği üzere, ta milattan öncesine, Democrite (Demokrit, m. ö. V.asır) ve Epicure'e (Epikür, m. ö. 341-270) kadar dayanır.
Halbuki bugünün ilm-i kelâmında Allah'ın varlığı en önemli konulardan birini teşkil eder. Çünkü Allahsızlık cereyanı zellikle komünizmin zuhurundan sonra dünya gençliğine (ve işçilere) te'si-rini göstermektedir. Bugün te'sirlerini islâm dünyaysında da hissettiren Allah'ı inkâr edici cereyanlar çoğalmıştır. Meselâ :
a) Materyalizm: Maddenin mekanik bir ha/eketle kendiliğinden oluştuğunu kabul eder. Democrite'in bu görüşü Kari Marx (1818-1883) ve Engels'in (1820-1895) Tarihî maddeciliğiyle kuvvet kazanmış ve komünizm yoluyla dünyaya yayılmıştır.
b) Tekâmül nazariyesi: Özellikle canlı varlıkların, daha önceki basit varlıkların değişme ve gelişmesiyle oluşup meydana geldiğini kabul eder. Bu değişim ve gelişmede çevreye uyma mücadelesinin rolü büyüktür. Darvvin'in (1109-1882) temsil ettiği bu görüşün kozmogoni (hılket-i âlem, yaratılış) yönü, Avrupa'da çürütülmekle beraber, memleketimizde hâlâ itibar görmektedir.
c) Pozitivizm: Dindarlığın, insan tefekkürünün ibtidâî devresini teşkil ettiğini, fikren yükselen insan oğlunun ilim çağı olan 19. asırdan itibaren artık pozitif ilimlerden başka bir şeye bağlanmıya-cağıni iddia eden bu görüş Auguste Comte (Ogüst Kont, 1798-1857) tarafından ortaya atılmıştır. Avrupa'da modası geçen bu cereyan Türkiye'de hâlâ itibardadır.
d) Fröydizm: İnsanoğlunda görülen bütün davranışların, bu arada sanat, ahlâk ve din gibi yüksek duyguların, aslında şuur altını istilâ etmiş bulunan cinsiyet duygusundan neş'et ettiğini iddia eder. Görüşün sahibi Freud'dür (Fröyd, 1865-1939). Derinlik psikolojisinin kâşifi kabul edilen tabip Freud'ün tıpla ilgili görüşleri değerli olduğundan, onun din, sanat ve ahlâka dair sakat görüşleri de bu arada revaç bulmaktadır.
Yukarıda isimlerini sıraladığımız bu gibi cereyanlar asrımızın iman hayatına musallat olmuş zararlı mikroplardır. Bu cereyanlara ait tenkid ve cevapları eski kelâm kitaplarımızda bulmaya imkân yoktur. Yeni ilm-i kelâm, bu gibi cereyanları ele almak zorundadır.
Devirlerine göre büyük hizmetler îfâ eden eski kelâm âlimlerimiz (Allah cümlesine rahmet eylesin) istidlallerinde, izahlarında, asıl maksadları isbat etmek için vesileleri kullanmalarında elbette zamanlarının kültüründen istifade etmişlerdir. Zamanımızın kelâm âlimi de asrımızın yaygın kültüründen istifade etmesini bilmelidir.
İslâm dininin 6 iman esası, eskiden beri devam eden bir geleneğe göre 3 ana noktada hülâsa edilir : Allah'a iman, nübüvvete iman, âhirete iman.
Bunların içinde aklî izahların en çok can olduğu kısım ulûhiyet, sonra da kısmen nübüvvettir. Binaenaleyh ihtiyaçların değişmesi ve kültürün gelişmesiyle değişik izahların yapılabileceği sahalar, derecelerine göre bu iki sahadır. Âhiret ve ahvâli, kelâm ilminin sem'iy-yat bahsini teşkil eder, burada nakil hâkimdir, nakilde ise değişikük bahis konusu değildir.
Bütün bu izahlardan sonra yeni ilm-i kelâm çığırının ana vasıflarını şöyle ta'yin edebiliriz: Yeni iim-i kelâm bütün şekilleriyla materyalizmi ve felsefî bir görüş olarak pozitivizmi reddeden, dine karşı yapılan biyolojik ve psikolojik tenkidieri (Darvinizm, Fröydizm) cevaplandıran, yeni felsefî cereyanları eleştirdikten sonra müsbet ilimden de istifade ederek Allah'ın varlığını isbat eden, İslâmın akaid konularını isbat ve izah ederek mukaddesatı savunan bir ilimdir.
Yeni ilm-i kelâm cereyanının önemi hakkında Osmanlı Şeyhülislâm vekillerinden M. Zâhid el-Kevserî'nin (v. 1371/1952) görüşünü naklederek bahse son verelim :
«Geçmiş kelâm âlimlerinin izah ve ifadeleri içinde, dini müdafaa etmekle vazifeli kimselerin istifade edeceği şeyler vardır. Şüphe yok ki islâm akaidini müdafaa yollan, ahlâkî hayatın ve dinî hükümlerin bozulmasını koruma metodlan, düşmanın kullanacağı taktiklere paralel olarak değişir, yeni şekiller alır. Fakat dinî akîde ve hükümlerin kendileri şeriatın tayin ettiği tarzda sabit kalır, bunların mahiyetlerinde asla bir değişiklik meydana gelmez. O halde pâyı-dâr oldukları müddetçe müslümanlara düşen vazifelerden biri de odur ki içlerinden bir âlimler zümresi, insan toplulukları arasında yaygın hale gelen çeşitli fikirleri, onların elde ettikleri muhtelif ilimleri araştırsın; bu fikir ve bilgilerden müslümanlara zararlı olabileceklerini tesbit etsin. Bu titizliği özellikle itikad sahasında göstermek gereklidir. Çünkü akîde sağlam ve kuvvetli olduğu takdirde her iyiliğin kaynağını teşkil eder, zayıflayıp bozulduğu takdirde de her türlü kötülüğün menşei haline gelir. Bahis konusu âlimler, asırlarında revaç bulan görüş ve bilgileri, onları benimseyenler kadar, hatta onlardan fazla araştırıp incelemelidirki din düşmanlarının ortaya atacakları şüpheleri bertaraf1 edecek önemli noktaları tesbit edebilsinler. Öyle ki bu ilim ve felsefeler adına İslâmm itikadı, emelî veya ahlâkî talimatına yönelik bir tenkid oku fırlatmaya yeltenen biri oldu mu, islâm âlimleri bu oku hemen onun göğsüne çevirip döndürsünler. Âlimler bunu yaparken devirlerinin ilmî gerçek ve tecrübelerine dayanacak ve din düşmanlarının temelsiz teorilerini çürüten mukabil görüşler ortaya koyacaklar. Zira İslâm'dininin ilmî gerçeklerle çatışması söz konusu değildir.
«Bahis mevzuu edilen din âlimleri, inkarcılara ait bozuk fikirlerin, Müslümanların zihnine nüfuz etmesine sağlam kaleler gibi karşı durmalı, bıkmadan, usanmadan asrın icaplarına göre müslümanları teçhiz etmeli, çağdaş ilmî gerçeklerden çıkaracakları dinî müdafaa me-todlarını hususî kitaplarda toplamalıdır. Hem de bu kitaplar kalbe tesir edecek ve her kese hitabedecek bir üslup taşımalıdır. Ancak bu takdirde söz konusu eserler zaman akışı içinde ortaya çıkacak şüphe ve fesad sellerinin önünde muhkem sedler gibi durabilir. Âlimler bunu ihmal ettikleri takdirde İslâm düşmanları, müslümanlar arasında fesad tohumlarının kolayca yeşereceği müsait alanlar bulurlar. Artık filizlenen bu nevi tohumların arsız ve muzır köklerinin kurumasını beklemek yersiz olur. Aksine bu kökler, inkâr zehirleri halinde bomboş gönüllere nüfuz edip yerleşir, neticede müslümanların hem iktisadî, hem de kültürel gücü kaybolur gider. Allah taâlâ bizi
böyle acı bir neticeden korusun, gafletimizden uyandırsın!» [38].[39]
2. Yeni ilmî kelâm devri eserleri:
Rönesans ve reform hareketlerini gerçekleştiren Avrupa, düşünce, İlim ve sanat bakımından ileri merhaleler kat' etmişti. Fakat Avrupa aynı zamanda din aleyhdan cereyanların da beşiği haline gelmiş bulunuyordu. İslâm dünyasının en büyük devleti olan Osmanlı İmparatorluğu Garp İle ilk temas eden islâm devletlerinden biri olmuştur. Genç münevverlerimiz talebe olarak veya başka maksatlarla Avrupaya gitmek suretiyle, yahut da yabancı dil öğrenerek Garp kültürü ile temas imkânını bulmuşlardır. Bu arada Avrupanm din aleyhtarı cereyanları da bazı münevverlerimizi te'siri altına almış bulunuyordu.
Hukuk, edebiyat ve felsefe yoluyla islâm dünyasının düşünüş ve duyuş sahasına büyük te'sirler icra eden Avrupa'nın bu te'sirleri arasında felsefî mahiyette olanlar akaid ilmimizi ilgilendirmektedir. 19. asrın sonu ile 20. asrın başlarından itibaren pozitivizmin, materyalizmin, evolüsyonizmin (evrimcilik, tekâmüliyye) ve benzeri cereyanların, ilmî görünümlü akımların te'siriyle islâm dünyasında ilhad (Allahsızlık, atheisme) başgöstermiştir. Bu hareket karşısında İslâm dinini ve İslâm akaidini müdafaa eden müslürnan müellifler, çeşitli eserler kaleme almışlardır. İslâm dünyasının en büyük devleti olması sebebiyle Avrupa ile en erken ve en çok temas eden, bu yüzden de müsbet-menfî en fazla te'sir alan Türkîyemiz, yeni ilm-i kelâm cereyanının mahsulü olan eserlere en çok sahip olan bir ülke olmuştur.
Yeni ilm-i kelâm devrinde kaleme alınan eserleri ikiye ayırmak mümkündür:
- Klâsik kelâm kitapları tipinde yazılanlar.
- îsbât-ı Vâcib hakkında yazılanlar.
a) Klâsik kelâm mevzu 'lar in i ihtiva eden kitaplar da ikiye ayrılır :
(1) Eski an'aneye bağlı, eskiden söylenenlerin tekrarı mahiyetinde olanlar. Meselâ :
1) Sırrî-i Girîdî, NakdıTI-kelâm fî akaidi'l-İslâm (İstanbul, 1310/ 1892),
2) Ömer Nasuhî Bilmen'im Muvazzah ilm-i kelâm dersleri (istanbul, 1342/1923) ile
3) Dr. Ali Arslan Aydın'ın İslâm inançları ve felsefesi (İstanbul, 1968) adlı kitapları yeni mesele ve ihtiyaçlara temas etmekle beraber bir intikal devresi vasfına haizdirler.
(2) Yeni cereyanlar karşısında zuhur eden yeni problemleri ele alan eserler. Tesbit edebildiğimize göre bu hususta basılan ilk eser şudur :
1) Abdullatif el-Harpütî, Tenkîhul-kelâm fî akaid-i ehli'l-İslâm ve Tekmilesi, (İstanbul, 1330/1911).
2) Şehbenderzâde Filibe'li Ahmed Hilmi, Yeni Akaid (Üss-i İslâm), (İstanbul, 1332/1913).
3) İzmirli İsmail Hakkî'nin Muhassalu'f-kelâm ve'l-hikme'si (İstanbul, 1336/1917) ile
4) Yeni ilm-i kelâm'ı (2 cild, İstanbul, 1339/1343) bu nevi' eserlerin en mükemmel olanlarıdır.
5) Şeyh Muhammed Abduh'un Risâletü't-tevhîd'i İslâm akaidi hakkında sağlam müdafaalar ihtiva eder.
b) İsbât-ı Vâcib hakkında yazılanlar. Bunların sayısı çok, muhtevaları değişiktir. Umumiyetle mülhid cereyanları red gayesini ta'-kibetmişlerdir. Bazıları :
1) Cemaleddin ei-Efğânî, Tabiatçılığı red, trc. Aziz Akpınarlı [Ankara 1956, Diyanet işleri reisliği neşriyatından).
2) Ferîd Vecdî, el-Hadîkatu'l-fikriyye (Mısır, 1901).
3) Ferîd Vecdi, el-İslâm fî asn'l-ılm (Beyrut, 1967).
4) Abbas Mahmüd el-Akkad, Allah (Mısır, 1964).
5) Filibeli Ahmed Hilmi, Allah'ı inkâr mümkün müdür? (İstanbul, 1327).
6) F. Ahmed Hilmi, Huzur-ı akıl ve fende maddiyyûn meslek-î dalâleti (İstanbul, 1323).
7) İzmirli İsmaü Hakkı, Muhtasar Felsefe-î ülâ (İstanbul, 1329).
8 ) M. Şemseddin (Günaltay), Felsefe-i ülâ, (İstanbul, 1341).
9) İsmail Fennî (Ertuğrul), Maddiyyûn mezhebinin İzmihlali (İst. 1928).
10) İ. Fennî, Küçük kitapta büyük mevzu'lar (İstanbul, 1934)
11) Ferid (Kam), İlm-u mâba'de't-tabîa (İstanbul, 1343).
12) Mehıned Ali Aynî, Reybîlik, bedbinlik lâilâhtlik nedir?Tev-fik Fikret'in Tarîh-i kadîmine cevap (İstanbul, 1927).
13) Hilmi Ziya Ülken, Tarihî Maddeciliğe Reddiye, (İstanbul, 1951).
14) Alî Fuad Başgil, Din ve lâiklik, (İstanbul, 1962).
15) Süleyman Hayri Bolay, Türkiyede ruhcu ve maddeci görüşün mücadelesi, (İstanbul, 1967).
16) M. Rahmi Balaban (Derleyen), İlim -Ahlâk - İman, (Ank. 1969, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından).
17) Dr. Halim Bilsel, Allah Vardır (İst., 1966).
18) Muammer Sencer, Allah Neden Var (İst., tarihsiz).
19) Mehmet Aydın (derleyen), Müsbet İtim ve Atlah (İst., 1971).
20) Abdurrezzak Nevfel, trc. Akif Nuri Karcıoğlu, Allah ve Modern İlim (İst., 1972)
21) A. Cressy Morrison, trc. Bekir Topaloğlu, İnsan Kâinat ve Ötesi (İst., 1972).
22) 1 C. Monsma, (derleyen), Allahu yetecellâ fî asn'l-îtm, Arap-çaya trc. Dr. Demirdaş (Kahire, 1968).
23) Allah'ın Varlığı, Bekir Topaloğlu (Ank. ts, D. İ. Başkanlığı Yayınları). [40]
[1] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:19.
[2] Müslim, es-Sahîh, el-İman, 60; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 456,
[3] Ebû Dâvûd, es-Sünen, el-Edeb, 109; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 240
[4] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:19-20.
[5] bk. el-Eş'arî, İstihsânu'l-havd fî ilmi'l-kelâm, s. 94-95.
[6] Müslim, el-İmân, 1.
[7] ibn Teymiyye, er-Risâletul-Hamaviyye, 15; İbn'ıı-l-Esîr, el-Kâmil, V, 263, 429, VII, 75; İzmirli İsmail Hakkı, Felsefe-i İslâmiyye tarihi, I, el-Kindî. s. 54-55.
[8] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:20-22.
[9] bk. el-Eş'ml e]-Lyma\ h. 76.
[10] Bu hususta geniş bilgi için bk, Taşköprüzade, Mevzûâtu'1-Ulûm, I, 602-607; Kemâleddîn el-Be\üzî, İşârâtu'kmerâm, s. 35-38; Aliyyü'l-Kaari. Şerhu'1-Fık-hi'1-ekber, s. 2-8; İrfan Abdulhamîd, Dirâst fi'1-fırak ve'l-akaîd-il-İslâmiyye, s. 125-129 ve oradaki kaynaklar.
[11] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:22-23
[12] Üç kardeş meselesi: Mu'tezileye göre kullar hakkında hayırlı (aslah) olanı yaratmak Cenâb-ı Hakk'a vaciptir. Bu görüşün doğruluğundan şüphe eden
Varî hocası Ebû Alî el-Cübbâî el-mu'tezilî'ye sorar:
Biri kâfir, biri sâlih mü'min, biri de sabî iken ölen üç kardeş hakkında ne dersin?
Mü'min yüksek derecelere erişir, kâfir azabda kalır, sabî ist; ne sevaba «rdirilîr, ne de azaba duçar olur.
Sabî, mü'min-i sâlihin derecelerine gitmek istese izin verilir mi ?
Hayır. Ona şöyle denir: Senin kardeşin, bu yüksek derecelere taât ile ermiştir. Senin ise lâatın yoktur.
[13] el-Eş'arî, r- fî Istihsâni'1-havd fî ilmi'l-kelâm, s. 87-89. Eş'arî ile Es/ariy-yenin, Hanbelîler ve hatta Hanefîler tarafında ma'ruz kaldığı hücumlar için bk. Mehmed Ali Aynî, Huccetu'l-İslâm, İmam Gazzâlî, s. 12-15; İ.A. «Eg'ari. maddesi.
[14] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:23-25.
[15] bk. İbn Hazm, el-Fasl, 1, 4,
[16] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:25-27.
[17] Mehakkün-nazar fU-mantık, Muhammed Bedıeddîn neşri, Beyrut, 1966.
[18] Mi'yâru'1-İlm (Süleyman Dünya neşri, Mısır, 1961), 59-60.
[19] bk. el-Gazzâlî, Tehafutu'l-felâsife, s. 79-85; el-Munkızu mine'd-dalâl (İstanbul, 1287 baskısı), s. 17-23.
[20] bk. el-Gazzâli, Telıâfutu'l-felâsifc, s. 307-313, Süleyman Dünya'nın dipnotları: Abbâs M. el-Akkad, et-Tefkîru farîzatun islâmiyye, s. 69-72.
[21] Her üç eser bir arada basılmıştır. Mısır, 1321 h.
[22] Süleyman Hasîb tarafından yapılan tercümenin yazma nüshası, İstanbul Üniver-siıesi Kütüphanesi Nr. 4213'tc kayıtlıdır. Dr. Bekir Karlığa tarafından yapılan tercüme, eserin başında bir mukaddime, sonunda felsefî terimler sözlüğü ve gerekli indekslerle birlikle neşredilmiştir. Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981.
[23] Ankara. Tarih Kurumu Basımevi- 1956
[24] el-İktisad fi'l-i'tikad, İ.A. Çubukçu ve H. Atay neşri, Ank. 1962. (A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınlarından). Aynı eser Dr. Kemal Işık tarafından «İtikadda Orta Yol. adı altında türkçeye tercüme edilerek İlahiyat Fakültesi yayınları arasında çıkarılmıştı-,
[25] Kahire, 1303 h.
[26] Msır, 1903. Bu kitap Mürsel Sıradağ tarafından -Hayvanlar Âlemi-adıyla türkçeye tercüme edilmiştir.
[27] el-Gazzâlî, Fedâihu'l-Bâtıniyye, s. 3.
[28] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:28-29.
[29] el-Gazzâlî, el-Munkızu mine'd-dalâl, 13-14.
[30] bk. eş-Şehrİstânî, Nihâyetu'i-ıkdâm, msl. s. 5 vd. 15 vdd.
[31] Amidî'nin ulûm-i evâili yahudi ve nesârâdan tahsil ettiği ve bu hususta eserler meydana getirdiği konusunda bk. Taşkoprüzâde, Mevzûâtu'1-ulûm, I, 630.
[32] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:29-32.
[33] Sonuncu eseri Şeyhu-1-İslâm Mûsû Kâzım türkçeye tercüme etmiştir. İstanbul, 1335 h.
[34] ŞerhuT-Makaasıd'ıntla aynı işi yapan Teftâzânî Şerhul-Akaid'inde bundan şikâyet eder; bk. Şerhu'l-Akaid. s. 17.
[35] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:32-33.
[36] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:34-35.
[37] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, Tedkîkat ve Te'lifât-ı İslâmiyye Hey'eti neşriyatı, aded 3, I, 90.
[38] M. Zahid el-Kevserî, Ibiı Asâkir'e ııit Tebyînu kezibi'l-inufterî mukaddimesi, s. 20-21.
[39] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:35-37.
[40] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:37-40.