- Akaid de görüşleri

Adsense kodları


Akaid de görüşleri

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Thu 16 September 2010, 07:01 pm GMT +0200
AKAİD´DE GORÜSLERI



1- İmam Ahmed Münakaşadan Uzak Selef Yolunu Tuttu:


Ahmed b. Hanbel, eskilerin Mİlel ve Nihal dedikleri, çeşitli milletle­rin dinlerini, muhtelif fırkaları araştırma ile meşgul olan kimselerden değildi. Strf aklî ilimlere dayanan çalışmalara da o kadar önem vermez­di. O kitap ve sünnete, Kur´an ve Hadise dayanan ilimlerle meşguldü. Hiç bir suretle münakaşa ve niza1 ile meşgul olmayı asla kendine yakıştıramazdı. Ona göre, cedel ve münakaşa hakikati gölgeler, siler. Gerçekler, söz çekişmeleri, beyan kavgaları içinde erir gider, O, ilmî hakikati öğrenmek, gerçeği anlamak, âsâr ilmini araştırmak için öğren­di. Üstün gelip başa yumruk atmak, askerlerin kılıç ve süngüyle çatıştık­ları gibi, sözle çatışmak için tahsil yapmadı. Kim bu din ilimlerini müna­kaşa için elde ederse, dinini düşmanlıklara hedef yapmış olursa, yara­layıcı oklara maruz bırakır. Sünnet İmamı Ahmed, (Allah ondan razı olsun) bu gibi şeylerden çok uzaktır.

İmam Ahmed, sünnet çalışmalarına başladığı, Hz. Peygamber aleyhisselâmdan naklolunan eserler yoluyla din ilimlerine ve fıkha vâkıf olduğu zamanlar, etra/ında inanca dair kelam münakaşaları yapılıyor, hilâfet işlerine ve geçmiş halifeler ile ashabdan hangisinin daha faziletli olduğuna dair mübahaseler, cedeller oluyordu. İmam Ahmed bu mü­nakaşalara katılmaktan çekiniyor, bu işe dalanları, daldıkları şeyde bırakıyordu. Herkes kendi yaradılışına göre iş görür. Bu münakaşacıları her biri aklısıra İslama bir iş görüyor. Bakarsın sonu güzei çıkar, iyi meyve verir. Bakarsın sonu kısır çıkar, bir hayır getirmez. Bazısının günahı faydasından daha çok, şerri, hayrından daha büyük olur!..

Fakat zaman ve şartlar İmam Ahmed´i daldığı bu din ilimleri dün­yasında kendi halinde, ihtilâf çalkantılarından uzak, pis arzuların çe­kişmesinden azada, fikir sürtüşmelerinden vareste, sakin âleminde bırakmadı. Muhtelif âmillerin akıntısı, onu da başkalarının daldığı yere sürükledi. Bu âmiller edebi ve manevî idi, sonra maddî oldu, meselâ Halife Me´mun, diğer fukaha ve Hadis âlimleriyle birlikte onu da kuvvet zoru ile, Kur´an Mahlûktur demeye, ister istemez bunu söyle­meye zorladı. Me´mun´un zannına göre, bu sözü söylemek din icabıdır, Me´mun´un bunu kabullenmesi gerekir. Sonra mü´minlerin emîri olanın hak bildiği bir şeyi ister istemez söylemeye zorlaması da onun vazifesi­dir,

- İmam; Ahmed, Me´mun´un bu sözünü söylemeyi reddetti. Ondan sonra gelen´ iki halife, Mu´tasım ve Vâsık devirlerinde de bunu söyle­meye yanaşmadı. Bu yüzden yukarıda anlattığımız gibi, o acıklı ve felâketler, belâlar başına geldi. Ondan sonra sünnet imamı oldu, bütün ehl-i sünnet cemaatleri için bir sığınak, bir merci´ sayıldı herkes ona başvurarak Selef-i Salih´in ahvalini, onların sağlam akidelerini, iman edilmesi farz olan şeyleri ondan öğreniyorlardı. Böylece Selef-i Salih´in görüşleri çerçevesinde kalarak, çağdaşlarının kendilerine aşılamak is­tedikleri sapık inançlardan, kötü şeylerden korunmuş ve kurtulmuş oluyorlardı. İmam Ahmed, Selef-i Salih´in temiz âkidesini, münakaşa­lara karışmadan beyan etmeye başladı. Onun vazifesi irşaddı. Doğru inancı beyan ediyor, ortaya çıkarılan sapık fikirlerin batıl olduğunu söy­lüyordu. Bunları bid´at sayıyor, onları reddedip kabul etmemeyi öğütlü-yordu.

İşte bu sebeplerle onun inanca dair görüşleri ortaya çıktı ve onlar naklolundu. Fıkhında selef yolunu tuttuğu gibi, bunlarda da selef yolunu tuttu, Ayet-i Kerime´de geçtiği üzere fitneye kapılarak veya te´vil sev­dasına düşerek Müteşâbih olanlara tâbi´ olmuyor. Kur´an-ı Kerim ve Hadis-i şerifte beyan olunduğu üzere, o gibi hallerde «onlara iman ettik-hepsi Rabbimiz indindedir» diyordu. (Al-i İmran Suresi)


2- Hadis Uleması Ve Ashab Hakkında Görüşleri:



İmam Ahmed de, sünnet ulemasının ekserisi gibi, Ashab-ı Ki-ram´a layık oldukları mevkii veriyor, onlardan hiçbirine dil uzatmıyor, kötülemiyordu. Çünkü onların her birinin Hz. Peygamberin huzurunda bulunma şerefi vardı, onun meclisinde oturmuşlar, onun güzel hidayet ve irşatlarından istifade etmişlerdi. Sonra bu sahabenin ilmini alıp on­lara uyan tabiinin yolunu tutardı. Siyasete dalmazdı. Hükümdarlara bağlanmazdı. Tabiin gibi ilme sarılmıştı. Nasıl ki, tabiin, Hulefai Râşi-din´den sonra gelen hükümdarların idaresinden hoşnut olsunlar, olma­sınlar ona bakmaksızın , ilimle meşgul oldular. Hasan Basri, Sa´id b. Müseyyeb ve diğer bazı âlimler, Emevî idaresinden memnun olmadık­ları halde, yine onlara itaat ettiler, sükûn içinde yaşadılar, cemaatten ayrılmadılar, ilimle meşgul oldular, insanları irşad ettiler.

İşte İmam Ahmed´in tuttuğu yol böyledir. Siyasete karışmamak, devlete karşı gelmeye teşvik şöyle dursun, böyle yanlış bir ayaklanmak­tan halkı sakındırmak. Fakat o zaman ortada birşey dolaşıyordu, hattâ bu, günün konusu olmuştu: Ashab arasında hangisinin daha faziletli olduğunu çekiştirmek. Her yerde, her toplantıda bu konuşuluyordu. Hattâ Halife Me´mun kendisi bile münazara meclislerinde bunu ortaya atıyor, Hz, Ali´nin (Allah ondan razrolsun) diğer ashabdan daha fazi­letli olduğunu beyan ediyor, buna karşı gelenlerle münakaşa yapıyor, tartışıyordu. Hz. Ali´ye bağlılığını fiilen de gösterdi. Nasıl ki, kendisinden sonra hilâfeti Hz. Ali evlâdından birine bırakmak üzere onu veliahd gösterdi. Ancak veliahd gösterdiği zatın,, kendisinden önce ölmesiyle bu iş kapandı. Belki de bu eğiliminden dönmüş olacak ki, hilâfeti kendi­sinden sonra kardeşi Mu´tasım a bıraktı.

İmam Ahmed, Hadis ilminde imam olunca, ashab hakkında Selef-i Salih´in yolunu tuttu ve ashabın hangisi daha faziletlidir? suali ortada dolaştığından, buna dolaylı cevap olsun diye, ashabın derecelerini ve mevkilerini beyan etti. Hilâfete geçme yollarını, onlara itaatin lüzumunu, halifelere karşı ayaklanmanın caiz olmadığını, isyanın ve fitnelerin za­rarlarını anlattı. Böylece onun inanca ait görüşlerini, siyasete ait görüş­lerini bunlarda görüyoruz. Öyleyse onları kısaca beyan edelim:



3- İhtilâf Konusu Olan Mes´eleler:



Bu çağda İslâm inancıyla ilgili bazı mes´eleler ortaya atılıyordu. Bunu yayan büyük İslâm fırkalarıydı, bunları İslâm cemaatleri arasında yayıyorlardı. Halk ise yalnız fıkıh ve Hadis âlimlerine itimad ederdi, onlardan başkalarına sormazlar ve inanmazlardı. Başkalarının o gibi şüpheleri çözeceklerine güvenleri yoktu. Ortadaki mes´eleler şunlardı: İmanın hakikati nedir? Kudret ve irade, insanların fiilleri, Allah´ın iradesi yanında kulun iradesi yani külli ve cüz´i iradeler, günahın iman yanında yeri ve tesiri,büyük günah işleyen kimse ehli kıbleden midir? Cennet´e mi, yoksa cehenneme mi girecek, Allah´ın sıfatları,., başlıcaları bunlar. Bir de mes´eleler mes´elesi yani asıl asrın baş mes´elesi olan ve İmam Ahmed´i acılara boğan Kur´an mahlûk mu mes´elesi, ondan sonra ahirette Allah´ı görmek mes´elesi ki, bunları beş mes´ele halinde özet­lemek mümkün. Şimdi onları sıra ile ele alalım ve İmam Ahmed´in bunlar hakkındaki görüşünü açıklamaya çalışalım:

A- İman


4- İmanın Hakikati Nedir?


Bu mes´eleyi öne aldık. Çünkü bu etrafında münakaşalar yapılan, bir mes´ele halini aldı. Muhtelif fırkalar onu ortaya attı. Cehmiyye´ye göre iman: marifettir, Allah´ı tanımaktır, amel bulunsa da olur. Amel imanda dahil değildir. İz´anın vücubunu tasrih etmezler. Mu´tezile´ye göre imandan bir cüzdür, öyleyse büyük günah işleyen kimse mü´min´ değildir, Allah´ın birliğini ve Hz. Muhammed´in hak peygamber oldu­ğunu tamsa bile mü´min sayılmaz, fakat, kâfir de değildir, iman ile küfür arasında bir menzile de, ara duraktadır. Haricilere göre amel imandan bir cüzdür, öyleyse günah işleyen kimse mü´min değildir, o kâfirdir.

Durum böyle olunca, fıkıh. Hadis âlimleri de bu mes´eleler hak­kında kendi usullerine göre elbette konuşacaklardır. Onların yolu belli, mücerred akla dayanmaksızın kitap ve sünnete itimad etmek, Onlar da aralarında pek büyük fark olmamakla beraber, ihtilâf ettiler. Ebû Hani-fe´ye göre iman: Kesin itikat ve iz´an, kalbleşehadeti di! ile söylemektir.

Yani kalble tasdik, dil ile ikrardır. Amel imandan cüz değildir. İman bir bütündür, mücerred bir hakikattir, varsa tam olarak bulunur, ziyade ve noksanlığı kabul etmez, ne artar, ne eksilir. Hz. Ebû Bekir´in imanı da diğer insanların imanı gibidir. Fakat o amel ile diğer insanlardan üstün­dür, faziletlidir. Diğer aşerei mübeşşere ile birlikte Hz. peygamber onu cennetle müjdelemiştir. Mü´minlerin dereceleri birbirinden farklıdır, bu da amel ile, Allah´ın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmakla olur. İmam Mâlik ise şöyle demektedir: İman tasdik ve iz´andır. Fakat artar. Çünkü Kur´an-ı Kerim, iman eden kullardan bazısının imanının arttığını haber Veriyor. O baştan imanın azaldığını da söylüyordu. Fakat baktı ki, Kur´an imanın sadece arttığını haber veriyor, imanın azaldığını haber vermiyor. Onun için sadece artar, dedi. Ve başka birşey söyle­medi.


5- Onun İman Hakkında Görüşleri:


Ahmed b. Hanbel (Allah ondan razı olsun) bir çok yerlerde tasrih etmiştir ki: İman ikrar ve ameldir. Artar ve eksilir. İbnî Cevzi, Menâkıb´de İmam Ahmed´in şöyle dediğini nakleder: «İman kavil ve ameldir, artar ve azalır. Hayırların hepsi imandandır. Günahlar imanı azaltır. Ehli sünnet ve cemaattan olan mü´minin vasıfları şöyledir.: Allah´tan başka hiçbir Tanrı olmadığına, Onun ortağı bulunmadığına şehâdet etmek, Hz. Muhammed´in Onun kulu ve peygamberi olduğuna inanmak, bütün peygamberlerin getirdiklerini kabul etmek, diliyle söy­lediği bunların hepsini kalbiyle de tasdik etmek ve bu imanına asla şüphe karıştırmamak."[1]

Başka yerde şöyle der: «İman kavil ve ameldir, artar ve eksilir. Artması iyilik yapmakladır, kötülükle de eksilir. Kişi imandan çıkınca İslamda kalır. Eğer tevbe ederse yine İmana döner: Kişiyi, İslamdan ancak Allah´a şirk koşmak çıkarır veya Allah´ın farzlarından birini inkar ve reddetmek çıkarır. Eğer farzlardan birini ihmalden veya üşenerek terk ederse , o Allah´ın dilemesine kalmıştır, dilerse azab eder, dilerse bağışlar.»[2]

Bu sözden çıkan netice şudur ki, ortada üç şey vardır: İman. İslâm, küfür. İslâm, iman ile küfür arasında kalmaktadır. Ve bu iman ile isyanın bir arada bulunamıyacağına işarettir.

Buna göre bir kimse isyan eder, günah işlerse, müslümandır, fakat ona mü´min denemez. Bu konuda o, Mu´tezile´ye biraz yaklaşıyor, fakat derhal de uzaktlaşıyor, zira Mu´tezile´ye göre âsi ve günahkâr olarak ölen bir kimse, ebedi surette cehennemde kalıcıdır. İmam Ahmed ise, günahkâr olarak ölen müslümanın işini Allah´a bırakıyor, Allah dilerse affeder, dilerse azap eder, onun işine karışılmaz. Böylece Mu´tezile´den ve onların görüşünde olanlardan uzaklaşmış oluyor, doğ­rusu da budur.

İmam Ahmed, herşeyde olduğu gibi, bu konuda da nasslara, Kur´an ve Hadisin metinlerine dayanmaktadır. O bu iki esastan başka birşeye itimad etmez, onların gösterdiği yönde yürür ve onlar nereye götürürse, o, oraya varıp durur.



B- Büyük Günah İslemenin Hükmü

6- Günah İşleyenler Hakkındaki Görüşleri:



Büyük günah işleyen bir müslümanın durumu, âlimler arasında, ihtilaflı bir mes´eledir. Hariciler günah işleyeni kâfir sayarlar. Tabiinden olan Hasan Basri onu münafık addeder. Mu´tezile´ye göre o kimse imandan çıkmış, küfre de girmemiş, bu ikisi arasındadır, buna Menzile beyne Menzileteyn derler, onu müslüman sayarlar, mü´min demezler. O kimse ebedi cehennemdedir. İmam-ı A´zam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Şafiî onu mü´min sayarlar ve işini Allah´a bırakırlar, dilerse bağışlar, dilerse azap eder.

Mürcie şöyle der: İman olduktan sonra ma´siyet ve günah zarar vermez. Nasıl ki, küfür olunca taat ve sevap fayda vermez. Allah´ın rahmeti her şeyi kapsamıştır. Böylece Mürcie, facirler, günahkârlar için kapıları ardına kadar açmış oluyorlar. Milal yazan Şehristânî bunlar ehli sünnet Mürciesi, diyor. Bunların görüşü biraz, Ebû Hanife, İmam Mâlik, İmam Şafiî (Allah onlardan razı olsun) görüşlerine benziyor. Onlarca da günahkârın işi Allah´a havaledir, ona kalmıştır. Dilerse bağışlar, dilerse azap eder.

İmam Ahmed {Allah ondan razı olsun) geçmiş fukaha ile bera­berdir, yolu onlardan ayrılmış değildir. Bu hususta ondan naklolunan sözler çoktur. O mü´minin vasıflarını sayarken şöyle diyor: «O bilir ki; gizli işler Allah´a aiddir, emri Allah´a havaledir. Günah işlemekle Allan indinde masum olmaktan kopmuş değildir. Her şey Allah´ın kaza ve kaderiyledir. Hayır, şer hepsi Allah´dandır. Ümmeti Muhammed´den iyiler için Allah´dan ümit kesilmez. Kötülük işleyenler de Allah´ın aza­bından emin olamaz. Mü´min ümid ile korku arasında bulunur. Allah cennetine koyarsa bu onun ihsanıdır, azap ta günah işlemesiyle değil. Allah dilediğini dilediği yere koyar.»[3]

Başka bir yerde şöyle demektedir: «Ehli kıbleden hiçbir kimsenin işlediği amel dolayısıyla cennete veya cehenneme gireceğini söyleye­meyiz. Salih olanlar için iyilik umarız, kötülük yapan günahkârın sonun­dan korkarız, onlar için Allah´ın rahmetini dileriz. Bir kimse, günahta ısrar etmeyerek tevbe etmiş olduğu halde günah ile Allah´ın huzuruna giderse, Allah onun tevbesini kabul eder, çünkü Allah kullarının tevbe-sini kabul edici, günahlarımda bağışlayıcıdır, Bir kimse dünyada iken işlediği kabahattan, günahtan dolayı hak ettiği için had cezası vurulmuş olduğu halde Allah´ın huzuruna giderse, onun işi Allah´a kalmıştır. Dilerse azap eder, dilerse bağışlar.»[4]

Düstur´ül-İman´da şöyle der: «Ehli tevhidden hiçbir kimse kâfir sayılamaz, büyük günah işleseler bile!»[5]

Ondaki müsamahaya bakın ki, bu konuda şu akılcı geçinen Mu´te­zile´ye çıkışıyor, onların günah işleyenleri kâfir saydıklarını naklederek diyor ki:

«Şu Mu´tezile´ye gelince, ehli ilimden gördüklerimizin hepsi ittifak ediyor ki, onlar günahtan dolayı kâfir sayıyorlar, tekfir ediyorlarmış. Onlardan böyle düşünenlerin zannına göre: Hz.Adem kâfir, babala­rına yalancıktan yalan söyledikleri için Hz. Yusuf´un kardeşleri kâfir oluyorlar demektir. Mu´tezile ittifak ediyor ki, bir habbe-tane çalan cehennemdedir, karısı ondan boş düşer, eğer hac etmiş ise yeniden hac´a gitmesi gerekir...»[6]

İmam Ahmed´in, Mu´tezile hakkındaki görüşlerini araştırma duru­munda değiliz. Mu´tezile´yi bu kitaptan başka bir yerde kısaca anlatmış bulunuyoruz. [7] Bu görüşün gerçeği ne olursa olsun, gerçek olan birşey varsa, o da İmam Ahmecfin ehli kıbleden hiç bir kimsenin günahı sebebiyle cehennemde ebedi olarak kalmıyacağı görüşüdür. İmam Ahmed (Allah ondan razı olsun) günahkârların işi Allah´a kalmıştır, der.

Dilerse günahlarından vazgeçip affeder, bu da onun lütuf ve rahmetidir, yoksa mecbur değil. Dilerse azap eder.


7- Namaz ve Terki Mes´elesi:


Bazı nakillerde onun namazı terkedenin inkarcı olduğunu söylediği (geçiyor. Günahların içinden bu günaha böyle bir hüküm getiriyor ve şöyle diyor:

«Ameller içinde terki küfür olan namazdan başka birşey yoktur. Onu terkeden münkir olur. Allah onun kanını helâl kılmıştır.»[8]

Bu sözde birşarabet var. Yalnız namazı seçiyor, bu naklolunuyor, fakat senedi yok. Belki de bundan maksat, inkar sezgisi veren sürekli terketmektir. Kesin surette sabit dini rükünlerden birini terkeden kimse müslümanların icmaile kâfirdir. Çünkü Hz. Peygamberin getirdiği birşeyi inkâr ediyor demektir. Bu sözünü umumi olarak alırsak o zaman bu ayrıcalığın sebebi şudur: Namazın farz olması umumîdir, asla sukutu kabul etmez. Akşam, sabah, gündüz, gece yapılan bir ameldir. İslâmın şiarıdır, ilân edilmesi, açıklanması gereken bir din şiarıdır. Müstümanı kâfirden ayırt eden bir belirtidir. Camiye gelmeyen, namaz kılmayan, onu umursamayan kimse, İmam Ahmed´e göre müslüman zümresin­den sayılmaz. Görüşünü sununla destekliyor: Riddet zamanında ezan, mürtedlerin tövbe ettikleri alâmeti sayılmıştır, ezanın duyulmaması inkar alâmeti idi. Ezan namazı ilân ve ona davettir. Namaz İslâmın belirtisidir, İslama delâlet eden bir alâmet bulunmayan yerde o İslâmın unvanıdır.

Bizim, İmam Ahmed´den naklolunan bu sözü yorumumuz böyle. Onu biraz anlayışa yaklaştırmak istedik, aslında bu nakil zaten biraz gariptir.


C Kader Ve Kullar´ın Tüller! (El ´Al-İ Bad)


8- Kadere İman Hakkındaki Görüşleri:



İmam Ahmedin hayatında en seçkin olan şey. Allah´ın hük­müne mutlak surette teslim olup bağlanmasıdır. O Cenab-ı Hak´kın kaza ve kaderine tamamiyle boyun eğmiştir. Gâib ve hâzırda, geçmiş, gelecek her işde umurunu Yüce Rabbına tevekküle tefviz etmiştir. Fakat, bu hususta tedbiri de elden bırakmaz, her işde gereken hazırlığı yapar. O kuru ümidlere bel bağlayıp çalışmadan hazır bekleyenlerden değildir. Çalışır, elinden geleni yapar ve rabbına tevekkül eder. Kadere inanan bir mü´mindir. Hayır ve şer. kaderle olduğunu bilir. Kadere, hayır ve şerrin, kaderle olduğuna mutlak surette imanı olduğunu gösteren sözleri çoktur. Bu bir mü´minin kalbinde kök salıp yerleşen ve onu amelden asla uzaklaştırmaksızın tevekküle götüren derin ve kuvvetli bir imanın en üstün derecesidir.

Menâkıb n naklinde şöyle dediği kayıtlı:

«Tabiinden, müslümanların imamlarından ve büyük şehirler fuka-hasından yetmiş zat icm´a etmiştir ki, Hz. Peygamber Aleyhisselâmın bu âlemden irtihal ettikleri sırada, üzerinde ısrarla durduğu sünneti şudur: Başta Allah´ın kazasına razı olmak gelir. Onun emrine teslim olmaktır, onun hükmüne sabır etmektir. Allah´ın buyruklarını tutmak, onun yasaklarından kaçınmaktır. Amelde Allah´a ıhlas göstermektir. Hayır ve şer kadere imandır. Çekişmeyi, münakaşayı ve dinde düşman­lığı terketmektir.»[9]

Bu söz de gösteriyor ki. İmam Ahmod (Allah ondan razı olsun) kaza ve kadere, hayır ve şerre, tam inanırdı. Bütün umurda Cenab-ı Hakka teslimiyetle bağlıydı.

Yine anlıyoruz ki. o nizaı, münakaşayı, din mes´elelerinde tartış­mayı caiz ve hoş görmezdi. Bütün din mes´elelerinde olduğu gibi özel­likle kaza ve kader mes´elesini çekiştirmeyi hiç hoş görmez, bundan hiç hoşlanmazdı. Çünkü bunu münakaşa etmek, mes´eleyi çözmez, bir sonuca götürmez, aksine bunun etrafında münakaşa arttıkça, mes´ele daha düğümlenir, çözülmez hal alır. Bu hususta İmam-ı A´zam Ebû Hanife de (Allah ondan razı olsun) aynı görüştedir. Kaza ve kader mes´elesi hakkında onun sözü de aynen şöyledir:

«Bu mes´ele güç bir mes´eledir, insanlar onu nerede çözecekler, ona nasıl güçlen yetecek. Bu kapalı ve kilitli bir mes´eledir, anahtarı kayboldu. Eğer anahtar bulunursa içerideki, o zaman bilinecek. Bunu Allah´tan gelen bir haberci açar, Allah indinde olanı o haber verir, delil ve burhanla beyan eder.»

Kaza ve kader mes´elesini münakaşa etmek üzere kendisine ge­lenlere şöyle demiştir: »Bilmez misiniz, kader mes´elesinde münazara yapan kimse, güneş ışınlarına bakan kimseye benzer, baktıkça gözü kamaşır, hayreti artır».

İmam Ebû Hanife gibi kuvvetli bir zihin ve hadis sahibi münazaracı böyle söylerse! kader mes´elesini münakaşa etmenin mes´eleyi daha güçleştirip kördüğüm haline getireceğini görürse, onu münakaşadan bir fayda ummazsa. Sünnet ve Hadis imamı olup Selef-ı Salih yolunda giden İmam Ahmed´in, bunu münakaşadan kaçınması, elbette daha uygun olur. Ona göre bunu münakaşadan kaçınmak sünnettendir. Şöyle der: «Uyulması gereken sünnettendir: Hayır ve şer kadere iman etmek gerekir, buna dair Hadisleri tasdik etmelidir. Kaderi kurcalayıp bu nasıl vq niçin böyle denilmemeli. Buna inanılır ve tasdik edilir."


9- Kaderîyyenin Görüşüne Karşıdır:


İmam Ahmed, hayır, şer her ne olursa olsun, kaza ve kadere inanır. Herşeyi Allah´ın bildiğini ve takdir ettiğini ikrar eder. İnsanlar yaptıkları şeyleri Allah´ın kudret ve iradesiyle yaparlar. Bu bakımdan Kaderiye fırkasına karşıdır. Onlara göre: İnsanlar, yaptıkları işleri kendi kudretleriyle yaparlar, Allah´ın kudretiyle değil. Allah Teâlâ günahları murad etmez, çünkü onları emir etmemiştir, Allah murad etmediği bir şeyi buyurmaz. Nehyettiği bir şeyi de murad etmez. Onlarca irade ve emir ikisi birdir. Biri bulunmadan diğeri olmaz, birbirinin lâzımıdır. İmam Ahmed. bu görüşte değildir. O cumhur müsliminin ve fukahanın görüşündedir ki: «Allah´ın murad etmediği birşey bu varlıkta asla olmaz, herşey onun irade ve kudretiyle olur, onun iradesi dışında bir şey vukubuimaz. Onun için Kaderiyeyi zem etmiştir. Oğlu Salih bir defa ona

Kaderiyeci birinin ardında namaz kılmayı sordu. Şu cevabı verdi: Ontar: kullar işlediklerini yapmadıkça Allah onları bilmez, diyorlar. Onun ar­dında namaz kılma!»[10]

Ahmed b. Hanbel, Kaderiye´yi böyle zem ettiği, onların yolunu kötü bulduğu halde, onlarla mücadele ve münakaşa yapmadı, onların bu kanışlarının yanlış olduğuna aklı delil getirmeye kalkışmadı. Çünkü ona göre Kur´an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifle sabit olan herşey, başka delile muhtaç değildir. Hadisi şerifler, hayır ve şer kadere imanı bildirmekte­dir. Buna aykırı olan herşey batıldır. Ona göre bu işlerin tafsilâtına dalmak, kelâm ulemasının çıkardığı bir bid´attır. Bu hususta Kur´an-ı Kerim´in ve sünneti seniyyenin haber verdikleri yeter. Arkadaşlarından birine yazdığı mektupta şöyle demektedir:

«Ben kelâm sahibi değilim. Ve kelâm ilminin bunu çözeceğini sanmam. Bu, kitapta ve Hadiste; bir de ashabdan nakil olunanlarda ne varsa onun gibidir. Bunların dışında bu hususta söz söylemek iyi olmı-yan bir şeydir.»[11]





D- Allah´ın Sıfatlar! Ve Kur´an Mahlukmu Mes´elesi

10- Allah´ın Sıfatları, Kur´an ve Hadîste Olanlardır:



Ahmed b. Hanbel, Allah Teâlâ´nın Kur´an-ı Kerim´de zikir olu-nan bütün sıfatları ile, Hadis-i şeriflerde zikir olunan sıfatlarının tama­mına Allah´ın sıfatları olarak kabul eder, bunlarla Cenab-ı Hak´kı tavsif eylerdi. Bu hususta da, bütün işlerinde olduğu gibi Kur´an ve Hadisin nasslarından ayrılmaz, onların ötesine geçmez, başka birşey aramaz­dı. O Cenab-ı Hakkı: İşitir, görür, söyler, kaadir, irade eder, bilir, haber­dardır, hakimdir, azizdir, onun misli yoktur, gibi Kur´an-! Kerim´de zikir olunan bütün sıfatlarıyla tanır ve tanımlar. Oğlu Abdullah, ondan şöyle rivayet eder, Allah´ın sıfatlarını bildiren Hadisler için şöyle demiştir: «Bu Hadisleri olduğu gibi rivayet ederiz.»

O, Allah Teâlâ´nın sıfatlarının künhün´den, mahiyetinden bahset­mez, hakikati nedir, aramaz. Onları te´vil etmeyi de sünnetin dışına çıkmak sayar, eğer sünnetten faydalanarak yapılmıyorsa, sünnetten ayrılmaktır. Ona göre, ayette işaret olunduğu üzere, müteşâbih olanları kurcalayıp eşelemek, bir nevi´ fitne çıkarmaktır, sözde bid´at yapmaktır. Onun için ehli sünnetten olan mü´minlerin vasıflarını beyan ederken: gaypta olan umuru Allah´a havale ederler, diyor. Nasıl ki Hadis-i şerifte beyan buyrulduğu üzere: Cennet ehli, Rablannı görürler, bunu tasdik ediyor, ona misâl aramıyor.

O inanıyor ki Hak Sübhanehu ve Teâlâ kadirdir, evveli yoktur, sıfatlan da böyledir, kelâm sıfatı da onlardandır.


11- Okumak Manasına Olan Kur´an Kadim Değildir:


Kelâm sıfatı kadîm olduğundan, işte bundan, Ahmed´in görüşüne göre, Kur´an´ın kadîm olması, netice itibariyle mahlûk olmaması lazım geliyor. Bu yüzden hayatında başına neler geldi, onları yukarıda anlat­tık. Ancak onun görüşünün ne olduğunu incelemeyi bu bahse bırakmış­tık. Orada öğrendik ki, Ahmed, Kur´an mahlûktur demedi, Abbasi Halifeleri buna davet ediyorlardı, fakat o bunu bir türlü söylemedi. Eğer bunu kabul edip söylemiş olsaydı, istemiyerek de olsa onların dediğini deseydi, başına onca belâlar gelmez, o işkenceleri çekmezdi. Acaba onun görüşü nasıldı? Acaba ona göre okunan, mushafa yazılan, okur­ken okuyanın ağzından çıkan sözler mushaflarda yazılı olan kelimeler de, kelâm sıfatının kadîm olduğu gibi, kadim midirler.Yoksa Kur´an mahlûktur demek sözü, bid´at olduğundan, bu gibi bid´atlart söylemek |uygun olmadığından mı bunu demiyor?

Bu hususta onun kendisinden nakil olunanlar muhteliftir. Onun (görüşünü beyana dalmadan önce şunu diyelim ki: Kur´an, tilâveti, okunması bakımından muhdestir, kadîm değildir. Okunması itibariyle: Kur´an muhdestir, mahlûktur diyen kimsenin sözü şüphesiz yerindedir, doğrudur. Çünkü okumak, okuyanın vasfıdır, Allah Teâlâ´nın vasfı değil. Kur´an´ın okumak manasına da geldiği Kur´an-ı Kerim´de geçmektedir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: «Fecir Kur´ant. fecir okuyuşuna melekler hazır olur.» Buradaki Kur´an el-fecir sabah tanyeri okuyuşu demek­tir. Bu açık birşey, bedîhi bir emirdir, bu ince görüşe, derin araştırmaya muhtaç değildir.

Böyle açık ve bedihi olduğu halde, îbni Kuteybe, bazı kimselerin Kur´an´ın okuyuşu da kadîmdir, dediklerini söyler ve onların bu sözünü şöyle yorumlamaya çalışır: «Okuyuş mahlûk değildir, demek kulların amelleri mahlûk değil demek olur.» Bu daha garip, kulların amelleri mahlûk değildir, bunu kim söyleyebilir? Kulların kendileri zaten mahlûk. Bütün amelleri mahlûktur. Bu söz kaale alınmaz, hikâye ve rivayet de.



[1] Ibni Cevzi, Menâkıb.

[2] Aynı kaynak s. 168.

[3] Ibni Cevzi, Menâkıb, s.165,

[4] Aynı kaynak, s. 176.

[5] Aynı kaynak, s.174.

[6] İbni Cevzi, Menâkıb, 168.

[7] Ebû Hanife adlı kitapta Mu´tezile bölümü (Bu kitap tarafımdan tercüme olunup Diyanet İşleri Başkanlığında basılmıştır.)

[8] İbni Cevzi, Menâkıb, 173. 158

[9] lbnî Cevzi, Menâkıb, 176

[10] İbni Cevzi, Menâkıb, 109.

[11] Aynı kaynak, 156.