sumeyye
Mon 27 September 2010, 03:42 pm GMT +0200
7- AİLENİN ÇOCUK EĞİTİMİNDEKİ YERİ VE SORUMLULUKLARI
A) Ailenin Çocuk Eğitimindeki Yeri
Aile, toplumun numunesi ve onu meydana getiren parçaların en küçüğüdür. Ana, baba ve evlenmemiş çocuklardan meydana geldiği kabul edilen aile kurumunun sağlam temeller üzerine oturması, mutlu ve huzurlu olması, toplumun da mutlu ve huzurlu olması sonucunu doğurur. Dünya hayatına gözümüzü açtığımız, ilk nefesimizi aldığımız, ilk lokmamızı tattığımız, ilk üzüntü ve sevinç duygularını yaşadığımız ve ilk eğitimimizi aldığımız ortam, aile fertlerinin çevrelediği ortamdır. Kişide şahsiyet oluşmasının cereyan ettiği en uzun dönem de aile içinde geçer.
İslâm, aile hayatına büyük önem vermiş, insanları aile kurmaya teşvik etmiş ve huzurlu hayat tarzının ancak aile içinde geçeceğini haber vermiştir. "İçinizden bekarları evlendirin. "[1] diye bir taraftan aile kurmayı teşvik ederken, bir taraftanda aile kurulmasında yardımcı olmayı insanlara bir görev olarak yüklemiştir.
"İçinizden kendisiyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, onun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen millet için dersler vardır." [2]
Bu âyette de Yüce Allah, aile ortamını tarif etmekte, ailenin muhabbet ve rahmet üzerine kurulması gerektiğini vurgulamaktadır. Aile mutluluğu, ancak bu muhabbetin varlığı ile gerçekleştirilebilir. Ayette aynı zamanda, ailede kadından beklenen rolün erkeğini huzura kavuşturacak davranışlar olduğu belirtilmiş, erkeğe ise, huzura kavuşabileceği yegâne ortamın ancak aile yuvasında mevcut olduğu haber verilmiştir.
İslama göre aile, fertleri arasında sevgi ve muhabbetin var olduğu, erkeğin saadet ve huzuru yuvasında aradığı, kadının ise 'kocasını rahat ettirip huzura kavuşturmak için çırpındığı şartlarda gerçekleşir. Bu şekilde, duygusal sınırları çizilen ailenin, saadet ve mutluluğu kolayca elde edeceği muhakkaktır. Ailede karı ve koca arasında hasıl olan muhabbet, bu mutluluğun anahtarıdır. Bu muhabbet insana, eşini ana-babasından, kardeşlerinden daha kıymetli bir duruma getirir. İşte bu durum, Allah'ın azamet ve kudretine en büyük delildir.[3]Bir ailede sevgi ve muhabbetin var edilebilmesi ve sürdürülebilmesi için genellikle şu şartlar öngörülmektedir. [4]
1- Aile fertlerinin tümünün birbirleri karşısında, "değerli" olabilmeleri,
2- Birbirlerine güven duyabilmeleri,
3- Yakınlık ve dayanışma içinde olmaları,
4- Sorumluluk duymaları (anne-baba rolünü gerektiği gibi oynamaları)
5- Zorluklarla mücadele ederek onların üstesinden gelebilmeleri
6- Kendini gerçekleştirme ve mutluluk içinde yaşama için uygun ortamı oluşturabilmeleri
7- Sağlıklı bir manevî yaşama sahib olmaları
Aile ortamı bu ihtiyaçları karşılamalıdır. Yoksa sistem sağlam temeller üzerine oturmamış olur. Dolayısıyla da sevgi ve muhabbet ortamı oluşmaz.
Evlenmenin temel gayesi ve insana asıl faydası, evlât yetiştirmektir. İnsana şehvet duygusu ve evlilik kurumu, nesli yaşatmak ve âlemi insan oğlundan boş bırakmamak için verilmiştir. [5] Allah Teâlâ insan neslinin devamını, bu duygunun hukukî tatmin yeri olan aile kurumu vasıtası ile gerçekleştirmiştir.
Tabiî âlem gibi, insan iradesini de hükmüne tâbi tutan ezelî bir nizam vardır. Bu ilâhî nizam olmasa idi insan nesli kalmazdı.
Erkek-kadın arası cinsî cazibe, neslin bekasını, doğan çocuklara anne ve babalarının tabiî sevgisi ise, bu nesillerin bakımını sağlamakta[6] ana ve babanın, çocuklarına karşı olan bu tabiî hisleri, insana çok zor gelen bu bakımın onlar tarafından istenen ve aranan, hatta olmadığı zaman tatminsizlik doğuran bir zevk haline dönüşmesine sebep olmaktadır. [7]
Kur'an-ı Kerim'de, çocuk sahibi olma duygusunun insana, olduğundan daha güzel gösterildiği beyan edilmektedir. [8] Ayrıca, çocuğun ana ve baba için neler ifade ettiği şu âyette açık seçik gösterilmiştir:
"Mal ve çocuklar, dünya hayatının süsüdür." [9]
Ana-babası için her şey demek olan bir çocuk için de, ana ve babası her şeydir. Yani, anne ve babanın çocuklarına sevgisi karşılıksız değildir. Çocuk da anne ve babasını çok sever. Aile ortamı, çok duygu yüklü bir ortamdır. [10] Bu bakımdan, çocuk eğitiminde etkili olan faktörlerin başında aile gelmektedir. Küçüklerin bakımı ve terbiyesi, ana ve baba için hem hak hem de vazifedir. [11] Gerçek şudur ki, çocuğun hem ruhen, hem bedenen gelişmesi için en iyi ortam aile ortamıdır. Çocuk, ihtiyaç hissettiği sevgi, şefkat ve ilgiyi ancak ailenin sıcak yuvasında bulabilir. Bu durumun en canlı delili, fevkalâde maddî imkanlara sahip bile olsa, çocuk bakımı ile ilgilenen müesseselerin ailenin yerini tutmadığının kesinlikle tesbit edilmiş olmasıdır. Bundan dolayı bu tip kurumlara, ancak son çare olarak başvurulması düşüncesi, genelleşmiş bir kanı olmuştur. [12]
Kur'an-ı Kerim, eskiden beri bilinen bu gerçeğe, Hz. Musa'nın çocukluğunu anlatırken temas etmektedir. Firavun'un öldürtmesi korkusundan dolayı, annesi tarafından bir sepet içinde Nil Nehri'ne bırakılan Hz. Musa, sarayın önünden geçerken bakıcılar tarafından görülür ve saraya alınır. Firavun ve ailesi tarafından çok benimsenen Hz. Musa, bakıcı kadını, bütün gayretlere rağmen emmez. O sırada Hz. Musa'nın annesi, çocuğa bakmak için kızı vasıtası ile saraya müracaat eder. Hz. Musa bu yeni bakıcı kadını emer. Böylece Hz. Musa'nın, bakımı, gözetimi ve terbiyesi için annesi görevlendirilir. Bakımı ve gözetimi için çocuğun annesine iade edildiğini bildiren bu ayetler şöyle son bulur.
"Böylelikle biz onu, anasına, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allah'ın vadinin gerçek olduğunu bilsin diye geri verdik. Fakat yine de pek çoğu (bunu) bilmezler."[13]
Kur'an çocuğun eğitilmesinde ana-baba-çocuk ilişkilerinin önemine, baba ile çocuk üzerine yemin ettiği şu ayetlerde de temas eder.
"Bu beldeye -ki sen bu beldedesin, babaya ve ondan meydana gelen çocuğa yemin ederim ki, biz insanı (yüz yüze geleceği bir çok) zorluklar içinde yarattık." [14]
Kur'an'ın çok önemsediği şeyler üzerine yemin ettiği bilinen bir gerçektir. Bir şeyin önemi vurgulanırken genellikle Kur'an onun üzerine yemin ederek bu işi gerçekleştirir. İşte bu önemsediği hususlardan biri de baba ile çocuğun her türlü ilişkileridir. Bu ilişkilerin başında da şüphesiz çocuğun bakımı ve eğitimi gelir. Zaten ayetin devamında zikredilen "nice zorluklar’ın kapsamına giren hususlardan birisinin de -ayetler arasındaki anlamca uyum kuralına göre- baba-çocuk ilişkileri yani çocuğun eğitimi olduğunu söyleyebiliriz.
Günümüzde, çocuk eğitimi konusunda aile unsurunun ne derece önem taşıdığı konu ile meşgul olan herkes tarafından anlaşılmış ve eğitimle ilgili tüm faaliyetler bu gerçek üzerine bina edilmiştir. Hatta bu konuda o kadar ileri gidilmiştir ki çocuğun hastalığı, iştah durumu v.b. gibi tıpla ilgili konularda bile, annenin tabii sezgisi ile tecrübeli kişilerden daha isabetli kararlar vereceği, konunun en yetkili kişileri tarafından söylenmektedir. [15]
Çünkü bir anne çocuğunu başka hiç kimsenin bilemiyeceği biçimde tanır. Bundan dolayı bazı eğitimciler, okudukları ile duygularının ters düştüğü durumlarda anneye, duygularının gösterdiği yolu izlemesini tavsiye eder. [16]
Annenin, çocuğun bakımı ve eğitimi için önemi, çocukla annenin çeşitli sebeplerle meşgul olamaması halinde ortaya çıkan durumları anlatmak üzere eğitime "anne yoksunluğu" kavramını getirmiştir. Annenin, çocuğun hayatından çekilmesi, çocuğun tüm dış dünya ile ilişkisini kesmesine ve küsmesine sebep olur. Fransa'da Dr. Spitz tarafından 123 çocuk üzerinde yapılan araştırmalar, anne yoksunluğunun, çevreye ilgisizlik, bedensel ve ruhsal gelişim bozukluklarına sebeb olduğunu ortaya çıkarmıştır. II. Dünya Savaşında ana-babalarını kaybeden çocukların en iyi eğitimcilerin elinde yetiştirildikleri ve her türlü ihtiyaçları temin edildiği halde gelişim bozuklukları gösterdikleri tesbit edilmiştir. İlerdeki yaşlarda çeşitli bunalım belirtileri gösteren, intihar girişiminde bulunanların büyük bir bölümünün küçük yaşta annelerini kaybettikleri saptanmıştır.
Ailede özellikle anne çocuk ilişkisi çok yoğun duygularla yaşanır. Annesi ile beraber olan çocuklarla, anneden ayrı yetiştirilen çocuklar arasındaki farkların tesbiti için araştırma yapmak büyük bir gaddarlık olacağından doğrudan böyle bir araştırma yapılmamıştır. Fakat bir başka sebeple, insanlığın ilk ve asıl dilinin ne olduğunu tesbit etmek için Rusya Kralı II. Frederik'in yaptırmış olduğu deney, tesadüfen bu konuda bize bir fikir veren bir araştırmaya dönüşmüştür. Bu araştırmada insanlığın ilk dilini tesbit etmek için anneden ayrı tutulan çocuklar, sütanneye ve hemşirelerin bakımına terkedilir. Bu bakıcılar çocukları doyurur, her türlü bakımlarını yaparlar, fakat onlarla hiç konuşmazlar. Böyle büyüyen çocuklar sonuçta hangi dili konuşurlarsa veya eşyaya ne ad verirlerse insanlığın asıl ve ortak dilinin o olduğuna karar verilecekti. Sonuçta ise bütün bebeklerin öldüğü görüldü. Bu durumun en güçlü muhtemel sebebi olarak da çocukların anne sevgisi ve şefkatinden mahrum olmaları hususu düşünüldü.[17]
Çocuk yetiştirme yurtlarında ve bakım evlerindeki durum da pek farklı gözükmemektedir. Buralarda büyüyen çocuklarda da ruhsal bozukluklar görülmektedir. Bu nedenle diyebiliriz ki, ana-baba tarafından çocuğa gösterilecek sevgi, çocuk tarafından hiç bir zaman bir aşırılık olarak kabul edilmeyecektir. [18]
Çocuğu büyütme ve yetiştirmede ana-babanın çocuğu sevmesi ve benimsemesi ilkesi psikolojiye "psikolojik ana-baba" terimini sokmuştur. Helen Deutsch çocuğu dünyaya getiren ana-babaya biyolojik ana-baba adını vermekte, kendilerinde analık-babalık nitelikleri bulunan ana-babaya da psikolojik ana-baba demektedir. Psikolojik ana-babaların başlıca özelliği, sevme yeteneğine sahip oluşlarıdır. Sevginin etrafında dizilen şefkat, hoşgörü anlayış, saygı, destek olmak, yol göstermek gibi nitelikler de psikolojik ana-babanın diğer nitelikleridir[19]
Çocukları ile iletişimini olumsuz kuran veya hiç kuramayan ana-babalar da psikolojide "reddeden ana-baba" terimi ile adlandırılır. Reddetmenin göstergeleri ihmal, hor görme, istememe gibi davranışlardır. Az da olsa görülebilen bu ana-babalar, aslında acınacak yaratıklardır. Onların reddedişi kendi hayatlarındaki trajedinin çocuklarına yansıtılmasından başka bir şey değildir. [20]
Ayrıca yapılan başka bir araştırmada çocuklarına karşı tutumları ölçüt olarak alındığında ana-babalar şu gruplara alınarak tasnif edilmiştir. (Lafore 1945)
a) Dikdatörler: Otoriteyi ve boyun eğmeyi öne çıkaranlar
b) İşbirlikçiler: Karşılıklı saygıyı öne çıkaran, herşeyi açıklayan ve kayıtsız şartsız boyun eğmenin gereğine inanmayanlar
c) Kararsızlar: Duruma göre tavır değiştiren ve kötü durumlar ortaya çıktığında bocalayanlar
d) Yatıştırıcılar: Uzlaşmayı öne çıkaran ve çocuktan çekinenler. [21]
Bunlardan diktatör ve yatıştırıcı tutumlar pek de hoş olmayan tutumlardır. Hiçbir ana-baba bu gruplara girmek istemez. Ayrıca çok iyi ve hassas ana-baba olma isteğiyle yanıp tutuşuyor bile olabilirler. Fakat tutumları onları bu kategorilere sokmayı gerektirmektedir. Kararsızlar ise, kendilerini yetiştirmek isteyen ana-babalardır.
Bu konuda en iyi yolu tutan ana babalar işbirlikçilerdir. Onlar takındıkları tavır ve izledikleri yolda, çocuğun isteklerine esir olmadıkları gibi onu büsbütün de dışlamamaktadırlar. Çocukla işbirliğine girebilmektedirler. Bu yaklaşım, çocuk eğitimin temellerinden birisidir. Her ana baba olaya katılmalı, gözlemci olabilmeli, olayı bir de çocuk açısından değerlendirebilmelidir. Çünkü çocuk "Anneme göre fermuar, giysilerini kapamaya yarar. Ama bence fermuar, ufacık rayların üstünde gidip gelen mini mini bir trendir.[22] diyen bir varlıktır.
Çocuk bütün bu fonksiyonları sebebi ile ana babaya, özellikle anneye ihtiyaç hisseder. Anne yoksunluğunda alınacak en iyi tedbir hemen bu boşluğu dolduracak birisinin bulunarak çocuğun ona yönelmesini sağlamaktır. [23]Ailenin eğitimindeki önemli yeri çocuk bakım evlerine de yeni bir düzen verilmesine sebep olmuş aile ortamının temini için çocuklar 8-10 kişilik küçük gruplara bölünmüş, böylece çocuklara, aile içinde kardeş rolü oynayacakları ortam temin edilmiştir. Çocukları bu şekilde gruplara ayıran bakımevlerinde, her çocuk ünitesinin başına anne ve baba rolü oynayan çiftler getirilmiş, böylece bakım evlerine, ailedeki sıcak ve şefkatli ortam kazandırılmak istenmiştir. [24]
Bu konuda zikre değer bir diğer hadise, Sovyet Rusya'da aileyi reddeden uygulamanın başarısızlığıdır. Komünist sistemin gereği olarak, aileyi ortadan kaldırmak için tavsiye edilen serbest birleşme ve bunun sonunda dünyaya gelen çocukların bakım ve gözetimi için kurulan yuvalar, ailenin yerini tutamamış, son zamanlarda bu saçma uygulamadan vazgeçilmiş, Marx'ın görüşlerine aykırı olduğu halde, aile müessesesine eski itibarı iade edilmiştir.[25]
Zaten bakımevleri bazılarına göre en yoksul aile yuvasından daha kötüdür. Buralara bırakılan çocuklar talihsiz, bahtsız, kara yazılı çocuklardır. Bunlar hakkında ne kadar tasalanılsa yeridir[26] denecek kadar çocuk eğitimi açısından olumsuz görülen kuruluşlardır.
Günümüzde sosyal bilimlerdeki gelişmeler, günlük hayata sosyal değişmeler şeklinde yansımakta, böylece toplumun bir parçası olan kadının, sosyal hayattaki rolü ve yeri değişmektedir. Geçmişin ev kadını ve anne rolünü üstlenen kadın tipi, yerini çalışan, toplumsal roller üstlenen kadın tipine bırakmaktadır. Özellikle ihtiyaçların çoğalması gibi zaruretlerin yanında eğitim ve medya da bu değişimde önemli rol oynamaktadırlar.
Özellikle ülkemizde son yıllarda çok büyük hız kazanan sosyal değişme, aile içinde kadının yeri ve annelik rolünü de etkilemiş, geleneksel Türk annesinin yerini ve konumunu değiştirmiştir. Görünen odur ki bu değişim sürecektir. Çünkü toplumun en muhafazakar kesimleri bile bu değişikliği yaşamaktadır.
Değişen anne çocuk ilişkileri, mesafeli dikey ilişkiler olmaktan çıkıp esnek, yatay ilişkiler haline dönüşmekte, otorite ve disiplin anlayışları değişmektedir. Bu durumda olayı seyretmek yerine yönlendirmek ve boyutlarını tayin etmek için çaba göstermek gerekmektedir.
Toplumsal değişme Türk toplumunda da kadının yeri ve rolünü değiştirmiş, onu daha bağımsız ve ilgileri, daha geniş bir alana yayılmış bir kişi olarak ortaya çıkarmıştır.
Kadının toplum içindeki yeri ne kadar değişirse değişsin veya ne olursa olsun, bütün bunlar, onun anne oluşunu hiçbir zaman ikinci plana atmaz. O, daima her işin önünde ve üstünde "anne" olmayı benimsemiştir. Hayat, bu hükmün örnekleri ile doludur. Bilimsel araştırmalarda sonuçta bunu ortaya koymaktadır. Leyla Navaro'nun deyişi ile "analık babalık mesleği, 20 yıl, günün 24 saati hemen hemen tatilsiz icra edilen bir meslektir."
Her ana baba, analık babalık mesleğini öğrenmek zorundadır. Bunun da en verimli ve en kestirme yolu bilime başvurmaktır. Yoksa anne ve babalar kural koyma konusundaki otoritelerini sadece tecrübe, görüş ve anlayışlarından türetmek zorunda kalırlar. Bilimsel verilere başvurmak, çocuğuna saygı duyan ve bu saygının gereği olarak analık babalık sorumluluğunu üstlenen herkes için zaruridir. Yoksa çocuklarına saygılarını kaybederler.
Annelik babalık öğrenilebilir bir sanattır. Bir çocuğu "hiçbir şey bilmez" bir halden yetişkin, kişilik sahibi bilgili bir insan haline getirmede önemli bir rol sahibi olmanın getirdiği sorumluluk, anne babayı bu konuda çaba göstermeye itmelidir. Ne yazık ki bu konuda ülkemizde anne babalara yol gösterecek, yardımcı olacak kurum veya kuruluşlar çok azdır. Zaman zaman çeşitli kurumlar tarafından açılan anne baba okulları fizik boyutları itibariyle sınırlı kalmaktadır. Bu konuda uzmanlar, genellikle kitaplar ile insanlara yardımcı olmaya çalışmaktadır. Bu kitap da bu yönden ortaya konan çabalara ve özellikle aile içinde gerçekleştirilen din eğitimine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır.
Genellikle kuramsal bir yapısı olan çalışmamız, olgu ile birleştirildiğinde daha bir açıklık ve güç kazanacaktır. Kuramsal yapı ile olgunun birleştirilmesi hiç bitmeyeceği için bir noktadan işe başlamak gerekmektedir. A.T. Jersild kuramsal bir yaklaşımın faydalı olabilmesi için şu şartları ileri sürer:
a) Belli bir sonucu ortaya çıkaran ve bilinen etmenleri kapsayan genel bir ilke ortaya koymalı
b) Doğruluğu sınanabilen bir varsayım (hipotez) kurabilmeli
c) Eski varsayımları eleştirerek yeni alanlar bulmak için hayal gücünü zorlamalı
Bu hususlara dikkat etmeye çalıştık. Ne kadarını başardık okuyucunun takdirine bırakıyoruz.
Olgu ile birleştirilmesi için de şu anda muhtelif yaşlarda çocukları olan 50 anne ve 20 baba ile işbirliği yapılmakta, ortaya çıkan hususlar tesbit edilmeye çalışılmaktadır. Yapılan bu çalışmanın sonucu da ilerde okuyucuya ulaştırılacaktır.
Aile çocuk eğitiminde, iki açıdan vazgeçilmez bir kurumdur. [27]
1- Duygusal Ortamın Yoğun Oluşu:
Aile, duyguların oluşturduğu bir ortamdır. Çocuğa karşı da anne-babada oluşan sevgi, bu ortamı daha da yoğunlaştırır.
Duygusal ortamın varlığı ancak birbirlerini seven, birbirlerine saygı duyan, rahmet ve merhamet ilkelerini gözeten ailelerde mümkün olur. Türkçemizde yuva kelimesi ile anlatılan bu durum, ailenin sağlıklı yürütülmesinin temel unsuru olduğu gibi, çocuğun iyi eğitilmesinin de Ön şartıdır. Ancak bu ortamı temin eden ana-babalar, aile ortamının avantajlarından yararlanabilir. Çocuklarını bu ortamda uygun şartlar altında eğitebilirler. Kur'an ailenin bu durumuna şu ayetle temas eder.
"Kaynaşmanız için size, kendi cinsinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve rahmet var etmesi onun (varlığının) delillerindendir. "[28]
Bu sevgi ve rahmet ortamı büyük çapta çocuğun eğitimine de yansır: Belirleyici rol oynar. Ana-baba, çocuk arasındaki yoğun duygusal ortam giderek çocukta, "İç ana-baba" terimi ile karşılanan bir mekanizma oluşturur. Çocuk, içerik kazandırdığı bir ana-babayı sürekli içinde hisseder. Bu ana-baba çocukta dış dünyayı ve toplumu temsil eder. Toplum kurallarının bekçiliğini yapar. Çocuk bu kurallara aykırı bir şey yaptığında iç ana-baba, ona kendisini suçlu hissettirir. Çocuğun kendine özgü psikolojik yaşamını belirleyen iç çocuk ile iç ana-baba arasındaki iletişimin dengeli oluşu, ancak çocuğun sağlıklı bir gelişim ortamında büyümesi ile oluşur. Yoksa denge sarsılır.[29]
Duygusal ortamın varlığı çocuğun gelişiminde şu noktalarda önem kazanır.
a) Çocuğa güven duygusu aşılar
b) Grup içinde dengeli bir üye olmasını sağlar
c) Sosyalleşme için uygun bir ortam oluşturur
d) Örnek davranış biçimleri oluşturur
e) Ona rehberlik eder
f) Sosyal uyum konusunda karşılaştığı güçlükleri çözümler
g) Yeteneklerini uyarır ve geliştirir
h) Yeteneklerine uygun merak ve istek gelişimine yardım eder[30]
Duygusal etkileşim noksanlığı, şu alanlarda olumsuz sonuçlara yol açar.
a) Bebeğin büyüme ve gelişimini geciktirir, hatta engeller.
b) Motor gelişim belirtilerinde gecikme görülür
c) Dil gelişimi gecikir. Konuşma bozukluğu ortaya çıkar.
d) Zihinsel gelişim gecikir. Öğrenme ve akıl yürütme gelişimi etkilenir.
e) Sosyal gelişme gecikir. Saldırganlık ortaya çıkar. İçe dönük ve bencil bir kişilik oluşur. [31]
Ailedeki sevgi eksikliği çocuk suçluluğunun da önemli sebeplerinden biridir.[32]
Aşırı bir anne-baba sevgisi de benzeri bir takım olumsuzlukların ortaya çıkmasına yol açar. Aşırı ilgi ve düşkünlük çocuğun sadece kendisiyle ilgilenmesine, devamlı korunup gözetilmeye alışmasına, bunlar olmadığında da kendisini açıkta ve yalnız hissetmesine yol açar. Bu konu eğitime engeller bölümünde ele alınmıştır.
Bu ortamı temin edemeyen aileler sık sık münakaşa, hatta kavga edeceklerinden ailenin nimetlerinden faydalanamayacakları gibi çocuğun eğitiminde de duygu yüklü ortamı temin edemeyeceklerdir. Sık sık kavga ve gürültü yapan aileler, hele bu durumlarını çocuğun önünde sergilerlerse eğitim açısından çok olumsuz sonuçları olan bir hata yapmış olurlar.
Sözün burasında problemli evliliklerin genellikle ulaşacağı son nokta olan boşanmanın çocuk üzerinde etkisini ele almak istiyoruz.
Boşanma karmaşık bir olgu olduğu için, çocuk üzerindeki etkisini tesbit etmek de kolay değildir. Boşanma, birdenbire ortaya çıkmayan, bir süreç gerektiren bir durumdur. Geriye doğru çok huzursuz günleri kapsayan bu sürecin sonu olarak boşanma, ani bir kırılmaya, bir şok etkisine sebep olabileceği gibi az da olsa büyük bir rahatlama olarak da görülebilir. Yapılan araştırmalarda boşanmanın tek başına olumsuz bir etken olarak ortaya çıkmadığı tesbit edilmiştir.[33]
Boşanmadan sonra yapılan yeni evlilikler çocukları daha büyük bir sorunla, yeni bir anne veya babaya (üvey) alışma sorunuyla başbaşa bırakırlar. Bu durumda da çocuklar kişisel özelliklerine göre tepki ortaya koyarlar. Ruhi baskılar, ikizli duygular, eve bir türlü ısınamama, bağlanamama gibi durumlar ortaya çıkabilir. Genel olarakda erkeklere göre kızların tepkileri daha sert olmaktadır[34]
2- Çocuğun Eğitilmeye Son Derece Uygun Bir Yaşta Olması
Zaman ve zamanlama eğitimde başarının anahtarı olan iki kavramdır. Bir atasözümüzde bu gerçek çok canlı olarak vurgulanır.
"Ağaç yaş iken eğilir."
Çocuk aileye bağımlı olduğu dönemde eğitilmeye son derece müsaittir. Henüz kötü, hiç bir alışkanlık elde etmemiştir. Bu durum ailenin avantajıdır. Yazı tahtasını temizleme zahmeti yoktur. Beyaz bir levha olan çocuğa, istenilen yazının yazılması mümkündür.
Ana-baba çocuğunu yetiştirirken ona kazandıracağı kavramları büyük bir sorumluluk duygusu ile seçer. Onları yorumlar ve değerlendirir. Çevredeki gelenekleri ve kültürel hayatı bir süzgeçten geçirerek çocuğa intikal ettirir. Dolayısıyla çocukta oluşan değer yargıları, ailenin yönlendirmesiyle oluşur. Denilebilir ki çocuğun yetiştiği ailenin yapısı, genişliği, sosyo-ekonomik ve kültürel düzeyi, çocuğun duygusal ve toplumsal gelişmesini etkiler ve şekillendirir.[35]
B) Ana Babanın Çocuğa Karşı Sorumlulukları
Dünyaya, hiçbir şey bilmeyen bir varlık olarak gelen insanoğlu, canlılar içinde uzun müddet bakım ve gözetime ihtiyaç hisseden tek varlıktır. Bütün yaratıkların içinde büyüme ve gelişme süresi en uzun olanı insan yavrusudur. Kendi kendine bırakılırsa kısa bir zaman sonra ölür. [36]Bu bakımdan, bakım ve gözetimimin başka kişiler tarafından yapılması şarttır. İşte bu hem zahmetli ve ayrıca da masraflı işin yapılmasını Allah Teâlâ insanlarda oluşturduğu analık ve babalık duyguları ile gerçekleştirirken, bu hususun aynı zamanda onların sorumluluğunda olduğunu da beyan etmiştir.
Çocuk eğitiminde ana-babanın bu sorumluluğu hissetmesi çok önemlidir. Bu sorumluluğu duymayan ana-baba, çocuğunu ihmal eder. İhmal, çocuk eğitiminde en büyük suçtur. Hatta denebilir ki, bu sorumluluğu hissedip çocuğa kötü davranan hatta reddeden ana-baba, ihmal eden ana-babaya göre daha olumludur. Çünkü ilgilenirken kötü davranmak bile hiç ilgilenmemekten daha iyidir. Zaten reddedilen bir çocukda ihmal edilen çocuğa kıyasla üstün durumdadır. [37]
Kur'an-ı Kerim'in ana ve babaya, çocuğun eğitimi konusunda yüklediği sorumluluklar şöyle sıralanabilir:
1. Evlilik öncesi sorumlulukları (Eş seçimi).
2. Hamilelik dönemi sorumlulukları.
a. Psikolojik ve duygusal hayatın düzenlenmesi
b. Çocuğu yaşatma
3. Doğum sırasındaki sorumlulukları
4. Doğumdan sonraki sorumlulukları.
a. Çocuğun bakımı ve gözetimi.
b. Çocuğun eğitimi. [38]
1- Evlilik Öncesi Sorumlulukları (Eş seçimi)
Çocuk gelişimine ilişkin çalışmalar, yakın zamana kadar çocuğun eğitiminin doğumla birlikte başlatılmasını uygun görürken, son zamanlarda elde edilen bilgiler, doğumdan sonraki gelişim biçimini etkilemesi nedeniyle doğumdan önceki döneme de önem verilmesinin gereğini ortaya çıkarmıştır.[39] Çünkü çocuğun gelişiminin boyutları, onu dünyaya getiren ilk hücre tarafından önemli derecede tayin edilir. Bu sınırların onun eğitimi için gözönünde bulundurulması, hem mümkün hem de gereklidir.[40] Biz de Kur'an'a göre çocuğun eğitimini doğum öncesinden başlatmayı uygun gördük. Doğum öncesi eğitimle ilgili faaliyetlerde eş seçimi öne çıkmaktadır.
Kur'an'ın sınırlı da olsa, kalıtıma temas etmiş olması, bize, onun kişilere evlenirken dikkatli olmalarını ve eşlerini seçerken titiz davranmalarım, onlarda bazı özellikler aramalarını zımnen tavsiye ettiğini düşündürmektedir. Bu tutum kurulacak ailenin sağlam temeller üzerine bina edilmesi, açısından olduğu kadar, doğacak çocukların ana ve babalarından alacakları bazı özellikler yönünden de son derece önemlidir. Buna göre çocuğun terbiyesinden birinci derecede sorumlu olan ana ve babanın, çocuğun eğitimi ile ilgili tedbirlerini nikah öncesinde, evlenmeye karar verirken başlatması gerekmektedir.[41]Bunun birinci sebebi kalıtımdır.Çünkü kalıtım, zekayı, kişilik yapısını ve davranışları etkilemektedir. Çeşitli yetenekleri doğumdan önce durgun enerji mâhiyetinde üzerinde taşıyan[42] ana-baba adayları mesela soylarındaki yüksek zekaya bakarak eş seçerlerse ortaya çıkacak nitelikleri tahmin etmek daha kolay olur. [43]
Kur'an'da kalıtımın varlığına açık seçik temas eden bir ayet yoktur. Ancak şu ayetlerin kalıtıma işaret ettiği söylenebilir.
"Ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık. Peygamberliği ve kitapları onun soyundan gelenlere verdik." [44]
Ayetin öncesinde Hz. İbrahim anlatılmakta, onun iyi ve salih bir kimse olduğu ve çevresindekileri eğitmek için bir takım çabalar gösterdiği belirtilmekte, peygamberliğin de onun soyundan gelenlere verildiği bildirilmektedir. Bu ayet peygamberliğin kalıtımla olan ilişkisini açıkça vurgulamaktadır. Ayetteki kitab tabirini de eğitim bilgisi, eğitme yeteneği, eğitim metodları olarak anlamak da mümkündür. Kalıtıma temas eden bir diğer ayet şudur:
"Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar. Yalnız ahlaksız, nankör kişiler doğururlar. [45]
Bu ayette de Hz. Nuh'un ağzından, kafirlerin ahlaksız kişiler doğuracağı belirtilmektedir. Hz. Nuh'un bu tesbitinin Kur'an tarafından doğrulandığı Kur'an'da açıkça belirtilmemektedir. Fakat, onun isteğine uygun olarak, kavminin helak edildiğine bakılırsa bu tesbite hak verildiği söylenebilir.
Kalıtıma işaret eden başka bir ayet de şudur:
"Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında da onlara ait bir hazine vardı. Babaları ise iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rablerinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar." [46]
Bu ayette de kalıtım açıkça belirtilmemekte, fakat babalarının iyi bir kimse olması sebebiyle çocuklara yardım edildiği bildirilmektedir.
Bu ayetten bir önceki ayet ise, kalıtımın aksine bir durumdan bahsetmektedir.
"Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk."[47]
Burada mümin ve salih bir ana-babanın azgın ve isyankar oğlundan bahsedilmektedir. Bu durum ise, kalıtımın aksine sonuçları olan bir durumdur. Gerçi bu ayette çocuğun davranışlarının ortaya çıkıp çıkmadığı belli değildir. Hatta çocuk hakkında (ğulam) kelimesi kullanıldığından ergenlik çağına girip girmediği de belli değildir. Onun için tefsirler çocuğun ilerde böyle bir insan olacağından söz edildiğini söylemektedir. [48]
Kur'an'da kalıtıma açık olarak temas eden ve Hz. İbrahim'in zürriyeti ve İmran'ın soyundan gelenlerin diğer insanlardan üstün yaratıldığını haber veren bir ayet vardır. Bu ise, çok özel bir durumdur.
Konu bir başka ayette şöyle geçmektedir:
"İyi toprak -Rabbının izniyle- bitki verir. Çorak toprak kavruk bitki çıkarır." [49]
Âyette geçen "iyi toprak", "çorak toprak" terimlerini zahirî olarak toprak mânâsına tefsir edenler olduğu gibi, bazıları "iyi insan","kötü insan"[50]bazıları da iyi toprağı "mümin", kötü toprağı "kâfir"[51] olarak tefsir etmişlerdir. Biz ikinci yorumu tercih ediyoruz. Âyette kastedilen mânâya göre, yapılan evliliklerden kavruk bitkilerin çıkmamasının ancak toprağın (evlenilecek kişinin) iyi olması ile mümkün olacağı beyan ediliyor. Ayetin kalıtıma işaret ettiği söylenebileceği gibi eğitime işaret ettiği de söylenebilir. Öyle ise, eğitimde eş seçimini öne çıkartan ikinci husus eğitim ve kültür çevresidir. Bir anne veya baba adayı eşini seçerken onun yetişme tarzını ve yetiştiği çevreyi incelemelidir. Çünkü insan bir yönden kalıtımın ürünü olduğu gibi, bir yönden de eğitim ve çevrenin ürünüdür. Ayetin, eğitilmiş iyi anne-babanın çocuklarını iyi eğitecekleri için çocuklarının da iyi olacağını, kötü anne-babanın ise çocuklarını iyi eğitemiyeceklerinden iyi çocuk yetiştiremiyeceklerini haber verdiği söylenebilir. Her iki durumda da kişinin eş seçiminde titiz davranıp doğru karar vermesi şart gözükmektedir. Eş seçiminde titiz davranmak, ailenin devamı için olduğu kadar, anne ve babadan oluşan bir ortamda eğitim göreceğinden çocuğun eğitimi açısından da son derece mühimdir. İşte bu âyette bu mühim karar sırasında çocuğun terbiye ve sıhhatli gelişmesinde en önemli unsur olan karı-koca münasebetlerini en güzel ve en istikrarlı bir istikamette devam ettirecek şartların düşünülmesi, birinci derecede nazar-ı itibara alınması istenmektedir.[52]
Ayrıca, bir başka âyet-i kerimede Yüce Allah, insanların maddî ve ruhî yapılarının ana rahminde ve kendi iradesi doğrultusunda vücut bulduğunu belirtmektedir:
"Ana rahminde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur." [53]
Bu âyette de çocuğun yaratılışında ana ve babanın bütün özelliklerini kalıtım yolu ile tevarüs etmediği belirtilmekte ve ana rahminde çocuk oluşurken Yaratanın müdahalesinin mevcudiyeti söz konusu edilmektedir. Buna göre Yüce Yaratıcı, kişiyi ana rahminde iken maddeten ve manen, dilediği gibi şekillendirir. Bu teşekkül ettiriş, ana ve babanın özelliklerinin tıpkısı olarak değil, onların bir benzeri olarak vücut bulur. Sonradan yaratılan insanların suretlerinin bir birinden ayrı olmasının yanı sıra, tıpkılığı andırır, az çok bir benzeyiş ve değişken bir devamlılık arzetmeleri ve birbirinin peşi sıra gelmeleri, bu devamlılık ve intikalin, aynen gerçekleştiği şeklinde mülahaza edilmiş, bu anlayış da, bu gibi durumlar için kalıtım (veraset) tabirinin kullanılmasına yol açmıştır. Aslında kalıtım, tam bir intikal değil, bir halefiyyet ve niyabet (arkasından gelme ve yerine geçme) hadisesidir. Eğer durum böyle olmasa idi, nesiller arasında hiç bir gelişme ve değişme olmazdı. Dolayısı ile, nesillerin zamandan ve tecrübeden istifadesi olmazdı. Bundan dolayı veraset kanunu, özelliklerin aynen baki kalması ve korunması kanunu değil, aynı zamanda değişme kanunu ile de alakadardır. Veraset, bir fıtratın diğer bir fıtrata aynen bir zarurî intikali değil, hakikî illetin yeni bir takım tesirlerine dayanan bir benzeşmesi, bir nevi birbirini takip etme hadisesidir ki, hiç bir zaman değişme ve gelişmeden hâli değildir. [54]
Ceninin, daha ana rahminde iken bile bazı özellikler taşıdığını belirten bir başka âyet ise şudur:
"O sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz henüz analarınızın karınlarında döller halinde olduğunuz sırada sizin ne olduğunuzu) çok iyi bilendir. Bunun için, kendinizi beğenip temize çıkarmayın."[55]
Ayette geçen, "Allah'ın bilmesi" haberinin miktar ve nitelik olarak her fert için aynı derecede olmadığı aşikardır. Yani Allah, kişileri birbirinin aynısı olarak değil de herkesi taşıdığı potansiyel özelliklerine göre farklı olarak bilir. Öyle ise, bu merhalede kişiler, birbirlerinin aynısı bir yapıya sahip değildir. Dolayısı ile her cenin, nev'i şahsına münhasır bir yapı arzeder. İşte, kişinin bütün hayatını etkileyecek olan bu özelliklerini, Allah Teâlâ, henüz o kişi cenin halinde ana karnında mahbus ve idrâkten âri[56] bir halde iken bile bilir. Bu bilginin çeşitli oluşu da bilinenlerin özelliklerinin çeşitli olmasını gerektirir.
Bu noktada kalıtımla ilgili bazı bilgiler vermek istiyoruz. Kalıtım hem hayatta şahidi olduğumuz bir gerçek, hem de bilimin kabul ettiği bir kuraldır. Ana-babanın bazı özelliklerinin kalıtım yolu ile çocuğa geçmesi hususu psikoloji ilmince de kabul edilmiş ve yapılan araştırmalarda kalıtımın sadece beden gelişmesinde değil, psikolojik gelişimde de etkili olduğu görülmüştür.
Zaten bir anne ile babanın karakteristiklerinden hiç birinin evlâda intikal etmediğine inanmak ne kadar yanlış ise, bir anne ile babanın, bütün çocuklarının birbirine benzemelerinin tıpatıp olacağını düşünmek de o kadar büyük yanlışlık olur. [57]
Kalıtımda üç ana kural vardır:
a. Canlılar, kendilerine benzeyenleri üretirler. Kromozomlar organizmanın bütün özelliklerini ve yapısını ortaya çıkarır. Göz rengi, saç sıklığı, insanın zekasının ve sanat gücünün son noktaları bunlardandır.[58] Yani çocuklar, bir çok bakımlardan kendi ana ve babalarına benzemek istidadı gösterirler.
Canlıların kendilerine benzeyenleri üretmesi hususunda dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Çocuklar, ebeveynlerinin sonradan elde etmiş oldukları hüner ve maharetleri tevarüs etmezler.[59] Kalıtımsal özelliklerin dışında diğer özelliklere kazanılmış özellikler denir. Kişinin alışkanlıkları tavırları bunlardandır. Yani, sadece ana ve babalarının soylarından getirmiş oldukları özellikleri tevarüs ederler. Öyle ise, kalıtım hadisesinde, insanın meslekî başarısından ziyade şahsî kabiliyeti, mensup olduğu soyun muhafaza ettiği özellikleri (asaleti) önemlidir. Bundan dolayı, evlenirken kişi seçtiği eşin ailesinden tevarüs ettiği karakteristikleri inceleyerek bir karara varmalıdır. Çünkü doğacak çocuk, ana-babasının özellikle bu konuda mirasçısıdır.
Eğitim bilimlerinde kalıtımla ilgili yapılan araştırmalardan biri de Gardren (1978)'in araştırmasıdır. Gardner, bu araştırmasının sonucunda insanın eğitimini 3 temel unsura bağlar. Bunlar çevre, kalıtım ve zamandır.
Kalıtımı araştırmak için Tyron (1940)'ın fareler üzerinde yaptığı araştırma önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Dolambaçtan kurtulmayı öğretmek için ondokuz kere deneyimden geçirilmiş farelerden bir kısmı, bunu çok iyi becermiş, bir kısmı ise becerememiştir. Zeki fareleri birbirleriyle, yavaş öğrenenleri de birbirleriyle çiftleştiren Tyron, bunlardan doğan yavru farelerde de aynı özellikleri gözlemiş, hızlı öğrenenlerin yavruları da hızlı öğrenmiş, yavaş öğrenenlerin yavruları da yavaş öğrenmiştir. [60] Bundan dolayı insanın gelişimi, kalıtım ve çevre etmenlerinin zaman içinde birbirleri ile etkileşimi olarak düşünülmekte[61] mesela, çocuğun şahsiyet vasıflarını, potansiyel (kuvve) olarak, anne ve babasından gelen sperma ve yumurtaların birleşmesi ile kazandığı, bu potansiyelin gerçek hayatta ortaya çıkması ise çevreye bağlı olduğu, bu potansiyel kuvvetlerin bir kısmının uygun olmayan çevre şartları sebebi ile dumura uğrayabileceği ileri sürülmektedir. [62]
Çocuk tabiatında var olan kabiliyetler, daha gelişme süreci başında, çevresel değerlerin etkisi altında karmaşık ve dinamik bir olay olarak gelişmelerini sürdürürler. Bu yaklaşımla ferdin gelişmesinde nativizmin, veya amprizmin daha ağır bastığını ileri sürenlerin görüşlerini birleştirmek mümkün olmaktadır. Buna göre çocuğun gelişmesinde iki türlü gerçek kuvvetin etkili olduğunu görüyoruz. Bunlardan birisi, çocuğun istidat ve kabiliyetleri dediğimiz ruhsal güçleri, diğeri ise onun kültürel çevresidir.[63] Çocukta tabiî olarak bulunan bu istidat ve kabiliyetler ona, ana ve babasından kalıtım yolu ile geçmekte ve çocukta şekillenmektedir. Öyle ise, anne ve babaya çocuk eğitiminde yüklenen sorumlulukların ilki, kalıtım sebebi ile eş seçiminde titiz davranmak ve eşinde bazı vasıfların bulunup bulunmadığını araştırmaktır.
Kalıtım, kişinin anne ve babadan genler yoluyla aldığı özelliklerdir. İnsanın kalıtsal yapısını ve gücünü, anne ve babadan 23'er aded olarak gelen 46 kromozom ve bu kromozomları oluşturan genler belirler. Çocuk, babadan gelen tohum hücresi ile anneden gelen yumurtanın birleşmesinden oluşur. Yumurta ve tohumda 23'er aded kromozom bulunur. Her kromozomda da 20.000 civarında gen bulunur. İşte bu genler çocuğun kalıtsal özelliklerini belirler. Genler ise, DNA adı verilen, hayatın temelini oluşturan organik moleküllerden meydana gelir. Bunlar, proteinlerin ve enzimlerin faaliyetini düzenler. Döllenme anında bir milyon gen bir araya gelir. Genler çok değişik oranlarda bir araya gelebilirler. Her çocuk, anne-babanın sayısız özelliklerinin bir araya gelmesinden oluşan bir birleşimdir. Bu nedenle iki kardeşin tıpatıp birbirine benzemesi beklenmemelidir. Bundan dolayı da çocuğun davranışlarını sadece kalıtıma bağlamak doğru değildir.[64]
b. Kalıtımın ikinci kuralı, aynı anne ve babanın çocuklarının birbirinden farklı olmaları keyfiyetidir. Çünkü ana-babalar çocuklarına geçirecekleri genetik elemanları tayin etme hakkına sahip değillerdir. [65] Bu farklılık da, kromozom ve genlerin muhtelif kombinezonlar halinde, başka başka sayı ve bileşimlerde birleşerek birbirlerinden çok farklı varlıklar meydana getirmeleri sebebiyle oluşur. Fakat bu farklı karakteristikler, ebeveynin karakteristiği mihver olmak üzere, bu mihverin etrafında veya buna yakın bölgede toplanırlar.
c. Üçüncü kural ise, çocukların nihai noktalardan gerileme süreci ile ortalama noktalara doğru gelmeleri keyfiyetidir. İşte olağan üstü kabiliyetteki ana-babadan doğan çocukların, ebeveynleri kadar olağan üstü kabiliyette olmamaları durumu bundan ileri gelmektedir. Bu gerileme bütün çocuklarda istisnasız olarak kendini göstermeyebilir. [66]
Kalıtımla ilgili bir diğer nokta genotip ile fenotip arasındaki ayırımdır. Genotip, anne ve babanın katkısıyla oluşan toplam genetik yapıyı, fenotip ise, kişinin bu genetik yapıdan ortaya çıkan gözlenebilir özelliklerinin belirtmek için kullanılır. Belli bir genotip, değişik kişilik ve yetenekte, sınırsız sayıda fenotiplerin oluşmasına neden olabilir. Fenotiplerdeki bu çeşitlilik, döllenmiş yumurtadaki belli kromozomlar, genler ve gen örnekleri (dizilmeleri) ile bu elemanlar arasındaki etkileşim ve çevre tarafından kararlaştırılır.[67] Çünkü genler davranışları doğrudan etkilemezler. Onlar hücrelerdeki kimyasal olayları ve vücudu meydana getiren süreçleri kontrol ederler. Fenotipi çevre belirler. Oluşumda, ana rahmindeki ve onun dışındaki etkenler rol oynar. Mesela; zeka sınırı genotip tarafından belirlenir. Zekanın gözlenebilir durumunu, fetustaki hücre bölünmesi, fiziksel ve sosyal çevre şartları belirler. Hangisinin daha etkin olduğu münakaşa konusudur. [68]
Bir insan, kalıtımının büyük kısmını en yakın atasından tevârus eder. Bazan da bu kalıtımın nesilden nesile, hükmünü çok kuvvetli bir şekilde icra ettiği görülür. Rasulullah (S.A.V.) kendisine müracat eden ve siyah bir çocuğu olduğunu, bundan dolayı karısının sadakatından şüphelendiğini bildiren bir bedeviye, develerinin içinde diğerlerinden (kardeşlerinden) farklı deve olup olmadığını sormuş, müspet cevap alınca da bunun sebebinin ne olduğunu sormuş, bedevide "Atalarından birisine çekmiştir." diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Rasulullah (S.A.V.) "Senin oğlun da eski bir soy kütüğüne çekmiş olabilir." demiştir. [69]
Kalıtımsal özelliklerden bazıları başat (dominant) bazıları ise çekinik (resesif)tir. Kısa boyun uzun boya, kahverengi gözün, mavi veya gri göze, esmer tenin, beyaz tene, başat olduğu söylenmektedir. Başat nitelikler fenotiplerde görülür. Çekinik nitelikler ise, gizli kalıp daha sonraki kuşaklarda ortaya çıkarlar. [70]
Üzerlerinde pek çok etüd yapılmış olan Kallikak ve Jukes (hakiki soyadları değildir.) sülalelerinden ruhen ve aklen malûl pek çok sayıda insan çıkmıştır. Mesela; Amerikan istiklal savaşı sırasında kallikak sülalesinin fertlerinden birçoğu geri zekalı ve cinnet getirmiş kimselerdir. Her nesilde, bu sülaleden sayısız, hırsız, fahişe vb. gibi insan çıkmıştır. Bazan da bu sülale mensuplarının normal insanlar olduğu görülmüştür.[71]
Kalıtımın etkisini göstermek için özdeş ikizler ve kardeşler üzerinde yapılan araştırmalarda da benzer sonuçlar alınmıştır. 20 çift ikiz üzerinde yapılan araştırmalarda farklı çevrelerde yetiştirilen ikizlerin, fiziksel yönden birbirlerine çok benzediklerini, yetenek yönünden de aralarında önemli farklar olmadığı sonucunu ortaya çıkarmıştır. (Newman 1937) Zekaları arasında en çok 20 puan fark gözlenmiştir. Aynı çevrede yetişen ikizlerde, bu fark 10 puan olmuştur. [72] (Blöm, 1964)
Bütün bu söylenenler kalıtımın her şey olduğu manasına gelmez. Kalıtımın da sınırları, hele hele birçok istisnaları mevcuttur.
Denilebilir ki, kişilik, kalıtımsal niteliklerle çevrenin sürekli etkileşimi sonucu biçimlenir. Kişiliklerin sayısız çeşitliliği, bir yandan kalıtımla beliren yapısal özelliklerin, öte yandan da her insanın yaşantı ve deneylerinin çok ayrı oluşundan ileri gelir. Çevre, kalıtımla gelen özellikleri, eğer onlar iyi ise, geliştirir, kötü ise kontrol altına alır. Veya köreltir. Çevre şartları bu konuda esaslı etkisi olan bir unsurdur. Eğer kalıtımla gelen özellikler çevreye uygun ise gelişebilirler. Değilse sürtüşme ortaya çıkar. [73]
Denilebilirki çocuk bir bakışa göre çevrenin ürünü, bir bakışa göre de çevreye yön verendir. [74]
Çocuğun psikolojik gelişmesinde etkili olan iki ana unsur (istidat-çevre) dini inancın gelişmesinde, de geçerlidir. Son yapılan araştırmalar, Rousseau'dan beri gelen, "çocuğun aslında dini uyarılara yetenekli ve elverişli olmadığı" iddiasının bilimsel geçerliliğini ortadan kaldırmıştır.[75] Bu araştırmalardan Jung'un "insanda kendiliğinden ortaya çıkan ruhsal fonksiyonlar" görüşü ve Schleiermacher'in "insan, diğer her fert gibi dini istidatla dünyaya gelir." sözü hemen akla gelenlerden iki tanesidir. [76]
Bu konuda ayetlerin ışığında da söylenebilecek son sözler şunlardır:
Kişi ister kalıtım ister eğitim sebebiyle olsun çocuğunun iyi yetişmesi için, evlenmeden evvel eşini seçerken titiz davranmak gereğini hissetmelidir. Eş olarak seçeceği kişide dindarlık, kabiliyet, asalet, güzellik, iyi bir muhitte yetişmiş olmak gibi bazı karakteristikler aramak mecburiyetindedir. Bütün bunlar, doğacak çocuğun ilerde şekillenecek şahsiyetinin üzerinde çok etkili olacaktır. Çünkü insanlar yoktan var olduklarında ahlâkını ve huylarını da beraberlerinde getirirler.[77]
2. Hamilelik Dönemi Sorumlulukları
Bu dönemde ana-babanın sorumluluklarını iki yönlü inceleyebiliriz:
a) Psikolojik ve duygusal hayatın düzenlenmesi
b) Çocuğu yaşatma[78]
a) Psikolojik ve Duygusal Hayatın Düzenlenmesi
Anne karnında çocuğun gelişimini, annenin beslenmesi, çocuğun yeterli oksijen alıp almaması, kan uyuşmazlıkları, annenin aldığı ilaçlar, kazalar ve psikolojik gerginlikler gibi hususlar etkiler.
Çocuğun ilerdeki eğitimi konusunda ana babanın, çocuk doğmadan önce hamilelik dönemindeki birinci büyük sorumluluğu, psikolojik olarak doğuma ve çocuk yetiştirmeye hazırlıklı olma hususudur. Gelecekte çocuğun bazı müsbet davranışları kazanabilmesi için, bu dönemi ana ve babanın gerginliklerden uzak, sukün içinde geçirmesi, ruhsal hayatlarının dengeli olması ve aynı zamanda çocuklarının iyi bir insan olacağına dâir olumlu düşünceler taşımaları gerekmektedir. Ana ve babanın zihinlerinde nasıl bir çocuk istedikleri konusunda daha doğumdan önce hayalî bir çocuk kavramı oluşur. Dünyaya gelen çocuğun, ana ve babanın beklentilerine uygun olup olmaması, ana ve babanın ona karşı takınacakları tavrı belirler. Konuya ilişkin olarak, Kur'an'da çeşitli ayetler zikredilmektedir:
"Onlar: Rabbimiz! Bize çocuklarımızdan ve eşlerimizden gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et ve bizi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara örnek yap derler." [79]
Ayetin aile ve çocuk terbiyesi ile olan ilişkisi ilk bakışta görülmektedir.[80] Burada ana babanın çocuklarının terbiyesi konusunda Allah'a yapacakları dua, çok özlü bir şekilde gösterilmektedir. Mümin bir anne ve baba için çocukları yönünden gözlerinin aydın olması, çocuklarını, Allah'a itaatkâr, dinde salih ve dünyada iyi bir insan olarak görmeleri ile mümkündür. Çünkü böyle bir duanın kendilerini sürüklediği ruh haleti henüz çocuk doğmadan bu sevinci onlara hissettirir.
Biz de işte bu ortamı, yani, Yüce Yaratana yapılan bu duanın anne ve babada meydana getirdiği psikolojik rahatlığın, henüz cenin halinde olan çocuk üzerinde meydana getireceği etkiyi söz konusu etmek istiyoruz: Böyle bir duanın ana-babada dingin ve sakin bir psikolojik ortam oluşturacağını ilerde çocuğun sakin mizaçlı ve salim bir kişilik kazanmasının ön şartının, hamilelik esnasında ana-babanın böyle bir psikolojik ortam içinde olmaları keyfiyetinin olduğunu düşünüyoruz.
Çocuğun rahimdeki hayatı çeşitli aşamalardan geçer. Bugün bu konuda yapılan çalışmalar, annelerin raporlarına, tıbbî aletlerle fetusun hareketlerinin izlenmesine veya doğrudan gözlenmesine, zaman zaman da hayvanlar üzerindeki araştırmalara dayandırılmış, elde edilen sonuçlar da bazı biyolojik gelişmelerin tesbitini mümkün kılmıştır.[81]Bu dönemdeki araştırma sonuçları H. Yavuzer'in Çocuk Psikolojisi kitabında (s.34-38) geniş biçimde ele alınmaktadır.
Çocuğun bazı dış etkilere açık olabilmesi için, rahimde geçen hayatının bir bölümünde canlı olması gerekir. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır:
"Ey insanlar!.. Şu muhakkaktır ki biz siz (in aslınız)ı topraktan, sonra (onun zürriyyetini) insan suyundan, sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Ve bunları size (kemâl-i kudretimizi) apaçık gösterelim diye (yaptık). Sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde durdururuz. Sonra sizi bir bir çocuk olarak çıkarıyoruz".[82]
Ayetten anlaşıldığına göre doğum öncesi insan hayatı:
a. Nutfe: Meni (menideki tohum).
b. Aleka: Meninin yumurtayı döllemesinden sonra oluşan kan hücresi.
c. Mudğa: Kan hücresinden oluşan, hilkati (yaratılış özelliği) yarı belirmiş, yarı belirmemiş et parçası.
d. Bekleme: Mudğanın gelişmesi ve çocuğun tam olarak teşekkül etmesi.
e. Doğum
Olmak üzere beş döneme ayrılmaktadır.[83] Tam olarak canlanma (Allah'ın et parçasına hayat vermesi) 4. devrede cereyan eder. [84]
Bu günkü tıp ilmi de doğum öncesi hayatı dört devreye ayırmıştır. (Bu tasnife, erkek menisindeki hayat dahil edilmemiştir. Cinsî birleşmeden sonraki dönemi kapsamaktadır):
a. Yumurta ve tohum merhalesi (0-2. hafta)
b. Embriyo merhalesi (2-7. veya 8. hafta)
c. Fötal merhale (7.8.-40. hafta)
d. Doğum[85] (40. hafta).
Ana rahmindeki hayatta, (fötüste) bir insan organizmasının doğrudan doğruya uyarılmasının yarattığı tepkinin ilk işaretleri, 7,5 haftalık iken görülür. İşte bu işaretler, bir insan için davranışının başlangıcıdır. Bu olay bize, getirici ve götürücü sinirler arasındaki bağlantının başladığını gösterir. Canlılığın ilk emareleri olan bu süreç omurilikte geçer.[86] Yani, uyarıcılara cevap veren ceninde hayat, bu dönemde başlamış olmaktadır. Bundan sonraki otuz iki haftalık bekleme süresini cenin, canlı olarak ve uyarıcılara açık olarak geçirmektedir.
Hamilelik döneminde çocuk eğitimi ile ilgili olarak üzerinde durulması gereken konulardan birisi de onun biyolojik gelişiminin takip ettiği seyirdir.
Kur'an'da insanın yaratılışı, biyolojik gelişimi ve bu gelişimin zihnî faaliyetlerle ilgisi şöyle anlatılır.
"Ey insanlar.....biz sizi(n aslınızı) topraktan, sonra (onun zürriyetini) insan suyundan, sonra pıhtılaşmış bir kandan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Ve bunları size (kemâl-i kudretimizi) apaçık gösterelim diye (yaptık). Sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz. Daha sonra da kuvvetinize (yiğitlik çağına) ermeniz için (büyütüyoruz). Kiminiz öldürülüyor, kiminizde (evvelki) bilgi(sin) den sonra (artık) hiçbirşey bilmemek üzere ömrünün en fena devresine (doğru) gerisin geri itiliyor.” [87]
Bu dönemde, dıştan gelen uyarıcılara bile cevap veren ceninin, anne tarafından gönderilen uyarıcılardan da etkileneceği aşikardır. Uyarıcıların olumlu oluşu, çocuğun eğitiminin müsbet yönde başlamasına sebep olacaktır. Aksi ise, çocuğu olumsuz yönde etkileyecektir. Çocuklarda ve büyüklerde gelişen ruhsal bozuklukları, beyin işlevlerini bozan fizyolojik veya organik bozukluklar ve çevrenin etkileri oluşturur. Çocuğa bu etkiler, dolaylı olarak anne ve babadan gelir ve rahim içi yaşantıdan başlar. Bir genç anne adayı, kadınlık ve annelik rolünü benimsememiş ise, doğan çocuğa karşı katı ve sevgisiz olur. Böylece, çocuk için, daha doğmadan uygunsuz bir ortam ortaya çıkar. [88]
Bu duruma düşmemek ve doğmadan önce çocuğun ruhsal hayatını dengesizliğe itmemek için anne ve babanın, üzerlerine düşen rolü benimsemeleri ve bu role uygun davranışlarda bulunmaları gerekmektedir. Bu davranışlar, giderek ana ve babada psikolojik rahatlık ve güven ortamı meydana getirecektir. Böylece çocuğun olumlu yönde etkilenmesi temin olunacaktır.
Kur'an-ı Kerim'e göre, bu psikolojik ortam, ana ve babanın çocuklarının iyi ve salih bir insan olması konusunda Yüce Allah'a dua ve niyazda bulunmaları sonucu oluşur. Allah'a, çocuklarının terbiyesi ile ilgili olarak yapılan bu dua, ana ve babada kalp ve gönül huzuru meydana getirir. Üstelik bu hareket, kaza ve kader inancına aykırı değildir. Çünkü İslamın kaza ve kader inancına göre, Allah Teâlâ bir şeyi murat edince sebeplerini hazırlar. Binâenaleyh, insanın murat ettiği şeyin tahakkuku için sebeplere yönelmesi ile beraber, her zaman Cenâb-ı Hakka da dua etmekten geri durmaması lâzımdır.[89] Zira Yüce Allah, dua ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Ey Muhammedi Kullarım sana beni sorarlarsa, bilsinler ki ben şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar"[90]
Kur'an-ı Kerim'de Adem, İbrahim ve Zekeriyya peygamberlerin salih evlat isteği ile Cenab-ı Hakk'a dua ettikleri beyan edilmekte ve onların bu isteğine uygun olarak kendilerine salih evlat verildiği anlatılmaktadır. Konu ve ifade yönünden aynı olan bu âyetlerden, örnek olarak birisi üzerinde durmak istiyoruz:
"Nihayet (gebeliği) ağırlaşınca ikisi de rablerine şöyle dua ettiler. Bize düzgün (hilkati tam, salih) bir çocuk verirsen andolsun ki herhalde şükredenlerden olacağız. Fakat Allah onlara düzgün (bir çocuk) verince, kendilerine verdiği bu (çocuk) hakkında ona eşler tutmaya başladılar".[91]
Ayetin zımnen gösterdiği yola göre, bir anne hamile kaldığında, ana ve babanın çocuklarının salih olması için dua etmeleri gerekmektedir. [92] Bunlardan başka Kur'an'da Bakara, 2/128; Ali İmran, 3/38 ve İbrahim, 14/40 ayetlerinde anne-babanın çocuklarının salih olması için yaptıkları dualar anlatılmaktadır. Bu âyetlerden, ana ve babanın çocuklarının salih evlat olması isteği ile dolu olmaları, onun salih olması sonucunu doğurmakta olduğu anlaşılmaktadır.
Ana ve babanın hamilelik esnasındaki psikolojik durumlarının çocuğa etkisi, kaide olarak kabul edilmekte, fakat bu etkinin derece ve boyutları hakkındaki bilgiler henüz tam açıklığa kavuşmamış bulunmaktadır. Bir insanın hayatının, cenin halinde bulunduğu ana rahminde geçen devresine ait bazı hadiseler, o kimsenin bedenî ve zihnî gelişmesi üzerinde belirli bazı etkiler yaratmaktadır. Bu tesirlerin mahiyet ve derecesi hakkında maalesef fazla bir şey bilinmemektedir. Fakat gebelik müddeti esnasında annenin vaziyetinin cenin üzerinde müessir olduğu bir gerçektir. Bütün bunlar, hamile bir kadının fikren salim, mutlu ve huzur içinde bulunmasının hiç bir değeri olmadığını iddiaya kalkışmak demek değildir. Zira ortada, annenin anormal ve sağlığa elverişsiz duygu ve tepkilerinin, cenin üzerinde, onu, doğduktan sonra akıl hastası bile olmaya müsait kılacak, kötü etkileri olduğuna delâlet eden, zayıf da olsa, bazı emareler mevcuttur.[93]
Hamilelik döneminde annenin hareket ve his dünyası, çocuğun eğitimine etkili olduğu gibi zeka yapısına da etkili olmaktadır. L.Csabay ve L. Horuath, zeka geriliğine genel olarak % 21 genetik nedenler, % 66 gebelik ve doğum sırası nedenleri ve % 13 de bilinmeyen nedenler ileri sürmektedirler. [94]
Ayrıca hamilelik döneminde annenin psikolojik durumu, çocuk üzerinde fizikî etki de yapmaktadır. Psikosomatik olumsuz reaksiyonlar çerçevesinde habitüel (itiyâdi) düşükler, prematüre (zamanından önce, erken) doğumlar, hatta inutero (rahim içi) çocuk ölümlerinden bile söz edilmektedir. [95]
Ana rahmindeki bu ortam, çocuğa fizik çevre olarak da etki etmektedir. Çocuğun ilk çevresi olarak, ana rahmindeki hayatı kabul etmek gerekir. Çünkü çocuk, ilk hayat tecrübelerini orada kazanır. Bunun için gebelik süresinde annenin yaşayışı, duygu ve ruh hayatı çocuğun gelişmesi ve şahsiyeti bakımından son derece büyük önem taşır. [96] Öyle ise, baba hamilelik döneminde evde huzur ve sükunu bozmamaya, eşini dâima teskin edip rahat olmasını sağlamaya; anne ise tembel tembel oturmayıp kendisine meşgale bulmaya, his, duygu ve zevk hayatını kontrol altına alıp dengede tutmaya dikkat etmelidir. Bu dengeyi sağlamanın bir yolu da dua ederek çocuğun sağlıklı ve iyi huylu olacağına dair olumlu düşünce ve duygulara sahib olmaktır.
Hamilelik dönemi konusunda bizi uyaran son âyet ise şudur: "Onun annesi, kendisini za'f üstüne za'f ile taşımıştır".[97]
Hamile bir annenin hem bedenî hem de ruhsal gücü son derece zayıflar. Ağır işlerden ve yorgunluktan kendisini koruması gerektiği gibi sinirlenmemeye, sakin olmaya da özen göstermelidir. Annenin bu nazik durumuna, ailedeki diğer fertlerin de ilgi göstermesi ve onu yoracak, sinirlendirecek davranışlardan kaçınması gerekir. Özellikle babanın bu husustaki tutumu son derece önemlidir. Aksi davranışlar, annenin za'fını artırır. Dolayısı ile bu tutum doğacak çocuğa zarar verir. Hatta hamilelik döneminde şuur altına yerleşen korkular giderek bir stres yaratır ve ilerde normal doğumun seyrini bile bozabilir. [98]
Çocuğun doğmasından başlayarak, müstakil bir kişiliğe ulaşıncaya kadar geçirdiği gelişme aşamalarını iki grupta toplayabiliriz. Birincisi ana karnında döllenmesi, dünyaya gelmesi safhalarıdır ki, bu aşamalarda çocuk tamamen pasiftir. İkinci aşama ise doğumdan sonraki ruh ve beden gelişmesidir ki bu safhada çocuğun hürriyeti zamanla gelişerek yayılır. Bu ikinci döneme aktif dönem diyebiliriz.
Doğum öncesi dönem çocuk açısından pasif dönem olarak adlandırılır. Pasif dönem üç tane üç aylık döneme ya da zaman parçasına ayrılır. Döllenmeden sonra zigot rahime doğru hareket ederek tekrarlı hücre bölünmelerine başlar. Sonra besin aramak üzere rahim duvarına kök salar. Hücreler gitgide farklılaştıkça ve bölündükçe bir solucana benzeyen embriyo gelişir ve beden bölümleri ve organlar biçimlenmeye başlar. 8. haftanın sonunda organizma yaklaşık 2,5 cm boyunda ve yaklaşık 28 gr. ağırlığındadır. Organların ve beden bölümlerinin çoğunun temel yapısına sahiptir. İnsana benzemeye başlamıştır ve bu noktadan doğuma kadar fetus olarak adlandırılır.
İlk üç ay sırasındaki organların ve beden bölümlerinin temel yapısının oluşumunu sabit bir silsile izler. Böylece her organ ve bölüm ilk kez oluştuğu veya en hızlı büyüdüğü bir kritik dönem yaşar. Böyle zamanlarda organizma hücre bölünmesine müdahale edebilecek herhangi bir dış maddeden son derece etkilenebilir durumdadır. Eğer müdahale olursa organda temel, sürekli bir yapısal hasar ortaya çıkar.
Çevresel etkenlerin ikinci ve üçüncü ay sırasındaki müdahalesi fetuse zarar verebilir. II. üç ay sırasında fetusun kalp atışı farkedilebilir. Büyüme ve olgunlaşma hızlıdır. Anne fetusun dönmesiyle ve tekmelemesiyle içindeki canlının çok iyi farkındadır. II. üç ayın sonunda fetus yaklaşık 35 cm boyunda ve yaklaşık 900 gr ağırlığındadır.
Doğum öncesi gelişime müdahale edebilecek etkenlerle ilgili araştırmalar, ilaçlar, kimyasal maddeler, beslenme, kan etkenleri, annenin hastalıkları, annenin duygusal durumu, annenin yaşı, çoklu gebelik, radyasyon gibi bir çok etkenin önemli olabileceğini bize göstermektedir.
Hamilelik döneminde annenin bir başka yönden özellikle dikkat edeceği iki husus vardır.
1. İlaç kullanımı
2. Sigara, içki ve uyuşturucu kullanımı
Her iki hususda çocuğu direk etkilemektedir. Onun için hamilenin kullanacağı ilaçlar sınırlıdır. Dozajı da düşüktür. Sigara, içki ve uyuşturucu kullanımının çok açık olumsuz etkileri olduğu bilinmektedir. Bilinçli bir annenin çocuğun sıhhati açısından varsa bu türlü alışkanlıklarına derhal son vermesi veya en azından hamilelik dönemi esnasında bunları terketmesi kaçınılmaz bir görevdir.
24-25 haftada doğan bir fetus ancak yoğun ve özel bir bakımla yaşayabilir. İnsanın ortalama gebelik süresi 266 gün veya 38 haftadır. Yeni doğan bebek yaklaşık 50 cm uzunluğunda ve 3400 gr ağırlığındadır. [99]
b) Çocuğu Yaşatma
Çocuk eğitimi ile doğrudan doğruya ilgili olmamakla beraber, Kur'an-ı Kerim'in çocuk konusunda değindiği diğer bir nokta, çocuğun dünyaya getirilip yaşatılması hususunda ana babaya yüklediği sorumluluktur. İnsanoğlunu yaratılmışların en üstünü ve en şereflisi olarak gören İslâmiyet, bir insanı öldürmeyi, bir cemiyeti, hatta topyekün insanlığı öldürmek cürmü ile eşdeğerde görmüş veya böyle kabul etmiştir.
İnsanın yaşama hakkına saygıda, sınır tanımayan bir sosyal düzen ve hukuk görüşüne sahip olan Kur'an, bu konuda en küçük bir taviz bile vermez. Masum bir insanın yaşama hakkını sağlam bir şekilde güvence altına alabilmek için o kadar değer verdiği insan hayatını bile feda eder. İşte kısas hadisesi, böyle bir hukukî espirinin ürünüdür. Kadın-erkek, büyük-küçük, fakir-zengin ayırımı yapmadan, insanın en tabiî ve en vazgeçilmez hakkı olan yaşama hakkına riayet edilmesini emrederken, henüz dünyaya gelmemiş, suç veya ceza kavramını bilmeyen, haklarına sahip olamayan ve savunamayan, dolayısı ile hukukî bir varlığı bulunmayan cenin (doğmamış çocuk) konusunda da, en geçerli ve insana en çok yakışan yolu takip etmiş ve konu ile ilgili olarak ana ve babaya manevî bir sorumluluk yüklemiştir. İşte hiç bir yorum, tefsir ve istisnaya yer vermeyecek açıklıkta ortaya konan ilâhî emir:
"Evlatlarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyin. Onları da sizi de biz rızıklandırırırız. Hakikaten onları öldürmek büyük bir suçtur".[100]
Bu âyet-i kerimede Yüce Allah, insanlarda tabiî olarak bulunan evladı sevme duygusu sebebi ile ana babanın çocuğuna sahip çıkıp, bakım ve gözetimini yapacağını zımnen beyan ediyor. Fakat, bu sevgi duygusundan daha da kuvvetli olarak bir başka duygunun insanları etkileyebileceğini de ihtar ediyor. Fakirlik korkusu. Evlat katline bile sebep olabilecek bu korku ve sonuçları hakkında ana babayı uyarıyor. Ayetin ifadesinden anlıyoruz ki, fakirlik korkusu, fakirliğin getirdiği açlık, sefalet ürküntüsü, aç kalmak, çoluk- çocuğunun bakım ve gözetim masraflarını karşılayamamak endişesi ve sonunda belki sırf bu sebepten onların suça itilmiş olmasının vebalini taşımak... Böyle zelil bir sonu ana babada çocuklarının bu hayatı yaşamaktansa, doğmamasının daha doğru olacağı fikrini doğurur. Bu sebeple, daha dünyaya gelmemiş çocuğu düşürmek, aldırmak v.b. metotlarla öldürürler. Çocuğun yaşama hakkına yapılan bu müdahale, aslında hayatın tabiî seyrine ve neslin devamına bir müdahaledir. Bu müdahale, hayatın ve dünyanın düzenini bozmaktadır. [101] Bu müdahale Hallak olduğu gibi, aynı zamanda Rezzak-ı âlem olan ve büyük küçük tüm kullarının rızkını vermenin kendisine ait olduğunu beyan eden Yüce Yaratıcı'nın bu tekeffül ve teminatına itimatsızlık demektir. Bu itimatsızlık ise, hiç bir surette caiz değildir.
Evlat katli, aynı zamanda, üzerimize vacip olan şefkat duygularına da aykırıdır. Evlat, insanın kendisinden bir parça olduğu için, ona muhabbet, kendisine muhabbet, ona ihanet de gene kendine ihanet demektir. Böyle bir hareket ise, kötü ahlakın en aşağı derecesi olduğundan Cenab-ı Hak bunu yasaklamıştır. [102]
Aynı zamanda âyet-i kerime, ekonomik şartların insanın hem maddî hem de manevî hayatına büyük çapta etki ettiğini de beyan etmekte, fakirlik korkusunun insana, evlat katli gibi, düşüncesi bile iç karartan çok vahşice bir işi yaptırabileceğine dikkat çekilmektedir.
Konu ile ilgili aynı mealde bir diğer âyet de şudur: "Fakirlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyin."[103]
Bu âyette yalnız fakirlik korkusu değil, bizatihi fakirliğin kendisinin bile, evlat katline cevaz verilmesi için makul görülmediği ifade edilmekte, böyle bir gerekçe ile evladını katleden anne ve babanın "fakirdik, bakamazdık" gibi mazeretlerinin geçerli sayılmayacağı kesinlik ifade eden bir üslupla açıklanmaktadır. Çünkü herkese rızık veren Allah'tır. Bütün zamanlarda rızık dağıtım hakkı ona aittir. O'nun nasıl rızıklandıracağı işe, hiçbir şekilde önceden bilinmez. Doğumunda maddî imkanları fevkalâde olan kişilerin, hayata atılınca sefil olabildiği, veya fakr u zaruret içinde doğan bir başkasının, kısa bir zaman içinde mal ve mülke kavuştuğu sık sık gözlediğimiz hadiselerdendir. Onun için ne doğumdan önce düşük yapmak, kürtaj v.b. yollarla, ne de doğumdan sonra kati suretiyle çocuğu öldürmek hiç bir surette caiz değildir.
Âyette, fakirlik evlat katline sebep olabilecek en mühim etki olarak görüldüğü için ismen zikredilmiş, bunun dışındaki diğer sebepler ise zikre değer bile bulunmamıştır. [104] Bundan dolayı da bu sebeplerle çocuk öldürmek hiçbir şekilde caiz değildir.
Ayrıca şöyle bir istidlal (akıl yürütme) bile düşük yapma, kürtaj v.b. gibi yöntemlerle çocuk aldırmanın, hatta bunun modern uygulaması olarak karşımıza çıkan doğum kontrolünün ne kadar yersiz ve temelsiz olduğunu ortaya koymaktadır. Asırlarca önce yaşayan insanlar, nüfus yoğunluğu itibari ile bizden çok daha az oldukları halde, kendilerine nisbetle kat kat nüfusa sahip bu günün insanları kadar zengin ve müreffeh değildi. Halbuki o günden bu güne dünya genişlememiş, ham madde yönünden zenginleşmemiştir. Arz, aynı yüzölçümünü muhafaza etmektedir. Fakat o günden bu güne değişen bir şey olmuştur; insan nesli, kürtaja ve doğum kontrolüne tabi olmayan mensupları sayesinde, çeşitli buluşları ile arzın bir çok nimetini değerlendirmiş, yeni yeni ham madde ve enerji kaynakları keşfetmiştir. Böylece daha mükemmel bir beslenme imkanına kavuşmuştur. Dünyamızın şu anda bizce meçhul çeşitli yer üstü ve yer altı zenginlikleri, denizlerindeki nimetleri,
kendilerini keşfedecek yeni nesilleri beklemektedir. Bu nesiller içindeki çocuklardan bir kısmını bile, herhangi bir sebeple (fakirlik endişesi, açlık, fakirlik v.b.)