hafız_32
Thu 30 September 2010, 05:38 pm GMT +0200
B. AHLÂKÎ SORUMLULUK
1. Ahlâkta Sorumluluğun Önemi
Her ahlâk kanunu bizi bir vazife ile mükellef kılar. Ancak, bir mükellefin bu vazifeden dolayı sorumlu tutulmaması halinde, ahlâk kanunu bütün gücünü ve önemini kaybeder. Ayrıca, insana, vazifesini yerine getirdiğinden dolayı verilecek mükafat, veya vazifeyi ihmal etmekten dolayı terettüp edecek ceza ile bunların ölçüsünün tesbiti, yani kısaca adalet de ancak sorumluluk safhasından sonra gerçekleşecektir. Bu yüzden, ehliyet şartlarını taşıyan her insanın, ahlâka konu olan işlerden, hatta gizli niyet ve maksatlarından dolayı sorumlu tutulması hem aklen hem de dinen gereklidir. Gerçekten, insan aklı, sorumluluğa yer vermeyen bir ahlâk anlayışım reddetmiş, her devirdeki ve her seviyedeki insan toplulukları,ahlâkî ve içtimaî disiplinin yolunu daima sorumlulukta aramışlardır. Aynı şekilde, diğer bütün ilâhî dinler gibi îslâm Dini dahi, —peygamberler de dahil olmak üzere— bütün insanların sorumluluğa tabi olduklarım belirtmiştir.[110]
insanın bir vazife varlığı olması, aynı zamanda bir sorumluluk varlığı olduğu sonucunu doğurur. Kur'ân-ı Kerim bu hususu şöyle ifade eder:
«Siz, boş yere yaratıldığınızı ve bizim huzurumuza dönmeyeceğinizi mi sandınız?»[111] «insanlar, imtihana çekilmeden iman ettik, demekle bırakılacaklarını mı sandılar?»[112]
Dünyada yegâne sorumlu varlık insandır. Çünkü yalnız o, bir şahsiyettir. Öteki varlıklar, Allah'ın kendilerine çizmiş olduğu bir tek ve alternatifsiz yolda yürümek zorunda oldukları için müstakil birer şahsiyet sayılmazlar; bu yüzden de yaşamak zorunda oldukları hayattan dolayı sorumlu tutulmazlar. Bu sebeple biz, hayvan hareketlerinde ahlâkî manada bir «değer» aramayız. Buna karşılık insan, kendine has inancı, değer hükümleri ve yaşama tarzı ile bir şahsiyettir. Bu sayede o, ahlâkî emirlerin muhatabı olur; kendisinden, doğru yolu seçmesi istenir ve bundan sorumlu tutulur. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim1 de En'âm sûresinin 151. ve 152. ayetlerinde, insanlara bazı dinî ahlâkî vazifeler bildirildikten sonra şöyle buyurulur: «îşte bu, benim doğru yolumdur; ona uyun, (başka) yollara uymayın. Zira o yol sizi Allah'ın yolundan ayırır, îşte, kötülükten sakınmanız için Allah size bunları emretti.»
Sorumluluk şuuru, insanı, tamamıyle başıboş olan hayvanı hayattan kurtaran ve onu kendi duygu ve temayüllerine hakim ve hür kılan bir şuur olması itibariyle insana tabiatüstü bir değer katar. Çünkü insan, ancak sorumluluk şuuru ile, adî tabiatın üzerine yükselir ve ahlâkî bakımdan teiniz ve nezih bir hayat yaşamak suretiyle "mükerrem varlık" mertebesine ulaşır. [113]
2. Sorumluluğun Çeşitleri
İnsanın, aşağıdaki şekilde üç türlü sorumluluğu ortaya çıkmaktadır: [114]
A) Vicdanî (Ahlâkî) Sorumluluk:
İnsan, akıllı ve şuurlu bir varlıktır. O, yalnız başkalarının tutum ve davranışlarını değerlendirmekle kalmaz; aynı zamanda kendi hareketleri, duyguları, kasıt ve niyetleri üzerinde de düşünüp taşımr, hükümlere varır. Şu halde herbirimizin kalbinde bir hakim vardır. Adına "vicdan" dediğimiz bu hakimin bizi yargıladığını, birnevi sorguya çektiğini, iyiliklerimizi onayladığım ve kötülüklerimizi kınadığını bilir; bu yüzden iyiliklerimizin sevinç ve mutluluğu, kötülüklerimizin elem ve pişmanlığını hissederiz. Bazı menfi sebeplerle fıtratı bozulmamış her insan, kendi ruhunda böyle bir hakimin kendisini sorumlu tuttuğundan emindir, islâm ahlâkı, kalbimizdeki bu hakimin basiretine önem verir. Hz. Muhammed (s.a.v.), «Müftüler, sana fetva verseler de, sen yine vicdanına danış.»[115] buyurur. Ahlâkî şuurun canlı ve faal olduğu insanı, kanunların sorumluluğundan kurtulmuş olması asla rahatlatmaz. O, eğer gerçekten suçlu ise, vicdanının sorumluluğu altında ezilir, küçülür. Bunun için, «Kötülük insanın içine sıkıntı verir.»[116] buyuran îslâm Peygamberi, başka bir hadisinde; «Kötülük yapmış olman seni üzüyorsa, artık sen mü'minsin. »[117] buyurarak vicdanî hassasiyeti imanın bir ifadesi kabul etmiştir. [118]
B) İçtimaî Sorumluluk
İslâm in asıl kaynakları olan Kitap ve Sünnet,toplumdan ve onun içinde yaşamanın doğurabileceği güçlüklerden kaçmak yerine, topluma katılmayı ve gerektiğinde, olanca gücü ile insanların iyiliği, kurtuluşu ve gerçek saadeti için çalışmayı emretmektedir, islâm ahlâkı açısından insanın yaşayışı, başka insanlardan kopuk, bağımsız ve ferdî değildir. Hatta bir kişinin hayatı, başta sona, kendisinden başlayıp kendisinde biten bir olay değildir. Çünkü -ilâhî takdir gereğince- her birimizin fiil ve davranışları, çok zaman bizi aşan sebeplere dayandığı gibi, bizi aşan sonuçlar doğurur, işte hayatın bu iç-içeliği, her bir insan için yekdiğerlerine karşı birçok haklar ve sorumluluklar getirir. Bu durum, bir yandan, ferdi cemiyet karşısında sorumlu duruma getirirken, diğer yandan da, içtimaî yapının çeşitli kademelerine, insanların iyliği uğruna çaba sarfetme, iyiliğin hakim olması ve kötülüğün önlenmesi idealine hizmet etme sorumluluğu yükler.
Böylece, insanın ruhî varlığındaki hakimin, yani vicdanın ötesinde ve dışında bir de "cemiyet" denilen otorite vardır ve insan ona karşı da hesap vermek zorundadır. Bu sorumluluk, insanı daha ihtiyatlı olmaya, yanlış davranması halinde bunun sonuçlarına katlanmaya zorlaması ve hareketlerini gözden geçirmesini sağlaması bakımından ahlâkî hayata yardımcı olur; en azından, kötülüklerin alanen işlenmesini ve yaygınlaşmasını önler. 'Haya" faziletinin, islâm ahlâkındaki büyük önemi buradan gelmektedir.
Ote yandan, içtimaî kurumların ve genel olarak sosyal çevrenin de ferdlere karşı sorumlulukları vardır, islâm ahlakı, içtimaî şuurun, her şeyden önce, ferdlerin bedenî ve maddî sıkıntıları karşısında canlı ve duyarlı olmasını emreder. Hz. Peygamber, bu duyarlılığı şöyle açıklamıştır: «Mü'minler, birbirini sevmekte, birbirlerine acımakta ve korumakta, bir uzvu rahatsız olduğunda diğer uzuvları da bu yüzden humma ve uygusuzluğa tutulan bir vücut gibidirler.»[119]
içtimaî şuur, ferdlerin manevî kusurları ve ahlâkî kötülükleri karşısında da duyarlı olmak zorundadır. Nitekim, Resûlulah (s.a.v.), zâlimin kötülüklerine engel olmayı emretmiş ve bunun,—hakikatte— zâlime karşı bir yardım ve kardeşlik görevi olduğunu belirtmişti. [120]
C) Dinî Sorumluluk
Dinî sorumluluk, insanın inanma ihtiyacından doğar ve adalet idealinin gerçekleşmesi yolunda vicdanî ve içtimaî sorumluluğun eksiğini tamamlar.
Çok çeşitli ve karmaşık olan beşerî ilişkilerde, ahlâk yolunun engelleri olan diğer pek çok olumsuz duygular karşısında bulunan vicdan, iman desteğinden yoksun olunca, yalnız ve etkisiz kalır. Bu sebeple islâm Dini, insanın, kalbini ve manevî hayatım, ancak iman sayesinde selamete yöneltebileceğini kabul eder.[121] Buna karşılık, Allah, inkarcıların kalblerini mühürler ve artık onlar, nefislerinin kötü arzularına uyarlar; işleri güçleri hep aşırılık olur.[122]
islâm ahlâkı, insanın hürriyetini, her şeyden önce, dinî sorumluluk ile sınırlamak suretiyle, ona, bir vaziler varlığı olduğu şuurunu kazandırmak ister. Buna göre, insan, başı boş bırakılmamıştır; muhakkak surette Allah'ın huzuruna dönüp, yaptıklarının hesabını verecektir.[123]
3. Ahlâkî, Dinî Ve İçtimaî Sorumlulukların Birbirleri İle Alakası
Sorumlulukların yukarıda sunulan üç şekli, her ne kadar, ilk bakışta birbirinden farklı alanlara ait görünürse de, islâm ahlâkı, bunları birbirinden ayırmayıp iç-içe kabul eder. Şöyle ki: [124]
A) Dinî Ve İçtimai Sorumluluklarda Ahlâkî Şuurun Etkisi
Şekil bakımından, ahlâkî sorumluluk ferdin bir şuur hali, yani ferde göre dahilî ve derûnî olduğu halde dinî ve içtimaî sorumluluklar ferde göre haricîdir. Ancak, islâm ahlâkı, sorumlulukların bu iki çeşidini dahi derûnîleştirmeyi; yani, kişinin, toplum ve Allah karşısında vereceği hesabın sorumluluğunu vicdanında hissetmesini ister. Nitekim, topluma saygının belirtisi olan "haya" ile Allah'a saygının ifadesi olan "takva" faziletlerinin islâm ahlâkında Önemli bir yeri vardır. Takva sahibi insan (muttaki), islâm'da, sadece ideal bir mü'min değil, aynı zamanda ideal bir ahlâkî şahsiyettir. Âl-i Imrân sûresinin 133 ve 134. ayetlerinde takva sahiplerine hazırlanan uhrevî mükafatlardan bahsedildikten sonra, 135. ayette şöyle buyurulmuştur: «Onlar, çirkin bir iş yaptıklarında, yahut (kötülük yapmak suretiyle) kendilerine zulmettiklerinde, hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. —Gonahları Allah'tan başka kim bağışlar!— Bir de onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.»
Şu halde iman, insanda kalbi ve ahlâkî bir şuur halini almadıkça, gerçek iman kalitesine ulaşamafc. Bir başka ayette bu husus, şöyle ifade edilmiştir: «...Fakat Alfah size imanı sevdirdi ve onu kalblerine zinet kıldı; inkarcılığı, günahkarlığı ve isyanı da size çirkin gösterdi,»[125]
İslâm Dini, şüphesiz ki, herkesin yaptıklarından dolayı ahi-rette sorumlu tutulacağını bildirir. Burnunla beraber, mü'mine yaraşan odur ki, kendi vicdanında kendisini sorumlu hissetsin ve bütün vazifelerini, imanının verdiği dürüstlük ve samimiyet sayesinde basiret kazanmış olan vicdanının emrettiği şekilde seve seve yerine getirsin. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu bakımdan mü'mini şu şekilde tanıtır: «Mü'min, günahı, tepesine çökecek bir dağ git rür; münafık ise günahım, burnunun ucuna konmuş ve her uçurabileceği bir sinek gibi düşünür.»[126]
B) Dinî Ve Ahlâkî Sorumluluklarda Toplumun Etkisi
İslâm, sadece ahiret dini değil, aynı zamanda dünya Hıristiyanlıktaki «Allah'ın hakkını Allah'a, Kayzer'in hafc Kayzer'e verme» prensibi[127] islâm'da yoktur, islâm, topluma, idlerin dinî ve ahlâkî vazifelerini yerine getirmelerini sağlayıcı terbiyevî ve hukukî tedbirler alma görevlerini yükler, islâm cemiyetçiliğinin en önemli prensiplerinden olan «enir bil-ma'ruf» imliği emretmek) «nehy anil-münker» (kötülüğe karşı çıkmak) Tefesinin icrası, her müslümanm, içtimaî pozisyonu, maddim manevî gücü nisbetinde iştirak ettiği bir sorumluluktur.Bu Kur'ân-ı Kerim1 deki ifadesi ile- «Yeryüzüne salih kulların ffi-kim olması»[128] idealine hizmet etme sorumluluğudur.
Islâmî prensipler, hiçbir müslümana, «canımın istediği P yaşarım!» deme hakkını vermediği gibi; hiçbir cemiyete de «Eca değmeyen yılan bir yaşasın!» şeklindeki umursamazlık felsefem tercih etme izni vermemiştir, islâm Peygamberinin şu sözü, bu konuda her müslümana görevler yüklemektedir:
«Bir kötülük gören kimse, bunu eli ile bertaraf etsin; bunu yapmak elinden gelmiyorsa dili ile karşı çıksın; bunu yapamayan (kötülüğe) kalben buğzetsin ki, bu da artık imanın en zayıf derecesidir. »[129]
Buna göre:a) Kötülüğü el ile bertaraf etme sorumluluğu, müslümanları iyliğin güçlü olmasını ve kötülüğün giderilmesini sağlayıc ar cismanî kudrete yani devlet gücü ve genel olarak güçlü bir yapısı geliştirmeye mecbur kılar. Öyle ki, kendi vicdanında ahlâkî sorumluluklarını hissetmeyen ve iyiliğin hakim olnaa prensibini ihlâl etme temayülünde olan kişiler, sorumlu tutacaklar ve hesap verecekleri haricî bir otoritenin varlığını hisssinler ve —en azından— kötülüğün alenen işlenmesi ve yaygınlaşma istidadı kazanması Önlensin.
Hadisteki «kötülüğü el ile bertaraf etme» tabirinin, düzensizliği, başıbozukluğu ve kaba kuvveti ifade etmediğini de önemle belirtmek gerekir. Çünkü bundan fitne doğar ve Kur'ân-ı Kerim "fit-ne"yi yani kargaşayı "ölümden beter" saymış;[130] ve "ülü'l-emr" yani merkezî otorite sistemini benimsemiştir.[131]
b) Kötülüğe dil ile karşı çıkma sorumluluğu, genel olarak, iyilikten yana olma ve kötülüğe tepki şuurunun, toplumda aktif bir ma'şerî vicdan halini alması; özel olarak da, bir eğitim-öğretim teşkilatının, oluşturulması ile yerine getirilir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: «Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men'eden bir topluluk bulunsun.,.»[132]
c) Kötülüğe kalben buğzetme, bütün müslümanlar için asgarî ölçüde bir sorumluluktur ve bu sorumluluk, —her şeyden önce— ferdlerin, kötülükten nefret eden bir ahlâkî şuura ve ruhî olgunluğa ulaşmalarını gerekli kılar. Konumuz olan hadiste Hz. Peygamber, kötülük karşısındaki içtimaî sorumluluğun bu şıkkını «imanın en zayıf derecesi» diye nitelemiştir; çünkü kalb ile buğz, —bir faaliyetle tamamlanmadığı, bütünleşmediği sürece— «el» ile ve «dil» ile kötülüğe karşı çıkma yollarına başvurmadaki aczi gösteren basit bir tavırdır. [133]
C) Ahlâkî Ve İçtimaî Sorumluluklarda Dinin Etkisi
Az önce sunduğumuz hadisin, özellikle son cümlesi, dinî sorumluluk ile ahlâkî ve içtimaî sorumlulukların kopmaz bir alaka içinde olduklarım açıkça göstermektedir. Sık sık ifade edildiği gibi, prensip olarak, vazifelerimizin kaynağı ilâhidir. Bu sebeple biz, bu vazifeler hususunda, yalnız vicdanımız ve içinde yaşadığımız sosyal çevre karşısında değil, aynı zamanda Allah katında da mes'ulüz. Hz. Muhammed (s.a.v.), sorumluluğun bu dinî şümulünü ifade etmek üzere şöyle buyurmuştur: «Ahirette insan, hayatını ne yolda tükettiğinden, servetini nasıl kazanıp nerelere harcadığından, ne gibi işler yaptığından bilgisini yaşayıp yaşamadığından sorguya çekilmedikçe Alla}, 'in huzurundan ayrılamaz.»[134]
Şu halde biz, bir işi yapıp yapmamaya karar verirken, şüphesiz, vicdanımızın bu konudaki hükmünü dinleyeceğiz; sosyal çevrenin muhtemel tavrım da hesaba katacağız; fakat islâm ahlâkı, bu iş hususunda, Allah'ın hükmünü her türlü kaygıların üstünde tutmayı ve O'nun huzurunda hesap vereceğimi gozönüne alarak bir karara varmamızı emreder, işte burada dinin hükümleri, bizim isabetli kararlar vermemize ve doğru yolu bulmamıza yardımcı olur.
insan, bizzat kendi iradesi ile kendisini mükellefiyet altına sokabilir; aynı şekilde, içtimai kurumlar ve otoriteler de insana mükellefiyetler yükler. Bu mükellefiyetler, —dinin hükümlerine aykırı olmadığı sürece— bunları yüklenen kişi, kendi vicdanı ve toplum karşısında sorumlu olduğu gibi, Allah'ın huzurunda da sorumlu duruma düşer. Meselâ, bir hayır yapmayı adayan kişi, böylece hem ahlâkî hem de dinî bakımdan sorumlu olur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de «-Ahdi yerine getiriniz; ahid sorumluluğu gerektirir.»[135] buyurulmuştur. Aynı şekilde, siyasî ve idarî otoritelerin yüklediği vazifeler, hem sosyal sorumluluğu, hem de dini sorumluluğu gerektirir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim1 de: «Ey mü'minler! Allah'a itaat ediniz; Peygamber'e ve içinizden (seçilmiş) ulu'l-emr'e de itaat ediniz.»[136] buyurulmuştur.Ancak, gerek kendi irademizin kararları, gerekse içtimaî hükümler, dinî prensiplerle sınırlandırılmıştır. Aşağıda anlamları sunulan iki hadis, bu konudaki delillerdendir:
«Allah'a itaat etmeyi (O'nun hoşnutluğuna layık bir iş yapmayı) adayan kimse itaat etsin; fakat O'na isyan etmeyi (hükümlerine aykırı iş yapmayı) adayan kimse O'na asi olmasın.»[137]
«Ma'sıyet (Allah'ın hükmünü tanımaması) emredilmedik, müslümana -hoşuna gitsin gitmesin- emre kulak verip itaat etmek gerekir. Fakat, eğer ma'sıyet emredilmiş ise, bu emri tanıyıp itaat etmek mümkün değildir.»[138]
İnsan, bir kötülük işlediğinde, bunun sorumluluğunu vicdanında hemen hisseder. Kusurlarımızı kendi vicdanımızdan saklamamız mümkün değildir, içtimaî sorumluluk ise, yapılan kötülüğün şüyu bulması ile başlar. Dinî sorumluluğa gelince, bu sorumluluk tam olarak ahirette gerçekleşecektir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim'de ahiretten sık sık "hesap günü" diye de bahsedilir. «Herkesin —iyilik ve kötülük olarak—yaptığı şeyleri karşısında hazır bulacağı o günde, (insan) isteyecek ki, kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe bulunsun!»[139] O gün Allah, kötüler hakkında şu emri verecektir: Onları tutuklayın! Çünkü onlar sorguya da çekilecekler.»[140] Ozaman onlar, bu keder ve pişmanlık gününde[141] «Eyvah bize! diyecekler, keşke Allah'a itaat etseydik!» Ve diyecekler ki: «Ey Rabbimiz! Biz, reislerimize ve büyüklerimize uyduk; onlar da bizi yoldan çıkardılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver! Onları büyük bir lanet ile rahmetinden kov!»[142] Adaletin, kılı kırk yararcasma tecelli edeceği ve «sırların ortaya çıkarılacağı o günde insan için (Allah'tan başka) güç ve yardımcı yoktur.»[143]
Kur'ân-ı Kerim'de uhrevî sorumluluğun mahiyetini anlatan daha birçok ayet vardır. Bütün bu ayetlerde, genellikle şu mesaj verilmektedir; insan, bu dünyada kötülük işlemesine rağmen, sorumluluktan ve cezadan kurtulabilir. Fakat «gizli-açık herşeyi bilen», «gözlerin hain bakışını ve kalblerin gizlediğini bilen» Allah, dünyada eksik kalan adaleti ahirette ikmal edecektir. Böylece, ahiret inancı ile bütünleşen islâm ahlâkı, tam bir adalet ahlâkıdır.
Bu dünyada haksızlıkların önlenemediği, bir gerçektir. Şu halde bu dünyada tam adalet gerçekleştirilemiyor, Bu durumda, dinî ve uhrevî sorumluluğa yer vermeyen ahlâk anlayışlarının tam adaletten, dolayısıyla tam ahlâktan söz etmeleri mümkün değildir. Şu halde —bir kere daha tekrar edelim ki— ahlâk bir iman alanıdır. Bu imanın konusu kısaca şöyledir: Bizde ahlâkî şuuru uyandıran, hem akıl nuru hem vahiy yolu ile hayır ve şerri öğreten, Allah'tır. Vazifelerimizi, ferdî ve değişken isteklerimiz, temayüllerimiz karşısında belirleyen ve rnutlaklaştıran, Dindir. Hayatımız boyunca işlediğimiz iradî faaliyetlerimizden dolayı bizi sorguya çekecek, cezalandıracak veya ödüllendirecek olan en son ve en yüksek hakim, yine Allah'tır, insanoğlu, vicdanının sesine kulak tıkayabilir; çevresini aldatabilir; fakat «Allah, gizliyi de gizlinin daha gizlisini de bilir.»[144]
4. Sorumluluğun Şartları
İnsan, dünyadaki diğer canlılardan farklı olarak, maddî ve biyolojik nimetlere ilaveten, akıl, bilgi, vicdan, irade gibi isimler verdiğimiz manevî imkanlara da mazhar olmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de insanın bu meziyeti «Biz insanı rnükerrem (değerli ve şerefli) kıldık.»[145] cümlesiyle özetlenmiştir, insanın sahip olduğu bu meziyetlerin, kendisini sorumluluk taşıyan varlık durumuna getirdiğini yine Kur'ân-ı Kerim'den öğrenebilmekteyiz: «Allah size, istediğiniz herşeyden verdi. O'nun nimetini saymaya kalksanız, saymakla başa çıkamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!»[146]
Bu ağır ithamın sebebi, insanın —onca nimetlere rağmen— sorumluluğunu unutmasından ve vazifelerini ihmal etmesinden başka ne olabilir?
Görülüyor ki, sorumluluk, «insan» olmanın, dolayısıyla, Allah'ın Özellikle insanoğluna bahşettiği nimetlerden pay almanın bir gereği ve sonucudur. Fakat, prensipteki bu genellik, istisnasız her insanın kayıtsız şartsız sorumlu sayılacağı anlamına gelmez. Hukukta olduğu gibi, ahlâkta da bazı şartlar vardır ki, bunları taşımayanların, kısmen veya tamamen sorumluluktan muaf tutulması, adalet ve hakkaniyet gereğidir. Çünkü, kullarına asla zulmetmeyeceğini bildiren Allah, insanların da adalet ve hakkaniyet ilkelerine uymalarını emretmiştir.
Kur'ân-ı Kerim ve hadisler tedkik edilecek olursa, îslâm ahlâkının, sorumluluğu aşağıdaki temel şartlara bağladığı görülür: [147]
A) Aklî Yeterlik
İslâm Dini, akıl gücüne sahip olmayanları, genel olarak sorumlu tutmaz. Çünkü akıl, insanın inanç, düşünce, bilgi irade ve ahlâkî şuurunun dayanağıdır. Bu sebeple, aklî bakımdan noksan olan insan, ahlâkî vazifeleri üzerinde düşünme, öğrenme, hayır ve şer yollarından birini şuurlu olarak seçme ve yapma kudretine sahip değildir. Bu durumda olanlar, "ahlâkî şahsiyet" olma niteliği taşımadıklarından ahlâkî emirlerin muhatabı olamazlar; bunlardan sorumlu tutulmazlar. Hz. Peygamber, bu hususu şöyle belirtmiştir:
«Şu üç kimseden kalem kaldırılmıştır (Yani sorumlulukları yoktur):
— Uyanıncaya kadar uykuda olandan,
— Şifa buluncaya kadar mecnundan,
— Büyüyünceye kadar çocuktan.»[148]
Uykuda olanın sorumlu tutulmamasmın sebebi açıktır. Çünkü uyku, akıl ve şuurun faaliyetini geçici olarak durduran bir olaydır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim'de uyku, bir nevi "ölüm" kabul edilmiştir.[149]
B) Mükellefiyetin Bilinmesi
Kur'ân bize bildirmektedir ki,hiçbir kimse, fullerinden dolabunların hükümleri hakkında önceden bilgi sahibi olmadık sorumlu tutulmayacaktır.
Vazifelerimiz, açık olarak bize bildirilmedikçe, Allah'ın huzurunda hiçbir konuda sorumlu olmayız. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulmuştur. Serc-m Rabbin, ülkelerin merkezlerine, ayetlerini okuyacak bir elçi göndermedikçe o ülkeleri helak edici değildir.»[150] «Biz peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.»[151]
Bunlar ve daha başka benzerleri olan deliller göstermektedir ki, insanların, sorumlu tutulabilmesi için, akıldan başka bir bilgi kaynağına ihtiyaçları vardır ki, o da vahiydir.
Unutmak, hiçbir insanın kurtulamayacağı tabii bir kusur ve arizi bir bilgisizlik halidir. Bizzat Hz. Peygamber, «Ben de sizin -gibi bir insanım; nasıl ki siz unutabiliyorsanız, ben de unutabilirim.[152] buyurmuştur. Hatta bazı insanlarda unutma, marazi bir hal alabilir, işte, islâm bilginlerinin büyük çoğunluğu, bu durumu gözönüne alarak, unutmanın yol açtığı kusurların sorumluluğu gerektirmeyeceği görüşünde birleşmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de mü'minlere şu dua telkin edilir: «Ey Rabbimiz! Eğer unutursak, yahut yanılırsak bizi sorguya çekme!»[153] Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: «Allah, benim ümmetimin hatasını ve unutkanlığını bağışladı.»[154]
C) Kasıt Ve Niyet
Niyetimize uygun olarak başardığımız fiillerden dolayı sorumlu olduğumuzda şüphe yoktur. Burada, ister niyetimize göre, ister fiillerimize göre sorumlu olalım, netice aynı olacaktır. Bu durumda, eğer niyetimiz ve fiilimiz iyi ise, sorumluluğun sonucu da iyi, yani mükafat; niyetimiz ve fiilimiz kötü ise, sorumluluğun sonucu da kötü yani ceza olacaktır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurul-muştur: «îyi iş yapan kendi ehline, kötü iş yapan da kendi aleyhine yapmış olur.»[155]
Şu halde, asıl problem niyet ile fiilin birbirine mutabık olmadığı durumlardadır.
Konu ile ilgili ayet ve hadisler bir bütünlük içinde değerlendirilecek olursa, îslâm ahlâkına göre sorumluluğun, fiilin sonucuna göre değil, fakat bu fiilin arkasındaki kasıt ve niyete göre olduğu anlaşılır. Nitekim çok meşhur bir hadiste «Ameller niyete göredir.»[156] buyurulmuştur. Şu halde iyilik yapmaya niyet etmiş bir kimse —bu iyi niyetine rağmen— kendisini aşan sebeplerle, bu iyiliği yapmayı başaramamış veya bu işi kötü sonuçlanmış ise, bu kimsenin niyeti kötülük yapmak olmadığı için bu kötü sonuçtan dolayı sorumlu değildir. Meselâ bir hakim, dava konusu olan bir olayla ilgili olarak, hüküm vermeden önce, bir haksızlığa meydan vermemek niyetiyle bütün imkanlarım kullanmasına rağmen, yanlış bir hüküm vermiş ise, bundan dolayı ahlâk bakımından sorumlu tutulamaz. Bu husus, bizzat Peygamber (s.a.v.) tarafından ifade edilmiştir.[157] Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: «Allah sizin kalblerinizi en iyi bilendir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki, Allah (kendisine) yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.»[158]
Esasen -öyle görülüyor ki- yaptığımız veya yapmayı tasarladığımız bütün işlerde bizim olan tek şey niyettir. Bundan sonra bizi aşan imkanlar veya imkansızlıklar devreye girer. Çünkü bütün olayların kanunlarım düzenleyen kudret —islâm inancına göre— Allah'tır. «Sizi de sizin yaptıklarınızı da Allah yarattı.»[159] Şu halde, insanın iyiliği de kötülüğü de yapabilmesi, Allah'ın buna uygun şartlan yaratmasına bağlıdır. Bu durum peygamberler için de böyledir: «Ey Muhammedi De ki: Allah istemedikçe, ben kendime (bile) fayda veya zarar getirme gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmayı isterdim ve bana hiç kötülük dokunmazdı. Ben sadece inanan bir millet için uyarıcı ve müjdeciyim.»[160] Bu âyetteki "gayb" tabirinden, olayların bizi aşan, bizce meçhul olan sebeplerini anlamak da mümkündür. En hassas teknik imkanların kullanıldığı fizikte bile, Önceden kestirilemeyen ihtimallerle karşılaşılmaktadır. Şu halde yakından bilebildiğimiz tek şey niyet ve maksatlarımızdır; bu yüzden sorumluluklarımız da kasıt ve niyetlerimize göredir. Şu ayet, açıkça bunu ifade etmektedir: «Yanılarak yaptığınız şeyde size vebal yoktur; fakat kalblerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir. »[161]
5. Mükellefiyetin Şahsî Olması.
Kurân-ı Kerim'e göre, «Kim günah işlerse, onu ancak kendi aleyhine işlemiş olur.»[162] Kur'ân-ı Kerim'de bu konuda daha başka ifadeler de mevcuttur:
«Baba çocuğundan dolayı bir şey ödemez; çocuk da babasından dolayı birşey ödeyecek değildir.»[163]
«De ki: Siz bizim işlediğimiz suçtan dolayı sorumlu olmazsınız; biz de sizin işlediklerinizden sorumlu değiliz.»[164]
«Herkes kendi aleyhine (kötülük) kazanır. Hiçbir suçlu, başkasının suçuna ortak olmaz.»[165]
Hz. Yusuf şöyle demişti: «Eşyamızı yanında bulduğumuz adamdan başkasını yakalamaktan Allah'a sığınırız! Çünkü o takdirde biz zalim oluruz.»[166]
Bu deliller de göstermektedirki, islâm düşüncesine göre, dinî, hukuki ve ahlâkî sorumluluklar şahsîdir, insan, başkasına ait bir kusurdan, kötülükten dolayı sorumlu tutulmaz ve bunun bedelini ödemesi gerekmez.
Bununla beraber, şu hususu özellikle belirtmek gerekir ki, sorumluluğun şahsiliği prensibi, sadece ferdi iyilikler ve kötülükler için geçerlidir. Buna karşılık, içtimaî vazifelerde sorumluluklar da ictimaîleşir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Her kim islâm'da güzel bir çığır açarsa, kendisine —bu iyiliğin yanında-daha sonra o çığırdan gidenlerin sevabı kadarı da verilir... Aynı şekilde, kim islâm'da kötü bir çığır açarsa, kendisine bunun günahı yazıldığı gibi, kendisinden sonra onu devam ettirenlerin günahları kadarı da yazılır...»[167] Şu halde, her ferd, kendi imkan ve kudreti nisbetinde, iyiliğin devamı ve kötülüğün önlenmesi çabasına katkıda bulunmakla sorumludur. Buna göre, iyiliklerin yapılmasına önayak olan bir kimse, bunun mükafatım alacaktır: «İnsan, öldüğünde amelleri tamamlanmış olur; ancak şu üç eseri hariçtir: Faydası devamlı olan hayır, insanlara yararlı olan ilim ve geriden hayır dua edecek evlat bırakmak.»[168]
Buna karşılık, toplumda kötülüklerin yaygınlaşmasına önayak olan veya buna imkanları nisbetinde karşı koymayan, insan —bu kötülüğü kendisi işlemese bile— sorumluluktan kurtulamaz. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
«Davud ve Meryem oğlu îsa'nın diliyle israil oğullarına lanet edildi. Bunun sebebi, onların asi olmaları, haddi aşmaları idi. Bir de onlar, birbirlerini, işlemekte oldukları kötülükten alıkoymazlardı.»[169]
6. Ahlâkî Müeyyide
Kişinin vicdanı, iyi hareketlerden dolayı mutlu ve huzurlu olur; kötülüklerden dolayı da üzülür, pişmanlık duyar.
insan vicdanının bu memnuniyet veya pişmanlığının, tasvip veya kınamasının islâm ahlâkı bakımından da önemi inkâr edilemez. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.), «Kötülüğün seni üzüyor, iyiliğin de seni sevindiriyorsa artık sen mü'minsin.» [170]buyurmuştur. Hatta o, iyilik ve kötülüğü, onların, insanın selim vicdanında meydana getirdiği infialin mahiyetine göre tarif etmiştir: «iyilik (birr), nefsin (vicdanın) ve kalbin kendisi ile hoşnut olduğu şey; kötülük (ism) ise, vicdanını rahatsız eden ve içine sıkıntı veren tutumdur.»[171]
Vicdanın, ahlâk için iki yönden hizmeti vardır:
a) Önce vicdan, ahlâk kanununu idrak eden bir şuur halidir. Hz. Peygamber, «Müftüler sana fetva verseler de, sen yine vicdanına danış.»[172] anlamındaki hadisi ile vicdanın bu basiretini kas-detmiştir.
b) Vicdan, bizi ahlâk kanununa uymaya zorlayan bir güce de sahipti. Kur'ân-ı Kerim, bu fonksiyona sahip vicdan için "kalb-i selim" ve "nefs-i levvame" tabirlerini kullanmıştır.[173]
Vicdan dediğimiz bu duygu, Kur'ân-ı Kerim'deki tabirleri ile, "nefs-i levvame" veya "kalb-i selim" olabileceği gibi "kaskatı kesilmiş kalb" haline de gelebilir. İnsanların, olumlu terbiye ve irşad ile yolları aydınlatılmaksızın, ahlakî yükümlülüklerim isabetli bir şekilde gördüklerine; hayır ve şerri, yanılgısız olarak ayırdıklarına ve sırf bu fıtrî duygunun tesiri ile vazifelerini yerine getirdiklerine inanmak, aşırı iyimserlik olur. Zira -daha önce de işaret edildiği gibi- insanın, gerek kendi psikolojik yapısındaki olumsuz âmiller, gerekse kendi dışındaki dünyanın menfî tesirleri, vicdanının yanılmasına ve pasifleşmesine yol açmaktadır.
îslâm ahlâkına göre, vicdanın bu engelleri aşmasının ve böylece, ahlâkî hayatın teminat altına alınmasının temel şartı. Allah şuuru'dnr. Kur'ân-ı Kerim bize bildirmektedir ki, insan,[174] Allah'ı zikretmekten yani Allah şuurundan yoksun kalınca, bütün kötülüklerin prensibi olan şeytan ona musallat olur ve onu, hiç farkında olmadan, doğru yoldan saptırır. Ancak ahirette Allah'ın huzuruna vardığında şeytan tarafından aldatılmış olduğunu anlayan insan, o zaman çaresizlik içinde şöyle der: «Keşke (dünyada iken) seninle benim aramız, doğu ile batı kadar uzak olsaydı!»
Kur'ân-ı Kerim'in başka bir ayetinde Allah, kendisini anmaktan yoksun kalmanın, ahlâk bakımından olumsuz sonucuna karşı bizi şöyle uyarmaktadır: «Kalbinizi bizi anmaktan gafil kıldığımız, böylece hevâsına (kötü arzularına) uyan ve işi gücü hep aşırılık olan kimseye uyma!»[175]
Buna karşılık, Allah şuurunun vicdanlara kazandırdığı tesir de şöyle ifade edilmektedir: «îman edenler ve kalbleri huzura erdirilenler bilsinler ki, kalbler ancak'Allah'ı anmakla huzur bulur, îman edip de hayırlı işler yapanlara ne mutlu! Güzel gelecek onlarındır.»[176] «Takva sahipleri o kimselerdir ki, onlar, çirkin bir iş yaptıklarında, yahut (fena bir iş yaparak) kendilerine kötülük ettiklerinde, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. —Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir.— Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.[177]
Bu son ayetten anlaşıldığına göre Allah şuuru, insanda, ahlak bakımından, özellikle şu iki sonucu doğurmaktadır;
a) Günahların bağışlanmasını dilemek.
b) Bile bile kötülükte ısrar etmemek.
Bu sonuçların ikisini birden ifade eden îslâmî terim tevbe kelimesidir. İşte, vicdanın ahlâkî hayat üzerindeki en olumlu ve en tam tesiri tevbe ile ortaya çıkar.
islâm Dini, insan hakkında, olması gerektiği kadar gerçekçidir. Onun bu gerçekçiliği, insanın ahlâkî yönü için de geçerlidir. Buna göre insan, iyiliğe de kötülüğe de müsaittir. «Allah, insan nefsine fücurunu da takvasini da ilham etmiştir. Artık nefsini arıtan kurtuluşa ermiştir; onu kirleten de ziyana uğramıştır.»[178] Böylece insan, daima bir yol ayırımındadır: İradesini, hayır yoluna kullanabileceği gibi şer yoluna da kullanabilir. Fakat, hiçbir zaman insan, bütün kötülüklerden sıyrılarak kendisini melek haline getirecek bir irade gücüne sahip değildir. Aksine, insanda, vicdan ile aşağı arzuların; ya da -îslâmî terimleriyle— "kalb1' ile "ne/s"in çatışması, onun kaderidir. İşte insanda ahlâkî hayat bu çatışmadan doğar. Bir ömür boyunca iyilik-kötülük ayırımını yapabilmek ve kötülükleri iyiliklerle tamir edebilmek; aklımızın yanılmasına, kalbimizin kararmasına yol açan bir yığın engelleri aşabilmek, bütün ömrü dolduran bir mücadeleyi gerektirir. En mükemmel insanın hayatında bile bu mücadelenin bittiği bir nokta yoktur. O sebepledir ki, Hz. Muhammed (s.a.v.), kendisine «Yaşlandınız, ya Resulallah» denilmesi üzerine, «Beni Hûd ve Vakıa sûreleri yaşlandırdı»[179] demiştir. Çünkü, her iki sûrede de bulunan bir ayette «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» buyurulmakta idi. Kur'ân-ı Kerim, ahlâk ve fazilet mcadelesini «Sarp yokuşu tırmanma»ya benzetmiştir: «Biz insana iki yolu (hayır ve şer yolunu) gösterdik. Fakat o, sarp yokuşu tırmanma atılganlığını göstermedi. Sarp yokuş nedir, bilir misin? (İnsanı kölelik boyunduruğundan kurtarmaktır; yahut zor bir günde yakındaki bir yetimi veya gücü tükenmiş bir yoksulu doyurmaktır; sonra da iman edenlerden, birbirine sabırlı ve merhametli olmayı tavsiye edenlerden olmaktır.»[180]
insanın, bu sarp yokuşu tırmanma gayretini, yani ahlâk yolunda ilerleme çabasını engelleyen psikolojik ve harici sebepler, normal tabiattaki her insan için söz konusudur. O yüzden Hz. Peygamber, «Her insanoğlu hatâ eder.»[181] buyurmuş; başka bir hadisinde de «însan bir hatâ işlediği vakit, bu hatâ onun kalbini lekeler.»[182] şeklindeki ifadesiyle, kötülüğün insan vicdanı üzerindeki menfî tesirine dikkat çekmiştir. Buna göre, hatalar çoğaldıkça, vicdanın safiyeti, basireti ve irade üzerindeki hakimiyeti de zayıflar. Böylece vicdan, artık ahlâkî bir müeyyide doğurmaz olur. işte tevbe, bu kötü gidişi durdurması itibariyle, insan ruhunun ahlâkî bir silkinişidir, kendine gelişidir. Bu sebepledir ki, islâm Peygamberi, bütün insanların hatâ işleyebileceğini belirten hadisinin devamında «Hata edenlerin en hayırlısı, tevbe edenlerdir.» diyerek, tevbenin, her insan için bir vazife olduğuna ve ahlâkî şuurun canlı tutulmasında büyük bir payı olduğuna işaret etmiştir.
islâm Dininde ahlâkî hükümlerin ve prensiplerin tatbikine verilen büyük ehemmiyet sebebiyledir ki, Ahlâk prensiplerinin en mükemmellerini getiren ve ahlâkî bilgilere sahip olmak bakımından en üstün mevkide bulunan islâm Peygamberi, «Emrolundu-ğun gibi dosdoğru ol!» ayetini kasdederek, «Beni Hûd ve Vakıa sûreleri kocattı!»[183] buyurmuştur. Şu halde bizzat islâm peygamberi dahi, getirmiş olduğu ahlâkî prensipleri ve bilgileri tatbikten kendisini müstağni saymak şöyle dursun, tam aksine, hayatı boyunca bütün faziletlerde en ileride olmaya çalışmış; dinî ve içtimaî pozisyonu gereğince, bütün insanlığa örnek olacak bir hayat yaşamanın sorumluluğunu duymuş, çabasını göstermiştir. Onun düşüncesine göre «insan, bilgisi ile amel etmedikçe, sırf bilgi ile âlim olamaz.»[184]
«Amellerin azalması kıyamet alâmetidir.»[185] «İnsanı sadece ameli yüceltir.»[186] Bunun için O, «Öğrenin Öğrenin!» buyurduktan sonra hemen ilave eder: «Fakat Öğrenince de amel edin!»[187]
Şu noktayı da özellikle belirtelim ki, "amel" kavramından sadece bedenî ve harici fiil ve hareketler anlaşılmamalıdır. Esasen islâm ahlâkı için önemli olan, maddi varlığımızın şöyle veya böyle hareket etmesi değil, bizi bu harekete sevkeden şeydir; yani kalb ve vicdanımızda taşıdığımız niyet, düşünce ve inançtır. Onun için Kur'ân-ı Kerim'de «Kurbanlarınızın etleri ve kanları Allah'a ulaşmaz; fakat takvanız O'na ulaşır.»[188] buyurulmuş; Hz. Peygamber de, —kalbini göstererek—« takva işte burada...»[189] demiştir. Şu halde, bedenî amellerimiz yanında, —islâm ahlâkçılarının tabiri ile— bir de kalbî amellerimiz vardır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.), her şeyden önce kalbî bir teslimiyet olan "islâm'ı ve kalbî bir inanma olan "îmanı dahi "amel" olarak isimlendirmiştir.[190] Esasen, bu manasıyla iman ve islâm, bütün amellerin temelidir ve bu yüzdendir ki, ünlü «Cibril hadisi»nde Allah ve Resulüne inanmak, hem islâm'ın hem de Iman'm esaslarının başında sayılmıştır. Hz. Pegamber şöyle buyurmuştur: «Allah nezdinde amellerin en üstünü, şüphe taşımayan imandır.»[191]
Bütün bu belirtilenlerden anlaşılıyor ki "amel" kavramı, iman, ibadet ve ahlakı şümulüne almaktadır, inanç ile bütünleş-meyen amel, hiçbir dinî ve ahlâkî kıymet taşımaz. Bunu KurJân-ı Kerim muhtelif vesilelerle belirtmiştir. Fakat, amel ile dışa yansımayan iman da değerinden çok şey kaybeder. Ayrıca, insanın vicdanında iyilik arzusunu geliştirmeyen, kötülük işleme temayülünü önlemeyen ve sadece bedenî hareket olmaktan Öteye gitmeyen ibadetler de daima az çok kusurludurlar. Bunun içindir ki Kur'ân-ı Kerim'de «Namaz insanı, muhakkak ki, kötülüklerden ve çirkin davranıştan akkor.»[192] buyurulurken; Hz. Peygamber de «Bir insanın namazı kendisini kötülüklerden ve çirkin davranıştan alıkoymuyorsa, onun kıldığı, namaz değildir.»[193] demiştir. Esasen amellerimizin kalitesi ve değeri, bunların ardındaki niyete bağlıdır. Her ne kadar iyi bir niyet, kötü amelin değerim değiştirmez, iyileştirmezse de, kötü niyet iyi amelin ahlâkî değerini kaybettirir. Bunun içindir ki Hz. Peygamber (s.a.v.) «Ameller niyete göredir.» buyurmuştur.[194]
[110] A'râf,7/6.
[111] Mü'minûn, 23/115.
[112] Ankebût, 29/2.
[113] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/103-104.
[114] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/104.
[115] Darimî, Buyu', 2.
[116] Müslim, Birr, 14.
[117] İbnHanbel,V,251.
[118] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/104-105.
[119] Buharî, Edeb, 26.
[120] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/105-106.
[121] Tegabun, 64/11.
[122] Kehf, 18/28; Muhammed, 47/16.
[123] Mü'minun, 23/115; Kıyâme, 75/36.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/107.
[124] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/107.
[125] Hucurât, 49/7.
[126] Tirmizî, Kıyamet, 8.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/107-108.
[127] Ahd-i Cedid, Matta, 23/21.
[128] Enbiyâ, 21/105.
[129] Müslim, iman, 78; Ebû Davud, Salât, 232.
[130] Bakara, 2/217.
[131] Nisa, 4/59.
[132] Âli İmrân, 3/104.
[133] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/108-109.
[134] Buharı, Cumua, 11.
[135] îsrâ, 17/34.
[136] Nisa, 4/59.
[137] Buharı, îmân, 27, 31.
[138] İbn Hanbel, II, 144; Buhârî, Ahkâm, 4.
[139] Âli lmrân, 3/30.
[140] Sâffat, 37/24.
[141] Meryem, 19/29.
[142] Ahzâb, 33/6-68.
[143] Tarık 86/9,10.
[144] Tâ-Hâ, 20/7.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/109-112.
[145] İsrâ, 17/70.
[146] İbrahim, 14/34.
[147] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/112.
[148] Buharı, Hudud, 22; Talâk, 11.
[149] En'âm, 6/60.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/113.
[150] Kasas, 28/59.
[151] İsrâ, 17/15.
[152] Buharı, Salât, 31.
[153] Baraka, 2/286.
[154] İbn Mâce, Talâk, 16.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/113-114.
[155] Fussılet, 41/46.
[156] Buharı, Itk, 6.
[157] Buharı, l'tisâm, 21.
[158] İsra, 17/25.
[159] Saffat, 37/96.
[160] A'râf, 7/88.
[161] Ahzâb, 32/5.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/114-115.
[162] Nisa, 4/111.
[163] Lokman, 31/33.
[164] Sebe'(34),25.
[165] En'âm, 6/, 164.
[166] Yûsuf, 10/79.
[167] Müslim, îlm, 15; Zekât, 79.
[168] Müslim, Vasıyyet, 14; Ebû Dâvud, Vasâyâ, 14
[169] Mâide, 5/78-79.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/116-117.
[170] İbn Hanbel, V, 251, 252.
[171] Darimî, Buyu', 2.
[172] Gös.yer.
[173] Kayâme, 75/2; Şuarâ, 26/89.
[174] Zuhruf, 43/36-39.
[175] Kehf, 18/28.
[176] Ra'd, 13/28-29.
[177] Âli İmrân, 3/135
[178] Şems, 91/8-10.
[179] Tirmizî, Tefsir 56/6.
[180] Beled, 90/10-17.
[181] Tirmizî, Kıyam, 49.
[182] Tirmizî, Tefsir, 13/1.
[183] Tirmizî, Tefsir, 56/6.
[184] Darimî, Mukaddime, 29.
[185] Buharı, Edeb, 39.
[186] Muvatta, Vasıyye, 7.
[187] Darimî, Mukaddime, 34.
[188] Hacc, 22/37.
[189] Müslim, Birr, 32.
[190] Buharî,Tevhîd,47.