- Ahlakî sorumluluk

Adsense kodları


Ahlakî sorumluluk

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Thu 30 September 2010, 05:38 pm GMT +0200
B. AHLÂKÎ SORUMLULUK


1. Ahlâkta Sorumluluğun Önemi
 

Her ahlâk kanunu bizi bir vazife ile mükellef kılar. Ancak, bir mükellefin bu vazifeden dolayı sorumlu tutulmaması halinde, ahlâk kanunu bütün gücünü ve önemini kaybeder. Ayrıca, insana, vazifesini yerine getirdiğinden dolayı verilecek mükafat, veya va­zifeyi ihmal etmekten dolayı terettüp edecek ceza ile bunların öl­çüsünün tesbiti, yani kısaca adalet de ancak sorumluluk safhasın­dan sonra gerçekleşecektir. Bu yüzden, ehliyet şartlarını taşıyan her insanın, ahlâka konu olan işlerden, hatta gizli niyet ve mak­satlarından dolayı sorumlu tutulması hem aklen hem de dinen ge­reklidir. Gerçekten, insan aklı, sorumluluğa yer vermeyen bir ahlâk anlayışım reddetmiş, her devirdeki ve her seviyedeki insan toplulukları,ahlâkî ve içtimaî disiplinin yolunu daima sorumlu­lukta aramışlardır. Aynı şekilde, diğer bütün ilâhî dinler gibi îslâm Dini dahi, —peygamberler de dahil olmak üzere— bütün in­sanların sorumluluğa tabi olduklarım belirtmiştir.[110]

insanın bir vazife varlığı olması, aynı zamanda bir sorumlu­luk varlığı olduğu sonucunu doğurur. Kur'ân-ı Kerim bu hususu şöyle ifade eder:

«Siz, boş yere yaratıldığınızı ve bizim huzurumuza dönmeye­ceğinizi mi sandınız?»[111] «insanlar, imtihana çekilmeden iman et­tik, demekle bırakılacaklarını mı sandılar?»[112]

Dünyada yegâne sorumlu varlık insandır. Çünkü yalnız o, bir şahsiyettir. Öteki varlıklar, Allah'ın kendilerine çizmiş olduğu bir tek ve alternatifsiz yolda yürümek zorunda oldukları için müsta­kil birer şahsiyet sayılmazlar; bu yüzden de yaşamak zorunda ol­dukları hayattan dolayı sorumlu tutulmazlar. Bu sebeple biz, hay­van hareketlerinde ahlâkî manada bir «değer» aramayız. Buna karşılık insan, kendine has inancı, değer hükümleri ve yaşama tarzı ile bir şahsiyettir. Bu sayede o, ahlâkî emirlerin muhatabı olur; kendisinden, doğru yolu seçmesi istenir ve bundan sorumlu tutulur. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim1 de En'âm sûresinin 151. ve 152. ayetlerinde, insanlara bazı dinî ahlâkî vazifeler bildirildikten sonra şöyle buyurulur: «îşte bu, benim doğru yolumdur; ona uyun, (başka) yollara uymayın. Zira o yol sizi Allah'ın yolundan ayırır, îşte, kötülükten sakınmanız için Allah size bunları emretti.»

Sorumluluk şuuru, insanı, tamamıyle başıboş olan hayvanı hayattan kurtaran ve onu kendi duygu ve temayüllerine hakim ve hür kılan bir şuur olması itibariyle insana tabiatüstü bir değer ka­tar. Çünkü insan, ancak sorumluluk şuuru ile, adî tabiatın üzeri­ne yükselir ve ahlâkî bakımdan teiniz ve nezih bir hayat yaşamak suretiyle "mükerrem varlık" mertebesine ulaşır. [113]

 

2. Sorumluluğun Çeşitleri
 

İnsanın, aşağıdaki şekilde üç türlü sorumluluğu ortaya çık­maktadır: [114]

 

A) Vicdanî (Ahlâkî) Sorumluluk:
 

İnsan, akıllı ve şuurlu bir varlıktır. O, yalnız başkalarının tu­tum ve davranışlarını değerlendirmekle kalmaz; aynı zamanda kendi hareketleri, duyguları, kasıt ve niyetleri üzerinde de düşü­nüp taşımr, hükümlere varır. Şu halde herbirimizin kalbinde bir hakim vardır. Adına "vicdan" dediğimiz bu hakimin bizi yargıladı­ğını, birnevi sorguya çektiğini, iyiliklerimizi onayladığım ve kötü­lüklerimizi kınadığını bilir; bu yüzden iyiliklerimizin sevinç ve mutluluğu, kötülüklerimizin elem ve pişmanlığını hissederiz. Ba­zı menfi sebeplerle fıtratı bozulmamış her insan, kendi ruhunda böyle bir hakimin kendisini sorumlu tuttuğundan emindir, islâm ahlâkı, kalbimizdeki bu hakimin basiretine önem verir. Hz. Muhammed (s.a.v.), «Müftüler, sana fetva verseler de, sen yine vicdanına danış.»[115] buyurur. Ahlâkî şuurun canlı ve faal olduğu insanı, kanunların sorumluluğundan kurtulmuş olması asla ra­hatlatmaz. O, eğer gerçekten suçlu ise, vicdanının sorumluluğu altında ezilir, küçülür. Bunun için, «Kötülük insanın içine sıkıntı verir.»[116] buyuran îslâm Peygamberi, başka bir hadisinde; «Kötü­lük yapmış olman seni üzüyorsa, artık sen mü'minsin. »[117] buyura­rak vicdanî hassasiyeti imanın bir ifadesi kabul etmiştir. [118]

 

B) İçtimaî Sorumluluk
 

İslâm in asıl kaynakları olan Kitap ve Sünnet,toplumdan ve onun içinde yaşamanın doğurabileceği güçlüklerden kaçmak yeri­ne, topluma katılmayı ve gerektiğinde, olanca gücü ile insanların iyiliği, kurtuluşu ve gerçek saadeti için çalışmayı emretmektedir, islâm ahlâkı açısından insanın yaşayışı, başka insanlardan kopuk, bağımsız ve ferdî değildir. Hatta bir kişinin hayatı, başta sona, kendisinden başlayıp kendisinde biten bir olay değildir. Çünkü -ilâhî takdir gereğince- her birimizin fiil ve davranışları, çok zaman bizi aşan sebeplere dayandığı gibi, bizi aşan sonuçlar doğurur, işte hayatın bu iç-içeliği, her bir insan için yekdiğerleri­ne karşı birçok haklar ve sorumluluklar getirir. Bu durum, bir yandan, ferdi cemiyet karşısında sorumlu duruma getirirken, diğer yandan da, içtimaî yapının çeşitli kademelerine, insanların iyliği uğruna çaba sarfetme, iyiliğin hakim olması ve kötülüğün önlenmesi idealine hizmet etme sorumluluğu yükler.

Böylece, insanın ruhî varlığındaki hakimin, yani vicdanın ötesinde ve dışında bir de "cemiyet" denilen otorite vardır ve insan ona karşı da hesap vermek zorundadır. Bu sorumluluk, insanı da­ha ihtiyatlı olmaya, yanlış davranması halinde bunun sonuçları­na katlanmaya zorlaması ve hareketlerini gözden geçirmesini sağlaması bakımından ahlâkî hayata yardımcı olur; en azından, kötülüklerin alanen işlenmesini ve yaygınlaşmasını önler. 'Haya" faziletinin, islâm ahlâkındaki büyük önemi buradan gel­mektedir.

Ote yandan, içtimaî kurumların ve genel olarak sosyal çevrenin de ferdlere karşı sorumlulukları vardır, islâm ahlakı, içtimaî şuurun, her şeyden önce, ferdlerin bedenî ve maddî sıkıntıları karşısında canlı ve duyarlı olmasını emreder. Hz. Peygamber, bu duyarlılığı şöyle açıklamıştır: «Mü'minler, birbirini sevmekte, birbirlerine acımakta ve korumakta, bir uzvu rahatsız olduğunda diğer uzuvları da bu yüzden humma ve uygusuzluğa tutulan bir vücut gibidirler.»[119]

içtimaî şuur, ferdlerin manevî kusurları ve ahlâkî kötülükle­ri karşısında da duyarlı olmak zorundadır. Nitekim, Resûlulah (s.a.v.), zâlimin kötülüklerine engel olmayı emretmiş ve bunun,—hakikatte— zâlime karşı bir yardım ve kardeşlik görevi olduğunu belirtmişti. [120]

 

C) Dinî Sorumluluk
 

Dinî sorumluluk, insanın inanma ihtiyacından doğar ve adalet idealinin gerçekleşmesi yolunda vicdanî ve içtimaî sorum­luluğun eksiğini tamamlar.

Çok çeşitli ve karmaşık olan beşerî ilişkilerde, ahlâk yolunun engelleri olan diğer pek çok olumsuz duygular karşısında bulunan vicdan, iman desteğinden yoksun olunca, yalnız ve etkisiz kalır. Bu sebeple islâm Dini, insanın, kalbini ve manevî hayatım, ancak iman sayesinde selamete yöneltebileceğini kabul eder.[121] Buna karşılık, Allah, inkarcıların kalblerini mühürler ve artık onlar, nefislerinin kötü arzularına uyarlar; işleri güçleri hep aşırılık olur.[122]

islâm ahlâkı, insanın hürriyetini, her şeyden önce, dinî so­rumluluk ile sınırlamak suretiyle, ona, bir vaziler varlığı olduğu şuurunu kazandırmak ister. Buna göre, insan, başı boş bırakılma­mıştır; muhakkak surette Allah'ın huzuruna dönüp, yaptıkları­nın hesabını verecektir.[123]

 

3. Ahlâkî, Dinî Ve İçtimaî Sorumlulukların Birbirleri İle Alakası
 

Sorumlulukların yukarıda sunulan üç şekli, her ne kadar, ilk bakışta birbirinden farklı alanlara ait görünürse de, islâm ahlâkı, bunları birbirinden ayırmayıp iç-içe kabul eder. Şöyle ki: [124]

 

A) Dinî Ve İçtimai Sorumluluklarda Ahlâkî Şuurun Etkisi
 

Şekil bakımından, ahlâkî sorumluluk ferdin bir şuur hali, ya­ni ferde göre dahilî ve derûnî olduğu halde dinî ve içtimaî sorumlu­luklar ferde göre haricîdir. Ancak, islâm ahlâkı, sorumlulukların bu iki çeşidini dahi derûnîleştirmeyi; yani, kişinin, toplum ve Al­lah karşısında vereceği hesabın sorumluluğunu vicdanında his­setmesini ister. Nitekim, topluma saygının belirtisi olan "haya" ile Allah'a saygının ifadesi olan "takva" faziletlerinin islâm ahlâkında Önemli bir yeri vardır. Takva sahibi insan (muttaki), islâm'da, sadece ideal bir mü'min değil, aynı zamanda ideal bir ahlâkî şahsiyettir. Âl-i Imrân sûresinin 133 ve 134. ayetlerinde takva sahiplerine hazırlanan uhrevî mükafatlardan bahsedildik­ten sonra, 135. ayette şöyle buyurulmuştur: «Onlar, çirkin bir iş yaptıklarında, yahut (kötülük yapmak suretiyle) kendilerine zul­mettiklerinde, hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. —Gonahları Allah'tan başka kim bağışlar!— Bir de onlar, yap­tıklarında bile bile ısrar etmezler.»

Şu halde iman, insanda kalbi ve ahlâkî bir şuur halini alma­dıkça, gerçek iman kalitesine ulaşamafc. Bir başka ayette bu hu­sus, şöyle ifade edilmiştir: «...Fakat Alfah size imanı sevdirdi ve onu kalblerine zinet kıldı; inkarcılığı, günahkarlığı ve isyanı da size çirkin gösterdi,»[125]

İslâm Dini, şüphesiz ki, herkesin yaptıklarından dolayı ahi-rette sorumlu tutulacağını bildirir. Burnunla beraber, mü'mine yaraşan odur ki, kendi vicdanında kendisini sorumlu hissetsin ve bütün vazifelerini, imanının verdiği dürüstlük ve samimiyet saye­sinde basiret kazanmış olan vicdanının emrettiği şekilde seve se­ve yerine getirsin. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu bakımdan mü'mini şu şekilde tanıtır: «Mü'min, günahı, tepesine çökecek bir dağ git rür; münafık ise günahım, burnunun ucuna konmuş ve her uçurabileceği bir sinek gibi düşünür.»[126]

 

B) Dinî Ve Ahlâkî Sorumluluklarda Toplumun Etkisi
 

İslâm, sadece ahiret dini değil, aynı zamanda dünya Hıristiyanlıktaki «Allah'ın hakkını Allah'a, Kayzer'in hafc Kayzer'e verme» prensibi[127] islâm'da yoktur, islâm, topluma, id­lerin dinî ve ahlâkî vazifelerini yerine getirmelerini sağlayıcı terbiyevî ve hukukî tedbirler alma görevlerini yükler, islâm cemiyetçiliğinin en önemli prensiplerinden olan «enir bil-ma'ruf» im­liği emretmek) «nehy anil-münker» (kötülüğe karşı çıkmak) Te­fesinin icrası, her müslümanm, içtimaî pozisyonu, maddim manevî gücü nisbetinde iştirak ettiği bir sorumluluktur.Bu Kur'ân-ı Kerim1 deki ifadesi ile- «Yeryüzüne salih kulların ffi-kim olması»[128] idealine hizmet etme sorumluluğudur.

Islâmî prensipler, hiçbir müslümana, «canımın istediği P yaşarım!» deme hakkını vermediği gibi; hiçbir cemiyete de «Eca değmeyen yılan bir yaşasın!» şeklindeki umursamazlık felsefem tercih etme izni vermemiştir, islâm Peygamberinin şu sözü, bu konuda her müslümana görevler yüklemektedir:

«Bir kötülük gören kimse, bunu eli ile bertaraf etsin; bunu yapmak elinden gelmiyorsa dili ile karşı çıksın; bunu yapamayan (kötülüğe) kalben buğzetsin ki, bu da artık imanın en zayıf  derecesidir. »[129]

Buna göre:a) Kötülüğü el ile bertaraf etme sorumluluğu, müslümanları iyliğin güçlü olmasını ve kötülüğün giderilmesini sağlayıc ar cismanî kudrete yani devlet gücü ve genel olarak güçlü bir yapısı geliştirmeye mecbur kılar. Öyle ki, kendi vicdanında ahlâkî sorumluluklarını hissetmeyen ve iyiliğin hakim olnaa prensibini ihlâl etme temayülünde olan kişiler, sorumlu tuta­caklar ve hesap verecekleri haricî bir otoritenin varlığını hisssinler ve —en azından— kötülüğün alenen işlenmesi ve yaygın­laşma istidadı kazanması Önlensin.

Hadisteki «kötülüğü el ile bertaraf etme» tabirinin, düzensiz­liği, başıbozukluğu ve kaba kuvveti ifade etmediğini de önemle be­lirtmek gerekir. Çünkü bundan fitne doğar ve Kur'ân-ı Kerim "fit-ne"yi yani kargaşayı "ölümden beter" saymış;[130] ve "ülü'l-emr" yani merkezî otorite sistemini benimsemiştir.[131]

b) Kötülüğe dil ile karşı çıkma sorumluluğu, genel olarak, iyi­likten yana olma ve kötülüğe tepki şuurunun, toplumda aktif bir ma'şerî vicdan halini alması; özel olarak da, bir eğitim-öğretim teşkilatının, oluşturulması ile yerine getirilir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: «Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötü­lükten men'eden bir topluluk bulunsun.,.»[132]

c) Kötülüğe kalben buğzetme, bütün müslümanlar için asgarî ölçüde bir sorumluluktur ve bu sorumluluk, —her şeyden önce— ferdlerin, kötülükten nefret eden bir ahlâkî şuura ve ruhî olgunluğa ulaşmalarını gerekli kılar. Konumuz olan hadiste Hz. Peygamber, kötülük karşısındaki içtimaî sorumluluğun bu şıkkı­nı «imanın en zayıf derecesi» diye nitelemiştir; çünkü kalb ile buğz, —bir faaliyetle tamamlanmadığı, bütünleşmediği sürece— «el» ile ve «dil» ile kötülüğe karşı çıkma yollarına başvurmadaki aczi gösteren basit bir tavırdır. [133]

 

C) Ahlâkî Ve İçtimaî Sorumluluklarda Dinin Etkisi
 

Az önce sunduğumuz hadisin, özellikle son cümlesi, dinî so­rumluluk ile ahlâkî ve içtimaî sorumlulukların kopmaz bir alaka içinde olduklarım açıkça göstermektedir. Sık sık ifade edildiği gi­bi, prensip olarak, vazifelerimizin kaynağı ilâhidir. Bu sebeple biz, bu vazifeler hususunda, yalnız vicdanımız ve içinde yaşadığı­mız sosyal çevre karşısında değil, aynı zamanda Allah katında da mes'ulüz. Hz. Muhammed (s.a.v.), sorumluluğun bu dinî şümulü­nü ifade etmek üzere şöyle buyurmuştur: «Ahirette insan, hayatı­nı ne yolda tükettiğinden, servetini nasıl kazanıp nerelere harca­dığından, ne gibi işler yaptığından bilgisini yaşayıp yaşamadığından sorguya çekilmedikçe Alla}, 'in huzurundan ayrılamaz.»[134]

Şu halde biz, bir işi yapıp yapmamaya karar verirken, şüphe­siz, vicdanımızın bu konudaki hükmünü dinleyeceğiz; sosyal çev­renin muhtemel tavrım da hesaba katacağız; fakat islâm ahlâkı, bu iş hususunda, Allah'ın hükmünü her türlü kaygıların üstünde tutmayı ve O'nun huzurunda hesap vereceğimi gozönüne alarak bir karara varmamızı emreder, işte burada dinin hükümleri, bi­zim isabetli kararlar vermemize ve doğru yolu bulmamıza yar­dımcı olur.

insan, bizzat kendi iradesi ile kendisini mükellefiyet altına sokabilir; aynı şekilde, içtimai kurumlar ve otoriteler de insana mükellefiyetler yükler. Bu mükellefiyetler, —dinin hükümlerine aykırı olmadığı sürece— bunları yüklenen kişi, kendi vicdanı ve toplum karşısında sorumlu olduğu gibi, Allah'ın huzurunda da so­rumlu duruma düşer. Meselâ, bir hayır yapmayı adayan kişi, böy­lece hem ahlâkî hem de dinî bakımdan sorumlu olur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de «-Ahdi yerine getiriniz; ahid sorumluluğu ge­rektirir.»[135] buyurulmuştur. Aynı şekilde, siyasî ve idarî otorite­lerin yüklediği vazifeler, hem sosyal sorumluluğu, hem de dini so­rumluluğu gerektirir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim1 de: «Ey mü'minler! Allah'a itaat ediniz; Peygamber'e ve içinizden (seçilmiş) ulu'l-emr'e de itaat ediniz.»[136] buyurulmuştur.Ancak, gerek kendi ira­demizin kararları, gerekse içtimaî hükümler, dinî prensiplerle sı­nırlandırılmıştır. Aşağıda anlamları sunulan iki hadis, bu konu­daki delillerdendir:

«Allah'a itaat etmeyi (O'nun hoşnutluğuna layık bir iş yap­mayı) adayan kimse itaat etsin; fakat O'na isyan etmeyi (hüküm­lerine aykırı iş yapmayı) adayan kimse O'na asi olmasın.»[137]

«Ma'sıyet (Allah'ın hükmünü tanımaması) emredilmedik, müslümana -hoşuna gitsin gitmesin- emre kulak verip itaat et­mek gerekir. Fakat, eğer ma'sıyet emredilmiş ise, bu emri tanıyıp itaat etmek mümkün değildir.»[138]

İnsan, bir kötülük işlediğinde, bunun sorumluluğunu vicda­nında hemen hisseder. Kusurlarımızı kendi vicdanımızdan sakla­mamız mümkün değildir, içtimaî sorumluluk ise, yapılan kötülü­ğün şüyu bulması ile başlar. Dinî sorumluluğa gelince, bu sorum­luluk tam olarak ahirette gerçekleşecektir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim'de ahiretten sık sık "hesap günü" diye de bahsedilir. «Her­kesin —iyilik ve kötülük olarak—yaptığı şeyleri karşısında hazır bulacağı o günde, (insan) isteyecek ki, kötülükleri ile kendisi ara­sında uzun bir mesafe bulunsun!»[139] O gün Allah, kötüler hakkın­da şu emri verecektir: Onları tutuklayın! Çünkü onlar sorguya da çekilecekler.»[140] Ozaman onlar, bu keder ve pişmanlık gününde[141] «Eyvah bize! diyecekler, keşke Allah'a itaat etseydik!» Ve diyecekler ki: «Ey Rabbimiz! Biz, reislerimize ve büyüklerimi­ze uyduk; onlar da bizi yoldan çıkardılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver! Onları büyük bir lanet ile rahmetinden kov!»[142] Ada­letin, kılı kırk yararcasma tecelli edeceği ve «sırların ortaya çıka­rılacağı o günde insan için (Allah'tan başka) güç ve yardımcı yok­tur.»[143]

Kur'ân-ı Kerim'de uhrevî sorumluluğun mahiyetini anlatan daha birçok ayet vardır. Bütün bu ayetlerde, genellikle şu mesaj verilmektedir; insan, bu dünyada kötülük işlemesine rağmen, so­rumluluktan ve cezadan kurtulabilir. Fakat «gizli-açık herşeyi bilen», «gözlerin hain bakışını ve kalblerin gizlediğini bilen» Al­lah, dünyada eksik kalan adaleti ahirette ikmal edecektir. Böyle­ce, ahiret inancı ile bütünleşen islâm ahlâkı, tam bir adalet ahlâkıdır.

Bu dünyada haksızlıkların önlenemediği, bir gerçektir. Şu halde bu dünyada tam adalet gerçekleştirilemiyor, Bu durumda, dinî ve uhrevî sorumluluğa yer vermeyen ahlâk anlayışlarının tam adaletten, dolayısıyla tam ahlâktan söz etmeleri mümkün de­ğildir. Şu halde —bir kere daha tekrar edelim ki— ahlâk bir iman alanıdır. Bu imanın konusu kısaca şöyledir: Bizde ahlâkî şuuru uyandıran, hem akıl nuru hem vahiy yolu ile hayır ve şerri öğre­ten, Allah'tır. Vazifelerimizi, ferdî ve değişken isteklerimiz, temayüllerimiz karşısında belirleyen ve rnutlaklaştıran, Dindir. Hayatımız boyunca işlediğimiz iradî faaliyetlerimizden dolayı bi­zi sorguya çekecek, cezalandıracak veya ödüllendirecek olan en son ve en yüksek hakim, yine Allah'tır, insanoğlu, vicdanının sesi­ne kulak tıkayabilir; çevresini aldatabilir; fakat «Allah, gizliyi de gizlinin daha gizlisini de bilir.»[144]

 

4. Sorumluluğun Şartları
 

İnsan, dünyadaki diğer canlılardan farklı olarak, maddî ve biyolojik nimetlere ilaveten, akıl, bilgi, vicdan, irade gibi isimler verdiğimiz manevî imkanlara da mazhar olmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de insanın bu meziyeti «Biz insanı rnükerrem (değerli ve şerefli) kıldık.»[145] cümlesiyle özetlenmiştir, insanın sahip olduğu bu meziyetlerin, kendisini sorumluluk taşıyan varlık durumuna getirdiğini yine Kur'ân-ı Kerim'den öğrenebilmekteyiz: «Allah si­ze, istediğiniz herşeyden verdi. O'nun nimetini saymaya kalksa­nız, saymakla başa çıkamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!»[146]

Bu ağır ithamın sebebi, insanın —onca nimetlere rağmen— sorumluluğunu unutmasından ve vazifelerini ihmal etmesinden başka ne olabilir?

Görülüyor ki, sorumluluk, «insan» olmanın, dolayısıyla, Allah'ın Özellikle insanoğluna bahşettiği nimetlerden pay alma­nın bir gereği ve sonucudur. Fakat, prensipteki bu genellik, istis­nasız her insanın kayıtsız şartsız sorumlu sayılacağı anlamına gelmez. Hukukta olduğu gibi, ahlâkta da bazı şartlar vardır ki, bunları taşımayanların, kısmen veya tamamen sorumluluktan muaf tutulması, adalet ve hakkaniyet gereğidir. Çünkü, kullarına asla zulmetmeyeceğini bildiren Allah, insanların da adalet ve hakkaniyet ilkelerine uymalarını emretmiştir.

Kur'ân-ı Kerim ve hadisler tedkik edilecek olursa, îslâm ahlâkının, sorumluluğu aşağıdaki temel şartlara bağladığı görü­lür: [147]

 

A) Aklî Yeterlik
 

İslâm Dini, akıl gücüne sahip olmayanları, genel olarak so­rumlu tutmaz. Çünkü akıl, insanın inanç, düşünce, bilgi irade ve ahlâkî şuurunun dayanağıdır. Bu sebeple, aklî bakımdan noksan olan insan, ahlâkî vazifeleri üzerinde düşünme, öğrenme, hayır ve şer yollarından birini şuurlu olarak seçme ve yapma kudretine sa­hip değildir. Bu durumda olanlar, "ahlâkî şahsiyet" olma niteliği taşımadıklarından ahlâkî emirlerin muhatabı olamazlar; bunlar­dan sorumlu tutulmazlar. Hz. Peygamber, bu hususu şöyle belirt­miştir:

«Şu üç kimseden kalem kaldırılmıştır (Yani sorumlulukları yoktur):

— Uyanıncaya kadar uykuda olandan,

— Şifa buluncaya kadar mecnundan,

— Büyüyünceye kadar çocuktan.»[148]

Uykuda olanın sorumlu tutulmamasmın sebebi açıktır. Çün­kü uyku, akıl ve şuurun faaliyetini geçici olarak durduran bir olaydır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim'de uyku, bir nevi "ölüm" kabul edilmiştir.[149]

 

B) Mükellefiyetin Bilinmesi
 

Kur'ân bize bildirmektedir ki,hiçbir kimse, fullerinden dola­bunların hükümleri hakkında önceden bilgi sahibi olmadık­ sorumlu tutulmayacaktır.

Vazifelerimiz, açık olarak bize bildirilmedikçe, Allah'ın hu­zurunda hiçbir konuda sorumlu olmayız. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulmuştur. Serc-m Rabbin, ülkelerin merkezlerine, ayetleri­ni okuyacak bir elçi göndermedikçe o ülkeleri helak edici değil­dir.»[150] «Biz peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.»[151]

Bunlar ve daha başka benzerleri olan deliller göstermektedir ki, insanların, sorumlu tutulabilmesi için, akıldan başka bir bilgi kaynağına ihtiyaçları vardır ki, o da vahiydir.

Unutmak, hiçbir insanın kurtulamayacağı tabii bir kusur ve arizi bir bilgisizlik halidir. Bizzat Hz. Peygamber, «Ben de sizin -gibi bir insanım; nasıl ki siz unutabiliyorsanız, ben de unutabili­rim.[152] buyurmuştur. Hatta bazı insanlarda unutma, marazi bir hal alabilir, işte, islâm bilginlerinin büyük çoğunluğu, bu durumu gözönüne alarak, unutmanın yol açtığı kusurların sorumluluğu gerektirmeyeceği görüşünde birleşmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de mü'minlere şu dua telkin edilir: «Ey Rabbimiz! Eğer unutursak, yahut yanılırsak bizi sorguya çekme!»[153] Hz. Peygam­ber de şöyle buyurmuştur: «Allah, benim ümmetimin hatasını ve unutkanlığını bağışladı.»[154]

 

C) Kasıt Ve Niyet
 

Niyetimize uygun olarak başardığımız fiillerden dolayı so­rumlu olduğumuzda şüphe yoktur. Burada, ister niyetimize göre, ister fiillerimize göre sorumlu olalım, netice aynı olacaktır. Bu du­rumda, eğer niyetimiz ve fiilimiz iyi ise, sorumluluğun sonucu da iyi, yani mükafat; niyetimiz ve fiilimiz kötü ise, sorumluluğun so­nucu da kötü yani ceza olacaktır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurul-muştur: «îyi iş yapan kendi ehline, kötü iş yapan da kendi aleyhi­ne yapmış olur.»[155]

Şu halde, asıl problem niyet ile fiilin birbirine mutabık olma­dığı durumlardadır.

Konu ile ilgili ayet ve hadisler bir bütünlük içinde değerlendi­rilecek olursa, îslâm ahlâkına göre sorumluluğun, fiilin sonucuna göre değil, fakat bu fiilin arkasındaki kasıt ve niyete göre olduğu anlaşılır. Nitekim çok meşhur bir hadiste «Ameller niyete göre­dir.»[156] buyurulmuştur. Şu halde iyilik yapmaya niyet etmiş bir kimse —bu iyi niyetine rağmen— kendisini aşan sebeplerle, bu iyiliği yapmayı başaramamış veya bu işi kötü sonuçlanmış ise, bu kimsenin niyeti kötülük yapmak olmadığı için bu kötü sonuçtan dolayı sorumlu değildir. Meselâ bir hakim, dava konusu olan bir olayla ilgili olarak, hüküm vermeden önce, bir haksızlığa meydan vermemek niyetiyle bütün imkanlarım kullanmasına rağmen, yanlış bir hüküm vermiş ise, bundan dolayı ahlâk bakımından so­rumlu tutulamaz. Bu husus, bizzat Peygamber (s.a.v.) tarafından ifade edilmiştir.[157] Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: «Allah si­zin kalblerinizi en iyi bilendir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki, Allah (kendisine) yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.»[158]

Esasen -öyle görülüyor ki- yaptığımız veya yapmayı tasarla­dığımız bütün işlerde bizim olan tek şey niyettir. Bundan sonra bi­zi aşan imkanlar veya imkansızlıklar devreye girer. Çünkü bütün olayların kanunlarım düzenleyen kudret —islâm inancına göre— Allah'tır. «Sizi de sizin yaptıklarınızı da Allah yarattı.»[159] Şu hal­de, insanın iyiliği de kötülüğü de yapabilmesi, Allah'ın buna uy­gun şartlan yaratmasına bağlıdır. Bu durum peygamberler için de böyledir: «Ey Muhammedi De ki: Allah istemedikçe, ben kendi­me (bile) fayda veya zarar getirme gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmayı isterdim ve bana hiç kötülük dokunmazdı. Ben sadece inanan bir millet için uyarıcı ve müjdeciyim.»[160] Bu âyetteki "gayb" tabirinden, olayların bizi aşan, bizce meçhul olan sebeplerini anlamak da mümkündür. En hassas teknik imkanların kullanıldığı fizikte bile, Önceden kesti­rilemeyen ihtimallerle karşılaşılmaktadır. Şu halde yakından bi­lebildiğimiz tek şey niyet ve maksatlarımızdır; bu yüzden sorum­luluklarımız da kasıt ve niyetlerimize göredir. Şu ayet, açıkça bu­nu ifade etmektedir: «Yanılarak yaptığınız şeyde size vebal yok­tur; fakat kalblerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir. »[161]

 

5. Mükellefiyetin Şahsî Olması.
 

Kurân-ı Kerim'e göre, «Kim günah işlerse, onu ancak kendi aleyhine işlemiş olur.»[162] Kur'ân-ı Kerim'de bu konuda daha baş­ka ifadeler de mevcuttur:

«Baba çocuğundan dolayı bir şey ödemez; çocuk da babasın­dan dolayı birşey ödeyecek değildir.»[163]

«De ki: Siz bizim işlediğimiz suçtan dolayı sorumlu olmazsı­nız; biz de sizin işlediklerinizden sorumlu değiliz.»[164]

«Herkes kendi aleyhine (kötülük) kazanır. Hiçbir suçlu, baş­kasının suçuna ortak olmaz.»[165]

Hz. Yusuf şöyle demişti: «Eşyamızı yanında bulduğumuz adamdan başkasını yakalamaktan Allah'a sığınırız! Çünkü o tak­dirde biz zalim oluruz.»[166]

Bu deliller de göstermektedirki, islâm düşüncesine göre, dinî, hukuki ve ahlâkî sorumluluklar şahsîdir, insan, başkasına ait bir kusurdan, kötülükten dolayı sorumlu tutulmaz ve bunun bedelini ödemesi gerekmez.

Bununla beraber, şu hususu özellikle belirtmek gerekir ki, sorumluluğun şahsiliği prensibi, sadece ferdi iyilikler ve kötülük­ler için geçerlidir. Buna karşılık, içtimaî vazifelerde sorumluluk­lar da ictimaîleşir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Her kim islâm'da güzel bir çığır açarsa, kendisine —bu iyiliğin yanında-daha sonra o çığırdan gidenlerin sevabı kadarı da verilir... Aynı şe­kilde, kim islâm'da kötü bir çığır açarsa, kendisine bunun günahı yazıldığı gibi, kendisinden sonra onu devam ettirenlerin günahla­rı kadarı da yazılır...»[167] Şu halde, her ferd, kendi imkan ve kudreti nisbetinde, iyiliğin devamı ve kötülüğün önlenmesi çabasına kat­kıda bulunmakla sorumludur. Buna göre, iyiliklerin yapılmasına önayak olan bir kimse, bunun mükafatım alacaktır: «İnsan, öldü­ğünde amelleri tamamlanmış olur; ancak şu üç eseri hariçtir: Faydası devamlı olan hayır, insanlara yararlı olan ilim ve geriden hayır dua edecek evlat bırakmak.»[168]

Buna karşılık, toplumda kötülüklerin yaygınlaşmasına öna­yak olan veya buna imkanları nisbetinde karşı koymayan, insan —bu kötülüğü kendisi işlemese bile— sorumluluktan kurtula­maz. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

«Davud ve Meryem oğlu îsa'nın diliyle israil oğullarına lanet edildi. Bunun sebebi, onların asi olmaları, haddi aşmaları idi. Bir de onlar, birbirlerini, işlemekte oldukları kötülükten alıkoymazlardı.»[169]

 

6. Ahlâkî Müeyyide
 

Kişinin vicdanı, iyi hareketlerden dolayı mutlu ve huzurlu olur; kötülüklerden dolayı da üzülür, pişmanlık duyar.

insan vicdanının bu memnuniyet veya pişmanlığının, tasvip veya kınamasının islâm ahlâkı bakımından da önemi inkâr edile­mez. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.), «Kötülüğün seni üzüyor, iyiliğin de seni sevindiriyorsa artık sen mü'minsin.» [170]buyur­muştur. Hatta o, iyilik ve kötülüğü, onların, insanın selim vicda­nında meydana getirdiği infialin mahiyetine göre tarif etmiştir: «iyilik (birr), nefsin (vicdanın) ve kalbin kendisi ile hoşnut olduğu şey; kötülük (ism) ise, vicdanını rahatsız eden ve içine sıkıntı ve­ren tutumdur.»[171]

Vicdanın, ahlâk için iki yönden hizmeti vardır:

a) Önce vicdan, ahlâk kanununu idrak eden bir şuur halidir. Hz. Peygamber, «Müftüler sana fetva verseler de, sen yine vicdanı­na danış.»[172] anlamındaki hadisi ile vicdanın bu basiretini kas-detmiştir.

b) Vicdan, bizi ahlâk kanununa uymaya zorlayan bir güce de sahipti. Kur'ân-ı Kerim, bu fonksiyona sahip vicdan için "kalb-i se­lim" ve "nefs-i levvame" tabirlerini kullanmıştır.[173]

Vicdan dediğimiz bu duygu, Kur'ân-ı Kerim'deki tabirleri ile, "nefs-i levvame" veya "kalb-i selim" olabileceği gibi "kaskatı kesil­miş kalb" haline de gelebilir. İnsanların, olumlu terbiye ve irşad ile yolları aydınlatılmaksızın, ahlakî yükümlülüklerim isabetli bir şekilde gördüklerine; hayır ve şerri, yanılgısız olarak ayırdık­larına ve sırf bu fıtrî duygunun tesiri ile vazifelerini yerine getir­diklerine inanmak, aşırı iyimserlik olur. Zira -daha önce de işaret edildiği gibi- insanın, gerek kendi psikolojik yapısındaki olumsuz âmiller, gerekse kendi dışındaki dünyanın menfî tesirleri, vicda­nının yanılmasına ve pasifleşmesine yol açmaktadır.

îslâm ahlâkına göre, vicdanın bu engelleri aşmasının ve böy­lece, ahlâkî hayatın teminat altına alınmasının temel şartı. Allah şuuru'dnr. Kur'ân-ı Kerim bize bildirmektedir ki, insan,[174] Al­lah'ı zikretmekten yani Allah şuurundan yoksun kalınca, bütün kötülüklerin prensibi olan şeytan ona musallat olur ve onu, hiç farkında olmadan, doğru yoldan saptırır. Ancak ahirette Allah'ın huzuruna vardığında şeytan tarafından aldatılmış olduğunu an­layan insan, o zaman çaresizlik içinde şöyle der: «Keşke (dünyada iken) seninle benim aramız, doğu ile batı kadar uzak olsaydı!»

Kur'ân-ı Kerim'in başka bir ayetinde Allah, kendisini anmak­tan yoksun kalmanın, ahlâk bakımından olumsuz sonucuna karşı bizi şöyle uyarmaktadır: «Kalbinizi bizi anmaktan gafil kıldığı­mız, böylece hevâsına (kötü arzularına) uyan ve işi gücü hep aşırı­lık olan kimseye uyma!»[175]

Buna karşılık, Allah şuurunun vicdanlara kazandırdığı tesir de şöyle ifade edilmektedir: «îman edenler ve kalbleri huzura erdirilenler bilsinler ki, kalbler ancak'Allah'ı anmakla huzur bu­lur, îman edip de hayırlı işler yapanlara ne mutlu! Güzel gelecek onlarındır.»[176] «Takva sahipleri o kimselerdir ki, onlar, çirkin bir iş yaptıklarında, yahut (fena bir iş yaparak) kendilerine kötülük ettiklerinde, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanma­sını dilerler. —Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabi­lir.— Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.[177]

Bu son ayetten anlaşıldığına göre Allah şuuru, insanda, ahlak bakımından, özellikle şu iki sonucu doğurmaktadır;

a) Günahların bağışlanmasını dilemek.

b) Bile bile kötülükte ısrar etmemek.

Bu sonuçların ikisini birden ifade eden îslâmî terim tevbe ke­limesidir. İşte, vicdanın ahlâkî hayat üzerindeki en olumlu ve en tam tesiri tevbe ile ortaya çıkar.

islâm Dini, insan hakkında, olması gerektiği kadar gerçekçi­dir. Onun bu gerçekçiliği, insanın ahlâkî yönü için de geçerlidir. Buna göre insan, iyiliğe de kötülüğe de müsaittir. «Allah, insan nefsine fücurunu da takvasini da ilham etmiştir. Artık nefsini arı­tan kurtuluşa ermiştir; onu kirleten de ziyana uğramıştır.»[178] Böylece insan, daima bir yol ayırımındadır: İradesini, hayır yolu­na kullanabileceği gibi şer yoluna da kullanabilir. Fakat, hiçbir zaman insan, bütün kötülüklerden sıyrılarak kendisini melek ha­line getirecek bir irade gücüne sahip değildir. Aksine, insanda, vicdan ile aşağı arzuların; ya da -îslâmî terimleriyle— "kalb1' ile "ne/s"in çatışması, onun kaderidir. İşte insanda ahlâkî hayat bu çatışmadan doğar. Bir ömür boyunca iyilik-kötülük ayırımını yapabilmek ve kötülükleri iyiliklerle tamir edebilmek; aklımızın yanılmasına, kalbimizin kararmasına yol açan bir yığın engelleri aşabilmek, bütün ömrü dolduran bir mücadeleyi gerektirir. En mükemmel insanın hayatında bile bu mücadelenin bittiği bir nok­ta yoktur. O sebepledir ki, Hz. Muhammed (s.a.v.), kendisine «Yaşlandınız, ya Resulallah» denilmesi üzerine, «Beni Hûd ve Vakıa sûreleri yaşlandırdı»[179] demiştir. Çünkü, her iki sûrede de bulunan bir ayette «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» buyurulmakta idi. Kur'ân-ı Kerim, ahlâk ve fazilet mcadelesini «Sarp yokuşu tırmanma»ya benzetmiştir: «Biz insana iki yolu (hayır ve şer yolunu) gösterdik. Fakat o, sarp yokuşu tırmanma atılganlığı­nı göstermedi. Sarp yokuş nedir, bilir misin? (İnsanı kölelik bo­yunduruğundan kurtarmaktır; yahut zor bir günde yakındaki bir yetimi veya gücü tükenmiş bir yoksulu doyurmaktır; sonra da iman edenlerden, birbirine sabırlı ve merhametli olmayı tavsiye edenlerden olmaktır.»[180]

insanın, bu sarp yokuşu tırmanma gayretini, yani ahlâk yolunda ilerleme çabasını engelleyen psikolojik ve harici sebepler, normal tabiattaki her insan için söz konusudur. O yüzden Hz. Pey­gamber, «Her insanoğlu hatâ eder.»[181] buyurmuş; başka bir hadi­sinde de «însan bir hatâ işlediği vakit, bu hatâ onun kalbini lekeler.»[182] şeklindeki ifadesiyle, kötülüğün insan vicdanı üzerindeki menfî tesirine dikkat çekmiştir. Buna göre, hatalar çoğaldıkça, vicdanın safiyeti, basireti ve irade üzerindeki hakimiyeti de zayıf­lar. Böylece vicdan, artık ahlâkî bir müeyyide doğurmaz olur. işte tevbe, bu kötü gidişi durdurması itibariyle, insan ruhunun ahlâkî bir silkinişidir, kendine gelişidir. Bu sebepledir ki, islâm Peygam­beri, bütün insanların hatâ işleyebileceğini belirten hadisinin de­vamında «Hata edenlerin en hayırlısı, tevbe edenlerdir.» diyerek, tevbenin, her insan için bir vazife olduğuna ve ahlâkî şuurun canlı tutulmasında büyük bir payı olduğuna işaret etmiştir.

islâm Dininde ahlâkî hükümlerin ve prensiplerin tatbikine verilen büyük ehemmiyet sebebiyledir ki, Ahlâk prensiplerinin en mükemmellerini getiren ve ahlâkî bilgilere sahip olmak bakımın­dan en üstün mevkide bulunan islâm Peygamberi, «Emrolundu-ğun gibi dosdoğru ol!» ayetini kasdederek, «Beni Hûd ve Vakıa sûreleri kocattı!»[183] buyurmuştur. Şu halde bizzat islâm peygam­beri dahi, getirmiş olduğu ahlâkî prensipleri ve bilgileri tatbikten kendisini müstağni saymak şöyle dursun, tam aksine, hayatı bo­yunca bütün faziletlerde en ileride olmaya çalışmış; dinî ve içtimaî pozisyonu gereğince, bütün insanlığa örnek olacak bir hayat yaşa­manın sorumluluğunu duymuş, çabasını göstermiştir. Onun dü­şüncesine göre «insan, bilgisi ile amel etmedikçe, sırf bilgi ile âlim olamaz.»[184]

«Amellerin azalması kıyamet alâmetidir.»[185] «İnsanı sadece ameli yüceltir.»[186] Bunun için O, «Öğrenin Öğrenin!» buyurduk­tan sonra hemen ilave eder: «Fakat Öğrenince de amel edin!»[187]

Şu noktayı da özellikle belirtelim ki, "amel" kavramından sa­dece bedenî ve harici fiil ve hareketler anlaşılmamalıdır. Esasen islâm ahlâkı için önemli olan, maddi varlığımızın şöyle veya böyle hareket etmesi değil, bizi bu harekete sevkeden şeydir; yani kalb ve vicdanımızda taşıdığımız niyet, düşünce ve inançtır. Onun için Kur'ân-ı Kerim'de «Kurbanlarınızın etleri ve kanları Allah'a ulaşmaz; fakat takvanız O'na ulaşır.»[188] buyurulmuş; Hz. Pey­gamber de, —kalbini göstererek—« takva işte burada...»[189] demiştir. Şu halde, bedenî amellerimiz yanında, —islâm ahlâkçılarının tabiri ile— bir de kalbî amellerimiz vardır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.), her şeyden önce kalbî bir teslimiyet olan "islâm'ı ve kalbî bir inanma olan "îmanı dahi "amel" olarak isim­lendirmiştir.[190] Esasen, bu manasıyla iman ve islâm, bütün amel­lerin temelidir ve bu yüzdendir ki, ünlü «Cibril hadisi»nde Allah ve Resulüne inanmak, hem islâm'ın hem de Iman'm esaslarının başında sayılmıştır. Hz. Pegamber şöyle buyurmuştur: «Allah nezdinde amellerin en üstünü, şüphe taşımayan imandır.»[191]

Bütün bu belirtilenlerden anlaşılıyor ki "amel" kavramı, iman, ibadet ve ahlakı şümulüne almaktadır, inanç ile bütünleş-meyen amel, hiçbir dinî ve ahlâkî kıymet taşımaz. Bunu KurJân-ı Kerim muhtelif vesilelerle belirtmiştir. Fakat, amel ile dışa yansı­mayan iman da değerinden çok şey kaybeder. Ayrıca, insanın vic­danında iyilik arzusunu geliştirmeyen, kötülük işleme temayülü­nü önlemeyen ve sadece bedenî hareket olmaktan Öteye gitmeyen ibadetler de daima az çok kusurludurlar. Bunun içindir ki Kur'ân-ı Kerim'de «Namaz insanı, muhakkak ki, kötülüklerden ve çirkin davranıştan akkor.»[192] buyurulurken; Hz. Peygamber de «Bir in­sanın namazı kendisini kötülüklerden ve çirkin davranıştan alı­koymuyorsa, onun kıldığı, namaz değildir.»[193] demiştir. Esasen amellerimizin kalitesi ve değeri, bunların ardındaki niyete bağlı­dır. Her ne kadar iyi bir niyet, kötü amelin değerim değiştirmez, iyileştirmezse de, kötü niyet iyi amelin ahlâkî değerini kaybetti­rir. Bunun içindir ki Hz. Peygamber (s.a.v.) «Ameller niyete göre­dir.» buyurmuştur.[194]


[110] A'râf,7/6.

[111] Mü'minûn, 23/115.

[112] Ankebût, 29/2.

[113] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/103-104.

[114] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/104.

[115] Darimî, Buyu', 2.

[116] Müslim, Birr, 14.

[117] İbnHanbel,V,251.

[118] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/104-105.

[119] Buharî, Edeb, 26.

[120] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/105-106.

[121] Tegabun, 64/11.

[122] Kehf, 18/28; Muhammed, 47/16.

[123] Mü'minun, 23/115; Kıyâme, 75/36.

Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/107.

[124] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/107.

[125] Hucurât, 49/7.

[126] Tirmizî, Kıyamet, 8.

Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/107-108.

[127] Ahd-i Cedid, Matta, 23/21.

[128] Enbiyâ, 21/105.

[129] Müslim, iman, 78; Ebû Davud, Salât, 232.

[130] Bakara, 2/217.

[131] Nisa, 4/59.

[132] Âli İmrân, 3/104.

[133] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/108-109.

[134] Buharı, Cumua, 11.

[135] îsrâ, 17/34.

[136] Nisa, 4/59.

[137] Buharı, îmân, 27, 31.

[138] İbn Hanbel, II, 144; Buhârî, Ahkâm, 4.

[139] Âli lmrân, 3/30.

[140] Sâffat, 37/24.

[141] Meryem, 19/29.

[142] Ahzâb, 33/6-68.

[143] Tarık 86/9,10.

[144] Tâ-Hâ, 20/7.

Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/109-112.

[145] İsrâ, 17/70.

[146] İbrahim, 14/34.

[147] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/112.

[148] Buharı, Hudud, 22; Talâk, 11.

[149] En'âm, 6/60.

Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/113.

[150] Kasas, 28/59.

[151] İsrâ, 17/15.

[152] Buharı, Salât, 31.

[153] Baraka, 2/286.

[154] İbn Mâce, Talâk, 16.

Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/113-114.

[155] Fussılet, 41/46.

[156] Buharı, Itk, 6.

[157] Buharı, l'tisâm, 21.

[158] İsra, 17/25.

[159] Saffat, 37/96.

[160] A'râf, 7/88.

[161] Ahzâb, 32/5.

Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/114-115.

[162] Nisa, 4/111.

[163] Lokman, 31/33.

[164] Sebe'(34),25.

[165] En'âm, 6/, 164.

[166] Yûsuf, 10/79.

[167] Müslim, îlm, 15; Zekât, 79.

[168] Müslim, Vasıyyet, 14; Ebû Dâvud, Vasâyâ, 14

[169] Mâide, 5/78-79.

Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/116-117.

[170] İbn Hanbel, V, 251, 252.

[171] Darimî, Buyu', 2.

[172] Gös.yer.

[173] Kayâme, 75/2; Şuarâ, 26/89.

[174] Zuhruf, 43/36-39.

[175] Kehf, 18/28.

[176] Ra'd, 13/28-29.

[177] Âli İmrân, 3/135

[178] Şems, 91/8-10.

[179] Tirmizî, Tefsir 56/6.

[180] Beled, 90/10-17.

[181] Tirmizî, Kıyam, 49.

[182] Tirmizî, Tefsir, 13/1.

[183] Tirmizî, Tefsir, 56/6.

[184] Darimî, Mukaddime, 29.

[185] Buharı, Edeb, 39.

[186] Muvatta, Vasıyye, 7.

[187] Darimî, Mukaddime, 34.

[188] Hacc, 22/37.

[189] Müslim, Birr, 32.

[190] Buharî,Tevhîd,47.

Burcu-7j
Thu 31 March 2011, 09:45 pm GMT +0200
teşekkür  ederim.Ödevimde  çok  yardımcı    oldunuz.ALLAH  RAZI  OLSUN :) :)

hafiza aise
Thu 31 March 2011, 10:12 pm GMT +0200
Amin kardeşim allah sizlerden de razı olsun..Sitemizde daimi görmek isteriz sizleri... Dua ile

yagmur_7-c
Fri 7 February 2014, 11:38 am GMT +0200
SELAMÜNALEYKÜM;
«ALLAH si­ze, istediğiniz herşeyden verdi. O'nun nimetini saymaya kalksa­nız, saymakla başa çıkamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!»[146]
Allah sorumluluk sahibi olanları sever.Bu yüzden de sorumluluk almak ve uygulamak çok önemli bir şeydir.Sorumluluk , bir şeyi yönetmek değil.Sorumluluk içtenlikle ,en güzel şekilde işini yerine getirmektir. Paylaşım için teşekkürler..
.  :)

yunushan7d
Wed 29 October 2014, 04:03 pm GMT +0200
Ödevimi bu konudan yaptım allah razı olsn

yasin8c
Tue 2 December 2014, 06:56 pm GMT +0200
Selamün Aleykum . Başkasından üstün olmamız önemli değildir. Asıl önemli olan şey dünkü halimizden üstün olmamızdır :D

yasin8c
Tue 2 December 2014, 07:00 pm GMT +0200
Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir Allah razı olsun bu siteyi kuran herkese :)

ceren
Tue 2 December 2014, 11:31 pm GMT +0200
Aleykümselam.Rabbim razı olsun paylaşımdan kardeşim.Rabbim bizi peygamber efendimizin güzel ahlakından ,kur an ahlakından nasip eylesin inşallah...

arife7d
Wed 25 March 2015, 04:52 pm GMT +0200
makale yapmamda yrdımcı oldnuz sağolun.

ibrahim7c
Fri 27 March 2015, 01:43 pm GMT +0200
SELAMÜNALEYKÜM;
Allah yapğığı işte sorumluluk sahibi olan ınsanları sever . bir insan sorumluluk aldığı işi yapmaz ise insan hem kendini küçük düşürür hemde    kendisine duyulan saygıyı yitirmiş olur

RAMAZAN 7/D
Thu 15 October 2015, 10:26 pm GMT +0200
Aleykümselam.Rabbim razı olsun paylaşımdan kardeşim.Rabbim bizi peygamber efendimizin güzel ahlakından ,kur an ahlakından nasip eylesin inşAllah...

Aleykümüs Selam . Amin ecmİn .İnsanın yapması gereken sorumlu olduğun işler vardır . Ahlaki Sorumluluk konusunda İnsanın sorumluluklarındandır . İnşALLAH Sorumluluk sahibi muminler oluruz .
ALLAH cc razı olsun

damla6d
Wed 4 November 2015, 09:31 pm GMT +0200
Esselamu aleykum.
Bizim sorumluluk duygusu hissetmemiz lazım..Eğer boş boş hiçbir şey yapmadan,sorumluluğumuzu unutursak ki bu çok kötü olur.Demek istediğim insanlar boşuna dünyaya gelmedi.Tabi ki birtakım sorumluluklarımız vardır.Bunları yerine getirmemiz zorunludur.Allah bizi bu sorumlulukları yerine getirenlerden etsin inşallah.