- Ahirete inancımız ölçüsünde huzurumuz olur

Adsense kodları


Ahirete inancımız ölçüsünde huzurumuz olur

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 16 May 2012, 10:30 am GMT +0200
AHİRETE İNANCIMIZ ÖLÇÜSÜNDE HUZURUMUZ OLUR

Kasım 2011 74.SAYI

Dünya var oldu olalı insanoğlu içini ferahlatan, saygı, sevgi ve güven üzerine kurulu bir düzen istedi. İstedi ki sağ olduğum müddetçe salim olayım. Gönlünü daraltandan uzak durup huzur vereceğini düşündüğü şeylerin ardınca gitti; bazen aş, eş, iş, kimi zaman mal, mülk, sıhhat ve afiyet dedi. Hatta tükettikçe daha mutlu/huzurlu olurum zannı ile alışveriş gibi çağın hastalıklarının peşinde sürüklendi. Çoğunlukla farklı isimlerle andı bu isteğini. Lakin arzulananların, kavuşulması istenenlerin her birinin içinde olması istenen tek bir histi; huzur. Evet, içi ferahlatan, gönül dirliği veren huzurdu aranılan.

Aslında hepimiz “evvela ben” diyerek kendimiz için istedik ve aradık huzuru fakat yetmedi, yetmeyeceğini yaşayarak tecrübe ettik. Toplumlar, devletler de huzurun peşine düştüler. Çünkü yalnızken bir şekilde çaresine baktığımız başımızın, birlikte yaşadıklarımızla da hoş olması gerekirdi. Bu nedenle yeri geldi huzurun yolunu yordamını tarif eden usul erkan öğrendik, haddi aşmayalım, hadlere riayet edelim diye adaba sarıldık; geleneklerimiz göreneklerimiz oldu.  Hakaretten, gıybetten, su-i zandan, fuhuştan, arsızlıktan uzak kalmak için ahlaktan nasiplenelim istedik. Rüşvet alıp vermeyelim, hırsızlık etmeyelim, kimsenin ırzına, canına tecavüz etmeyelim diye madde madde kanunlar yazdık, anayasalarımız oldu; yine de huzuru bulamadık.

HUZUR İSTEDİK HUZURSUZ OLDUK

Gelişen teknolojiye, kolaylaşan bilgi alış verişine, yükselen eğitim seviyesine, eda ettiğimiz namazlara, tuttuğumuz oruçlara, tilavet ettiğimiz Kur’an-ı Kerim’e vs. rağmen ailemizde, mahallemizde, toplumumuzda güvenin, sevginin ve saygının tadına varamadık. Hala gönlümüz rahat değil, kendimizi güvende hissedemiyoruz.  An geliyor evladımıza, eşimize, komşumuza “Biraz huzur ver” diyoruz. Evlerimizden çıkmaya korkuyoruz, hangi el cebimize habersizce girecek, hangi dilden yaralanacağız, kim ardımızdan kuyumuzu kazacak diye endişe ediyoruz. Oysa tüm bunlardan sakınmak ve huzurun temini için değil miydi, onca adetler, görenekler, yasal düzenlemeler ve en mühimi Allah Teala’nın buyrukları?

Öyleydi, fakat insanca anlayışlarımızdan, tecrübelerimizden, bilgimizden yola çıkarak ortaya koyduklarımız, beşerliğimiz gibi hep eksik, nakıs kaldı. Düzen sağlayıcı olarak kendimizi uymak zorunda hissettiklerimize de uymadık. Dolayısıyla huzur namına şifa olarak öne sürdüğümüz nice gelenekler, görenekler, yasal düzenlemeler ya hiç tesirli olmadı ya da tesirleri geçici oldu.  Bunların yanı sıra bizler, istediğimiz zaman rafa kaldıramayacağımız yahut “Böyle huzur vermiyor, bir de şöyle deneyelim” diyemeyeceğimiz Rabbimiz’in buyruklarına da gönül rızasıyla iman edip, boyun eğendik. Çünkü onlar mutlak iyi, güzel, hak ve doğruydu, huzurun garantisiydi. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerle ömrümüz boyunca arayacağımız şahsi ve toplumsal huzura nasıl erişebileceğimizin reçetesini elimize hazır veriyordu. Lakin yine de bilerek veya bilmeyerek ardımıza attıklarımız, gözden düşürdüklerimiz yüzünden huzura sahip olamadık.

ALLAH’IN ZİKRİYLE HUZUR BULMAK

“...Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur” (Rad, 28) ayet-i celilesi doğrultusunda huzur isteyen bir Müslümanın ilk yöneleceği iş, Rabbi’ni zikretmektir. Bu reçeteyi tam anlamıyla uygulayıp Allah Teala’yı kalbinin merkezine alan bir insanın huzursuz olması mümkün değildir. Zira kişinin Allah Teala’nın emirlerine uymada ve yasaklarından sakınmada titizliği artmış, kalbi kimseyi incitmeyecek, kimseden incinmeyecek derecede muhabbetullah ile incelmiştir. Artık kamildir, etrafındakilerin onda göreceği her hal güzeldir. Fakat zikir faziletine sahip olabilmek için evvela Allah inancı yanında ihlaslı bir ahiret inancımızın da olması gerekir. Zira ahiret inancı iman esaslarımızdan biridir.
İYİ Kİ AHİRET VAR!
Hamdolsun Müslümanız. “…Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse derin bir sapıklığa düşmüş olur..” (Nisa, 136) uyarısına muhatap değiliz; zira Allah Teala’ya iman ettiğimiz gibi ahiret gününe de iman edenlerdeniz. Böylece kimimize sefasından yetmez, kimimize cefasından bitmez gelen şu dünya günlerinin biteceğini, zerre miktarınca yaptığımız iyiliğin ve yine zerre miktarıca yaptığımız kötülüğün karşılığını göreceğimiz ebedi hayatımızın başlayacağını biliriz. İşte Allah Teala’ya iman etmenin peşi sıra gelen ahiret gününe iman, her halimizden hesap verme şuurunun ta kendisidir.

Hakkıyla ahiret gününe inandığımızda ne başımıza gelen sıkıntılar ümitsizliğe kapılmamıza sebep olur ne de elimizle, dilimizle düzeltemeyeceğimiz, gücümüzün yetmeyeceği haksızlıklar karşısında sarsılır, bezginlik duyarız. Aksine her hakkın ve her haksızlığın ortaya çıkacağı o güne güvenip “İyi ki ahiret var” der, teselli buluruz. Yapmayı planladığımız her şeyi “Bir gün hesabını vereceğim” diyerek evvela düşünür, sonra yaparız. Sözümüzü, işitmemizi, görmemizi, kılık kıyafetimizi, oturup kalkmamızı ta çocukluğumuzda bize öğretilen “amentü” çerçevesinde ahiret süzgecinden geçiririz. 

Velakin hep böyle mi olur? Maalesef… Öyle hallere düşürürüz ki kendimizi o zaman “İyi ki ahiret var” demenin yerini ahiret gününü unutmak alır. Annemize babamıza “öf” çektiğimizde, eşlerimizin haklarını gözetmediğimizde, birilerinin namusunu gıybet ve iftira ile dilimize doladığımızda, yanımızdaki, yakınımızdaki insanlardan hal hatır sormadan yüz çevirdiğimizde, cebimiz para gördüğü için fakiri fukarayı insandan saymayacak derecede nefsimizi azdırdığımızda, bir başkasının malına, mevkisine göz dikip “O hak etmiyor, ben hak ediyorum” diye haset ettiğimizde, haram kazanca yöneldiğimizde ve daha pek çok halimizde bir ahiret gününün olduğunu unuturuz, umursamayız.

AHİRET HASSASİYETİMİZİ KAYBETTİK

Allah Teala’nın buyrukları ve Rasulullah Efendimiz’in (s.a.v) örnek hayatı doğrultusunda düşündüğümüzde; vicdanı, kalbi ve eylemi ahiret merkezli olan bir insanın şerre düşmesi söz konusu bile olmamalı. Olmamalı lakin ahiret inancımızı tam manasıyla ihlaslı kılamadığımızdan hemen hepsini yapabiliyoruz. Rızasını ummaktan ve sevgisinden kaynaklanan Allah korkumuzun yerine başka korkuları, başka hesapları baş tacı edip önemsemeye başlıyoruz. Tıpkı sahtesini ürettiğimiz ürünlerin fark edilip bir televizyon aracılığıyla görüntülenmesinden, hırsızlık yaptığımızda mal sahibinden, bir cana kıydığımızda polisten, yakalandığımızda hapse girmekten korkmamız gibi…  “Allah Teala ne der?” yerine  “Başkalarına yakalanmayayım” endişesi duyarız. Bu halimizle adeta Allah Teala’nın hükümlerini bu dünyadan sıyırıp sadece ahiret hayatına özgü kılarız. İtikadımızın ve vicdanımızın ayarını bozup çekincelerimiz, korkularımız çift başlı hale gelir;  biri bu dünyaya has, diğeri öteki dünyaya.

Böyle bir algı ile tabiata, birbirimize karşı davranışlarımız, düşüncelerimiz ve hissiyatımız da değişime uğruyor. Yetmezmiş gibi din anlayışımız ve dinin temellerinden olan ahiret inancımız da örseleniyor. Ahiret gününün hesabını kendimize uzak görüyoruz. Bu dünyada yakayı ele vermeme, ayıplanmama, dışlanmama, kısıtlanmama isteği daha ağır basıyor. Utancımızın, mahcubiyetimizin daha fazla olacağı Allah Teala’nın huzurunda bulunma gerçeğini erteliyoruz. Halbuki Cenab-ı Hakk’ın muradına uygun olarak ahiret inancımız muhabbetullah ile örülmüş bir kontrol mekanizması gibi çalışmalı. Çalışmalı ki her halimizi bilen Rabbimiz’in huzuruna çıkmadan, yaratılanın hesabına gerek kalmadan kendimizi hesaba çekenlerden olabilmeliyiz. Aksi halde yakındığımız huzursuzluğa set çekemez; bizi sinsice sarıp sarmalayan amaçsızlığa, hedefsizliğe ve her türlü suça, günaha, karmaşaya “dur” diyemeyiz.
İbadetlerimizin ihlaslı olabilmesi, insani ilişkilerimizin zevk ve ihtiraslardan sıyrılıp İslam ahlakına uygun bir seyir izleyebilmesi için ahiret inancımızın içini boşaltmadan özüne, sadakate ihtiyacımız var. Huzur istiyorsak buna mecburuz.   

Huriye KARNAP