- XVIII. Asra Genel Bir Bakış

Adsense kodları


XVIII. Asra Genel Bir Bakış

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Tue 18 October 2011, 07:40 pm GMT +0200
A. XVIII. Asra Genel Bir Bakış

Bursalı İsmail Hakkı, onyedinci asrın ikinci yarısı İle onsekizinci asrın İlk çeyreğinde 1653-1725 yılları arasında yaşamış bir Osmanlı âlimidir. Doğum yeri Aydos'tan başlayan yaklaşık yetmişbeş yıla yakın bir ömrü Osmanlı top­raklarında geçirmiş, siyasi ve dinî pek çok olaylara şahid olmuştur. Onun ilmî kimliğini daha iyi tanıyabilmek açısından devrin sosyal, siyasi ve dinî durumu üzerinde durmak gerekir.

Bursevî, Osmanlı Devleti' nîn içte ve dışta zayıflamaya başladığı bir dö­nemde yaşadı. Osmanlı Devleti XVIII. asra 1699'da imzaladığı Karlofça Andlaşması'nın ağır hükümleri altında ve Avrupa kıtasındaki mühim toprak­larını kaybetmiş bir durumda girdiğinden Devlet-i Alİyye'nİn şöhreti hissedilir bir şekilde sarsılıyor, kudret ve hakimiyeti günden güne azalıyordu. [107]

Bursevî'nin doğduğu günlerde devletin başında Sultan IV. Mehmed bu­lunuyordu. IV. Mehmed 1648'de yedi yaşında tahta çıkmış ve 1687 yılına kadar 39 yıl bu görevde kalmıştı.[108] Çocuk yaşta tahta oturan IV. Mehmed, devlet idaresinde fazla etkili olamamış ve idareyi Köprülü ailesine terk etmiş­ti.[109] IV. Mehmed, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşanın dirayetli devlet yöne­timi sayesinde uzun bir süre rahat etmişti. Fakat devletin peşpeşe gelen sa­vaşlar ve memleket içinde ardarda çıkan İsyanlardan bir türlü kurtulamaması, devletin idari durumunu iyice bozmuştu. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'dan sonra gelen sadrazamların devlet yönetiminde etkisiz kalmaları, bütün bunla­ra bir de padişahın vakitlerinin çoğunu Edirne'de av avlamakla geçirmesi, halk arasındaki huzursuzluğu İyiden iyiye artırmıştı. Devlet İşlerini yüzüstü bırakarak avcılığa merak salan ve bu davranışı ile idari otoritenin zedelenme­sinde en büyük hissesi olan IV. Mehmed, bir gün vaaz ve nasihat için Hacı Evhad Tekkesi şeyhi Hüseyin Efendi'yi Davud Paşa Camii'ne davet etmiş, fakat Hüseyin Efendi padişahın bu davetini şu sözleriyle reddetmişti: "Vaaz isteyen İstanbul'a gelip şâir nâs gibi camide meclisimizde hazır bulunurlar. Biz varmağa memur değiliz. Buraya gelsinler. Benim söyleyeceğim avdan fariğ ol ve gelip tahtında otur, ibadet ve taatla meşgul ol.[110] Bir başka şeyh, Himmetzâde Abdullah Efendi de padişahı pervasızca eleştirmekten çekin­memiş, "Ümmet-i Muhammed ve devlet sahipsiz kaldı. Bunca memâlik ve kal'a-i İslâm düşmen-i din yedine girip bîhesap cevâmi ve mesâcid puthane oldu. Fiilinizi değiştirin [111] demişti. Avcı Mehmed'in saltanatı zamanında boca­lama devresine giren devlet nizamının sarsıntısı ilk defa tesirini orduda gös­termiş, Yeniçeri ocağının ısrarı ile padişah, Siyavuş Paşayı veziriazam yap­mıştı. Bu ve buna benzer sebeplerden dolayı IV. Mehmed 8 Kasım 1687'de tahttan indirilerek, yerine kardeşi II. Süleyman geçirildi. Bütün bunlara rağ­men IV. Mehmed, dinî ibadetlerini ihmal etmeyen, hocası Vânî Mehmed Efendi'ye fazlasıyla ilgi gösteren yumuşak huylu, cömert bir hükümdar olarak tanıtılmaktadır.[112] Hayatının otuzdört senesini onun saltanat döneminde geçi­ren İsmail Hakkı Bursevî, IV. Mehmed'in Edirne'ye çağırdığı Osman Fazlı Efendi (Ö.1102/1691) ile 1684 senesi sonlarında üç ay kadar birlikte olmuş, bu zaman zarfında şeyhiyle birlikte bazı eserler okumuştur.[113] Bundan Bursevî'nin IV. Mehmed ile tanıştığını, en azından bu süre içinde onunla gö­rüşmüş olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte Bursevî, IV. Mehmed'in bazı icraatlarını tenkit etmekten de çekinmiyordu. Bursevî, devlet adamlarına yap­tığı tavsiyelerde padişahlara her konumda takva gerektiğini, yoksa yalnız ihti­şamla âlemi ıslah etmenin mümkün olamayacağını belirtiyor, kendi zama­nında IV. Mehmed'in kafirlere heybetli ve gösterişli görünebilmek gayesiyle inşa ettirdiği Dolmabahçe sarayının yapılmasını doğru bulmayarak; "Şer'i şerife aykırı olan işlerle uğraşmakta ihtilâl-i âlem vardır [114] diyordu. O, Behlü'l-Dânâ'mn [115] Harun Reşid'e söylediği, "Rafa'te't-tîn vaza'te'd-dîn: Çamuru yük­selttin, dini alçaktın!" sözünde anlatıldığı üzere devrin maddi şeylere, süs ve gösterişe aşırı şekilde rağbet ettiğinden yakınıyordu.[116] Bursevî, "Bu a'sârda mülûkun gâliben mağlup olduğu askerin adem-İ kabiliyetindendir [117] sözleriy­le Osmanlı Devleti'nin savaşlarda hezimete uğramasının sebebini, askerlerin kabiliyetsiz ve beceriksiz oluşlarına bağlıyordu. Nitekim Bursevî'nin şeyhi Osman Fazlı da dinî hiçbir gayreti olmayan Sultan IV. Mehmed'in beldesinde yaşamaktansa İstanbul'dan Hindistan'a gitmek İstiyor, fakat maddi imkansız­lıklar yüzünden buna fırsat bulamıyordu.[118] Bu ve buna benzer sözler, halkın devlet adamlarından pek fazla hoşnut olmadığını göstermektedir.

Bursevî, yalnız idarecileri tenkit etmekle kalmaz. Zira idareciler, halk a-rasmdan çıkar. Halk arasında bozulma ve yozlaşma başladığı zaman bu hâl devlet adamlarına da sirayet eder. Bundan dolayı o halktan da şikâyetçidir. Yaşadığı asırda bidat ve hevâ ehlinin çokluğundan kasabaların değil, belki büyük şehirlerin bile İslâm'ın emirlerine açıkça muhalefet eden insanlarla dolup taştığını, gül bahçesi âlemin karga ve çaylaklarla, fitneci ve gammazlar­la dolduğunu belirtmekte,[119] hatta infaktan ve dinî tekliflerden kurtulabilmek için müslüman görünen bazı kimselerin kafirlerin üstün gelmelerini temenni ettiklerinin bile görüldüğünü söylemektedir.[120] Bursevî'nin verdiği bilgilere göre, böylesine bir iki yüzlülük ne yazık ki bir takım din adamlarında da mü­şahede ediliyordu. Mecnun müftüler ve zalim kadılar kendilerine fetva soran­ların mallarına göz dikerek şeriatın aksine cerh ve tenkit edilmiş ictihadlarla hüküm veriyorlar, bunda da kendilerinin kuvvetli bir senedlerinin olduğunu zannediyorlardı.[121]

Bursevî, insanların müsamahasının haram aylarla diğer aylar arasında bir fark gözetmemelerine kadar vardığından yakınarak; "Görmez misin, onlar Allah'ın bu ümmet-i merhume için tahsis ettiği ve diğer aylara üstün kıldığı ramazan ayında haramları işlemekten nasıl çekinmezler. Gündüzleri uyku ve diğer beşeri engellerle geçirirler, geceleri ise haram fiilleri icra ederler. Yazık bu dinin garipliğine ve yazık yakın nurunun zevaline! [122] sözleriyle bu durum­lardan duyduğu rahatsızlığı dile getirir. O, tenkit ölçüsünü biraz daha aşarak eleştirilerini sürdürür. Özellikle devrinde akılların zayıfladığını, inançların bo­zulduğunu, bu sebepten burhanın ne olduğunu bilmediklerini, delillere önem vermeyip hakka muhalif iş yaptıklarını, basiretlerinin bulunmamasından do­layı ahmaklık ve şaşkınlıkta âleme ibret olduklarını, böyle olmalarına rağmen kendilerini müceddit, devlet, şeriat ve hakikat ehli zannettiklerini söyler ve;

"Ne deccâllar geldi. Dahi neler gelse gerektir. Ne firavunlar vücud bul­du ve neler vücud bulsa gerektir. Lakin her Firavun'a bir Musa, her deceâla da bir Mehdi vardır. Düşünülüp ibret ahna! [123] der. Tek çıkar yolun hak ile bâtılı, sünnet ile bidati ayırdedebilmek için vehim ve hayallerden uzak sahih ve kesin bir ilim veya kalp makamından kaynaklanan sarih bir keşif olduğu­na dikkat çeker. Fakat keşfe dayanan ilahi sırları fazla açıklamayı doğru bulmaz. Çektiği sıkıntıların sebebini burada görür, bu durumu şöyle açıklar:

"Bu fakirin erbâb-ı inkarla mübtelâ olması ekseriyetle sır ilimlerinden bahsetmesi ve kabiliyeti olmayanlara açıklaması yüzünden geldi. Gerçi mesele önceden malûm idi Lâkin halk arasında kabiliyetli olanlar var zannolunurdu. [124]

Bursevî, bu durumla ilgili bazı örnekler zikreder. Meselâ o, Bursa'daki evinin dış kısmını mescit yapmak için yıktırdığında zahir ehli olanların geve­zelik edip, güzel binaları tahrip ettiğini söylediklerini, fakat daha sonra fâninin bakiye çevrilerek, binanın öncekinden daha muhkem bir şekle dönüştüğünü gördüklerinde şaşırıp kaldıklarını, dünya ehlinin bütün uhrevî işlerde halleri­nin böyle olduğunu ifade eder.[125] Yine o, ömrünün kırk senesi içinde beş defa hicret ve seyahat ettiğini, en son ise Şam'dan Üsküdar'a geldiğini, İnsanların bu feyizli ve bereketli gezilerin sırlarını anlamadıklarından dolayı her birinin akılları ölçüsünde boş sözler söylediklerini, halbuki çekilen bütün bu meşak­katlerin manevi İşaretlerle gerçekleştiğini, gereksiz yere asla bir yere gidilme­diğini belirtir. [126]

Bursevî'nin kendi eserlerinden yaptığımız bu nakillerde, onun yaşadığı çağdan fazla şikâyetçi olduğu görülmektedir. Bursevî'nin neden böyle sitemkâr bir tavır takındığının şüphesiz bazı sebepleri olmalıdır. Zira o dö­nemde saraya etki eden bazı müderris ve şeyhülislamların tesiriyle tarikat mensuplarına karşı sert tedbirler alınmış, bu yüzden bazı tekkeler kapatılmış­tır. Tarihlere Kâdızâde-Sivasî tartışmaları olarak geçen bu çekişmelerde birin­ci grup, medrese ve zahirî ilimleri, ikinci grup ise tekke ve tasavvufî ekolleri temsil etmiştir. Bu tartışmalar IV. Mehmed'in saltanat sürdüğü (1648-1687) yıllarında daha da alevlenerek iş çığırından çıkmış, fiilî mücadelelere kadar varmıştır. Kâdızâde taraftarlarının tahrikleri sonucunda özellikle Halvetî ve Mevlevî tekkelerinde serbest bir şekilde sesli zikir yapılması güçleşmiştir. Ta­savvuf ehlini, şeriata aykırı davranmakla ve bidatlara taraftar olmakla itham eden Kâdızâdeliler, bu iddialarında kendilerine taraftar da buluyorlardı. Bu dönemde ezan, nat, mevlid gibi şeylerin güzel sesle okunmasının bidat kap­samına girip girmediği, sema ve devrin caiz olup olmadığı, sigara ve kahve İçmenin dinî boyutu, Hz. Peygamber'in anne ve babasının imanlarının hük­mü meseleleri, tartışma konularının başında gelmekteydi. Nitekim Bursevî-nin eserlerinde de meseleler uzun uzadıya tartışma konusu yapılmış, zahir ulemaya karşı mutasavvıflar savunulmuştur. [127]

Bu dönemde dikkati çeken bir diğer nokta da bazı tasavvufî meselelere zahir ulemâsının gösterdiği sert tepkidir. Özellikle İbn Arabî (0.638/1240)den sonra bütün İslâm dünyasında olduğu gibi, Osmanlı topraklarında da yayıl­maya başlayan vahdet-i vücûd anlayışı tepki alan konuların başında gelmek­teydi. Vahdet-i vücûdu tenkit edenler arasında İmam Rabbânî (ö.1035/1626) gibi âlimler olmasına rağmen, vahdet-i vücûd anlayışının yaygınlaşması durmamıştı. [128] Nitekim Bursevî de İbn Arabi'nin bu tezini hararetle savunan­lardandır. Bursevî, "Evde ondan başka yurt tutan yoktur" görüşünde olma­yan hiç bir peygamber ve velinin bulunmadığını söylemektedir. [129]

IV. Mehmed (ö.H05/1693)'in 1687'de tahttan indirilmesinin ardından II. Süleyman padişah oldu. Fakat yeni padişahın başı âsi askerler yüzünden bir hayli dertteydi. Halk galeyana gelmiş, bu zorbaların berteraf edilmesini istiyordu. İşin vehametini kavrayan Bursevî'nin şeyhi Osman Fazlı Efendi'nin bir kaç defa saray ile halk arasında gidip gelmesi ve yaptığı tesirli konuşması sayesinde İstanbul tekrar eski huzur ve sükununa kavuşabildi.[130] II. Süley­man'ın harplerle geçen dört yıllık kısa hükümdarlığı 1102/1691'de ölümüyle sona erdi.[131] Onun peşinden II. Ahmed 1691 yılında tahta çıktı. II. Ahmed'in cülusu sırasında Osmanlı Devleti, II. Viyana kuşatmasını takip eden harplerle meşguldü. II. Ahmed, daha çok dış düşmanlarla mücadele etmek zorunda kaldı, İçte de bir çok İsyanlarla uğraştı.[132] Bursevî'nin Temâmu'1-feyz adlı ese­rinde II. Ahmed'e hayır dua etmesinden onun II. Ahmed'e müspet gözle bak­tığını söyleyebiliriz. [133]

Sultan II. Ahmed'in üç buçuk yıllık saltanatından sonra II. Mustafa 1695'te padişah oldu. O sıralarda peşpeşe gelen savaşlar yüzünden devletin sosyal ve ekonomik bünyesi iyice sarsılmış bulunuyordu.[134] Zaman zaman sekteye uğrasa bile, Anadolu'nun İslâmlaşmasında ve Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda önemli rol oynayan tarikat mensuplarına karşı Osmanlı toprak­ları içinde hükümet ve devlet adamları tarafından saygı gösterildiği, fikir ve düşüncelerine önem verildiği bilinen bir gerçektir. Öyle ki bazı padişahlar, savaş için sefere çıkarken bazı şeyhlerden kılıç kuşanmışlar, bazı şeyh ve müridleri de beraberlerinde götürmüşlerdir. Bu ilkeden hareketle olsa gerektir Bursevî, askerlerin manevi yönünü takviye etmesi için Sultan II. Mustafa ta­rafından saraya çağrılmış ve padişahın İsteği üzerine 1696-1698 yıllarında düzenlenen Nemçe ve Erdel seferlerine katılmıştır.[135] Bursevî'nin bir din âlimi olarak orduya davet edilmesi, onun saraydaki ve halk arasındaki itibarını göstermesi açısından önemli bir olaydır. Bu durum aynı zamanda tasavvufun padişah ve saray üzerindeki etkisini de göstermektedir.

Sultan II. Mustafa'nın 1703'te tahttan İndirilmesi üzerine kardeşi III. Ahmed yerine geçmiştir. Karlofça Andlaşması'ndan sonra son derece bozul­muş olan mâli durum, Amcazade Hüseyin Paşa'nın aldığı tedbirlerle bir par­ça olsun düzelmeye yüz tutmuştu. Ekonomi sahasındaki bu çalışmalar saye­sinde devletin durumu III. Ahmed zamanında biraz olsun iyileşmeye başla­mıştı. III. Ahmed'in son zamanlarından I. Mahmud'un saltanatının ortalarına kadar İran, Rusya ve Avusturya seferleri dolayısıyla para sıkıntısı çekildiyse de hiç bir zaman malî buhran derecesine varmamıştı.[136] Uzunçarşılı'nın verdi­ği bilgilere göre, XVIII. asırda askerî durum pek iç açıcı değildi. Karlofça Andlaşması'nı gerektiren savaşlar, Osmanlı ordusunun yeniden düzenlenme­sini gerektiriyordu. Yapılan harplerdeki mağlûbiyetler bunu gösteriyordu.[137]

İlmî ve sosyal müesseseler açısından ele alındığı zaman XVIII. asrın bi­rinci yarısı, padişah ve devlet adamları tarafından yaptırılmış olan ilmî ve sosyal müesseseler İtibariyle zikre şayandır. II. Mustafa'nın hocası meşhur Feyzullah Efendi Fatih'de bir medrese ve değerli bir kütüphane yaptırmıştır. III. Ahmed, Topkapı sarayında ve Yeni Cami karşısında halk için iki kütüp­hane tesis etmiştir.[138] 1730 yılına kadar devleti idare eden III. Ahmed, Patro­na Halil'in elebaşılığını yaptığı İsyan sonucunda tahttan indirilmiştir.[139] Buraya kadar anlattıklarımızdan Bursevî'nin uzun sayılabilecek bir ömür içinde, beş tane Osmanlı padişahının saltanat döneminde yaşadığı, bunlardan bazılarıyla da yakın münasebetlerinin olduğu anlaşılmaktadır.

Özetlemek gerekirse, siyasi açıdan XVIII. asır Osmanlı Devleti'nin te­mellerinin sarsıldığı, gerilemenin ve zayıflamanın artık iyi bir şekilde hissedil­diği bir dönemi temsil etmektedir. Devletin siyasi açıdan zayıflaması, toprak­larının her geçen, gün düşmanlar tarafından paylaşılması halkın dinî yaşantı­sını olumsuz yönde etkilemiş, özellikle tekke ve medreseler de bundan nasi­bini almıştır. Devlet İçinde gerileme her konuda olduğu gibi, bu konuda da açıkça kendini göstermeye başlamıştır. Osmanlı'ların kuruluşundan İstan­bul'un fethine kadar uzanan dönemde tekke-medrese tartışmalarına pek rast­lanmamaktadır. Bu dengeye tasavvufî düşüncenin hakimiyeti olarak bakmak da mümkündür. Sebep ne olursa olsun zahir ulemâsı ile bâtın evliyası ara­sında hassas dengenin gene! hatlarıyla korunduğu söylenebilir. Devrin her türlü olumsuzluklarına rağmen müessese olarak erimeye ve çökmeye başla­yan tekkeler İsmail Hakkı Bursevî (ö.1137/1725), Abdülğani en-Nablûsî (Ö.1143/1731) ve Erzurumlu İbrahim Hakkı (ğ.1186/1772) gibi tesirleri gü­nümüze kadar gelebilen önemli şahsiyetler yetiştirmeyi başarabilmiştir. Ka­lemi ve kelamı İle bu çöküntüyü durdurmaya çalışan tekke ve tarikatları ıslah için uğraşanların başında da İsmail Hakki Bursevî gelmektedir.[140] Ne var ki XVIII. asırdan itibaren ulemâ ile meşâyıh arasındaki bu hassas denge bozul­muş ve bu mücadeleler Tanzimat'a kadar sürüp gitmiştir. [141]

Buraya kadar XVIII. asırda Osmanlı Devleti'nin genel durumuyla ilgili bazı bilgiler vermeye çalışmış, tekke ve medreselerde her yönüyle güçlü ule­mâ ve meşayıhin az yetişmiş olduğuna dikkat çekmiş bulunmaktayız. Tabia­tıyla bu durum İslâmî ilimleri özellikle de hadis ilmini olumsuz yönde etkile­miştir. Araştırmamızın hadis ilmi dalında olmasından dolayı burada, XVIII. asırda Osmanlı sınırlarında ve diğer İslâm ülkelerinde yapılan hadis çalışma­larına da bir göz atmanın faydalı olacağı kanaatindeyiz.

[107] Danişmend, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, III, 484.

[108] Hemdemi Çelebi, Sohkzâde Tarihi, II, 4, 581-582; Danişmend, 111, 412-464.

[109]Çelebi, I, 627; Baysun, Cavit, "Mehmet IV", ÎA., VII, 547-557.

[110]Gündüz, İrfan, Osmanlılarda Devlet Tekke Münasebetleri, s. 126.

[111] Gündüz, s. 126.

[112] Osmanlı Ansiklopedisi, IV, s. 170-171.

[113] Temâmu'l-feyz, Konya Koyunoğlu Müzesi, nr. 15013, vr. 183a; Gündüz, s. 125.

[114] Ferah, I,119; Şerhu Nuhbe, nr. 35, vr. 46b.

[115]Şahsiyeti meçhul bir sûfi ve hakim" kimliğiyle kaynaklara geçen Ebû Vüheyb b. Amr b. el-Kûfî, Behlûl-i Dânâ, deli görünüşlü akıllılar zümresinden sayılan bir şahsiyettir. Tasavvufi e-serlerde hak aşığı bir veli ve sufi olduğu belirtilen Behlûl'ün Abbasi halifesi Hanın Reşid za­manında yaşadığı, hiç çekinmeden ona gerçekleri söylediği, hata ve kusurlarını çeşitli biçim­lerde yüzüne vurarak onu doğru yola getirmeye çalıştığı İfade edilmektedir. İbnü'l-Cevzî (Ö.597/1200), İbn Arabi (Ö.638/1240), Şa'rânî (Ö.973/1565), Münâvî (Ö.1031/1622) ve di­ğer müelliflerin eserlerinde menkibeîeri zikredilen Behlûi Dânâ'mn ölüm tarihi kesin olma­makla birlikte onun 183/799'de vefat ettiği söylenmektedir. Uludağ, Süleyman, "Behiûl-i Dânâ", DİA, V, 352-353.

[116] Ferah, 1,119.

[117] Hadis-i Erbain, s. 277.

[118] Rûh, III, 378; Gündüz, s. 126.

[119] Tuhfe-i Halîliyye, s. 293.

[120] Rûh, III, 490.

[121]Rûh, III, 418.

[122]Rûh, III, 426.

[123] Tuhfe-i Halîliyye, s. 53.

[124] Hadis-i Erbain, s. 16.

[125] Rûhu'i-Mesneuî, 1, 496.

[126] Tuhfe-i Ismâiliyye, s. 330.

[127]Örnek olarak Bursevî'nin eserlerinde bidat konusu için bk. Tuhfe-l Haliliyye, s. 49-50; Şerh-i Pend~i Attar, s. 304; Makâiât, s. 22-23; Şerhu'l-Erbam, s. 16-17, 94; Eyyühe'l-büibül, Bursa Genel, nr. 89/3 vr. 85b; Ferah,!, 153,163. Mevlid için bk. Rûh, IX, 56-57.

[128] Doğuştan Günümüze Kadar Büyük İslâm Tarihi, XIV, 381-382.

[129] Sifei/e-i Celveüyye, s. 29.

[130] Gündüz, s. 127-128. bk. Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, s. 120-121.

[131] Kütükoğİu, "Süleyman II", İA., XI, 155, Danişmend, III, 465; Osmanlı Ansiklopedisi, IV, 172-201.

[132] Baysun, Cavit, "Ahmed II", İA., VIII, 695-700; Danişmend, III, 472-476, Büyük islâm Tari­hi, XI, 91-96.

[133] Temam, vr, 64b.

[134] Orhonlu, Cengiz, "Mustafa II", İA., VIII, 695-700; Danişmend, III, 477 vd.; Büyük İslâm Tarihi, XI, 97-114.

[135] Hadis-î Erbaîn, s. 19. bk Özcan, Abdülkadir, "Osmanlılarda Askeri Teşkilat", Osmonh Ansik­lopedisi, IV, 122.

[136] Uzunçarşıh, Osmanlı Tarihi, IV, 320.

[137] Uzunçarşıh, IV, 321 vd.

[138] Uzunçarşıh, IV, 326-330.

[139]İlgürel, Mücteba, "Ahrned III", D/A, II, 33-34.

[140] Gündüz, s. 128-131; Öztürk, Y. Nuri, Tasavvufun Ruhu, s. 186; XVIII. asırda yetişmiş diğer âlim­ler için bk. Uzunçarşıh, Osman/ı Devletinin ilmiye Teşkilatı, s. 236-239.

[141] Osmanlı Ansiklopedisi, IV, 122.