- 43.Bölüm

Adsense kodları


43.Bölüm

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Fri 22 July 2011, 02:00 pm GMT +0200
43. BÖLÜM


Bir yere gitmeyi kuran, bir yolculuğa çıkmaya niyetlenen herkes, oraya varırsam işler
başarırım; birçok işlerim kolaylaşır, halim düzene girer, dostlar sevinirler, düşmanları yenerim diye a kıllıca
düşüncelere dalar; gönlüne gelenler bunlardır; Tanrının dileğiyse büsbütün başka birşeydir. İnsan bunca
tedbirlerde bulunur, bunca kuruntular kurar, düşüncelere dalar; bir tanesi olsun, kendi dileğince olmaz;
bununla beraber gene de kendi tedbirine dayanır, dilediğini başaracağını sanır.
Kul tedbirde bulunur; takdîri bilmez;
Tanrı takdîri gelip-çattı mı, tedbir yok olur-gider.
Bu, şuna benzer: Birisi rüyâda bir şehirde garip kaldığını, orda bir tek bildiği olmadığını, başıboş
dolaşıp durduğunu görür. Ne kimse onu tanır, ne o kimseyi. Pişman olur adam; tasalara dalar, hasretlere
düşer de ne diye bu şehre geldim, bir tek dostum yok demeye, elini eline vurmaya, dudağını ısırmaya
koyulur. Derken uyanır; bir de bakar ki ne şehir var, ne halk. Anlar-bilir ki o tasalanma, o eseflenme, o
hasret, faydasızmış; o hale pişman olur, yiten zamana acır. Fakat bir kere daha uykuya dalınca rasgele
kendini gene öyle bir şehirde görür, gene gamlanmaya, hasret çekmeye koyulur, pişman olur o şehre
geldiğine; hiç düşünmez, hiç aklına gelmez de demez ki ben uyanıkken gam yediğime pişman olmuştum,
bu bir rüyâydı, faydası bile yoktu; şimdi de öyle işte. Tıpkı bunun gibi halk da kuruntusunun, tedbirinin
asılsız olduğunu, boşa çıktığını, hiçbir işi dileğince yürümediğini yüz binlerce kez görmüştür. Fakat Ulu
Tanrı, onlara bir unutmadır verir; hepsini unuturlar da kendi dileklerine uyarlar. " Gerçekten de Allah,
insanla insanın gönlü arasında bir engel olur."
İbrâhim Edhem, padişahlığı zamanında ava gitmişti; bir ceylânın ardına düşmüş, at sürüyordu.
Süre- süre ordudan iyice ayrıldı, uzak düştü. Atı da yorgunluktan terlere battı, su içinde kaldı. Gene de
çölde at koşturmadaydı. İş, sınırı aşınca ceylân dile geldi; yüzünü geri çevirdi de bunun için yaratılmadın
sen, seni bunun için yaratmadılar; yokluktan, beni avlanman için var etmediler seni; tut ki avlandın beni,
ne olur bundan dedi. İbrâhim bu sözleri duyunca bir nâra attı, kendini attan yere fırlattı. O ovada bir
çobandan başka kimsecikler yoktu. Ona yalvardı-yakardı; mücevherlerle bezenmiş padişahlık elbisesini,
silahını, atını ona verdi. Bunları al, kepeneğini bana ver, kimseye de bir şey söyleme, halimi kimseye açma
Semazen.net
dedi. Kepeneği giydi, yola düştü. Şimdi onun maksadına bak ki neydi, bir de Tanrının dileği neymiş, bir
seyret. O diledi ki ceylânı avlasın; Ulu Tanrıysa bir ceylânla onu avladı. Buna bak da bil ki dünyada onun
dileği oluyor; dilek onun malı-mülkü, maksat ona uymuş.
Tanrı râzı olsun Ömer, Müslüman olmadan kızkardeşinin evine girdi; kardeşi Kur’ân okuyordu.
Yüksek sesle "Tâhâ, biz sana eziyet olsun diye indirmedik Kur'ân'ı" diyordu. Kardeşini görünce Kur'ân'ı
gizledi, sustu. Ömer kılıcını sıyırdı; mutlaka söyleyeceksin dedi; neydi okuduğun, neden gizledin?
Söylemezsen şu solukta kesiveririm başını; hiç aman vermem. Kız kardeşi pek korktu, onun öfkesini bilirdi.
Can korkusundan söyledi, Ulu Tanrı dedi, esenlik ona, bu yakınlarda Muhammed'e bu sözleri vahyetti,
onları okuyordum. Oku da duyayım dedi Ömer. Kız kardeşi, Tâhâ sûresini sonunadek okudu. Ömer pek
öfkelendi; öfkesi birdi, yüzlere çıktı. Şimdi dedi, seni öldürürsem âcizi öldürme olur bu; önce gideyim, onun
başını keseyim, ondan sonra senin işini bitiririm. Öylece kızgın, öfkeli bir halde sıyrılmış kılıcıyla Mustafâ'nın,
Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Mescid'ine yüz tuttu. Yolda Kureyş uluları gördüler; Ömer dediler.
Muhammed'e kastetmiş, ne olacaksa ondan olacak. Çünkü Ömer, pek güçlü-kuvvetliydi, pek erdi. Hangi
orduya yüz tutsa mutlaka üst olurdu, mutlaka onların başlarını keser-getirirdi. Öylesine kuvvetliydi ki Tanrı
rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ, boyuna Tanrım derdi, benim dinime ya Ömer'le yardım et, ya Abû-
Cehil'le. Çünkü zamanlarında ikisi de kuvvetli, er, yiğit tanınmıştı. Müslüman olduktan sonra boyuna ağlar
da a Tanrı Elçisi derdi Ömer, ya Abû-Cehil'in adını önce ansaydın da Tanrım deseydin dinime ya Abû-
Cehil'le yardım et, ya Ömer'le; vay bana, nolurdu halim benim, sapıklıkta kala-kalırdım. Hâsılı Ömer,
sıyrılmış kılıcıyla Peygamber'in evine yüz tuttu; o arada Tanrı esenlik versin, Cebrâil, Tanrı rahmet etsin,
esenlik versin, Mustafâ'ya vahiy getirdi. İşte şimdicek ey Tanrı Elçisi dedi, Ömer Müslüman olmak üzere
geliyor. Onu kucakla. Ömer, eve girince apaçık gördü ki Mustafâ'dan atılan bir ışık oku uçtu, geldi, gönlüne
saplandı. Bir nâra attı, kendinden geçti, yere yıkıldı. Canında bir sevgidir, bir aşktır belirdi. Sevgisinin
çokluğundan Mustafâ'da yanıp erimek, yok olmak istiyordu. Ey Tanrı Elçisi dedi, îman arzet, o keleciyi söyle
de duyayım. Ömer Müslüman olunca şimdi dedi,sıyrılmış kılıçla senin kastına gelmiştim ya; o suçun
keffâresi olarak bundan böyle kimden, senin hakkında bir kötü söz duyarsam hemencecik şu kılıçla başını
bedeninden ayırayım, hiç aman vermeyeyim, bu da Müslümanlığın bir şükrü olsun. Evden çıkar-çıkmaz
babasına rastladı. Babası, dininden mi döndün dedi. Ömer hemencecik onun başını bedeninden ayırdı.
Elinde kanlı kılıç; yola düştü. Kureyş uluları, kanlı kılıcı görünce başını getireceğim diye vâdetmiştin ya,
nerde baş dediler. İşte baş dedi Ömer. Bu başı, buradan götürdün sen dediler. Hayır dedi, bu baş, o baş
değil. Şimdi bir bak, Ömer'in kastı neydi, Ulu Tanrının ondan dilediği neymiş; bir bak da bil ki işler, o ne
dilerse hep öyle oluyor.
Ömer, kılıç elde Peygamberin kastına geldi;
Tanrı tuzağına tutuldu, bahtı yâver oldu da görüş ıssı kesildi.
Şimdi size de ne getirdiniz derlerse baş getirdik deyin Biz bu başı görmüştük derlerse hayır deyin,
bu baş, o baş değil; başka bir baş bu. Baş ona derler ki onda bir sır bulunsun; yoksa bin baş, bir pula
değmez.
Bu âyeti okudular: "An o zamanı ki evi, insanların toplanması, eminlik yurdu olması için kurduk;
İbrâhim'in durağını namaz yeri yapın, orda namaz kılın ”Tanrı rahmetler etsin, İbrâhim dedi ki: Tanrım,
beni, râzılığının elbisesiyle yücelttin, seçtin; soyumu da bu ululukla rızklandır. Ulu Tanrı, "Zalimler, ahdime
nâil olamazlar" buyurdu; yâni zâlim olanlar, benim râzılık elbisemi giymeye, ululuğuma ermiye lâyık
olamazlar. İbrâhim, Ulu Tanrının zâlimlere, azgınlara lûtfetmeyeceğini anlayınca sözünü kayıtladı da Tanrım
dedi, inananlara, zulmetmeyenlere kendi rızkından pay ver, rızkını esirgeme onlardan. Ulu Tanrı, rızkım
geneldir buyurdu, herkesin payı var onda; bu konuk yurdundaki bütün yaratıklar, ondan faydalanırlar,
paylarını alırlar; ancak râzılık elbisesi, ululuk elbisesi hasların, seçkinlerin payı.
Zâhir ehli olanlar, evden maksat Kâ'be'dir; kim oraya sığınırsa zararlardan aman bulur; orda
avlanmak haramdır; orda hiç kimseyi incitmek caiz değildir; Ulu Tanrı orasını seçmiştir derler. Bu da
doğrudur, güzeldir amma bu, Kur'ân'ın zâhiridir. Gerçeklerse derler ki: Ev, insanın gönlüdür. Yâni Tanrım,
gönlümü, nefse ait vesveselerden, nefse âit işlerden boşalt; bozuk, asılsız sevdâlardan, düşüncelerden arıt
da orda hiçbir korku kalmasın, eminlik yurdu kesilsin; vahyinin yeri olsun; şeytanlar, kuruntular oraya yol
bulamasın. Hani Ulu Tanrı, gökyüzüne şihaplar dikmiştir ya; bunlar, taşlanmış şeytanların, meleklerin
sırlarını duymamaları, hiçbir kimsenin, onların hallerini bilip anlamamaları için onları men'etmeye
memurdur; böylece de melekler, bütün zararlardan uzak kalırlar. Yâni, Tanrım, sen de lûtuf bekçilerini
gönlümüze dik de şeytanların kuruntularını, nefis düzenlerini bizden uzaklaştırsınlar. İşte bu, bâtın ehlinin,
gerçeklerin sözüdür. Herkes, kendi yerinde oynar, neredeyse oraya göre lâf eder. Kuran, iki yüzlü bir ipek
kumaştır; kimisi bu yüzünden faydalanır, kimisi o yüzünden. Her ikisi de doğrudur. Çünkü Ulu Tanrı, iki
bölüğün de ondan faydalanmasını diler. Hani bir kadının kocası da vardır, süt emer oğlu da; her ikisi de
Semazen.net
ondan tat duyar; çocuğun aldığı tat, memesindendir, sütündendir onun; kocası da onunla buluşmadan tat
alır. Yaratıklar, yol çocuklarıdır; Kur'ân'dan zâhirî bir tat duyarlar, süt emerler. Olgunlarınsa Kur'ân'ın
anlamlarında bir başka seyir-seyranları, bir başka anlayışları vardır. İbrâhim'in durağı, şudur: İbrâhim'in
namaz yeri, Kâ'be yanında bir yerdir. Zâhir ehli, orda iki rek'at namaz kılmak gerektir derler. Bu doğrudur,
eyvâllah; fakat gerçekler katında İbrâhim'in durağı şudur: İbrâhim gibi kendini, Tanrı uğruna ateşe atarsın,
kendini Tanrı yolunda çalışıp çabalamayla bu durağa, yahut bu durağın yakınlarına ulaştırsın; çünkü o da
Tanrı uğruna kendini fedâ etti; yâni nefsini fedâ etti; ona karşı bir tehlike kalmadı, kendinden pervâsı yok
artık. İbrâhim'in durağında iki rek'at namaz kılmak güzel; fakat öylesine bir namaz ki kıyamı bu âlemde
olmalı, rükûu o âlemde. Kâ'be'den maksat, peygamberlerle erenlerin gönülleridir. Onların gönülleri, Tanrı
vahyinin geldiği yerdir; Kâ'be'yse onun parça-buçuğu. Gönül olmasaydı. Kâ'be ne işe yarardı?
Peygamberlerle erenler, tümden dileklerinden vazgeçmişlerdir; Tanrı dileğine uymuşlardır; o ne buyurursa
onu yaparlar; Tanrının lûtfuna ermeyen kişiden, babaları, anaları bile olsa bezerler, gözlerine düşman
görünür onların.
Gönlümün dizginini, senin eline öylesine verdim ki,
Pişti mi dersen sen, yandı bile derim ben.
Her ne söylüyorsak hepsi de örnektir, eşit değil. Örnek başkadır, eşit başka. Ulu Tanrı, kendi ışığını,
örnek olarak kandile, erenlerin varlıklarını sırçaya benzetti. Bu, örnek için bir benzetiştir. Onun ışığı, bütün
varlık ve mekân âlemine sığmazken sırçaya, kandile nerden sığacak? Ulular ulusu Tanrı ışıklarının doğuları,
gönüle nerden sığacak? Fakat onu istedin mi, gönülde bulursun; yalnız bu buluş, gönüle girmesi yolu da
değildir. O ışık gönülde değildir amma onu, oradan bulursun. Hani kendini aynada görürsün ya, amma
senin şeklin, aynanın içinde değildir; öyleyken aynaya bakınca kendini orda görürsün. Akla sığmaz görünen
şeyler var ya; onları bir örnekle söylerlerse akla sığmaz, duygularla duyulur, görülür. Hani birisi gözünü
yumdu mu, şaşılacak şeyler görür, duygularla duyulan şekiller seyreder; gözünü açtı mı da bunların
hiçbirini görmez desen hiç kimsenin aklı almaz bunu; kimse inanmaz bu söze. Fakat bir örnek getirsen
anlaşılır. Şuna benzer bu: Birisi rüyada yüz binlerce şey görür ki uyanıkken onların birini bile göremez. Bir
mühendis, içinden bir ev kurmayı geçirir, enini-boyunu arşınlar, şeklini düşünür. Bu, birisine akla sığmaz
görünebilir; fakat evin plânını kâğıda çizerse göze görünür. Demek ki neliği-niteliği aydın bir hale getirdi
mi, akla sığıyor; akla sığdıktan sonra da evi, düşündüğü gibi yaptı mı, duyguyla da anlaşılıyor; gözle de
görülüyor. Anlaşıldı ya artık, bütün akla sığmayan şeyler, örnekle akla sığmada, duygularla anlaşılmada.
Gene derler hani; öbür dünyada amel defterleri uçacak, kimi insanın sağ eline verilecek, kimi insanın sol
eline... Melekleri, Arş'ı, cehennemi, cenneti, mîzânı, soruyu, kitâbı anlatırlar; bunları bir örnekle
anlatmadıkça hiçbiri de anlaşılmaz bunların. Bunlara şu dünyada eşit yoktur amma örnekle anlaşılır. Bu
dünyada örneği şudur bunların. Gece herkes uyur; ayakkabıcının, padişahın, kadı'nın, terzinin, bunlardan
başka herkesin bütün düşünceleri, varlıklarından uçar-gider; hiç kimsede bir düşünce bile kalmaz. Günün
ağarması, İsrâfîl'in sûru üfleyişi gibi onların beden zerrelerini diriltir; herbirinin düşüncesi,uçup gelen amel
defterleri gibi sahibine gelir; hiç yanılmaz. Terzinin düşüncesi terziye, fakıyhin düşüncesi fakıyhe,
demircinin düşüncesi demirciye, zâlimin düşüncesi zâlime, adâlet ıssının düşüncesi adâlet ıssına gelir. Hiçbir
kişi yoktur ki gece terzi olarak yatsın da gündüz ayakkabıcı olarak kalksın; imkânı yok bunun. Çünkü onun
işi buydu, bununla uğraşmadaydı; gene onunla uğraşır. İşte böylece bilir-anlarsın ki öbür dünyada da böyle
olacak; akla sığmaz bir şey değil ki bu; bu dünyada da oluyor işte. Şu halde birisi, şu örneği getirse, ipin
ucuna yapışsa o âlemin bütün hallerini şu dünyada görür; o âlemden koku alır, o âlem, görünür ona da
bilir ki her-şey, Tanrının gücüne-kuvvetine sığar, herşeye gücü yeter Tanrının. Nice kemikler var, mezarda
çürümüş-gitmiş, görürsün onları ya; sahipleri ya esenliktedir, hoştur, sarhoş bir halde yatıp uyumadadır; o
tattan, o sarhoşluktan da haberleri vardır. Toprağı hoş olsun ona derler hani; saçma lâf değil bu lâf.
Toprağın hoşluktan haberi olmasaydı nasıl söylerlerdi bunu?
O Ay parçası güzel, yüz yıl yaşasın;
Onun gam oklarına okluk olsun gönlüm.
Kapısının toprağında bir hoş ölüme daldı gönül;
Kim duâ etmişti de toprağı hoş olsun demişti yârabbi?
Bunun örneği duyulan âlemde de olur-gider. Hani iki kişi bir yatakta yatar, uyur. Birisi kendini
güzeller arasında, gül bahçesinde, cennette görür; öbürü kendini yılanlar, cehennem zebanileri, akrepler
arasında görür. Sende ikisinin arasında araştıra-dur. Ne bunu görürsün, ne onu. Peki, kimisinin parçabuçuğu
mezarda tat içinde, esenlikte, esrik bir halde oluşu, kimisinin azapta, elemde, mihnette bulunuşu,
seninse ne onu görmen, ne bunu bilmen, şaşılacak bir şey midir ki? Demek anlaşıldı ki akla sığmayan şey,
örnekle akla sığıyor amma örnek de eşide benzemiyor. Şunun gibi hani; ârif, ferahlığa, gönül genişliğine
Semazen.net
bahar adını takmıştır; gönül darlığına, gama da güz demiştir. Görünüş bakımından iyilik hoşluk nerden
bahara; gam, nerden güze benzeyecek? Fakat bu bir örnektir ki akılsız adam, onun anlamını, anlayamaz,
kavrayamaz. Ulu Tanrı da "Karanlıklarla ışık, gölgeyle ısı bir, eşit değildir" buyurmuştur, imanı ışığa
benzetmiştir, küfrü karanlığa. İnanmayı, güzelim bir gölgeliğe benzetmiştir, küfrü adamın beynini
kaynatan, yakıp yandıran amansız güneşe benzetmiştir. İnancın aydınlığı, lâtifliği, şu dünyanın ışığına;
yahut küfrün pisliği, şu dünyanın karanlığına ne diye benzesin?
Birisi, biz söz söylerken uyursa o uyku, gafletten değildir, eminliktendir. Hani bir kervan, sarp,
korkunç bir yolda kap-karanlık gecede yola düşer, sürer-gider, düşmanlardan bir zarar gelmesin diye
boyuna yol alır. Derken kervan halkının kulaklarına köpek havlaması, yahut horoz sesi geldi mi, bir köye
vardı mı kervan; kervandakiler esenleşirler; ayaklarını uzatıp bir güzelce yatarlar, uykuya dalarlar. Oysa ki
yolda ne ses vardı, ne gürültü; fakat korkudan uykuları gelmiyordu ki. Köyde eminlikle beraber o kadar
gürültü-patırtı, köpeklerin havlaması, horoz sesleri var, öyle olduğu halde uykuya dalıyorlar. Bizim
sözlerimiz de mâmurluktan, eminlikten geliyor; peygamberlerin, erenlerin sözleri. Canlar, söz tanır bir hale
geldi mi, emin olur; korkudan kurtulur. Çünkü bu sözden umut kokusu gelmede, devlet kokusu duyulmada.
Hani birisi, kap-karanlık gecede bir kervanla yoldaş olmuş, gidiyor. Korkusundan, her solukta harâmiler
kervanı basmış sanmada. Yol arkadaşlarının seslerini işitmek, onları, seslerinden tanımak ister bu adam;
onların sözlerini işitti mi, emin olur. "Ya Muhammed,söyle: Oku." Sen söyle; çünkü özün lâtif, gözlere
görünmüyor; söz söyledin mi, anlıyorlar ki bildiksin, canlar emin oluyor, esenleşiyor. Söz söyle;
Seninle konuşmadıkça seni göremiyorum ben.
Ovada küçücük bir yaratık vardır. Küçüklüğünden göze görünmez. Fakat bağırdı-öttü mü, sesinden
anlaşılır. Yaratıklar da dünya ovasına dalmışlardır; senin özünse pek lâtîf, gözlere görünmüyor; söz söyle
de tanısınlar seni. Sen, bir yere gitmek istedin mi, önce gönlün gider, orasını görür, orasının ahvâlini anlar.
Sonra gönül geriye gelir, bedeni çeker-götürür. Şimdi bütün bu yaratıklar, peygamberlerle erenlere karşı
bedendir; âlemin gönlü peygamberlerle erenlerdir. Önce onlar, o âleme gittiler; insanlıktan, etten-deriden
sıyrıldılar; aşağıdan-yukardan çıktılar; bu âlemi de seyrettiler, o âlemi de. Konaklar aştılar; sonucu, yol nasıl
alınır, anladılar. Ondan sonra geldiler; o temelli âleme gelin; bu dünya yıkık bir âlem,geçici bir saray; biz
hoş bir yer bulduk, size haber vermedeyiz diye halkı o âleme çağırıyorlar. Artık anlaşıldı ya; gönlüm,
herhalde sevgiliyle beraber; konaklar aşmaya ihtiyacı yok; ne yol kesici korkusu var, ne palan, deve
ihtiyacı. Bunlarla bağlı olan, yoksul beden.
Rubâi
Gönüle dedim ki: A gönül, bilgisizlikten
Nasıl bir kişinin tapısından yoksunsun, bilir misin?
Gönül bana, a arayan dedi, yanlış söylüyorsun;
Ben tapıdayım da sensin başı dönen
Nerde olursan ol, ne halde bulunursan bulun; sevmiye, âşık olmaya çalış. Sevgi mülkün, ülken oldu
mu, boyuna âşık olursun; mezarda da, mahşerde de, cennette de âşık olursun; sonu gelmez ya; boyuna
âşık olursun. Mademki buğday ektin, kesin olarak buğday biter; ambardaki buğday da o biten buğdaydır.
Mecnûn, Leylâ'ya bir mektup yazmak istedi; eline kalemi aldı, şu beyti söyledi:
Hayâlin gözümde, adın ağzımda;
Anışın gönlünde, nereye yazayım?
Mâdemki hayâlin gözü durak edinmiş, adın ağızdan gitmiyor; anışın can evinde; peki, mektubu
kime yazayım; buralarda dolaşıp duruyorsun sen dedi de kalemi kırdı, kâğıdı yırttı.
Çok kişiler vardır, gönülleri bu sözlerle doludur; fakat söyleyemezler; söylemeye âşık olsalar, söylemek
isteseler bile söyleyemezler. Buna şaşılmaz, aşkı da gidermez bu. Zâti temel olan da gönüldür, dilektir,
aşktır. Hani çocuk da süte âşıktır, ondan yardım görür, onunla kuvvetlenir, büyür. Bununla beraber gene
de sütü anlatamaz, târif edemez; ben süttün ne tat duyuyorum, onu içmezsem nasıl kederleniyorum, nasıl
arıklaşıyorum diyemez; tadını da söze getiremez, bulamadığı zamanki kederini de. Canı süt ister, süte
âşıktır. Fakat büyüyen, ergenlik çağına gelen kişi, sütü binlerce çeşit târif etse, övse, anlatsa gene de
çocuğun bulduğu tadı bulamaz sütte, onun aldığı zevki alamaz sütten.