- 41.Bölüm

Adsense kodları


41.Bölüm

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Fri 22 July 2011, 02:06 pm GMT +0200
41. BÖLÜM


Tahsiller eden, tahsile dalan şu kişiler, sanırlar ki buraya kapılırlarsa bilgiyi unuturlar,
bilgiden vazgeçerler. Oysa ki buraya gelirlerse bütün bilgileri can kesilir. Bilgilerin hepsi de resimdir, şekildir;
canlandılar mı, cansız bir kalıp can bulunca ne olursa o olurlar. Zâti bu bilgilerin temeli ordandır; harfsiz,
sessiz âlemden, harf ve ses âlemine göçerler. O âlemdeki söz, harfsizdir, sessizdir. "Tanrı, Mûsâ'ya söz
söylemiştir, konuşmuştur onunla." Ulu Tanrı Mûsâ'ya söz söylemiştir amma harfle-sesle söz söylememiştir;
dille-damakla değildir o söz. Çünkü harfe damak gerektir, dudak gerek ki harf, meydana çıksın; yücedir,
arıdır dudaktan, ağızdan, damaktan Tanrı. Öyleyse peygamberler, harfsiz-sessiz âlemde konuşurlar
Tanrıyla, duyarlar onun sözünü; öylesine konuşurlar ki şu parça-buçuk akıllar, o âleme ulaşamaz, o âlemin
izinin tozunu bile bulamaz. Peygamberler, o sözleri harfsiz âlemden, harf alemine getirirler; şu çocuklar için çoçuklaşırlar; hani "Öğretmen olarak gönderildim" sözü var ya, tıpkı öyle işte. Şimdi harf âleminde ses
âleminde kalan şu toplum var ya, onlar, bunların hallerine ulaşamazlar amma oradan güç-kuvvet elde ederler, büyürler, gelişirler; onunla dincelirler. Çocuk, anasını iyice tanımaz amma onunla dincelir, esenleşir ya; ondan güç-kuvvet bulur ya; meyve, daha esenleşir, tatlılaşır, olgunlaşır ya; amma gene de ağaçtan haberi bile yoktur; tıpkı onun gibi bu topluluk da, onu bilmediği, ona ulaşamadığı halde o uludan güç kuvvet
bulur, yetişir, gelişir. Bütün halk şunu bilir ki aklın harfin, sesin ötesinde birşey, bir büyük âlem var. Görmez misin sen; bütün halk, delilere düşkündür, onları ziyarete gider; olabilir ya der, bu belki de umduğumuzdur. Doğrudur; böyle birşey vardır amma nerdedir, kimde... Bunda yanılmışlardır. O şey akla da sığmaz amma her akla sığmayan da o değildir. Her ceviz yuvarlaktır, fakat her yuvarlak şey ceviz değildir. Onda bir hal var
ki dile gelmez, söze sığmaz amma izini, eserini söyledik ya; akıl da ondan güç-kuvvet kazanır, can da; akıl da onunla beslenir, gelişir, canda. Halkın çevrelerinde dönüp dolaştığı şu delilerdeyse bu anlam yoktur. Halk, onların yüzünden, bulunduğu halden başka bir hale dönmez, onlarla dincelip rahatlaşmaz. Onlar, rahatlık budur derler, rahatlaştık sanırlar amma biz, rahatlık demeyiz ona. Hani çocuk, anasından ayrılır da bir soluk, bir başkasıyla rahatlaşır; buna rahatlık demezler; çünkü yanılmıştır o. Hekimler, mizâca hoş gelen, iştahı çeken herşey, insana kuvvet verir, insanın kanını artırır derler ya; bu, insanın hasta olmadığı zaman hoşuna giden iştahını çeken şeydir. Meselâ, toprak yemeye alışan kişiye toprak hoş gelir amma ona, bu, mizacına iyidir, ye diyemeyiz; isterse hoş gelsin ona. Safra illetine tutulmuş kişi de ekşiden hoşlanır,
şekerden hoşlanmaz. O hoşlanmanın îtibarı yoktur, çünkü bir illete dayanmadadır. Hoşluk ona derler ki illetten önce adama hoş gelsin. Meselâ, birinin eli kesilmiş; cerrah onu iyileştirir, eski haline getirir; sınıkçı,
ayağı kırılmış, askıya alınmış, eğrilmiş kişinin ayağını düzeltmeye çalışırken ayak ağrır, acır; kendisine o eğri ayak hoş gelir; sınıkçıysa ona der ki: bundan önce elin-ayağın düzdü; bundan hoşlanırdın, bununla rahattın;
kırıldı-eğrildi; kederlendin, incindin; şimdi bu eğri el-ayak, hoş geliyor sana; fakat bu hoşluk, yalancı hoşluktur; buna itibar edilmez. Tıpkı bunun gibi canlar da kutluluk âleminde Tanrıyı anıştan, Tanrıya dalıştan hoşlanırlar, melekler gibi hani. Onlar, bedenler yüzünden hastalanmışlardır, illetlere uğramışlardır; toprak yemek hoş gelir onlara; fakat peygamber, fakat eren hekimdir; onlara, sana hoş gelmez bu; bu
hoşlanış yalandır; bir başka hoşlanacak şey var senin için; onu unutmuşsun; senin sağ-esen mizacının hoşlandığı şey, hastalanmadan önce hoşuna giden şeydir; şimdi bundan hoşlandığını sanıyorsun da inanmıyorsun bana der.
Ârifin biri, bir nahivcinin katına gitmiş, oturmuştu. Nahivci dedi ki: Söz, şu üç halden dışarı olamaz: Ya isim olur, ya fiil olur, ya harf. Ârif, elbisesini yırttı da eyvanlar olsun dedi; yirmi yıllık ömrümde yele gitti, çalışıp çabalamam da. Ben, bu üç halden dışarı bir söz vardır umusuyla çalıştım; sense benim umudumu yitirdin gitti. Bu ârif, o sözün anlamına da erişmişti, maksadına da; fakat bu yolla nahivciyi uyandırmak istiyordu.

Hikâye ederler; Tanrı ikisinden de râzı olsun, Hasan’la Huseyn çocukken birinin yanlış abdest aldığını gördüler; adamın abdesti şerîate sığmıyordu ona en güzel şekilde abdest almayı öğretmek istediler. Adamın yanına gittiler. Biri, bu dedi, bana yanlış abdest alıyorsun diyor, ikimiz de tapında abdest alalım; bak,
bakalım; ikimizden hangimizin abdesti şerîate uygun. İkisi de adamın yanında abdest aldılar. Adam, çocuklar dedi, sizin abdestiniz şerîate tam uygun, doğru, güzel; bu yoksulun abdesti yanlışmış. Şuna benzer bu: Konuk çok olunca evi büyütürler, daha çok bezerler, yemeği daha fazla yaparlar.
Görmez misin, çocuğun boycağızı küçükken onun konuğu olan düşüncesi de eve benzeyen kalıbına göredir;
sütten dadıdan başka birşey bilmez. Daha büyüyünce akıldan, anlayıştan ayırdedişten, daha da başka kabiliyetlerden meydana gelen düşünce konukları, daha da büyür. Fakat aşk konuğu geldi mi, eve sığmaz, evi yıkar-gider de yeni baştan evler kurar. Çünkü padişahın perdeleri, adamları, orduları, onun evine sığmaz. O perdeleri assalar bile bu kapılara lâyık olmaz. Öylesine sonsuz adamlara sonsuz bir durak
gerektir. O perdeleri astılar mı, hepsi de aydınlıklar verir, örtüleri kaldırır, gizlileri meydana kor. Bu âlemin, ardındakileri göstermeyen perdelerin aksinedir o perdeler.

Şiir
Hani mum ağlar amma göz yaşları,
Ateşle eş-dosttur da o yüzden mi akar, yoksa baldan ayrıldığından mı bilinmez ya;
Ben de ağır olaylardan şikâyet ediyorum amma hangi olaydan?
İnsanlar beni özürlü tutmasınlar, paylamasınlar da; bunun için o olayı söylemiyorum.
Birisi dedi ki: Bunu Heratlı Kadı Abû-Mansûr söylemiştir.
Mevlânâ dedi ki:


Kadı Mansûr, kapalı söyler; insanı işkile düşürür; çeşitlidir sözleri. Fakat Mansûr dayanamadı da apaçık söyledi-gitti. Bütün âlem buyruğa tutsaktır; buyruksa tanığa tutsak. Tanık açıklar, gizlemez. (Mevlânâ,)
Kadı'nın sözlerinden bir sayfa oku dedi. (Adam,) okudu. Ondan sonra
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Tanrının öyle kulları vardır; çarşafa bürünmüş bir kadını gördüler mi, yüzünü aç da görelim derler; ne biçim kadınsın, neyin nesisin? Yüzü örtülü geçip gittin de seni görmedik mi, bu kimdi diye kuruntuya düşeriz. Yüzünü görünce sana fitne olacak, sana tutulacak adam değilim ben. Tanrı, çoktandır, beni sizden arıtmıştır, boşverdirmiştir size; sizi görünce siz de bana fitne olamazsınız; bundanda emînim ben; ancak
görmezsem kimdi bu diye kuruntuda kalacağım. Bu hal, nefis ehli olan topluluğun tersine; onlar, güzellerin yüzlerini açık olarak gördüler mi, onlara kapılırlar, kararları kalmaz. Öyleyse onlara fitne olmamaları için güzellerin onlara yüzlerini göstermemeleri yeğ; fakat fitneden kurtulmaları için gönül ehline yüzlerini açmaları yeğ. Birisi, Hârezm'de kimse âşık olmaz dedi; çünkü Hârezm'de güzeller çok. Bir güzeli gördüler de gönül
verdiler mi ondan daha güzelini görürler, ilkinden gönülleri soğur. (Mevlânâ) buyurdu ki:
Mâdemki Hârezm güzellerine âşık olmak imkânı yok; Harezm’ e âşık olmak gerek; çünkü orda güzellerin sayısı yok. O Hârezm, yokluktur. Orda anlam bakımından güzel olanların, can şekline bürünenlerin sonu yoktur. Birine kapıldın-kaldın mı, bir başkası yüz gösterir, ilkini unutursun; bu, böylece yürür-gider; sonu gelmez; şu halde yokluğun ta kendisine âşık olalım, onda bunca güzel var.