- 30 Taha-i Hakkari

Adsense kodları


30 Taha-i Hakkari

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
neslinur
Tue 8 June 2010, 03:30 pm GMT +0200
30. Tâhâ-i Hakkârî (Nehrili Seyyid Tâhâ):  (Öl.  H. 1269/M. 1853)

Nehri'nin Kürtçe bir adı da Şemdinan, ya da Şemzinan'dır. Bugünkü resmi adı ise Şemdinli' dir. Bilindiği üzere Şemdinli, Hakkârî'nin ilçelerin­den biridir.

Tâhâ, Halid Bağdâdî 'nin halîfelerinden Abdullah-ı Hakkârî'nin kardeşi olan Molla Ahmed b. Salih Geylânî'nin oğludur. Kuzey Haşimîlerindendir ve Hz. Hasan'ın soyundan gelmektedir. O'nun da, amcası gibi Halid Bağdâdî'nin halîfesi olduğunu ileri süren­ler vardır. Ancak böyle diyenlerle bunu kabul etmeyenler arasında eskiden günümüze kadar doğu şeyhleri arasında anlaşmazlık sürüp gitmektedir. Kimine göre O, Halid Bağdâdî'nin halîfesidir, kimine göre ise Halid Bağdâdî'den hilafet alan amcası Abdullah-ı Hakkârî'nin halîfesi­dir. Öyle görünüyor ki bu meselede bir spekülasyon vardır. 

Ayrıca, «Doğu»'da Tâhâ'ya bağlı olup yaklaşık yüz elli yıldır birbirine diş bileyen iki şeyh ailesi vardır ki bunlardan biri Arvâsîler'dir; diğeri ise  Küfrevî­ler 'dir. 

Sebebine gelince: Gerek (Günümüz politikacılarından Kâmran İnan'ın, babasının dedesi olan) Sıbğatullah Arvâsî, gerekse (Ağrı'nın eski milletve­kille­rinden müteveffa Kasım Küfrevî'nin dedesi olan) Muhammed Küfrevî, her ikisi de Tâhâ'nın, birinci derecede yetkili vekili olduklarını ileri sürü­yorlardı. Tabiatıyla bu rekabet, Tâhâ'nın geniş nüfuzundan ya­rar­lanma hırsından kay­naklanıyordu. Çünkü Tâhâ, büyük bir üne sahip ol­muştu. «Doğu Bölgesi», o günlerde tam anlamıyla eskiçağın karanlıkları için­deyken ve İstanbul Hükümetinin hiç ilgisini çekmezken bu zat, Osmanlı Mebusân Meclisine Hakkârî Milletvekili olarak girebilmişti!  Ne var ki kur­naz modernist Nakşibendîler, bu şey­hin manevi püskülleri dökü­lebilir diye O'nun siya­setle uğraş­tığına ilişkin hiç mi hiç söz etmemiş ve ha­zırladıkları ansiklopedi­lerde sayfalar do­lusu kera­metle­rini anlata anlata bi­tiremezler­ken bu ko­nuda bir tek kelime bile yazma­mışlar­dır!   

     

II. Abdülhamid tara­fından sürüldüğü Mekke'de 1888 yılında ölen Tâhâ'nın oğlu Ubeydullah da önemli mevkilere getirilmiş­tir. Modernist Nakşibendîlere ait bir ansiklopedide Ubeydullah hakkında aynen şu ifadeler kullanılmaktadır:

«Tasavvufta Hâlidiyye yolunun büyüklerinden olan Seyyid Ubeydullah aynı zamanda hükümdâr (vâli) idi. Velîlik ile hükümdârlığı kendinde bu­lunduran nâdir büyüklerdendir.»

Bir kimse, nasıl olur da aynı zamanda hem vali, hem de hükümdar diye nitelenebilir, buna akıl erdirmek çok güçtür. Fakat anlaşılan Nakşibendîlik mantığıyla olaya bakıldığında, velî olan bir kimsenin vali olabilmesi şöyle dursun, onun her türlü güç ve kudrete sahip olması işten bile değildir!

Meselenin mitolojik yönü bir yana, gerçekten de ülkenin en ücra ve unutulmuş  köşelerinden biri olan Hakkârî gibi nere­deyse köy denilebilecek bir yerden, o günün şartları içinde çıkıp İmparatorluk ça­pında meşhur ol­mayı becerebilmiş olan Tâhâ'nın, soyun­dan gelenler de aynı yolu izlemiş­lerdir.

 Bunlardan Ubeydullah, II. Abdülhamid döne­minde, hem Meclis-i Mebusân üyesi olan, hem de Halid Bağdadî'yi temsil etme avantajına sahip bulunan babası Tâhâ'nın şöhret ve nüfuzundan yararlanarak 1880'li yılların sonunda Zap Bölgesi’nde, Kürt kö­kenli mürîdlerinden yirmi bin kişilik bir ordu hazır­la­yarak Hristiyan-Nastûrî Asur aşireti üzerine yürüdü ve İran topraklarına girdi. Bununla Osmanlı yö­netimine gözdağı vermek ve bağım­sız bir Kürt devleti kurmak istiyordu. Bu sırada oğlu Abdülkadir'de berabe­rinde idi. Yönettiği hareket, 1881 yılında kanlı bir şekilde bastırılarak Ubeydullah ve oğlu Abdülkadir, Mekke'ye sürül­düler. Ubeydullah, sürgün bulunduğu Mekke'de öldü.

Abdülkadir'in ise o sıralarda aynı yerde sürgün bulunan  Muşlu Mirza­beyoğlu Hacı Musa Bey'le birlikte birtakım siyasi planlar daha yaptığı an­la­şılmaktadır. Çünkü sürgünden döndükten çok sonraları ve 75 yaşla­rında olmasına rağmen, cumhuriyet döne­minde bu planları uygulamaya koymak isterken hükü­metin kurduğu bir pu­suya düştü. Vaktiyle dedesi Tâhâ  gibi Mebusân Meclisi'ne seçilmeyi başarmış ve bir süre Ayân Meclisi üyeliğini de yapmış olan Abdülkadir, cumhuriyet kurulduktan kısa bir süre sonra, 14. Şubat.1925'te patlak veren ve 29. Haziran.1925'teki idamlarla dos­yası kapa­nan Şeyh Said isya­nını gizlice destek­lediği gerekçesiyle 12. Nisan. 1925 günü Oğlu Muhammed'le birlikte İstanbul'da tutuklanarak Diyarbakır'a getirildi­ler. 14. Mayıs. 1925 perşembe günü İstiklal Mahkemesinin önüne çıkarıldı­lar. Hemen idama mahkûm edilerek 27. Mayıs. 1925 çarşamba sabahı Diyar­bakır'da Ulucâmi önünde asıldılar.

Abdülkadir'in genç oğlu ile birlikte uğradığı bu korkunç son üzerine Nehri Şerifleri, büyük bir darbe yemelerine rağmen (Nakşiliğin çevreyi ayakta tutan sihirli kuralları sayesinde) aile, yine de ününü devam ettirmiş­tir. Esasen Halid Bağdâdî'yi «Doğu»'da birinci derecede temsil etme sıfatını da­ima kendinde görmüş olan Nehrili bu seyyid ailenin şöhretini devam et­tirmede en büyük rolü, (aynen onlar gibi seyyid bir aile olan) Arvâsîler oy­namışlardır.

Bu aileden Sıbğatullah Arvâsî, vaktiyle (mürîdlerinden) Kürt kökenli Tağiler'i ön plana çıkara­rak onlar aracılığıyla Bitlis'de ve Van'da büyük bir şöhret ka­zanmıştı. Ne ilginçtir ki Arvâsîler de, bağlı oldukları Nehri şeyh­leri gibi bir­takım siyasi olaylara karıştılar. Sıbğatullah Arvâsî'nin oğulların­dan, Seyyid Ali ve Şeyh Şihabuddîn, giriştikleri bir ayaklanma sonucu 1913'de Bitlis'de idam edildiler.  Bu yüzden Arvâsîler'in adı biraz gölge­lendi ise de, aynı aileden Abdulhakîm Arvâsî, klasik medrese bilgi­leri ya­nında o gün için çok büyük bir avantaj sayılan Osmanlı kültürünü de al­dığı ve ken­dini yetiştire­rek gör­güsünü artırdığı için cumhuri­yetin ilk yıl­larında İstan­bul'a gelerek bazı «dindar» okur-yazarları oldukça etkilemeyi başa­rdı.

Son yüz elli yıl içinde Türkiye'nin doğusunda cereyan eden Nakşibendî­lik olayları şüphesiz yalnızca bunlardan ibaret değildir. Halidilik'te mürîdi şeyhe kayıtsız şartsız bağlayan disiplinler sayesinde (ki bunların en önemlisi râbıtadır) «Doğulu Nakşî şeyhleri» cemaatlerini öyle yönlendirmişlerdir ki -sezilmemiş olsa bile- bunun derin etkileri, Türkiye'de olup biten hemen her olayın temelinde daima var olagelmiştir!

«Doğu»'daki Nakşibendîlik hadiselerinin bir diğer önemli perdesi de Arvâ­sîler'le Küfrevîler arasındaki gizli kavgadır. Pek o kadar ayyuka çık­mamış gibi görünen bu kavga, aslında için için, fakat çok şiddetli bir şekilde günü­müze kadar sürüp gelmiştir. Meselenin içyüzüne bakılacak olursa bu kavga, yukarıda da işaret edildiği gibi her iki ailenin, birbirine karşı, Nehrili Tâhâ'nın miras bıraktığı çevre üzerinde egemenlik kurma rekabe­tinden başka bir şey değildir.

Bu kavgada Arvâsîler, râbıta gibi güçlü bir silahı kullanarak çevrelerini o kadar etkili telkinlerle şartlandırabilmişlerdir ki Küfrevîler bu çevre tarafın­dan âdetâ lanetli bir aile olarak damgalanmıştır. Nitekim Arvâsîler'in çev­resini oluşturan modernist Nakşibendîler, sözde İslâm büyüklerini tanıt­mak için ha­zırladıkları ve gerçek âlimlerin adlarıyla birlikte, neredeyse dünya­daki bütün üfürükçüleri de evliya diye içinde tanıtmaya çalıştıkları ansiklo­pedilerinde, Muhammed el-Küfrevî hakkında tek kelime bile yazma­mışlar­dır! Oysa moder­nist Nakşibendîler, türbelere ve mezarlara o kadar bü­yük önem vermektedirler ki, Siirt'in kuş uçmaz, kervan geçmez bir köyü olan Fersaf'daki bir türbeyi bile bulup resmini çeşitli ansiklopedilerine iş­lemiş olmalarına rağmen,[1] kendileri gibi bir râbıtacı olan Küfrevî'nin Bitlis'­deki koskocaman ve saltanatlı türbesini görmezlikten gel­mişlerdir!

 

Kuşkusuz Küfrevîler'in de Arvâsîler'e karşı tutumu daha yumuşak olmamıştır. Nitekim Sıbğatullah Arvâsî'nin Seyyid Tâhâ tarafından tard edilmiş olduğu, bu aileye bağlı mollalar tarafından sıkça ifade edilir ve hatta O'nun hakkında ağza alınamayacak hakaretler yağdırılırdı. Bununla birlikte onların Ağrı ve civarındaki mürîdleri -sözde- bir hac sevabını kazanmak için (!) ta Bitlis'in Norşin Köyü'ne kadar gelerek Arvâsî mürîdlerinden Ta­ğiler'e ait mezarlığa çıkıp burada yatanlara gizlice lânetler okudukları, bölge halkı tarafından bilinmektedir. Ancak Küfrevîler sitesi, zamanla diğer şeyh ailelerinden farklı bir sosyetik kimlik kazanarak tabanından büyük öl­çüde koptuğu için râbıta kurumunu işletemedi. Bununla birlikte kültürel ve fikrî nedenlerin de hazırladığı bir ortam içinde gittikçe eridi. 

Tabiatıyla bu olaylar, Nakşibendîliğin, râbıtanın ve Nakşibendîlerin İslâm divanında gerçek yüzünü ortaya sermek bakımından ibret vericidir!

Halid Bağdâdî'nin halîfesi olduğu ileri sürülen ve mürîdleri tarafından «Silsile-i Sâdât»'ın 30'uncusu olarak kabul edilen Tâhâ-i Hakkârî, arkasında işte böyle bir çevre ve böyle bir ortam bırakmıştır.

Sözlü telkinleriyle râbıtaya çok önem verdiği sanılan Tâhâ'nın, bu ko­nuda yazılı bir ifadesinin bulunup bulunmadığı kesin olarak bilinmemek­tedir.

Ölümünden sonra O'nu temsil etmekte rakıyb kabul etmeyen Sıbğatul­lah Arvâsî adında bir halîfesi vardır ki esasen O'nu ve çevresini ta­nımak, râbıtanın son yüz yıl içinde toplumu nasıl yönlendirdiğini keşfet­mek bakı­mından önemlidir.

 



--------------------------------------------------------------------------------

 

[1]. Bu türbe Nehrili Hâşimîler gibi şeriflik  Hânedân'ından gelen Siirtli şeyh Muhammed'ül-Hazîn'in, Fersaf Köyü'ndeki türbesidir. Modernist Nakşibendîler, an­siklo­pedi adı altında hazırladıkları pek acâip derlemelerden oluşan üç ayrı yayın­larına da bu  türbenin resmini işlemiş, Buna rağmen türbenin içinde yatan şahsiyetle ilgili olarak pek kayda değer bir şey yazmamışlardır; Hatta kendisi için: «Muhammed Hazin, Anadolu'da yetişen büyük velîlerdendir. Doğum tarihi ve yeri belli değildir. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur.» diye, hiç de gerçeğe uymayan bir ifade kullanmışlardır. Tam tersine Muhammed'ül-Hazîn'in hayatı hakkında, en az O'nun medrese arkadaşı olan Tâhâ-i Hakkârî'ninki kadar geniş bilgi vardır. Çünkü 1500 yıllık köklü bir geçmişe sahip bulunan ve Haşimî soyundan gelen bu aile­ler, hem kendilerine, hem de bulundukları çevreye ilişkin ola­rak her dönemde çok ay­rıntılı yazılı kayıtlar tutmayı gelenek haline getirmişlerdir. Ayrıca Muhammed'ül-Hazîn'in, Ünlü Allâme Siirtli Halîl'ul Ömerî'nin en başarılı öğrencilerinden oldu­ğuna, özellikle burada işaret etmek gerekir.