neslinur
Tue 8 June 2010, 03:43 pm GMT +0200
18– Nâsirüddîn Ubeydullah-ı Ahrâr:
H. 806/m. 1403'de Taşkent'de doğdu. Hocası gibi O da, konuşma ve yazı dili olarak Farsça’yı kullanmakta idi. Bununla birlikte Türk asıllı olduğu ihtimali daha ağır basmaktadır. H. 895/m. 1490 tarihinde Semerkand'da öldü.
Muntazam bir öğrenim görmediği, hatta öğrenimi bir türlü sevmediği, hakkındaki söylentilerden anlaşılmaktadır. Kendini tamamen tasavvufa vermiş olması belki de bu yüzdendir. Rabbânî, 187 sayılı mektubunda O'nun, Fakarât adlı bir eserinden söz etmektedir.
Nakşibendîlerce önemli bir kaynak sayılan Raşahât adlı kitabın yazarı, bu şahsın çağdaşıdır ve onunla haşır neşir olmuştur.
Ubeydullah-ı Ahrâr, Timûrîler döneminde yaşadı ve bu hânedânın prensleri arasında sürüp giden taht kavgalarına şahit oldu. Hatta bu olayların içine bile girdi. Bu cümleden olarak, Timurleng'in dördüncü göbek torunlarından (Semerkand'i işgal eden) Sultan Ebu Said'in[1] yanında yerini aldı. Ebu Said ile aynı soydan gelen Şahruh'un oğlu Ebu'l-Kasım Mirza Babür arasında savaş hazırlıkları yapılırken Ubeydullah-ı Ahrâr, Ebu Said adına Babür'ü uzlaşmaya davet etti ve onları barıştırdı. Bu olaylar O'nun ne kadar nüfuzlu olduğunu göstermektedir.
Ahrâr'ın yaşadığı dönemde Timuroğulları Hânedânı parçalanırken aynı zamanda Maverâunnehr'den Hindistan'a doğru dağılarak yayılıyorlardı. Tabiatıyla bu siyasi yayılmaya paralel olarak Nakşîliğin muhiti de oralara doğru genişliyordu. Zaten komşu olan bu iki bölge arasında çok köklü ve sürekli etkileşimler tarih boyunca sürmüştür. Tarihi veriler, özellikle bu dönemde Hind-İran zevkinin sanattan dine kadar hemen her şeye yansıdığını kanıtlamaktadır. Dolayısıyla öyle anlaşılıyor ki gerek Şamanlıktan, gerek Zerdüşizm'den, gerekse Brahmanizm ve Budizm'den esinlenmelerle, Nakşibendîyye adı altındaki sûfîlik, bu dönemde Ahrâriyye adıyla yeni bir nitelik ve içerik kazanmıştır. Ahrâriyye'nin, Nakşibendîliğe yaptığı en belirgin katkı ise râbıta sürecini başlatmış olmaktır.
Çünkü Ubeydullah-ı Ahrâr çok faal bir Nakşibendîdir. Bu tarîkatı Hind zevkiyle karakterize edenlerin başında gelir. Râbıta telkinini, Ya’qûb-i Çarkhî 'den ilk alan O'dur. Keza, Türkistan'da yaygın olan Hind-İran mistisizminin Anadolu'ya sızması da bu şahsın etkileriyle olmuştur. O'nun özellikle iki öğrencisi bu inanışların propagandası için Anadolu'ya gelmişlerdir. Bunlar, Abdullah-ı İlâhî ve Haydar Baba'dır.
Haydar Baba, Kanûnî döneminde, Eyüp Camii'ne âdetâ yerleşerek halkın vicdanını mistik doğrultuda yönlendirmeye çalışmış, Hind–İran kaynaklı Türkistan Tasavvufu'nun, Osmanlı toplumuna yerleşmesinde büyük rol oynamıştır.
Nakşi şeyhlerinin, faaliyet alanı içine bu dönemden itibaren Hindistan'ın da katılması çok önemli bir olaydır ve Nakşîlikte yeni bir aşamanın başlaması demektir. Bu geçişi ise Ubeydullah-ı Ahrâr sağlamıştır. Nitekim sonraları Hindistan'da güçlü bir devlet kurmayı başaran Zahîruddîn Babür Şah,[2] Ahrâr'ın çocuklarına ve temsilcilerine çok yakın ilgi göstermiştir. Bu yakınlığın doğal sonucu olarak da Hind dinleri Nakşibendî Tarîkatı'nı önemli derecede etkilemiştir.
İlginçtir ki Nakşî şeyhlerinden Kasım Kufralı, (1940'ların Türkçe’siyle kurduğu uzunca ve kırık dökük birkaç cümle içinde) bu gerçeği bir çeşit itiraf ederek şunları kaydetmektedir:
«Babür'ün, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ın oğullarına ve haleflerine olan merbutiyeti, kendisinden sonraki hükümdarlarda da görülür. Hind'in bu dindar hükümdarlarını etrafında toplamış bulunan diğer simalar, mistik bir atmosferle çevrili Hind muhitinin kendi muhitlerindeki akislerini yaşatırlarken Hind mizacının tevlid ettiği o sonsuz hayâl aleminin Tecellîlerini velilerin ve büyük din adamlarının şahsiyetlerinde toplayan şair mutasavvıfların da bu muhit üzerinde fazla tesirleri oluyordu. Esasen Hindistan'da canlanan tasavvuf cereyanları da tarîkatlerin oraya girmesini fevkalade kolaylaştırmıştır.»
Ahrâr, Nakşî Silsilesi'nin 18'inci halkası olarak kabul edilir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1]. Sultan Ebu Said (1427-1469): Muhammed Mirza'nın oğludur; O da Miran şah'ın oğludur; O da Timurleng'in oğludur.
1457'de Mâverâunnehr'i, 1459'da da Horasan'ı ele geçirerek Herat Kenti'ni merkez haline getirdi. Uzun Hasan'la savaşmak isterken pusuya düşürüldü ve aralarında siyasî düşmanlık bulunan, babasının amcasıoğlu Yadigar Muhammed'e teslim edildi. O'nun tarafından da öldürüldü.
Tarihin bu dönemi, İslâm’ın ve Müslümanların, en çok çözülüp dağıldığı, ilim adamlarının yerini, şeyhlerin doldurduğu son derece karışık ve karanlık bir aşamadır.
[2] . Zahîruddîn Babür şah (1483-1530): Timuroğulları'ndan, Sultan Ebu Said'in torunudur.
H. 806/m. 1403'de Taşkent'de doğdu. Hocası gibi O da, konuşma ve yazı dili olarak Farsça’yı kullanmakta idi. Bununla birlikte Türk asıllı olduğu ihtimali daha ağır basmaktadır. H. 895/m. 1490 tarihinde Semerkand'da öldü.
Muntazam bir öğrenim görmediği, hatta öğrenimi bir türlü sevmediği, hakkındaki söylentilerden anlaşılmaktadır. Kendini tamamen tasavvufa vermiş olması belki de bu yüzdendir. Rabbânî, 187 sayılı mektubunda O'nun, Fakarât adlı bir eserinden söz etmektedir.
Nakşibendîlerce önemli bir kaynak sayılan Raşahât adlı kitabın yazarı, bu şahsın çağdaşıdır ve onunla haşır neşir olmuştur.
Ubeydullah-ı Ahrâr, Timûrîler döneminde yaşadı ve bu hânedânın prensleri arasında sürüp giden taht kavgalarına şahit oldu. Hatta bu olayların içine bile girdi. Bu cümleden olarak, Timurleng'in dördüncü göbek torunlarından (Semerkand'i işgal eden) Sultan Ebu Said'in[1] yanında yerini aldı. Ebu Said ile aynı soydan gelen Şahruh'un oğlu Ebu'l-Kasım Mirza Babür arasında savaş hazırlıkları yapılırken Ubeydullah-ı Ahrâr, Ebu Said adına Babür'ü uzlaşmaya davet etti ve onları barıştırdı. Bu olaylar O'nun ne kadar nüfuzlu olduğunu göstermektedir.
Ahrâr'ın yaşadığı dönemde Timuroğulları Hânedânı parçalanırken aynı zamanda Maverâunnehr'den Hindistan'a doğru dağılarak yayılıyorlardı. Tabiatıyla bu siyasi yayılmaya paralel olarak Nakşîliğin muhiti de oralara doğru genişliyordu. Zaten komşu olan bu iki bölge arasında çok köklü ve sürekli etkileşimler tarih boyunca sürmüştür. Tarihi veriler, özellikle bu dönemde Hind-İran zevkinin sanattan dine kadar hemen her şeye yansıdığını kanıtlamaktadır. Dolayısıyla öyle anlaşılıyor ki gerek Şamanlıktan, gerek Zerdüşizm'den, gerekse Brahmanizm ve Budizm'den esinlenmelerle, Nakşibendîyye adı altındaki sûfîlik, bu dönemde Ahrâriyye adıyla yeni bir nitelik ve içerik kazanmıştır. Ahrâriyye'nin, Nakşibendîliğe yaptığı en belirgin katkı ise râbıta sürecini başlatmış olmaktır.
Çünkü Ubeydullah-ı Ahrâr çok faal bir Nakşibendîdir. Bu tarîkatı Hind zevkiyle karakterize edenlerin başında gelir. Râbıta telkinini, Ya’qûb-i Çarkhî 'den ilk alan O'dur. Keza, Türkistan'da yaygın olan Hind-İran mistisizminin Anadolu'ya sızması da bu şahsın etkileriyle olmuştur. O'nun özellikle iki öğrencisi bu inanışların propagandası için Anadolu'ya gelmişlerdir. Bunlar, Abdullah-ı İlâhî ve Haydar Baba'dır.
Haydar Baba, Kanûnî döneminde, Eyüp Camii'ne âdetâ yerleşerek halkın vicdanını mistik doğrultuda yönlendirmeye çalışmış, Hind–İran kaynaklı Türkistan Tasavvufu'nun, Osmanlı toplumuna yerleşmesinde büyük rol oynamıştır.
Nakşi şeyhlerinin, faaliyet alanı içine bu dönemden itibaren Hindistan'ın da katılması çok önemli bir olaydır ve Nakşîlikte yeni bir aşamanın başlaması demektir. Bu geçişi ise Ubeydullah-ı Ahrâr sağlamıştır. Nitekim sonraları Hindistan'da güçlü bir devlet kurmayı başaran Zahîruddîn Babür Şah,[2] Ahrâr'ın çocuklarına ve temsilcilerine çok yakın ilgi göstermiştir. Bu yakınlığın doğal sonucu olarak da Hind dinleri Nakşibendî Tarîkatı'nı önemli derecede etkilemiştir.
İlginçtir ki Nakşî şeyhlerinden Kasım Kufralı, (1940'ların Türkçe’siyle kurduğu uzunca ve kırık dökük birkaç cümle içinde) bu gerçeği bir çeşit itiraf ederek şunları kaydetmektedir:
«Babür'ün, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ın oğullarına ve haleflerine olan merbutiyeti, kendisinden sonraki hükümdarlarda da görülür. Hind'in bu dindar hükümdarlarını etrafında toplamış bulunan diğer simalar, mistik bir atmosferle çevrili Hind muhitinin kendi muhitlerindeki akislerini yaşatırlarken Hind mizacının tevlid ettiği o sonsuz hayâl aleminin Tecellîlerini velilerin ve büyük din adamlarının şahsiyetlerinde toplayan şair mutasavvıfların da bu muhit üzerinde fazla tesirleri oluyordu. Esasen Hindistan'da canlanan tasavvuf cereyanları da tarîkatlerin oraya girmesini fevkalade kolaylaştırmıştır.»
Ahrâr, Nakşî Silsilesi'nin 18'inci halkası olarak kabul edilir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1]. Sultan Ebu Said (1427-1469): Muhammed Mirza'nın oğludur; O da Miran şah'ın oğludur; O da Timurleng'in oğludur.
1457'de Mâverâunnehr'i, 1459'da da Horasan'ı ele geçirerek Herat Kenti'ni merkez haline getirdi. Uzun Hasan'la savaşmak isterken pusuya düşürüldü ve aralarında siyasî düşmanlık bulunan, babasının amcasıoğlu Yadigar Muhammed'e teslim edildi. O'nun tarafından da öldürüldü.
Tarihin bu dönemi, İslâm’ın ve Müslümanların, en çok çözülüp dağıldığı, ilim adamlarının yerini, şeyhlerin doldurduğu son derece karışık ve karanlık bir aşamadır.
[2] . Zahîruddîn Babür şah (1483-1530): Timuroğulları'ndan, Sultan Ebu Said'in torunudur.