- 11.Bölüm

Adsense kodları


11.Bölüm

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Tue 26 July 2011, 10:43 pm GMT +0200
11. BÖLÜM



Hani "Gönüller görür -görüşür" derler ya; bir laftır, bir sözdür, bir hikâyedir; söylerdururlar
amma onlara da anlamı açılmamıştır; yoksa söze ne hacet vardı? Gönül tanıklık ettikten sonra dilin tanıklığına ne hacet?
Emîr Nâip dedi ki:
Evet, gönül tanıklık veriyor amma gönlün aldığı ayrı bir tat var, kulağın aldığı ayrı bir tat, gözün aldığı ayrı bir tat, dilin aldığı ayrı bir tat. Daha fazla fayda elde etmek için herbirine ihtiyaç var.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Gönül dalar-batarsa hepsi, onunla yok olur-gider, dile ihtiyaç kalmaz. Sevgisi, Tanrı sevgisi değildi; bedene, nefse aitti; Leylâ da balçıktan yaratılmıştı; fakat bu sevgi, Leylâ'nın sevgisi, Mecnûn'u öylesine bir
almıştı, Mecnûn, o sevgiye öylesine bir dalmıştı, batıp gitmişti ki Leylâ'yı gözle görmeye de muhtaç değildi; sözlerini kulakla duymaya da muhtaç değildi. Leylâ'yı, kendisinden ayrı görmüyordu ki.
Hayalin gözümde, adın ağzımda;
Anışın gönlümde; nereye mektup yazayım?
Şimdi bedene ait sevgide bile bu güç-bu kuvvet oluyor, âşığı bir hale getiriyor ki kendisini, sevgiliden ayrı göremiyor; duyguları hep onda gark olup gidiyor; gözü, kulağı, burnu, başka âzasından hiçbiri, ayrı bir tat istemiyor, hepsini bir yerde toplanmış görüyor; hepsini bir yerde hazır buluyor. Şu söylediğimiz uzuvlardan bir tanesi, tam bir zevk duydu mu, hepsi de onun zevkine dalıp-gidiyor, başka bir zevk istemiyor. Bir duygunun ayrı bir zevk istemesi, alması gereken zevki-tadı tam almadığına delildir zâti; bir
zevk duymuştur amma noksan bir zevktir bu; o zevke dalamamıştır da öbür duyguları da zevk ister, çeşitli zevkler isteğine düşer; her duygu, ayrı bir zevk peşine düşer. Halbuki duygular, anlam bakımından birdir, görünüş bakımından ayrıdır, çeşitlidir. Fakat bir uzuv daldı-gitti mi, hepsi onunla beraber dalar-gider. Hani sinek gibi. Sinek yücelerde uçtukça kanadı da oynar, başı da oynar, bütün parçaları da oynar. Fakat bala
battı mı bütün parçaları bir olur, hiçbiri oynamaz. Dalıp batmak, ona derler ki dalan-batan, arada kalmasın, onun çabası da bitsin, işi de, hareketi de. Batmak, ona derler ki ondan meydana gelen her iş, onun işi olmasın, suyun işi olsun. Hâlâ suda elini-ayağını oynatıyorsa buna batış demezler. Ah, battım, boğuldum diye bağırıyorsa buna da batmak-boğulmak demezler. Halk "Ben Tanrıyım" demeyi büyük bir dâva sanır; halbuki "Ben kulum" demek büyük bir dâvâdır. "Ben Tanrıyım" demek, büyük bir gönül alçaklığıdır. Çünkü "Tanrı kuluyum" diyen, iki varlık ispat eder; bir
kendisini, bir de Tanrıyı isbata kalkışır. Fakat "Ben Tanrıyım" diyen, kendisini yok etmiştir, yele vermiştir;
"Ben Tanrıyım" der; yâni ben yokum, hep odur, Tanrıdan başka varlık yoktur; ben salt yokluğum, hiçim der. Gönül alçaklığı, bunda daha artıktır; bundan dolayı da halk anlamaz. İşte buracıkta bir kişi, Tanrı rızâsıyçin Tanrıya kulluk eder; kulluğu meydandadır; Tanrı için kullukta bulunur amma kendisini de görür, yaptığını da görür, Tanrıyı da görür; o suya batmamıştır, suda boğulmamıştır. Suda boğulan o kişidir ki onda hiç-bir hareket, hiç-bir iş kalmaz; hareketi, suyun hareketinden ibarettir. Bir arslan, bir ceylânın peşine düşmüştü hani. Ceylân ondan kaçıyordu. Kaçtıkça da iki varlık vardı: Biri arslanın varlığı, öbürü
ceylânın varlığı. Fakat arslan ona erişince ceylân, onun pençesinin altında kahroldu, arslanın korkusundan kendinden geçti, arslanın önünde yere serildi mi, o anda artık, yalnız arslanın varlığı kalmıştır, ceylânın varlığı yok olmuş-gitmiştir. Batıp boğulmak şudur: Ulu Tanrı, halkın arslandan, kaplandan, zâlimden korkmasından başka bir
korkuyla erenleri, kendi zâtından korkutur; ona açar, bildirir ki korku da Tanrıdandır, eminlik de Tanrıdan... Zevk-neş'e de Tanrıdandır, yiyip içme de Tanrıdan. Ulu Tanrı, gözü açıkken ona, özel ve görülür-duyulur şekilde bir arslan, bir kaplan, bir ateş gösterir. Bunu göstermesi de erenin, gördüğüm arslan şekli, kaplan şekli, gerçekte bu âlemden değil, gayb âlemindendir demesini, bunu anlamasını sağlamaktır. Böylece pek güzel, pek alımlı bir şekilde gösterir. Gene böyle bağlar-bahçeler, ırmaklar, huriler, köşkler, yenecekiçilecek
şeyler, ağır elbiseler, binilecek hayvanlar, şehirler, konaklar, çeşit-çeşit, renk-renk şaşılacak şeyler gösterir. Gerçek olarak anlar-bilir ki bunlar, bu âlemden değildir, Tanrı onları, gözüne göstermede, bu şekillere bürümede... Bütün rahatlıklar da ondandır, görülen-seyredilen şeyler de. Şimdi onun korkusu, halkın korkusuna benzemez; çünkü gördüğü şeyleri delille bilmiş, anlamış değildir; çünkü Tanrı, herşeyin Tanrıdan olduğunu ona ap-açık göstermiştir. Filozof da bunu bilir amma delille bilir; delilse boyuna durmaz. Birisine delil getirdin mi hoşlanır, ısınır, tazeleşir; fakat delil söylendi de geçildi mi, onun da sıcaklığı, hoşluğu kalmaz, geçer-gider. Hani birisi, delille bilir ki şu evin bir mîmarı vardır; gene delille bilir ki o mimarın gözü vardır, kör değildir; gücü-kuvveti yeter, güçsüz-kuvvetsiz değildir; vardır, yok değildir, diridir, ölü değildir; evi yapmadan önce vardı,
güçlüydü-kuvvetliydi; bütün bunları bilir. Bilir amma delille bilir; delilse durmaz, tez unutulur. Ariflere gelince: Onlar mîmarı tanımışlar, ona hizmette bulunmuşlardır; gözleriyle görmüşlerdir onu; beraber tuza banmışlardır, ekmek yemişlerdir onunla; görüşüp konuşmuşlar, koklaşmışlardır onunla. Mîmar, hatırlarından asla çıkmaz, gözlerinden yitmez onların. İşte böyle adam, Tanrıda yok olur; ona göre artık
suç da suç değildir, günah da günah değildir; çünkü o, suya alt olmuştur, suda boğulup gitmiştir. Bir padişah, kölelerine, herbiriniz elinize altınla bezenmiş birer kadeh alın, konuk geliyor diye emretti. Kendisine yakın olan köleye, sen de bir kadeh al dedi. Fakat padişah yüz gösterince o öz köle, kendisinden geçti, esridi, kadeh elinden düştü, kırıldı. Başkaları onun bu hareketini görünce demek ki böyle gerekmiş dediler, kadehlerini mahsustan atıp kırdılar. Padişah, neden böyle yaptınız diye onları azarladı. Sana yakın
olan o köle de böyle yaptı ya dediler. Padişah, a aptallar dedi, o hareketi o yapmadı, ben yaptım. Görünüşte bütün hareketler suçtu; fakat o tek suç, ibâdetin ta kendisiydi; hattâ ibâdetten de üstündü, günahtan da. Zâten o kölelerin hepsinden de maksat, o köleydi, geri kalan köleler, hep onun buyruğuna uymuşlardı, onun adamlarıydı. Çünkü o köle padişahtı gerçekten. Söylediğimiz şu anlama göre bütün
köleler, padişahın buyruğuna uymuşlardı amma asıl o köleye uymuşlardı onlar; çünkü o, padişahın ta kendisiydi; ondaki kölelik, bir görünüşten başka birşey değildi; o, padişahın güzelliğiyle dop-doluydu. Ulu Tanrı buyurur: "Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım." Bu söz de "Ben Tanrıyım" demektir. Anlam "Gökleri kendim için yarattım" demektir; bu da, başka bir dille, başka bir tarzda ben Tanrıyım demektir.
Tanrı birken, yol birken söz, nasıl olur da iki olur? Görünüşte aykırı görünebilirse de anlam bakımından birdir. Ayrılık, aykırılık, görünüşte; görünebilirse de anlam bakımından birdir. Hani bir bey, çadır yapın dese birisi ip büker, birisi mıh kakar, birisi bez dokur, birisi diker, birisi biçer, birisi iğne batırır. Görünen bu işler, dış yüzden ayrıdır, çeşit-çeşittir, dağınıktır amma anlam bakımından birdir; hepsi de bir iş görmektedir. Bu dünyanın halleride böyledir. Dikkat eder, bakarsan görürsün ki suçlu olsun, iyi olsun; isyan etsin, itâat
etsin; şeytan olsun, melek olsun; herkes Tanrıya kulluk etmektedir. Meselâ padişah, kölelerini sınamak, ayak direyenle diremeyeni meydana çıkarmak, ahdinde duranıyla durmayanı ayırdetmek, vefalıyı vefasızdan ayırmak istese onlara vesvese veren, onları heyecana getiren biri gerektir ki avak direyenin ayak direyişi meydana çıksın. Böyle biri olmasa onun ayak direyişi nasıl meydana çıkar? Şu halde onlara,
vesvese veren, heyecanlandıran kişi de padişaha kulluk etmektedir; çünkü padişahın dileği, böyle yapmasıdır onun. Ayak direyenin ayak diremeyenden ayrılıp meydana çıkmasını ister; sivrisineği ağaçtandaldan, bağdan-bahçeden sürüp çıkarmak, atmacayı bırakmak diler de bir yeldir, estirir. Bir padişah, bir câriyeciğe, kendini süsle, beze de kölelerime görün; böyle yap da onların eminlikleriyle hainlikleri belli
olsun diye emreder. Şimdi o câriyeciğin yaptığı iş, görünüşte suç gibi görünür amma gerçekte padişaha kulluk etmektedir. Şu kullar, bu âlemde delille, taklitle değil de ap-açık, örtüsüz-perdesiz gördüler ki herkes, iyidenkötüden, ne yapıyorsa Tanrıya kullukta bulunuyor. "Hiçbir şey yoktur ki onu överek noksan sıfatlardan arı
olduğunu söylemesin" şu halde bu âlem, onlar için kıyamettir. Kıyamet, şundan ibarettir hani: Herkes Tanrıya kulluk etmektedir; ona kulluktan başka bir işe-güce koyulmamaktadır. Bu anlamı onlar, buracıkta görürler. "Perde kaldırılsa bile, inancım, bilgim artmazdı" denmiştir hani. Bilgin sözünün anlamı bakımından bilgin kişinin âriften daha yüce olması gerekmez. Tanrıya bilici, bilen derler de ârif demek yaraşmaz. Ârif
sözünün anlamı, "Bilmiyordu, öğrendi, bildi"den ibarettir; Tanrıya bu sözü söylemek, bu vasfı vermek, yakışık almaz; bu, böyle. Fakat örf bakımından ârif, daha ileridir. Çünkü ârif, bildiğini delilsiz bilir; bilgiyi görüşle, bakışla görmüş de elde etmiştir. Ârifler, bu çeşit kişiye ârif derler. Hani söylerler ya; bir bilgin, yüz zahitten yeğdir. Bir bilgin nasıl olur da yüz zâhitten yeğ olabilir? Sonunda bu zâhit de zâhitliğe bilgiyle ulaşmıştır; bilgisiz zâhitlik mümkün değildir, olamaz. Peki, zâhitlik nedir? Dünyadan yüz çevirmek, ibâdete
ve ahrete yüz tutmak. Şu halde dünyayı bilmesi gerek; ahretin güzelliğini geçici olmayışını bilmesi gerek; ibadet etmeye çalışıp çabalaması gerek; nasıl ibadet edeyim, hangi ibadete koyulayım demesi gerek. Bütün bunlar da bilgidir. Şu halde bilgisiz zâhitlik olamaz. Demek ki o zâhit, aynı zamanda hem bilgindir, hem zâhit. Peki, yüz zahitten yeğ olan bu bilgin, nasıl bir bilgindir, bu nasıl oluyor? İşte bunun anlamını anlamamışlardır. Tanrı, önceden sahip olduğu bilgiden ve zâhitlikten sonra ona bir başka bilgi vermiştir; bu ikinci bilgi, o bilgiyle zâhitliğin meyvesidir. Kesin olarak da bu çeşit bilgiye sahip olan bilgin, yüz zâhitten
yeğdir; bu çeşit bilgin kesin olarak yüz zâhitten yeğ. Bu, şuna benzer hani: Bir adam bir ağaç diker, ağaç da meyve verir. Kesin olarak o meyve veren ağaç, meyve vermeyen yüz ağaçtan yeğdir; çünkü yolda âfetler çoktur, bu yüzden o ağaçlar meyve vermeyebilirler. Kâbe'ye varmış bir hacı, çölde yol aladuran yüz hacıdan yeğdir; çünkü erişebilecekler mi, erişemeyecekler mi diye korku içindedir onlar. Fakat bu
gerçekten de ulaşmıştır; bir gerçekse bin sanıdan yeğdir.
Emîr Nâib dedi ki: Erişmeyen de umutlanır ya.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Nerde umutlanan, nerde ulaşan? Korkuyla eminlik arasında çok fark var. Hattâ bu farktan söz açmaya bile ne hacet... Bu fark, herkesçe görünüp durmadadır. Söz, asıl şunda: Eminlikten eminliğe de pek büyük farklar var. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ'nın peygamberden üstün oluşu, eminlik yüzündendir. Yoksa bütün peygamberler eminliktedir, korkudan geçmişlerdir; ancak eminlikte de duraklar vardır, "Bâzılarını, dereceler bakımından bâzılarından üstün ettik, "denmiştir. Korku alemiyle korku
duraklarını söyleyip göstermeye imkân vardır, fakat eminlik duraklarının ne izi vardır-ne tozu. Herkes Tanrı yoluna ne bağışlıyor diye korku âlemine bir bakılsa görülür ki biri bedenini bağışlamada, biri mal bağışlamada, biri de can bağışlamada... Biri oruç tutuyor, öbürü namaz kılıyor... Biri on rek'at kılıyor, öbürü yüz rek'at. Şu halde onların durakları meydandadır, besbellidir, onları göstermek de mümkündür. Şuna benzer hani; Konya'ya yahut Kayseri'ye giden yolların konaklan bellidir; Kaymaz, Ubruh, Sultan, daha da başka duraklar meselâ. Fakat Antakya'dan Mısır'a dek denizdeki konakların izi-tozu yoktur; onları kaptan bilir, karadakilere söylemez; çünkü zâten de anlamaz onlar.
Emîr dedi ki: Söyleme de bir fayda verir; dinleyenler, hepsini anlamasalar da birazını anlarlar, izine düşerler, tahminlere kalkışırlar ya.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
And olsun Tanrıya, bir kimse kap-karanlık gecede elbette gündüze kavuşacağım, ona doğru gitmedeyim deyip de bu kuruntuyla otursa, uyumasa, ne biçim gittiğini bilmese de mademki gündüzü bekliyor, gündüze yaklaşıp durmadadır. Yahut da birisi, kap-karanlık, bulutlu bir gecede bir kervanın peşine düşse de gitse, nereye ulaştı, nereyi aşıyor, ne kadar yol aldı; bunları bilmez amma sabah olunca nereye vardığını görür, ne kadar yol aldığını anlar. Hattâ birisi, Allah için gözlerini yumup açsa bu bile yitmez.
"Kim zerre ağırlığında hayır yapsa karşılığını görür." Ancak şu var ki: İçi karanlıktır, özü perdelidir de ne kadar ilerledi, göremez bunu; fakat sonunda görür. "Dünya, ahretin tarlasıdır." Kim ne ekerse burada, onu biçer orda. Tanrı esenlik versin, Îsâ çok gülerdi. Tanrı esinlik versin, Yahya da çok ağlardı. Yahya, Îsâ'ya dedi ki:Yoksa sen, Tanrının inceden ince düzenlerinden adam-akıllı emin mi oldun ki böyle gülüyorsun? Îsâ da
ona, yoksa sen de Tanrının inceden ince, güzel, görülmemiş yardımlarından, lûtuflarından adam-akıllı gaflete mi daldın ki böyle ağlıyorsun? Erenlerden biri, bu olayda bulunmuştu. Tanrıya, bu ikisinden hangisinin makamı daha yüce diye sordu. Bana karşı sanısı daha güzel olanın makamı daha yüce diye cevap geldi. Yâni, "Ben kulumun sanısının katındayım." Kulumun sanısı neredeyse ordayım, beni nasıl sanırsa oyum ben. Her kulumun bir çeşit düşüncesi, bir çeşit hayâli vardır; o, beni nasıl hayâl ederse
ordayım. Tanrının bulunduğu hayâle kulum-köleyim ben; bezmişim o gerçekten ki Tanrı orda olmasın. A kullarım, hayallerinizi, kuruntularınızı arıtın ki benim yerim-yurdumdur, benim konağımdır onlar. Şimdi sen kendini bir dene-sına; ağlayıştan, gülüşten, oruçtan, namazdan, yalnızlıktan, topluluktan... daha da başka şeylerden hangisi daha faydalı; hallerin hangi yolda yürürsen daha doğru bir şekle girmede, hangisi seni
daha yüceltmede? Bunu anla da o işe sarıl. "Müftüler fetva bile verseler kalbine danış." Gönlünde bir anlam var senin, müftülerin fetvalarını ona bildir de hangisi uygunsa ona uysun. Hani hekim de hastanın yanına geldi mi içindeki hekimden sorar. Çünkü senin içinde bir hekim vardır ki o, tabiatındır senin; birşeyi istemez, birşeyi kabul eder. Bundan dolayı da dıştaki hekim, içtiğin filân şey nasıldı, ağır mıydı, hafif mi, uykun nasıl diye sorar. O, dıştaki hekime içinden haber verir, dıştaki hekim de ona göre bir hükme varır,
bir hüküm verir. Şu halde asıl hekim, içteki hekimdir, insanın tabiatıdır. Bu hekim zayıflarsa, insanın mizacı bozulursa bu arıklık yüzünden herşeyi ters görür insan da eğri hükümler verir. Şekere acı der de sirkeye tatlı der. Bu yüzden de tabiatın önceki haline gelmesi için ona yardım edecek bir dış hekime muhtaç olmuşuzdur. Fakat bundan sonra da hasta, gene kendisini kendi hekimine gösterir, ondan fetva alır. Tıpkı bunun gibi anlam bakımından da insanın bir mizacı,bir tabiatı vardır; o arıklaştı mı iç duyguları, ne görür,
ne söylerse tersinedir. Peygamberlerle erenler de hekimlerdir. Mizacının, tabiatının doğru-düzen bir hale gelmesi, gönlünün, dininin kuvvetlenmesi için ona yardımda bulunurlar. Çünkü (Muhammed bile), "Herşey nasılsa, olduğu gibi göster bize" demiştir.
İnsan, pek büyük birşeydir. Onda herşey yazılmıştır. Fakat perdeler, karanlıklar, kendisindeki o bilgiyi okumasına meydan vermez. Perdeler, karanlıklar da bu çeşit-çeşit, renk-renk oyalanmalardır; bu çeşitli dünya tedbirleridir; bu çeşitli istekler, özlemlerdir. Bütün bunlarla beraber karanlıklarda olduğu,perdelerle örtülmüş bulunduğu halde gene de birşey okuyor, ondan haberi var. Bir seyret de gör; şu karanlıklar, şu perdeler kalkınca nasıl da anlar, bilir, ne bilgiler çıkarır meydana, bir kıyasla artık. Terzilik, mimarlık,
dülgerlik, kuyumculuk, bilgi, yıldız, hekimlik gibi çeşitli zenaatler, sanatlar, bilgiler bunlardan başka daha çeşit-çeşit sayılamayacak kadar çok sanat, hep insanın içinden belirir, meydana çıkar; taştan, kerpiçten meydana gelmez. Hani bir karga, insana, ölüyü gömmeyi belletti derler ya; bu da insandaki bilginin kargaya vurusundan meydana gelmiştir; insanın dileği, isteği yaptırmıştır o işi kargaya. İnsan da hayvanın,
canlı yaratığın bir parçasıdır ya; parça-buçuk,nasıl olur da tüme birşey belletebilir? Hani insan, sol eliyle yazı yazmak ister; kalemi eline alır; yüreğinde güç-kuvvet vardır amma yazarken eli titrer; titrer amma gene de eli, gönlünün buyruğuyla yazar.
Emîr bildiği için Mevlânâ pek büyük yüce sözler söylüyor (dediler. Mevlânâ) buyurdu ki:
Söz zâten kesilmiş değil; söz, söz ehli olana, o da, söze boyuna ulaşır. Kışın ağaçların yaprakları yoktur, meyve vermezler amma işte-güçte değil sanmasınlar onları; daima iştedir-güçtedir onlar. Kış gelir zamanıdır, yazsa harcamak zamanı. Harcamayı herkes görür, fakat geliri görmez. Meselâ birisi konuk konuklasa. paralar harcasa bunu herkes görür. Fakat toy için parasını azar-azar, ucun-ucun birikmişti ya; onu ne kimsecikler görür, ne kimsecikler bilir. Temel olan da gelirdir, çünkü gelir yüzünden harcayabiliriz. Biz, bizimle olan, bize ulaşmış bulunan kişiyle soluktan-soluğa konuşur-dururuz. Susarken de, o yokken de, yanımızdayken de, hattâ savaşırken de onunla beraberiz, onunla karılmışız, birleşmişiz. Birbirimizi yumruklasak bile onunla konuşmadayız, biriz onunla, ulaşmışız ona, birleşmişiz biz. Onu yumruk görme, o yumrukta kuru üzüm var. İnanmıyorsan aç da gör. Hattâ kuru üzümün de yeri mi? Değerli incilerin de sözü mü olur?
Başkaları da nazım olsun, nesir olsun, güzelim sözler söylerler, ince konulara dalarlar, irfana ait sözlerde bulunurlar. Fakat Emîr'in meyli bu yanadır, bizedir; irfana, ince konulara, öğütlere değil. Çünkü her yerde bu çeşit sözler vardır, hem de az değil mi hani. İşte buracıkta, bizi seviyor, bize meyli var; bu, apayrı birşey, başkalarında gördüğünden ap-ayrı birşey görüyor bizde; başka bir aydınlık gerekiyor ona.
Hani anlatırlar; padişahın biri Mecnûn'u çağırdı da ne olmuş sana dedi; neye uğramışsın? Kendini rezil-rüsvây etmişsin, evinden-barkından, soyundan-sopundan olmuşsun; yıkılmış, yok olmuş-gitmişsin; Leylâ dediğin de kim oluyor, ne güzelliği var ki? Gel de sana güzeller, alımlı dilberler seyrettireyim, onları sana feda edeyim, hepsini de sana bağışlayayım. Güzelleri çağırdılar, Mecnûn'un yanına getirdiler. Güzeller cilvelenmeye başladı. Mecnûn, başını önüne eğmişti, önüne bakıp durmadaydı. Padişah, başını kaldır da bir bak dedi. Mecnûn dedi ki: Leylâ'nın aşkı kılıcını çekmiş, başımı kaldırırsam korkuyorum, başımı uçuruverir. Mecnûn, Leylâ'nın aşkına dalmış, bu hale gelmişti işte. Başkalarında da göz vardı, yüz vardı, dudak vardı, burun vardı; onda ne görmüştü de bu hale gelmişti?