neslinur
Thu 15 July 2010, 03:36 pm GMT +0200
a. Zulmü Önlemek
İslâm dini maslahat açısından şu beş temel değeri korumayı hedef alır: Canı muhafaza, Mah muhafaza,
Nesli muhafaza, Aklı muhafaza, Dîn'i -muhafaza,
Bunlardan cam, malı ve nesli hukuk kuralları ile, aklı ve dîn'i ise eğitmek suretiyle korumayı hedefler.
Hukuk kurallarının geçerli olduğu alan, bizim konumuzun dışındadır. Bu konuda Rasûlullah(s.a.v.)'ın tutumu da çok açık ve nettir. "Hukukun üstünlüğü" kuralını daima savunmuş insanlara ilân ettiği kurallara uymayanları, kim olursa olsun, cezalandırmıştır. Çünkü bu kurallar toplum düzenini korumaya yöneliktir. Sonuç itibariyle de kul hakkını korur. Bu noktada düşünülmelidir ki; Hz. Muhammed, Peygamber olmasının yanında bir devlet başkanıdır. Bu misyonu sebebiyle toplumda adaleti tesis etmek ve zulmü engellemek amacıyla çeşitli tedbirler almak zorundadır. Cezanın bir yönü de adaleti gerçekleştirmesidir. Toplumsal hayatla ilgili hususlarda bireyi cezalandırmak adaletin de gereğidir. Adalet ise rahmetin içerdiği anlamlardan birisidir. Cezalar suçlunun dünyada bir takım bireysel ve toplumsal hakları ihlâl etmesinin karşılığıdır. Allah'ın emrine karşı gelme daha çok uhrevî cezanın konusu içine girmekte, bu da kul hakkı hariç olmak üzere tevbe veya Allah'ın affı ile düşebilmektedir. [307]
Hz. Peygamber bir yönüyle de siyaset adamıdır. Öyleyse tebliğ görevinin tabiî seyri içerisinde, karşısına çıkan siyasi ağırlıklı engellemelere, siyasi ağırlıklı çözümler üretmeye
mecbur kalmıştır. Bu mecburiyetin sonunda da bazen, cezalandırmaya başvurmuştur. Hz. Peygamber özellikle bir kısım siyasî suçluya, canilere, mücadelesine engel olmak isteyen ve aşırı gidenlere hak ettikleri cezaları vermekten de geri durmamıştır. Ayrıca bu tutum benzeri tavır takınması muhtemel kişilere maruz kalacakları akıbeti göstermek, böylece onları bu davranışlardan caydırmak ve frenlemek gayesi de gütmüştür.
Lüzumlu hale gelen cezalandırmanın başında ancak "misliyle mukabele" vardır. Âyette şöyle buyurulur:
"Kötülüğün cezası da ona denk bir kötülüktür. Fakat kim bağışlar ve (kendisiyle düşmanı arasını) düzeltirse, onun mükâfatı Allah'a aittir. O, elbette zâlimleri sevmez," [308] '
Zulmün ve fesadın yaygınlaşması söz konusu olacaksa, o zaman ferdin veya devletin bağışlaması da doğru olmaz. Hak eden, cezasını çekmelidir, zalim taraf misliyle ceza görmediği takdirde, mazlum tarafta intikam hislerinin kaba-rarak tahdit ve kontrolü imkânsız taşkınlıklara yol açması bu sebeple de düşmanlıkların sürüp gitmesi ihtimali ortaya çıkar. Aile ve.hatta kabîle ve aşiretlerin tükenip gitmesiyle neticelenen kan davalarının kaynağında bu çeşit tatmin edilmemiş hisleri bulmak mümkündür. Misliyle ceza bunları önleyecektir.
Burada dikkat edilecek husus, dinin kabul edilmesi nok-asmda bir zorlama veya cezaya başvurulmamış olmasıdır.
Zaten bu durum Kur'ân'da da açıkça ilân edilmiştir.
"Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, yanlışlıktan apaçık bir şekilde ayrılmıştır." [309]
Bu duruma göre kimseyi zorlamaya gerek yoktur. Zaten din gönülle bağlanılacak, tamamen psikolojik ve içsel bir fenomendir. Doğru ve yanlış yollar da ortaya çıktığına göre ,herkes kendi özgür iradesi ile yolunu seçecek, ya Allah'ın kopmayan sağlam kulpuna tutunacak, yahut da kendi his ve arzularının götürdüğü çıkmazlara girecektir. Onun için, yolunu ayrı bir kulvarda görenlere baskı yapmak yoktur.
Allah yolunu seçtiğini ilân edenlerin ise davranışları O'nun isteklerine uymazsa, günah denilen dini suç ortaya çıkar. İşlenen günahlar iki yönlüdür:
1-Günahın işlenmesi 2-Günahın aleniyet kazanması
Şüphesiz günahın bu iki yönü de kötüdür. İkisinin de ortadan kaldırılması için İslâm bir takım tedbirler alır. Fakat, özellikle cezalandırma suretiyle tedbir aldığı hususlar yukarıda zikredilen ikinci noktanın önlenmesi amacına yöneliktir.
Bireyin kendisini ilgilendiren bir günahın, aleniyet kazanarak yaygınlaşması, İslâm'ın kabul edeceği bir durum değildir. Onun için işin bu kısmında cezalandırma usullerini devreye sokar.
Cezalandırmanın amacı genelde suçun aleniyetine ve yayılmasına engel olarak, toplumsal vicdanı ve yapıyı korumak, özelde ise suçu önlemek, suçluyu ıslah etmektir.[310] Bu tedbir de toplum düzenini koruduğu ve toplumu bireyin içinde rahatça yaşayıp, ihtiyaçlarını giderebileceği bir ortama kavuşturduğu İçin, bir yönü ile rahmettir.
Medine'de Müslümanların tamamen serbest bir ortam bulmaları ve her türlü davranışı rahatça ortaya koyabilmeleri, Rasûlullah (s.a.v.)'ın da rahatça ceza uygulamasına imkân tanımıştır. Ancak şu hususun özellikle altını çizmek gerekir ki, Rasûlullah (s.a.v.)'m kıyamet gününe kadar inanan bütün insanlara hüküm getiren kişi olması hasebiyle, bütün zamanlara hitap eden bîr ölçü ortaya koyması gerekirdi. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v.), çeşitli zamanlarda değişik cezalar uygulamıştır. Bilinmelidir ki, cezalar istenmeyen davranışlar İ-çindir ve bu tür davranışlar da her zaman olabilecektir. Halbuki Rasûlullah (s.a.v.)'ın hiçbir zaman ceza uygulamasından yana olmadığını görmekteyiz. Hatta kendisinin eğitiminden sorumlu bulunduğu kimselere, asla ceza uygulamadığını müşahede etmek, eğitimciler açısından dikkate alınması gereken bir husustur.[311] Üstelik Rasûlullah (s.a.v.), yukarıdaki hadiste de görüldüğü gibi, imkân bulunduğu müddetçe ceza uygulanmamasını tavsiye etmektedir.
Hukuk kurallarının sert ve suçun tam karşılığı olması -kısas- mantığıyla tertip edilmesinin sebebi, Câhiliyye dönemi insanlarının -ki bunlar daha sonraki dönemin Müslümanla-rıdır- son derece acımasız, katı kalpli, örflerine bağlı bir hayat tarzını benimsemiş olmalarına bağlanabilir. Düşünün ki o dönem de haram ayları diye bir uygulama vardır. Dört ay var ki, bunlarda kabilelerin birbirleri ile savaşmaları yasaklanmıştır. Herkes bu konuda uzlaşma içindedir. Bunun dışında savaş serbesttir. Yani toplumun ömrü kabile savaşları ile geçmektedir. İnsanlar rahat bir nefes alabilmek, bir miktar kendilerine gelebilmek için belli bir dönemi "Savaş Tatili" ilân ediyorlar ki bu dört ayda savaşsız bir vakit geçirebiîsinler. Böyîe alışkanlıkları olan bir topluma gelen hukuk sisteminin de, suçu önleyebilmesi, onun ancak intikamcı bir yönünün olmasıyla mümkün olabilmektedir.
Sözün burasında konumuzu hiç ilgilendirmeyen, fakat günümüzde İslâm dünyasının belki en önde gelen problemine, yani hukuku düzenleme problemine, değinmek yerinde olacaktır.
21. yüzyıla girerken, adı sulh ve sükûn olan bir dinin savaş dini mi, barış dini mi olduğu ciddî olarak tartışılmaktadır. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Bunun konumuzu ilgilendiren yönü, geniş Müslüman kitle tarafından da, İslâm dininin barıştan çok savaşı, uzlaşmadan çok cihadı, affetmekten çok cezalandırmayı tercih eden bir din imiş gibi algılanmasıdır.
Hz. Peygamber suçluları cezalandırırken kabalığı, hoyratlığı, onun şahsiyetini rencide edici tavırları yasaklamış, kendisi yapmadığı gibi, insanların da yapmalarını engellemiştir. Böylece suçlunun şahsiyetini korumuş, onu İslâm toplumunun bir ferdi olarak kabul ettiğini açıkça ortaya koymuştur. Suçlunun dışlanması O'nun daima kaçındığı bir tavır olmuştur. Bunun sonucunda suç işleyen insanlar hukuk düzeninin gereği, cezalarını çektikten sonra, İslâm'dan ve toplumdan soğuma-mışîar; aksine onun içinde kendilerine yer bulabilmişlerdir. Toplum da suçlunun bu durumunu içine sindirmiş ve onu kabullenmiştir.
Cezalandırmanın Rasûlullah(s.a.v.)'ın resmî hayatına girmesi, biraz da hayatın gerçeklerinden kaynaklanır. İslâm hayatı ve yaratılışı iyi tanıyan ve insanı hayat ve yaratılış gerçeğine uygun olarak eğiten bir realist bir tavra sahiptir. Böyle olunca onun cezalandırmaları insanın yüceltilmesi gayretlerinden başka bir şey değildir. Ayrıca yapılan hatalar yüzünden ceza çekmek de bir rahmettir. Zaten bir hadiste Hz. Peygamber bu mânâyı şöyle ifade eder:
"Allah bir kuluna hayır murad ederse onun cezasını dünyada verir. Şayet şerri murad ederse onu günalnyla baş başa bırakarak ahiret gününde cezalandırır." [312]
Şüphesiz Hz. Peygamber , insanların sapıklık içerisinde oldukları, bir hakikat, bir kurtarıcı bekledikleri bir dönemde gelmiş ve onlara doğru yolu göstermiştir. İnsanlar onun getirdiği din sayesinde birçok fenalıklardan, yağmalardan, savaşlardan kurtularak insanlığa yakışır bir hayata kavuşmuşlardır.
Konuyu Yaşar Nuri Öztürk'ün sözleriyle bitiriyoruz:
"Sömürülüp ezilen kitle ve fertlerin, merhamet teranesiyle avutulmalarına gelince, İslâm, hakları gasp edilenleri bu haklar için mücadeleye çağırır ve hakkı yerde bırakanı zalim ve günahkâr olarak nitelendirir. Hakkın sahibine iadesini, merhamete bırakmak İslâm'ın mantığıyla uyuşmaz. Merhamet, hakkı gasp edileni susturma aracı değil, haklarını tamamen almış olan insanı sevip kucaklama yoludur. Ezilip kahra uğratılan kitlelerin dertlerini merhametin tedavi etmesini beklemek İslâmî bir yol değildir. "Bir yanağına vurana, öteki yanağını çevir" mantığı İslâm'la bağdaşmaz. Yanağına vurulan, hakkını, aynıyla karşılık vererek alır. Merhamet, birbirlerinin yanaklarına vurmayanların, birbirlerini daha çok anlayıp sevmelerinin sanatıdır. Onuru, haysiyeti, emeği, gayreti heder edilmiş insanların kurtuluş yolu merhamet değil, hakkı almaktır. Merhamet; onuruna saygı gösterilen kitleler içinde, daha ileri bir kucaklaşma yolunu açar. Mücadele gerektiren ihlâl ve gaspları merhamete bırakmak bir zulümdür. O halde, ihlâl ve gasp ettiği haklan kendisinden almak için mücadele şuurundan yoksun insanlara ikram ve ihsanda bulunanlar, kendilerini merhamet kahramanı değil, zalim saymalıdırlar. Bir insanın elinden alınan haklarından bir kısmını ona geri vermek, nasıl merhamet olur?" [313]
İslâm dini maslahat açısından şu beş temel değeri korumayı hedef alır: Canı muhafaza, Mah muhafaza,
Nesli muhafaza, Aklı muhafaza, Dîn'i -muhafaza,
Bunlardan cam, malı ve nesli hukuk kuralları ile, aklı ve dîn'i ise eğitmek suretiyle korumayı hedefler.
Hukuk kurallarının geçerli olduğu alan, bizim konumuzun dışındadır. Bu konuda Rasûlullah(s.a.v.)'ın tutumu da çok açık ve nettir. "Hukukun üstünlüğü" kuralını daima savunmuş insanlara ilân ettiği kurallara uymayanları, kim olursa olsun, cezalandırmıştır. Çünkü bu kurallar toplum düzenini korumaya yöneliktir. Sonuç itibariyle de kul hakkını korur. Bu noktada düşünülmelidir ki; Hz. Muhammed, Peygamber olmasının yanında bir devlet başkanıdır. Bu misyonu sebebiyle toplumda adaleti tesis etmek ve zulmü engellemek amacıyla çeşitli tedbirler almak zorundadır. Cezanın bir yönü de adaleti gerçekleştirmesidir. Toplumsal hayatla ilgili hususlarda bireyi cezalandırmak adaletin de gereğidir. Adalet ise rahmetin içerdiği anlamlardan birisidir. Cezalar suçlunun dünyada bir takım bireysel ve toplumsal hakları ihlâl etmesinin karşılığıdır. Allah'ın emrine karşı gelme daha çok uhrevî cezanın konusu içine girmekte, bu da kul hakkı hariç olmak üzere tevbe veya Allah'ın affı ile düşebilmektedir. [307]
Hz. Peygamber bir yönüyle de siyaset adamıdır. Öyleyse tebliğ görevinin tabiî seyri içerisinde, karşısına çıkan siyasi ağırlıklı engellemelere, siyasi ağırlıklı çözümler üretmeye
mecbur kalmıştır. Bu mecburiyetin sonunda da bazen, cezalandırmaya başvurmuştur. Hz. Peygamber özellikle bir kısım siyasî suçluya, canilere, mücadelesine engel olmak isteyen ve aşırı gidenlere hak ettikleri cezaları vermekten de geri durmamıştır. Ayrıca bu tutum benzeri tavır takınması muhtemel kişilere maruz kalacakları akıbeti göstermek, böylece onları bu davranışlardan caydırmak ve frenlemek gayesi de gütmüştür.
Lüzumlu hale gelen cezalandırmanın başında ancak "misliyle mukabele" vardır. Âyette şöyle buyurulur:
"Kötülüğün cezası da ona denk bir kötülüktür. Fakat kim bağışlar ve (kendisiyle düşmanı arasını) düzeltirse, onun mükâfatı Allah'a aittir. O, elbette zâlimleri sevmez," [308] '
Zulmün ve fesadın yaygınlaşması söz konusu olacaksa, o zaman ferdin veya devletin bağışlaması da doğru olmaz. Hak eden, cezasını çekmelidir, zalim taraf misliyle ceza görmediği takdirde, mazlum tarafta intikam hislerinin kaba-rarak tahdit ve kontrolü imkânsız taşkınlıklara yol açması bu sebeple de düşmanlıkların sürüp gitmesi ihtimali ortaya çıkar. Aile ve.hatta kabîle ve aşiretlerin tükenip gitmesiyle neticelenen kan davalarının kaynağında bu çeşit tatmin edilmemiş hisleri bulmak mümkündür. Misliyle ceza bunları önleyecektir.
Burada dikkat edilecek husus, dinin kabul edilmesi nok-asmda bir zorlama veya cezaya başvurulmamış olmasıdır.
Zaten bu durum Kur'ân'da da açıkça ilân edilmiştir.
"Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, yanlışlıktan apaçık bir şekilde ayrılmıştır." [309]
Bu duruma göre kimseyi zorlamaya gerek yoktur. Zaten din gönülle bağlanılacak, tamamen psikolojik ve içsel bir fenomendir. Doğru ve yanlış yollar da ortaya çıktığına göre ,herkes kendi özgür iradesi ile yolunu seçecek, ya Allah'ın kopmayan sağlam kulpuna tutunacak, yahut da kendi his ve arzularının götürdüğü çıkmazlara girecektir. Onun için, yolunu ayrı bir kulvarda görenlere baskı yapmak yoktur.
Allah yolunu seçtiğini ilân edenlerin ise davranışları O'nun isteklerine uymazsa, günah denilen dini suç ortaya çıkar. İşlenen günahlar iki yönlüdür:
1-Günahın işlenmesi 2-Günahın aleniyet kazanması
Şüphesiz günahın bu iki yönü de kötüdür. İkisinin de ortadan kaldırılması için İslâm bir takım tedbirler alır. Fakat, özellikle cezalandırma suretiyle tedbir aldığı hususlar yukarıda zikredilen ikinci noktanın önlenmesi amacına yöneliktir.
Bireyin kendisini ilgilendiren bir günahın, aleniyet kazanarak yaygınlaşması, İslâm'ın kabul edeceği bir durum değildir. Onun için işin bu kısmında cezalandırma usullerini devreye sokar.
Cezalandırmanın amacı genelde suçun aleniyetine ve yayılmasına engel olarak, toplumsal vicdanı ve yapıyı korumak, özelde ise suçu önlemek, suçluyu ıslah etmektir.[310] Bu tedbir de toplum düzenini koruduğu ve toplumu bireyin içinde rahatça yaşayıp, ihtiyaçlarını giderebileceği bir ortama kavuşturduğu İçin, bir yönü ile rahmettir.
Medine'de Müslümanların tamamen serbest bir ortam bulmaları ve her türlü davranışı rahatça ortaya koyabilmeleri, Rasûlullah (s.a.v.)'ın da rahatça ceza uygulamasına imkân tanımıştır. Ancak şu hususun özellikle altını çizmek gerekir ki, Rasûlullah (s.a.v.)'m kıyamet gününe kadar inanan bütün insanlara hüküm getiren kişi olması hasebiyle, bütün zamanlara hitap eden bîr ölçü ortaya koyması gerekirdi. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v.), çeşitli zamanlarda değişik cezalar uygulamıştır. Bilinmelidir ki, cezalar istenmeyen davranışlar İ-çindir ve bu tür davranışlar da her zaman olabilecektir. Halbuki Rasûlullah (s.a.v.)'ın hiçbir zaman ceza uygulamasından yana olmadığını görmekteyiz. Hatta kendisinin eğitiminden sorumlu bulunduğu kimselere, asla ceza uygulamadığını müşahede etmek, eğitimciler açısından dikkate alınması gereken bir husustur.[311] Üstelik Rasûlullah (s.a.v.), yukarıdaki hadiste de görüldüğü gibi, imkân bulunduğu müddetçe ceza uygulanmamasını tavsiye etmektedir.
Hukuk kurallarının sert ve suçun tam karşılığı olması -kısas- mantığıyla tertip edilmesinin sebebi, Câhiliyye dönemi insanlarının -ki bunlar daha sonraki dönemin Müslümanla-rıdır- son derece acımasız, katı kalpli, örflerine bağlı bir hayat tarzını benimsemiş olmalarına bağlanabilir. Düşünün ki o dönem de haram ayları diye bir uygulama vardır. Dört ay var ki, bunlarda kabilelerin birbirleri ile savaşmaları yasaklanmıştır. Herkes bu konuda uzlaşma içindedir. Bunun dışında savaş serbesttir. Yani toplumun ömrü kabile savaşları ile geçmektedir. İnsanlar rahat bir nefes alabilmek, bir miktar kendilerine gelebilmek için belli bir dönemi "Savaş Tatili" ilân ediyorlar ki bu dört ayda savaşsız bir vakit geçirebiîsinler. Böyîe alışkanlıkları olan bir topluma gelen hukuk sisteminin de, suçu önleyebilmesi, onun ancak intikamcı bir yönünün olmasıyla mümkün olabilmektedir.
Sözün burasında konumuzu hiç ilgilendirmeyen, fakat günümüzde İslâm dünyasının belki en önde gelen problemine, yani hukuku düzenleme problemine, değinmek yerinde olacaktır.
21. yüzyıla girerken, adı sulh ve sükûn olan bir dinin savaş dini mi, barış dini mi olduğu ciddî olarak tartışılmaktadır. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Bunun konumuzu ilgilendiren yönü, geniş Müslüman kitle tarafından da, İslâm dininin barıştan çok savaşı, uzlaşmadan çok cihadı, affetmekten çok cezalandırmayı tercih eden bir din imiş gibi algılanmasıdır.
Hz. Peygamber suçluları cezalandırırken kabalığı, hoyratlığı, onun şahsiyetini rencide edici tavırları yasaklamış, kendisi yapmadığı gibi, insanların da yapmalarını engellemiştir. Böylece suçlunun şahsiyetini korumuş, onu İslâm toplumunun bir ferdi olarak kabul ettiğini açıkça ortaya koymuştur. Suçlunun dışlanması O'nun daima kaçındığı bir tavır olmuştur. Bunun sonucunda suç işleyen insanlar hukuk düzeninin gereği, cezalarını çektikten sonra, İslâm'dan ve toplumdan soğuma-mışîar; aksine onun içinde kendilerine yer bulabilmişlerdir. Toplum da suçlunun bu durumunu içine sindirmiş ve onu kabullenmiştir.
Cezalandırmanın Rasûlullah(s.a.v.)'ın resmî hayatına girmesi, biraz da hayatın gerçeklerinden kaynaklanır. İslâm hayatı ve yaratılışı iyi tanıyan ve insanı hayat ve yaratılış gerçeğine uygun olarak eğiten bir realist bir tavra sahiptir. Böyle olunca onun cezalandırmaları insanın yüceltilmesi gayretlerinden başka bir şey değildir. Ayrıca yapılan hatalar yüzünden ceza çekmek de bir rahmettir. Zaten bir hadiste Hz. Peygamber bu mânâyı şöyle ifade eder:
"Allah bir kuluna hayır murad ederse onun cezasını dünyada verir. Şayet şerri murad ederse onu günalnyla baş başa bırakarak ahiret gününde cezalandırır." [312]
Şüphesiz Hz. Peygamber , insanların sapıklık içerisinde oldukları, bir hakikat, bir kurtarıcı bekledikleri bir dönemde gelmiş ve onlara doğru yolu göstermiştir. İnsanlar onun getirdiği din sayesinde birçok fenalıklardan, yağmalardan, savaşlardan kurtularak insanlığa yakışır bir hayata kavuşmuşlardır.
Konuyu Yaşar Nuri Öztürk'ün sözleriyle bitiriyoruz:
"Sömürülüp ezilen kitle ve fertlerin, merhamet teranesiyle avutulmalarına gelince, İslâm, hakları gasp edilenleri bu haklar için mücadeleye çağırır ve hakkı yerde bırakanı zalim ve günahkâr olarak nitelendirir. Hakkın sahibine iadesini, merhamete bırakmak İslâm'ın mantığıyla uyuşmaz. Merhamet, hakkı gasp edileni susturma aracı değil, haklarını tamamen almış olan insanı sevip kucaklama yoludur. Ezilip kahra uğratılan kitlelerin dertlerini merhametin tedavi etmesini beklemek İslâmî bir yol değildir. "Bir yanağına vurana, öteki yanağını çevir" mantığı İslâm'la bağdaşmaz. Yanağına vurulan, hakkını, aynıyla karşılık vererek alır. Merhamet, birbirlerinin yanaklarına vurmayanların, birbirlerini daha çok anlayıp sevmelerinin sanatıdır. Onuru, haysiyeti, emeği, gayreti heder edilmiş insanların kurtuluş yolu merhamet değil, hakkı almaktır. Merhamet; onuruna saygı gösterilen kitleler içinde, daha ileri bir kucaklaşma yolunu açar. Mücadele gerektiren ihlâl ve gaspları merhamete bırakmak bir zulümdür. O halde, ihlâl ve gasp ettiği haklan kendisinden almak için mücadele şuurundan yoksun insanlara ikram ve ihsanda bulunanlar, kendilerini merhamet kahramanı değil, zalim saymalıdırlar. Bir insanın elinden alınan haklarından bir kısmını ona geri vermek, nasıl merhamet olur?" [313]