- Vanlı Depremzedeler Unutuldu mu?

Adsense kodları


Vanlı Depremzedeler Unutuldu mu?

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
reyyan
Fri 8 June 2012, 05:41 pm GMT +0200
Dünya Hali


Sadık Şanlı |
Mayıs 2012 | DÜNYA HALİ   


Vanlı Depremzedeler Unutuldu mu?


Ülkemizde ve dünyada yaşanan doğal afetler sonrası toplum olarak sergilediğimiz dayanışma ve yardımseverlik takdire şayan. Bunun son örneğini, Van’da 23 Ekim 2011’de yaşanan 7.2’lik deprem sonrası da gördük. Ülke olarak elbirliği içinde Van’ın yaralarını sarmak için bölgeye koştuk. Devletin yanı sıra sivil yardım kuruluşlarının öncülüğüyle bölge insanının ihtiyaçlarının karşılanması için seferber olundu.

Bu yardım kuruluşlarından biri de kardeş kuruluşumuz Beşir Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği idi. Depremin üzerinden geçen beş aylık süre içerisinde tüm imkanlarını bölge insanı için seferber eden ve çalışmalarına aralıksız devam eden Beşir Derneği, bugüne kadar 22 TIR ihtiyaç maddesini Vanlı depremzedelere ulaştırdı. Depremden hemen sonra Van ve Erciş’te kurduğu çadır kentte 550 depremzedenin barınma sorununu gideren dernek, aynı zamanda çadır kentlerin bünyesinde oluşturduğu aşevlerinde günde 1200 kişiye iki öğün sıcak yemek çıkardı. Çadır kentlerde temizlik ihtiyaçlarının karşılanması için kadın ve erkek tuvaleti, banyo ve çamaşırhanelerin yanı sıra mescitler de kuran dernek, ayrıca 110 bin depremzedenin ihtiyacını karşılayacak 20 bin gıda paketini de ihtiyaç sahiplerine dağıttı.

Bu faaliyetleri yerinde incelemek üzere geçen ay Van ve Erçiş’e ziyarette bulunan Semerkand Vakfı Genel Başkanı ve dergimizin başyazarı S. Mübarek Erol, Beşir Derneği Genel Başkanı Cevdet Şanlı ve TÜMSİAD Genel Başkanı Hasan Sert’in de aralarında bulunduğu heyet bir dizi temaslarda bulundu. Van’da bundan sonra yapılması gereken faaliyetleri yerinde tespit eden heyet, Van Valisi Münir Karaoğlu’na da Beşir Derneği çalışmaları hakkında bilgi verdi. Vali Karaoğlu, tüm bağışçılara ve dernek gönüllülerine teşekkürlerini iletti. Başkan Cevdet Şanlı ise Beşir Derneği olarak Vanlı depremzedelerin sorunlarına kalıcı çözümler üretmek üzere çalışmalarının sürdüğünü belirterek, resmi prosedürler konusunda destek istedi.

Van depreminin yaralarının sarılması için daha yapılacak çok şey var. Bu sebeple yardımların devam etmesi gerekiyor.

Türkiye’nin Komşularıyla İmtihanı


Türkiye’nin komşularından Irak, etnik ve mezhepsel temelli üç parçaya bölünmeye doğru hızla yol alırken, Suriye’yi de, yaşanan iç çatışmaların kısa vadede sonlanmaması durumunda aynı akıbetin beklediğini söyleyebiliriz. Türkiye’nin bu noktada tüm çabası, iki ülkede de iç barışın ve siyasî istikrarın kısa sürede sağlanarak ülke bütünlüklerinin muhafaza edilmesi yönünde.

Bu mümkün olmazsa, Irak’ta Kuzey Irak Kürt Yönetimi bağımsızlığını ilan ederek bir devlete dönüşebilir. Suriye’de ise ülkenin kuzeyinde özerk bir Kürt yönetiminin oluşması gündemde. Bu iki yönetimin Mesud Barzani liderliğinde birleşerek bir devlet oluşturması ve buna benzer birçok devletin kurulmasının Türkiye’yi hayli zora sokacağı, bölünmeye götüreceği, Ortadoğu coğrafyasını da büyük sancılara sürükleyeceği ifade ediliyor.

Diğer yandan bu bölgedeki Kürtlerin, üniter yapısı değişime uğrayacak ve federasyon sistemiyle yönetilecek bir Türkiye’ye katılmak isteyecekleri de sıklıkla yapılan yorumlar arasında. Barzani’nin son ABD ve Türkiye ziyaretlerinin detaylarını bilmiyoruz. Fakat Başbakan Erdoğan ile görüşen Barzani’nin, görüşme sonrası düzenlediği basın toplantısında PKK’ya silah bırakma çağrısında bulunması, aksi takdirde PKK’yı Kuzey Irak’ta barındırmayacağını ifade etmesi, Türkiye ile iyi ilişkilerini sürdürmek istediği yönünde önemli bir işaretti. Yakın zamanda PKK’nın tamamen silah bıraktığına tanık olabiliriz. Bunun gerçekleşmesi durumunda, Türkiye’nin Kürt sorununa kalıcı çözüm üretmek ve bölgede istemediği birtakım olumsuzluklarla karşılaşmamak için yeni Anayasa’nın yapımında aceleci davranması gerekiyor.

Dağ Yolunda Kur’an Kursundan Okulda Kur’an Dersine


Çocukluk yıllarımda babaannemden dinlemiştim. Mahalle camisinde Kur’an kursuna gidiyor ve henüz birkaç kısa sure biliyordum. Babaannem, o yıllarda bana hayli uzun ve ezberlemesi zor görünen Nebe Suresi’ni okumuştu. Bu sureyi ne zaman, hangi Kur’an kursunda öğrendiğini sorduğumda, Türkiye’nin yakın tarihindeki bir kara leke ile daha o yaşta tanışmama sebep olan şu cevabı almıştım:

“Bizim çocukluğumuzda Kur’an öğrenmek yasaktı. Köyümüzdeki Kur’an kursu kapatılmıştı. Ezan Türkçe okunuyordu. Yasaklara uymayanları jandarma döverdi, alır götürürdü. Bu yüzden Kur’an’ı gizli saklı öğrendik. Köyümüzde bir hoca vardı. Jandarmalar ezber yaptığımızı bilmesin diye her gün köyün çocuklarını sırayla eşeğine bindirir, dağ yoluna doğru götürür, eşek üstünde o okur, biz tekrarlar, ezber yapardık. Dağ yoluna gidiş gelişte ezberimizi tamamlardık. Hoca gün boyu köyün çocuklarına bu şekilde ezber yaptırırdı. Bazen de samanlıklarda ezber yapardık.”

Türkiye, maalesef 30’lu, 40’lı yıllarında buna benzer pek çok acıyı yaşadı. Toplumun manevi değerlerine adeta savaş açılan o yıllar, Başbakan’ın Konya’da yaptığı bir açıklama ile yeniden tartışma konusu oldu. Erdoğan, yasalaşan 12 yıllık zorunlu eğitim sisteminin içine Kur’an ve Siyer’in seçmeli ders olarak konulmasına itiraz eden CHP’ye yönelik bir eleştiride bulunarak; “Bu millet bir dönem mağaralarda Kur’an öğrendi. Bu millet bir dönem dini, diyaneti, kümeslerde, yıkık dökük harabelerde öğrendi. Bugün Kuran’ın duvarda asılı durmasını arzulayan CHP, o gün duvarda asılı olan Kuran’a bile tahammül edemiyordu (…) Şimdi çıkmışlar, bizim onlara geçmişi hatırlatmamızdan rahatsız oluyorlar. (…) Alaaddin Camii’ni (Konya’da) ahır olarak kullandılar (…) O yüzden 30 Mart çok önemli bir tarih. Onun için bu parlamento bu yeniden iadeyi itibarı gerçekleştirdi.”

Erdoğan’ın eleştirilerine karşı CHP lideri tüm bunları reddederek, “Hiçbir dönemde, hiçbir cami ahır yapılmadı!” dedi. Oysa gerçekler öyle değil. Örneğin; 20.04.1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer bulan “Bu ne insafsızlık: Seferihisarda tarihî bir cami ahır yapılmış!” ve yine aynı gazetenin 23.05.1948 tarihli nüshasında yer alan “Cami ahır olur mu hiç?” başlıklı yazılara bakmak gerçeği görmek için yeterli.

Tartışmaya sosyal paylaşım sitesi Twitter’dan yaptığı bir açıklama ile katılan Başbakan Başdanışmanı Dr. İbrahim Kalın’ın ortaya koyduğu bilanço ise daha çarpıcı: “Türkiye’de 1926-1972 arasında 3 bin civarında cami ve mescit satılarak elden çıkartıldı. Bu mabedlerin hazin tarihi henüz yazılmadı. Bazı cami ve mescitler, CHP’ye parti binası olarak satıldı, bazıları Halkevi’ne çevrildi. Bazı camiler 2.5 ve 5 TL’ye satıldı. Satılan cami ve mescitler: İstanbul’da 386, Bursa’da 209, Aydın’da 208, Manisa’da 193, Gaziantep’te 188, Konya’da 175, İzmir’de 160, Edirne’de 138 ve Ankara’da 96.”

Fazla söze ne hacet… Gerçek ayan beyan ortada…

Darbecilerde Panik Havası


12 Eylül 1980 darbesinin yargılanacağı tarihi dava başladı. Söz şimdi yargıda. Dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya hakkında mahkemenin ne karar vereceğini, bu isimler dışında darbeye iştirak etmek, işkence yapmak başta olmak üzere pek çok suça karışan dönemin asker, polis ve sivil bürokratları ile diğer unsurların yargılanıp yargılanmayacağını da hep birlikte göreceğiz. Belki, 12 Eylül darbesi sonrası kaybolan hazineye ve bu ülkenin tüm vatandaşlarına ait 170 ton altından, yağmalanan kültür ve sanat eserlerimize kadar tüm maddi ve manevi kayıplarımızın hesabı sorulacak. 12 Eylül Davası’nı son sözü söylemek üzere şimdilik yargıya bırakalım ve gelelim 28 Şubat post-modern darbesine yönelik soruşturmaya.

Geçen ay bu köşede yer bulan “15. Yıldönümünde ‘Darbeler Tarihinin En Ahlâksızı” başlıklı yazımızda 28 Şubat’a dair detaylı bir fotoğraf çıkartmıştık. 28 Şubat darbesinin “post-modern” olarak isimlendirilmesinin nedenini, önceki darbeler gibi askerin yönetime el koymadan, siyaset, bürokrasi, medya ve büyük sermayeden müteşekkil “silahsız kuvvetler” yoluyla gerçekleşmesi olarak açıklamıştık. Bununla birlikte darbenin hukuki, siyasi, ekonomik vb. açıdan mağdur ettiği tüm kesimleri de ele alarak, 28 Şubatçıların yargı karşısına çıkarılmasının büyük bir toplumsal beklentiye dönüştüğünü ifade etmiştik. Ve beklenen oldu, 28 Şubat darbesine yönelik soruşturma başlatıldı. Bu kapsamda, 28 Şubat döneminde Genelkurmay 2. Başkanı olan emekli Orgeneral Çevik Bir ile dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri emekli Tümgeneral Erol Özkasnak’ın da aralarında bulunduğu emekli ve muvazzaf 26 subay tutuklandı, bir o kadarı da tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. 28 Şubat’ın asker ayağına yönelik soruşturmanın derinleşerek sürmesi sürpriz olmayacak. Fakat burada kilit soru; darbe soruşturmasının siyaset, sivil bürokrasi, medya ve büyük sermayedeki uzantılarını kapsayıp kapsamayacağı. Çünkü şu sıralar, soruşturmanın bu kesimlere uzanmaması için kıyametin koparıldığını, akla ziyan savunmaların yapıldığını görüyoruz. Kimisi “korkmuştuk, mecburduk”, kimisi “bankam vardı” sözleri ediyor. Üstelik bunu, maddi-manevi her türlü kaybı göze alarak onuru ile darbecilere karşı var olma mücadelesi vermiş, sesini yükseltmiş milyonların olduğu ülkede dile getirebiliyorlar.

Evet, bekleyip göreceğiz. Darbe ve darbecilerle hesaplaşma bu ülkede hak ve adaletin inşasına dönük gerçek bir hamle mi olacak, yoksa adlî süreçlerin dolambaçlı koridorlarında eriyip gidecek mi?

Kısa Kısa

Bazen bir fotoğraf karesi çok şey anlatır. Gördüğünüzde öylece kalakalırsınız. Konuşmak istersiniz konuşamazsınız, konuşsanız da anlatmak istedikleriniz karşısında kelimeler kifayetsiz kalır. Görmedinizse, o fotoğrafı görmelisiniz. Fotoğraf, Doğu Türkistan’ın başkenti Urumçi’de çekildi. Başbakan Erdoğan’ın Çin gezisi kapsamında Doğu Türkistan’ın başkenti Urumçi’ye ziyarette bulunduğu sırada, heyette bulunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Büyük Camii’de bir Uygur Türk’ü ile kucaklaşmasına tanık olduk. İşte bu kucaklaşmanın fotoğrafı, 63 yıldır etnik ve dinî kimliği nedeniyle komünist Çin idaresinin zulmü altında inleyen bir milletin acılarını, hasretini, sevincini, sahiplenilişini anlatıyordu. Ve aynı zamanda, 100 yıldır sınırlarına hapsolmuş Türkiye’nin silkindiğini, sınırlarını aştığını, başka diyarlara kucak açtığını, yeniden, nicedir mağdur ve mazlum haldeki İslam âleminin kurtuluş umudu haline geldiğini…
Sahtekârlığın yapanın yanına kâr kalmadığı günleri de gördük nihayet. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, ilk kez yayınladığı iki duyuru ile bal, et ve süt ürünlerinde sahteciliğe teşebbüs ederek tüketicileri aldatan firmaları teşhir etmesi bu açıdan önemliydi. Bakanlığın açıklamasıyla, balda gıdanın saflığını bozan yabancı madde karıştıran firmalar deşifre edilirken, et ve süt ürünlerinde ise nişasta, bitkisel yağ, tek tırnaklı eti (eşek, at, katır vb.), kanatlı eti (tavuk, hindi vb.), yabancı doku, iç organların olmaması gerektiği halde rastlandığı ürünleri imal eden firmalar açıklandı. Deşifre edilen firmalar gerek bakanlığın gerekse tüketicilerin yaptırımlarıyla karşı karşıya kalacaklardır. Fakat insan sormadan edemiyor; acaba halihazırda hangi sahte ürünleri bilmeden tüketmeye devam ediyoruz? Kâr hırsıyla bu kepazeliğe imza atanlar, bunun hesabını asıl ahirette vereceklerini hiç mi düşünmezler?
Türkiye 2023 yılında dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olmayı hedeflerken, ekonomik sorunlarına kalıcı çözümler bulmak zorunda. Bu bakımdan geride bıraktığımız Nisan ayında uygulamaya koyulan “dördüncü teşvik sistemi” büyük önem taşıyor. Bu sistem çok yönlü kalkınmayı sağlayacak bölgesel ve genel teşvik uygulamalarını içermekle birlikte, büyük ve stratejik yatırımların da önünü açıyor. Sisteme göre, Türkiye 6 bölgeye ayrılırken, gelişmişlik açısından en geri sıralarda bulunan Doğu, Güney ve İç Anadolu illeri teşviklerden en önemli payı alacak. İstihdamı artırması ve 10 yıl içerisinde işsizlik oranını yüzde 5’e kadar indirmesi hedeflenen sistem sayesinde, Türkiye’nin ekonomideki en büyük sorunu olan ithalata dayalı cari açık problemi de orta ve uzun vadede çözülmüş olacak. Temmuz 2009’da açıklanan “üçüncü teşvik paketi”nin bir önceki pakete göre yüzde 73 yatırım artışı sağladığı göz önünde bulundurulursa, daha kapsamlı dördüncü paket Türkiye’ye sosyal, politik ve ekonomik olarak büyük bir sıçrama yaşatacak gibi görünüyor.
Olmaz demeyin, bu da oldu: Konya’da Türkiye’nin en meşhur otellerinden birisi, otel girişindeki otomatik döner kapının içine bir Mevlevi semazenin maketini yerleştirdi. Otele gelen müşteriler, bu semazen tarafından karşılanıyor. Manevi değerlerimizin metalaştırılmasına, bir ticarî nesne, pazarlama aracı yapılmasına uzun zamandır aşinayız. Ancak, bu kadarı da fazla değil mi? Otel kapısına semazen maketi dikerek müşteri karşılatmak nasıl bir aklın ürünüdür? Manevi değerleri bir tüketim aracı, bir ticarî nesne olarak görmekten ne zaman vazgeçeceğiz? Ve bu haberi veren gazete “Mevlâna Mevlâna olalı böyle zulüm görmedi: Girenle dön, çıkanla dön” derken haksız mı?

8/A
Sat 3 May 2014, 11:50 am GMT +0200
SELAMÜN ALEYKÜM(...)
Gerçekten o yıl Türkiye'nin içi yanmıştı ben biraz daha küçüktüm ama biraz hatırlayabiliyorum(...)
Haberlerde çıkmıştı annem ve babam çok üzgündü ama geçen süre zarfında artık yaralar sarıldı diye düşünülüyor sanırım(...)
Eskisi kadar üzülen sanırım yalnız bu acıyı yaşayıp kaybettiklerini düşünen depremzedeler(...)
ALLAH onların yar ve yardımcısı olsun(...)