- Suriye’nin Dostları Sonuç İçin Bir Arada

Adsense kodları


Suriye’nin Dostları Sonuç İçin Bir Arada

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Rüveyha
Tue 28 October 2014, 08:29 pm GMT +0200

Suriye’nin Dostları Sonuç İçin Bir Arada


İbrahim Baran | Mayıs 2013 | DÜNYA HALİ   


Suriye’de iki yıldan beri akıtılan mazlum kanını durdurmak için uluslararası kamuoyu maalesef bugüne kadar ciddi bir girişimde bulunmadı. Beşşar Esed katletmeye devam ederken insan hakları örgütleri, barış gönüllüleri(!) ve dünyanın uzak coğrafyalarına demokrasi götürmeyi meslek edinmiş süper güçler bu kıyımı görmezden geliyor.

Meselenin siyasî yönü bir tarafa, yalnızca öldürülen masum çocuklar konusu bile kaosu durdurmaya yönelik adımları zorunlu kılıyordu aslında. Fakat uzunca bir süredir bu satırlarda dile getirdiğimiz gibi zulme Türkiye’den başka bir ülke yeterli tepki göstermedi. Türkiye, kanı durdurmak için elinden ne geliyorsa ziyadesiyle yerine getirdi. Gerek siyasî gerekse sosyal ve kültürel düzlemde ortak tarihin mirasçıları olan kardeşlerine yardım etmek için çaba göstermeye devam ediyor.

Geçtiğimiz günlerde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin de aralarında bulunduğu 11 ülkenin dışişleri bakanları ve Suriye Ulusal Koalisyon Başkanı Muaz El-Hatip, Suriye’deki son gelişmeleri değerlendirmek ve çözüme yönelik somut adımlar atmak üzere Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun girişimleriyle Türkiye’de bir araya geldi. Toplantı sonrasında açıklama yapan Kerry, El-Hatip ve Davutoğlu, toplantıya katılan ülkelerin Suriye Ulusal Koalisyonu’na destek verdiklerini ve toplantıdan çıkan ortak kanaatin Suriye’deki kanın durması yönünde olduğunu dile getirdiler. Kerry’nin “Barışa giden yolda atılacak adım, her tarafın rızası ile bir geçiş hükümeti kurmak ve herkesin isteği ile Suriye’de yeni bir lider için seçime gitmektir. Suriye’ye yaptığımız yardımları 127 milyon dolara kadar arttırdık…” şeklindeki açıklaması, ABD’nin Suriye meselesine ilişkin tavrının birden bire nasıl değiştiği sorusunu akıllara getirdi.

Kerry’nin bu açıklamalarının hemen ardından Başbakan Erdoğan’ın Gazze gezisini ertelemesini talep etmesi ise ABD’nin Filistin kartına karşılık Suriye kartını feda ettiği şeklinde yorumlanıyor. Her ne olursa olsun, akan kanı durdurmak üzere gerçekleştirilen girişimler ortaya somut neticeler çıkaracak. Esed rejimini destekleyen devletlerin de bir bir geri çekilmesiyle Esed’in iyiden iyiye köşeye sıkıştığını söyleyebiliriz. Suriye’den çıkarmamız gereken sonuç şu: Gücü elinde bulunduranın her zaman kazanacağı savı çürüdü. Ve inşAllah mazlumlar bir gün muhakkak muvaffak olacaklar.
Amerikan Rüyası Sona mı Eriyor?

Yaklaşık 250 yıllık bir tarihi olan Amerika Birleşik Devletleri, çok kısa bir sürede dünyanın süper gücü haline geldi. Şüphesiz bunun çeşitli nedenleri var. Art arda yapılan dünya savaşları, imparatorlukların çökmesi, Avrupa kıtasının savaşlardan ve kaostan ekonomik, siyasî ve toplumsal olarak ciddi bir şekilde etkilenmesi, Amerika’nın bu kadar hızlı bir “güç” haline gelmesine neden oldu. Kuşku yok ki bu kadar kolay kazanılmış bir güce hakim olmak, o gücü elde etmekten çok daha zor. ABD’nin dünyanın farklı coğrafyalarına müdahale etmesini, bazı devletleri gölgesi gibi kullanmaya çalışmasını, kimilerini terörist ilan etmesini, kimilerine de arka çıkmaya çalışmasını, gücünü yitirmeme gayreti şeklinde okumak gerekiyor.

ABD’nin yüksek(!) çıkarlarını korumak için Demokratların ve Cumhuriyetçilerin farklı usullerde hareket ettiklerini ifade etmiştik. Cumhuriyetçilerin saldırgan politikalarına karşın, Demokratlar ılımlı siyaset izlemeye çalışıyorlar. Amerika’da “terör” kavramının da en çok Cumhuriyetçiler döneminde dillendirildiğini söyleyebiliriz. Geçtiğimiz günlerde Boston eyaletinde maraton sırasında gerçekleştirilen saldırıların ABD yönetimince dillendirilmemesi, -her ne kadar saldırıların Çeçen kardeşler tarafından yapıldığı ve bombaların Irak, Afganistan gibi ülkelerde kullanılan bombalardan olduğu açıklansa da- bu saldırılar bahane edilerek bazı ülkelerin ya da grupların hedef gösterilmemesi, demokrat iktidarın politikası olarak yorumlanıyor. Saldırılar Amerika’ya dışarıdan yapılmış gibi değil, Amerika’nın iç meselesi gibi değerlendiriliyor.

Bu saldırılar iki şeyi net bir şekilde gösteriyor: Birincisi artık hem ABD hem de Amerikan halkı sorunları uluslararası şiddete başvurarak çözme yolunu benimsemiyor. Özellikle son 15 yılda ABD savaşlarda hem ekonomik hem de siyasî olarak çok şey kaybetti. Terör bahanesiyle sağa sola saldıran bir devlet imajını artık kimse istemiyor. Üstelik yalnızca güç gösterisi ve çıkar amaçlı savaşlar ülke ekonomisini çökertti. İkincisi ise ABD’nin ulaşılmaz, bileği bükülmez, topraklarında kelebek kanat çırpsa dünyanın diğer ucunda fırtınaya sebep olacak bir devlet imajı tarumar oldu. Uzaktan bakıldığında refahı ve huzuru temsil eden bir Amerika yok artık. Toplumların hayallerini süsleyen Amerikan rüyası yavaş yavaş sona eriyor!

Arakan Nerede, Bilen Var mı?

Türkiye’de bir konunun gündeme gelmesi ne kadar kolaysa, gündemden düşmesi de o kadar kolay maalesef. Arakan’da yaşanan zulüm ayyuka çıktığı zaman toplumsal bir duyarlılık göstererek günlerce bu mevzuyu konuşmuş, kendi çapımızda konuyla ilgili tepkimizi ortaya koymuştuk. Çeşitli sosyal yardımlaşma derneklerinin Arakan’a yaptığı yardımlara destek vermiş, sosyal medyada Arakan’ı gündeme getirmiştik. Fakat kendimizce gerçekleştirdiğimiz tepkisel yaklaşım, üzülerek belirtmeliyiz ki bölgede yapılan zulmü sona erdirmedi. Ve bugün, konuya ilişkin neredeyse hiç birimiz konuşmuyoruz.

Arakan’da şu an neler yaşanıyor, bilmiyoruz. Oysa kan durmadı, zulüm bitmedi. Dergimizin Şubat sayısında “Arakan’da Zulüm Devam Ediyor” başlığıyla konuyu ele almıştık. Her gün yaşanan birbirinden vahim olaylar konunun en azından gündemimizde olması gerektiğini hatırlatıyor bize. Daha birkaç hafta önce gerçekleşen olaylarda 43 müslüman hayatını kaybetti. Kıyım, sıradan bir şekilde de gerçekleşmiyor üstelik. Ateşe verilen bedenlere su dökmek isteyenler de engelleniyor. Yerel yetkililer zulmü gerçekleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda teşvik ediyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün raporu, uluslararası baskının da bir şe yaramadığını gösteriyor. Rapora göre katliamı gerçekleştiren yetkililer kanıtları yok etmek için toplu mezarlar oluşturmuşlar. Evlerini terketmek zorunda kalan Arakanlı sayısı ise 125 bin.

Peki, biz ne yapmalıyız? Adını bile duymadığımız coğrafyalardaki mazlumlar bizim için neyi ifade ediyor? Şurası kesin, içinde bulunduğumuz çağın şartları ne kadarını yapmamıza izin veriyorsa onu gerçekleştirmekle mükellefiz. Devletin, sivil toplum kuruluşlarının konu ile ilgili attığı adımlar yabana atılamaz. Her türlü zorluğa rağmen bölgeye yardım yapılmaya devam ediliyor. Fakat biz bu meselenin neresindeyiz, kritik soru bu.

İçinde bulunduğumuz çağın şartları, sosyal medyada konuyu yalnızca bir günlüğüne “trending topics” yapmak, bir gün sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam etmekten çok daha fazlasına imkan sağlıyor! Hiç olmazsa aklımızın bir köşesinde Arakan her zaman yer almalı. Lokmamızı ağzımıza götürürken “Arakan’da ne oluyor?” diye sormalıyız kendimize. Tıpkı karınca misali gibi. Ateşi söndüremesek de safımız belli olur…

Silüete Gölge Düşmeyecek

Medeniyetin en önemli göstergelerinden biri de mimaridir. İstanbul’da Osmanlı’dan kalan ne kadar eser varsa hepsinde, her duvarda, her sütunda Osmanlı medeniyetinin izlerine şahit oluyoruz. Osmanlı yalnızca İstanbul olarak tarif edilen sur içine değil, bilâd-ı selase (üç belde) olarak tarif edilen Eyüp, Galata ve Üsküdar’a da şaheser denilecek binalar inşa etmiş. Sur İçi ve üç beldede nereye bakarsak bakalım, bir Osmanlı eserini görüyoruz.

Fakat Osmanlı’nın sembolü olan Sultanahmet, Ayasofya ve Topkapı Sarayı’nın bulunduğu bölgeye İstanbul’un gözbebeği diyebiliriz. İstanbul bugün bile aslında bu bölgeyi ifade ediyor. Modern dönem mimarisi olarak adlandırılan yüksek binalar, nüfusu artık 17 milyonu geçen İstanbul’un her tarafından görünecek şekilde bir bir yükseliyor. Ticarî hayat, nüfus yoğunluğu gibi nedenlerle inşa edilse de bu binalar İstanbul’un tarihî kimliğine büyük ölçüde zarar veriyor.

“İstanbul silüeti” olarak adlandırılan bölgenin arkasından, ona gölge düşürecek şekilde yükselen ucube binalar çoğu kişiyi rahatsız ediyordu. Konu defalarca gündeme getirildi ve bu binaların yapılmaması için toplumsal baskı oluşturuldu. Bu baskılar sonucu yapımları durdurulmuştu.

Geçtiğimiz günlerde Zeytinburnu’nda yükselen binalara ilişkin hazırlanan bilirkişi raporu nihayet açıklandı. Bu rapora göre kulelere verilen ruhsat mevzuata aykırı ve binalarda kamu yararı yok! Rapordaki bazı tespitler de İstanbul’un vahim durumunu ortaya koyuyor: Türkiye’nin korumayı taahhüt ettiği Dünya Mirası Alanı, ulusal koruma ölçütleri ile uyuşmuyor. Değişiklikler İstanbul coğrafyasında kontrolsüz bir büyümeye neden oldu. Kente yönelik çalışmalar kentsel dönüşümü finanse edebilecek nitelikli çevreyle ele alınmadı. Kamuya mal olabilecek olumsuz etkilerin giderilmesi için taraflarla şeffaf ve sistematik görüşmeler gerçekleştirilmedi.

Bu tespitler İstanbul’un hem tarihî dokusunun bozulmasının nedenlerini hem de kentleşme politikasındaki hataların gerekçelerini özetliyor aslında. Kentsel dönüşümün masada olduğu bugünlerde, bilirkişi raporunun yapılacak çalışmalara yön vermesi gerekiyor. İstanbul’un bugünkü durumu hiç iç açıcı değil. Ama en azından bundan sonrası için daha düzgün çalışmalara imza atılacağını umuyoruz.


Kısa Kısa


Terörün bıkkınlık verdiği bir ülkenin bireyleri olarak barışa ve huzura duyduğumuz özlemi her defasında dillendiriyoruz. Bu ülkenin insanları artık kan dökülmesine tahammül edemiyor. Terörü nihayete erdirmek üzere bugüne kadar çeşitli adımların atıldığını yine bu satırlarda dille getirmiştik. Çözüme yönelik katkı amacıyla kurulan Akil İnsanlar Komisyonu bu adımların en sonuncusu. Aralarında akademisyenler, gazeteciler ve sanatçıların bulunduğu 63 kişilik grup Türkiye’yi bölge bölge gezerek barış sürecinin önemini anlatıyorlar. Toplumsal problemlerin çözümünde diyaloğun ne kadar önemli olduğunu düşünürsek, bu projenin çözüme katkı sağlayacağını söyleyebiliriz. Ancak bu komisyonu nihaî çözümü gerçekleştirecek yegâne faktör olarak görmemek gerekiyor. Toplumsal krizleri sona erdirecek tek yol, toplumları birleştirici bir unsur bulmak. Bu unsur da hiç şüphe yok ki İslâm kardeşliği. Yinelemekte fayda var: Müslümanı kardeşimiz olarak görürsek hiçbir güç bu birlikteliği bölmeyi başaramayacak.

***

Demokrasilerin en büyük özelliklerinden biri de fikir özgürlüğü. Ancak özgürlüğümüz başkalarının özgürlük alanı sınırına kadar olmalı. Yani fikir özgürlüğü bize başkalarının kutsallarına saldırma hakkı vermez. Fazıl Say’ın sosyal medya üzerinden yaptığı ağır hakaretler birileri tarafından kıyasıya savunuluyor. İşin ilginç tarafı Fazıl Say’ı savunanlar başkalarının kutsallarına değil, kişiliklerine yönelik bile olsa yapılan en küçük eleştiriye tahammül edemiyorlar. Söz konusu İslâm olduğunda hakareti tabii görenler, en küçük kişisel eleştiriler için hukukî yollara başvurmaktan geri durmuyorlar. Fakat unuttukları bir şey var: Toplumun kutsal değerlerine olan duyarlılığı 30-40 yıl önceki gibi değil. Dinî değerlere kolay hakaret edilemiyor. Hukukî yaptırımlar buna müsaade etse de kamu vicdanı müsaade etmiyor.

***

İslâm sanatları Türkiye’de son yıllarda önemli ölçüde karşılık bulmaya başladı. Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan 1980’lere kadar göz ardı edilen hat, tezhip, nakış, ebru gibi klasik sanatlara gösterilen bu ilginin en önemli nedeni, onların ruhumuzun derinliklerine hitap ediyor olması, bize “biz”i hatırlatması. Ne kadar silinmeye çalışılsa da İslâm sanatları bu milletin yüreğinin derinliklerindeki güzide yerini muhafaza ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri kapsamında Ayasofya’da açılan hüsn-ü hat sergisini 400 binden fazla kişinin ziyaret etmesi bu tezimizi doğruluyor. Hiç kimse ilkokulda bize İslâm’ın sanatla olan münasebetinden bahsetmedi. Ama herhangi bir yerde gördüğümüz basit bir hat eserinin bile gönlümüze fısıldıyor oluşu, bu sanatların bize ait olduğunu söylüyordu içten içe. Bugünlerde onlarla kurduğumuz ünsiyetin meyvelerini ilerleyen günlerde dereceğiz inşAllah.

***

Modern hayat birçok kolaylığı beraberinde getirdiği gibi fark ettirmeden birçok şeyi de elimizden alıyor. Sağlık bunlardan bir tanesi. Sürekli tüketmeye alıştırdığımız bedenlerimiz, tükete tükete tedavisi henüz bulunmayan çeşitli hastalıklara düçar oluyor. “Midenizin üçte birini yemekle, üçte birini suyla doldurun. Üçte birini de boş bırakın.” nebevî uyarısını sanki hiç duymamışız gibi kıyasıya yiyoruz! Tıp tarihi profesörü Ayten Altıntaş, Osmanlılar’da adet haline gelen yemek yeme usulünü gündeme getirerek sağlıklı olmanın püf noktasını açıkladı. Günde iki öğün yemek yemek, karın çok acıkmadan sofraya oturmayıp, tam doymadan kalkmak… Aslında işin özü şu: Sünnet’e uygun bir hayat yaşamak. Yalnızca sağlık da değil, toplumsal, ekonomik, siyasal bütün sorunlarımızın temelinde Hz. Peygamber s.a.v.’in sünnetine uygun yaşamamak yer alıyor. Ne diyelim, inşAllah O’nun yolunu idrak edebilenlerden oluruz!