meryem
Wed 22 December 2010, 09:25 pm GMT +0200
C. Niyetin Masumiyeti
Niyetin masumiyeti ile ben, herhangi bir amelde, bu amel vasıtasıyle menfur gayelerin tam arkasına düşmekten sakınarak, çıkar gütmeyen İhlasın şerefli seviyesine yükselmediği, ancak kanunun kendisine hak verdiği meşru bir menfaatle kendini yönetmeye koyuvermekten ibaret olan orta bir tutumla yetindiği zaman, iradenin kazandığı niteliği kastediyorum. Bu başlık altında yer alabilen bütün durumlar, meşru şekilde doğru ve kurala uygundurlar. Fakat, en müsamahakâr Islâmî doktrinlere göre, on-larm değeri ahlaken sıfırdır, yani onlar ne övgüye ne kınanmaya lâyıktır ve sahipleri için ne mükâfaata, ne de cezaya neden olurlar. Hiç şüphesiz o, bir noksanlıktan meydana gelen tutumdur ve değerini artırmaya muktedir olmasına rağmen, borcunu ödemekle yetinen bir kimse için üzücü durumdur; fakat şimdiden kurtulmuş olmak da iyidir.Amellerin bu kategoriye girmesi için gerekli iki şartı vardır: Biri gayeyi ilgilendirmekte, diğeri vasıtayı ilgilendirmektedir.Gaye ile ilgili olan için, pek tabiîdir ki önce o gerçekten kanun tarafından izin verilmiş ve süje tarafından o sıfatla bilinmiş olmalıdır. Bu, (bilhassa üçüncüyle çelişik olan) ikinci kategorinin tarifi ve bizzat onun ifadesidir. Bundan başka, bu iznin şuurunun yalnız onunla beraber bulunmaması, aynı zamanda bu gayeye doğru iradenin hareketim şartlandırması gerekir. Eğilim ile kuralın bu uyuşmasında, kuralın kendini eğilimin tesirine tâbi kılması ve bu tâbiyetin serbestçe kabul edilmiş olması icâp eder. Burada gözümüzden kaçmak eğiliminde olan küçük bir fark vardır, fakat onun mutlak bir sıfat olarak insanın masumiyetinin suça dönüşmesini görmek korkusuyla amelden önce hesaba katılması zarurîdir. İşte, bu bakımdan Kur'ân-ı Kerim, aşırı zaruret sebebiyle bir yasağa herhangi biristisna koyduğu zaman, hakikatte bu hakkı kullanmak isteyen kimse için faydalanmasının az önce müsamaha edilmiş bulunan yasak şeye karşı belli bir eğilim tarafından belirlenmiş olmasından emin olma mükellefiyetine işaret ediyor[108].
Böyle bir durumda, asıl olan ile tabiî olanı nasıl ayırdedeceğiz?İşte, en azından, herkesin aşağı yukarı başarıyle yararlanabileceği bir usûl. Bu, kişinin yapacağı şey hususunda, kuralın böyle bir menfaati yasaklayıp yasaklamadığını kendi kendine sormak suretiyle sadece zihnen olsa bile, onun tecrübe şartlarmı değiştirmektedir. Elde edilen cevap, sıkı ödevlerimiz karşısında geçmişte davrandığımız ihtiyat derecesi üzerinde yeterince sahip olduğumuz tecrübeler nisbetinde gerçek saikımız üzerinde bilgi alma şansına sahip olacaktır. Eğer yasak durumlarda arzularımın kontrolünde ve zabtında belli bir düzenlilik elde edersem, böylece muhtemel olan miktar ile hükmedebilirim ki, müsâade durumunda, davranışıma hâkim olan ve menfaatlerime sınır koyan kanunun itibar ettiği de budur. Eğer ödev ile eğilim arasındaki mücadele durumlarında çoğu kez eğilimin üstünlüğünü ele geçirdiğini kabul ediyorsam, onların uzlaşmaları durumunda bende hâkim olan ve birinci gelenin yine tabiat olduğundan emin olabilirim. Kur'ân-ı Kerim, bencil menfaatlerin tatmin olunmasına veya olunmamasına göre, kimi kez kanuna boyun eğerek, kimi kez ondan ayrılarak kanun karşısında çoğu kez görünüm değiştiren bu kararsız tutumu, yeterince tasvir etmiş ve açıkça onu kınamıştır[109] Hayır, arzularımıza göre, Ödevin gücü, hiçbir şarta bağlı olmamaktır. îster istemez, bu arzularımızın yapacağı şey ona uymaktır. Allah'ın ve O'nun Peygamber'inin çeşitli emirleri karşısında mü'minlerin değişmez parolası şudur: "İşittik ve itaat ettik[110].
Ancak takip etmek zorunda olan şeye ayak uydurarak bu silsilei m râtiple ilgili münasebete saygı göstermek veya onun düzenini bozmak, işte tatmini sadece normal ve böylece caiz olan aydınlanmış temayül ve ona karşı Kur'ân-ı Kerim'in bizi sürekli uyardığı körü körüne eğilimin^ birbirinden onun vasıtasıyla ayrıldığı özellik Fakat hedefin bizatihi mubah kabul edilen birşey gibi tasarlanması yetmez; bununla beraber amelin ve bu ikinci şarttır bu gayeye ulaşmak için onu ahlaken vasıta gibi kullanabilmeyi amaçlayan nitelikte olması gerekir. Burada gayelilik fikri, bütün karmaşıklığı[111] ile araya girecektir. Şu veya bu eyleme ait hedeflerimiz, yalnız bizatihi değil, aynı zamanda bu eylemlerde onların uygunlukları veya ihtilâfları sebebiyle kanunun hedefleriyle de takdir edilmiş olacaklardır. Meselâ, insan için büyük sarsıntılara uğramaksızın yaşamak ve hemcinsleri arasmda sağlam dostluklar kurma endişelerinden daha tabiî olanları var mıdır? Fakat insan, bu gayelere ulaşmak için çok tabiî ve ayrplanamaz bir yola sahiptir. Maddî olarak yaşamak için, onun yapacağı şey üretimde, mübadelede veya namuslu ve verimli herhangi başka bir işte gayretlerini harcamaktır. Arkadaşlarının kalbini kazanmak için, onun, onlara karşı mümkün olduğu kadar, en nazik, en az isteyen ve en hoşgörülü tarzda davranması yeterlidir. Her ne olursa olsun, bu, insanların takdirinden sonra çok istemek veya onların yardımını umma hakkına sahip olunan ihsan jestleri veya ibâdet eylemleri yoluyla değildir. Ödevin saf kudsi-yetinden başka bir hedefe sahip olmaması gereken amelleri, insanın böyle dünyevi gayeler için kullanması, işte günahkâr ve saygısız niyet budur.Fakat bir kimsenin insanlardan bazı yararlar elde etmek niyetiyle fazileti icra etmesi bir suç olursa, aynı şekilde Allah'tan bir sevap ümidi ile veya onun cezasından korkmak suretiyle onu ifâ etmesi suç sayılır mı? Bu, müslüman ahlâkçılar arasında çok büyük polemiklerden birine sebebiyet veren meseledir.Ahlâkta şiddet taraftarı olan mutaassıpların esas delili bilinmektedir. O, çok basittir ve doğrudan Kur'ân'dan çıkarılmıştır. İnsan, yalnız Allah'a itaat etmek ve halisane niyetle O'na yönelmek için yaratılmıştır. Bakışını, amellerinin hoşa giden veya gitmeyen neticeleri üzerinde toplamakta sakınca görmemek, gayelilik düzenini alt-üst etmek olacaktır; çünkü o zaman ödev, basit bir vasıta durumuna dönüşecek ve menfaat, son gaye ve ibadetin gerçek mevzuu olacaktır.işin içinden sıyrılmak için, onların hasımlarına ince bir isbat gayreti gerekmişti. Gerçekten bu hasımlar, bir taraftan yaratılış yoluyla hedef alınan çift yönlü bir gayeyi tesis etmeye ve diğer taraftan esas gayeye zarar vermeksizin, ikinci derecedeki gayelere ait uygunluğun gerçekli bilmesinin doğru olduğunu söylemeye çalıştılar.Onlar bunu şöyle yorumlarlar: Gerçek şu ki, yükümlü zat olarak insanın vazifesini noktası noktasına ifâ etmekten başka rolü yoktur. Yalnız herhangi bir kimse Ödevini terk etmeye yönelirse, çeşitli cezalarla ona zorunlu olarak götürülmüş olmaz; aynı zamanda kudsî bir ibadet olarak ona boyun eğen kimsenin de bu sıfatla ne insanlardan, ne de Allah'tan en küçük birşeyi hak olarak istemeye hiçbir hakkı olmayacaktır. İnsanlar katından olana gelince, biraz önce gördük ve İslâm Hukuku'nun âlimlere ve hâkimlere, insanlardan en ufak birşey almalarını dahi yasakladığını biliyoruz. Allah katından olan ise: Hz. Peygamber'in buyurduğu üzere, "Hiçbir kişiyi onun güzel işi ve ibadeti cennete koyamaz"[112]Gerçekten insan, ihsanın ve ilâhî adaletin mevzuu olarak amellerinin meyvelerini toplamaya çağrılır. İnsan, ondan istemeye geldiği zaman, onun alacaklı olduğunu söylemiyorum, fakat ona vâdediltniş olan şey, öyleyse o, kanun koyucu Allah'mkine değilse bile, mükâfaatlandıncı Allah'ın meşiyetine uymaktan başka birşey yapmakta mıdır?Bundan başka, hatta yasa koyma bakımından, hiçbir kimsenin inkâr edemeyeceği iki gerçeği zikredelim. Birincisi, şu ikiz kardeş olan: Korku ve ümit, dine göre, bizâtihî kastedilmeye lâyık iki üstün niteliktir. Bunlar iman ve takvanın yükselmesi için gerekli iki kanat gibidir. Nitekim kalbin katılığı ve duygusuzluğu, herkes tarafından imansız ruhlara ait bir hastalık gibi addedilmiştir. Kur'ân, bütün mukaddes kitaplar gibi, bu bakımdan dolup taşmaktadır. İkinci gerçek, bu aynı dinî duyguların uygun fiiller için meşru bir şekilde hareket ettirici sebep olarak hizmette bulunabilmeleridir. Hiç kimse mü'minin hissettiği veya korktuğu ızdıraplarm onda normal olarak mistik bir tutumu belirlediğine itiraz etmiyor. Bu sû-fiyâne tutum içerisinde o, Allah'ın yardımını isteyerek ve O'nun ihsanını rica ve niyaz ederek kendini O'na teslim eder. Kur'ân, kesinlikle bizi buna çağırıyor[113] ve Sünnet de bize, ne zaman Peygamber kendini bir felâketle tazyik altında hissederse, onun namaza başvurduğunu öğretiyor[114] Eğer bu iki nokta uzlaştırılırsa onlar, aşırı derece olan alanın belli bir tahdidini meydana getirirler Karşılık olarak, söz konusu olan duyguların rolünü sınırlayarak mukabil olan mühim bir noktayı ona bırakacaktır. Her ne kadar onların zâtı değerleri kabul edilse ve elverişli yollarla acıların geçip gidişinin ve saadetin araştırılmasının çok meşru eğilimlerden ileri geldiği söylense de, onlar vicdanda bir ödevin ilk hareket ettirici rolünü oynadıkları zaman, müşterek doktrin onlara ahlâkî bir değer vermeye kadar gidemez; çünkü bu, Kur'ân'da hiçbir şeyin temize çıkarmadığı birşeyi göstermek olacaktır.Burada üzerinde fazla ısrar edilmeyecek olan ve ihmâlinin Kur'ânî tâlimde çok farklı iki kavram arasında birçok zihinlere üzücü bir karışıklığı atmış bulunan bir nokta vardır: Ahlâkî failin tutumu olan niyet ve kanun koyucusunun tepkisi olan müeyyide. Kur'ân-ı Kerim bir taraftan Ödevleri, diğer taraftan da onların mükâfaatına ilişkin neticeleri tesbit etmiştir. Fazilet şereflendirilmiş ve mükâfaatlandirilmiş, kötülük rezil edilmiş ve cezalandırılmış olsun, bunda adaletten başka ne vardır? Fakat onların mukadderatını amellerimize tahsis etmek başka şey, iradeye ilhamda bulunan bir prensibi iradeye teklif etmek başka şeydir. Kur'ân-ı Ke-rim'in birçok yerde açıkça belirttiği gibi bu prensip tamamen başkadır, çünkü o, en saf idealdir. Korku veya ümitle ödevini edâ eden ve âhiret açısından itaat eden iradesinin hareket ettirici üstün bir gücünü meydana getiren insan, yalnız böylece gayelilikle ilgili farklı iki nevi, yani varlığa ait gaye (semere) ile ahlâkî gayeyi (hedef) karıştırmaz ve bir tutmaz, aynı zamanda o, vadedilen mukadderatın öze ait bir şartım unutur; çünkü Kur'ân-ı Kerim bu mutlu hayata ulaşmak için, takip edilecek bir yol çizmiş ve yapılacak bir gidiş tesbit etmiştir[115] Cennet, ancak temiz ve Allah'a yönelmiş kalplere vadedilmiştir[116].Fakat, böylece yaklaştırılmış olan karşıt tezler, birbirine karışacak noktaya varmaz mı? Tamamen değil, maamâfih. ihtilaflı nokta, halen uz-laştırılmamış olarak kalmaktadır.Uzlaşmaz teori daima bulanık ve kirli bulunduğuna göre, bunların hepsi de, Kur'ânî formül tarafından tarif edilen şu saflığa sahip değildir: "Siz yalnız Allah rızası için lwrc edersiniz"[117], müsamahalı doktrin, Övgünün ve sevabın konusu olan bu mutlak temizlik ile, naslarda öylesine reddedilmiş ve kötülenmiş olan apaçık kirlilik arasında, Kur'ân'ın hiçbir zaman sarahatle ne lehte ne de aleyhte zikretmediği şu nisbî orta temizliğin bulunduğuna itibar ve hürmet eder: Bu, övülmeye de kınanmaya da müstehak olmayan anlamına gelir ki, o sadece mubahtır.Âdeta teşcî edilmiş değilse bile, yalnız mükâfaatlarm müjdesiyle / Kur'ân'm bu faydalı tutumu, daha önceden müsaade ettiğini söylemek dahi mümkün olacaktır. Elbette o, hiçbir zaman, ödevlerinizi ahiret sa- f-adetinizi düşünerek edâ edin, diye söylemedi; fakat onları Allah için edâ ,\ edin, bu niyetle edâ edecek olduğunuzda, mesut olacaksınız, dedi. Bu- -j nunla beraber, bu küçük fark hatta bazı filozofların gözünden kaçabil mekte ise de, biz, onun umum mü'minler tarafından kavranılmasına güçlükle hükmedebiliriz. Vasat insan, iyi kişiler için olan bu güzel va'idlerin (ve kötü kişiler için olan korkunç uyarıların) imajını daima muhafaza edecektir. Yaratılıştan zayıf, duygulu ve imanlı farz edilen insan, tabiî şevki ile ödev şuurunun yanında ümitler beslemeye (ve korkular duymaya) itilmiş olacaktır. Halbuki ödev şuuru ile kurtuluş ihtiyacı beraber bu-lundu mu, vicdanda durmadan birbiriyle yan yana gidecek, tabiat oyu nunu oynadığı zaman, yeryüzünde hiçbir kuvvet, bu daimî ittisalin eser lerine engel olamıyacaktır. Âdil bir kanun, kalblere onun tohumunu koy- '.. duktan sonra, bir meyveyi nasıl mahrum edebilir Fakat bu hususu aklî olarak mülâhaza edelim.Ceza korkusuyla amel etmek, işte ahlâkî değere sahip bir prensip olmaktan uzak olan birşeydir, dersiniz.
Bu görüşü kabul etmekte biz birinciyiz. Fakat bu durumda hareket ettirici bir güç, aşağılıkta, hile, gösteriş, boş şeyler ile övünme ile aynı mıdır? Allah korkusu duygusunu, insanların korkusu kadar aşağı seviyeye koymamız mümkün müdür? Onların arasında en azından insanlardan korkmanın bize iki yüzlülük ve korkaklığı ilham ettiği, bu korkunun,:mevzuu bize ulaşacak durumda olmadığı zaman, bizi kanunu ihlâl etmeye sürüklediği şeklindeki bu farkı kabul etmemiz gerekmez mi Ahiret saadeti ile ilgili ümide gelince; bu da ücret mukabili yapılan iştir diyeceksiniz Evet, bizatihi sevgili olmayan herşeyi nazar-ı itibâra almayan saf sevgiye kıyasla, hiç şüphe yok öyle. Bununla beraber sadece bu pazarlığı)kabul etme ve böylece ferdî alan üzerinde şüpheli, uzak, o kadar uzak ki;'ona dokunmadan Önce ölmeyi ve hayata tekrar dönmeyi gerektiren belirsiz saadet için, peşin ödenmesi gereken, kesin elle tutulur bir maldan vazgeçme vakıası bile, şimdiden halihazıra ve şu ana bağlı hayvanı içgüdünün üstüne yükselmek, sabır, nefse hakimiyet, aklî kapasite, kısacası bir çeşit idealizm olan üstün nitelikleri isbat etmek değil midir?Vurguncunun ihtiyatıdır, denilecektir.Fakat ne tuhaf vurgunculuk! İman müdâhale etmeksizin, hiçbir ih-timâliyet hesabının haklı çıkaramayacağı bir spekülasyon. Oysa, bize göre ne duyularımız tarafından idrak edilebilen, ne de kendi başına akıl tarafından isbat edilebilen değilse, bu iman ya nedir? Şu halde eğer hesap varsa o, bütün spekülatörlerinkinden daha asil ve çok daha az menfaatli bir hesaptır; çünkü pratik sağduyu için, onun tehlikeleri, kurtuluşu ihtimalinden daha çoktur; bununla beraber, insan ona muvafakat eder ve yalnız güven fazileti ile üstün fedâkârlığa kadar razı olur.Yine gaye ile vasıta arasındaki münasebetin bu alt-üst olmasından ileri gelen ahlâkî mahzur ileri sürülerek ısrar edilecektir.Burada meseleyi iyi tesbit etmeliyiz. Bu ters çevirmenin ölçüsü nedir? Gördüğümüz gibi bu, ödevin aleyhine menfaat için verilen bağımsızlıktır. Şu halde bir mü'mine, bunun herhangi bir vakitte onun hali olup olmadığını soralım. Veya daha çok kendisine aşağıdaki sorular sorulsun: Olacak şey değil ya, eğer uygulamaya konulmuş kanun, benim için hiçbir mükâ-faata sahip değilse, o zaman ondan herhangi bir ücreti hak olarak istemeyi düşünecek miyim? Eğer ödevin ihlâli hiçbir cezayı gerektirmiyorsa, bu takdirde ona daha az mı itaat etmek zorunda olacağım? Eğer herhangi bir sebepten dolayı, bütün günahlarımın bağışlanmış olacağına güvenirsem, bu bana göre onu irtikâp etmek için bir fırsat olacak mıdır? Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Ben şükreden bir kul olmıyayım ım?"[118].Şairin şu düşüncesini dinleyin:"Ölülerin yeniden dirilmesi konusunda hiç haber gelmediğini ve Cehennem ateşinin hiç yanmamış olduğunu farz edin. Nimet veren (Allah) hakkında nimetin şükranını göstermek, insan için bir ödev ve bir borç değil midir?Böylece gerçek bir mü'minin saadetine bağladığı ehemmiyet, ancak fer'î, ikinci derecede bir menfaati ve gerekirse kendisi için en zatî hedef olan Allah rızasını tehlikeye sokacak olsa, onsuz edebileceği bir ziyadeli-ği temsil etmektedir. Aynı anda saf ideali ve mücerred yaratılışın zayıflığını gören bu hakîmâne ve asil tutuma dair bu durumun en mükemmel tablosunu Hz. Peygamber'in güzel bir duasında bulmaktayız. O, değeri bilinmemiş ve işkencelere uğramış olduğu halde Rabbine şöyle nida etmiştir: "Ey Allah'ım kuvvet ve kudretimin en zayıf haliyle, sahip olduğum en küçük vasıtalarla ve insanların gözünde ifade ettiğim en hafif halimle Senin ululuğuna yakınıyorum. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Sen beni kimlerin eline bırakıyorsun! Beni kötü karşılayan düşmana mı?! Yoksa emrimi temlik edeceğin kimsenin yanına mı?! Üzerime çöken bu musibet ve eziyet, eğer Senin bana gazabından gelmiyorsa, ben buna aldırış etmem. Ancak Senden gelecek iyilik benim için daha hoştur"'[119]Gelecekteki saadete ait emelin, mü'minde bağımsız bir hareket ettirici sebep oluşturabilip oluşturamamasmı ve yalnız ona iradesini belirlemeye yeterli olabilip olamamasını bilmek için, daha derine gidelim ve bu emelin derecesi ve önemi konusunda kendi kendimizi yoklayalım. Ebedî saadete lâyık olmak için, vaadlerini Kur'ân'ın formüle ettiği şekilde iki şart gerekli olacaktır: Ölünceye kadar, bilhassa hayatın sonunda, gerekli olan kalp temizliği ve devamlı imandır. En itaatli olmuş olsa bile, bu iki şartı kesinlikle yerine getirdiğini iddia eden bu insan kimdir? Şu halde mü'minin bu endişeli nefsini hareket ettirmek için tasavvur edilebilen en muazzam mükâfaat, yeter güce sahip olacak mıdır?[120]Fakat karşı duygunun tesiri daha az itiraz edilebilir değildir. Ne kadar müthiş olabilirse olsun, diğer hayatta vuku bulmuş olan cezanın manzarası, şerrin mevcut iğvasmı yenmek ve iradeyi ondan çevirmek için gerçekten yeterli midir? İlâhî rahmetin vüsatinin, bu tehdidin karşısma konması ölçüsünde ondan şüphelenmek hakkı mevcuttur. Oysa, nonnal olarak, bu iki fikirden hiçbiri, mü'minlerin vicdanlarında tek başına hâkim olamaz. Bu, faziletli nefislerin Kur'ânî tasvirinde dikkate değer bir vakıadır. Gerçekte bu tasvir, onları bize, aynı anda birbirine zıt iki durumda müteessir olarak takdim etmektedir: Korku ve ümit[121]Sonuçlar ne olursa olsun, ödevin emirlerine serbestçe boyun eğmiş mütevekkil iradenin duygusal bir dilinde, belirsiz, anlatılamaz bir ön duygu ve bir tercüme olmadığı halde, birbirine zıt ve karşılıklı olarak birbirini etkisiz hale getiren bu iki unsurun karışımından, veya şöyle denilebilir, bu iki yarım duygudan hangi neticeyi hasıl edebiliriz? "Gerekeni yap, ne olursa olsun, sonu nereye varırsa varsın!" Aslında mü'minin kalbini sarsan bu kararsızlığın sürüklediği tutum budur.Bu yeni doğmuş çocuğa ne pahasına olursa olsun, bir isim vermek istersek, ona şöyle bir isim vermekten daha iyisini bulmuyoruz: iki şiddetli teessür arasında yerleşmiş, hürmet duygusuna en yakın akraba olan itidalli hal, haya duygusu. Bu duygu şöyle tarif edilebilir: "Kişinin kirlenmemek, nefsi önünde ve Allah huzurunda yüzü kızarmamak kaygısı ile serden uzaklaşmasıdır." Oysa, mutlu bir tesadüfle biz, Hz. Peygamber'de, aynı bu kavramın İslâm ahlâkının mümeyyiz vasfı olarak verildiğini buluyoruz[122]Yahudi ahlâkı ile hıristiyan ahlâkından her birine şöyle ad koyma adettir: Korku Dini ve sevgi Dini. Fakat bildiğimiz kadarıyla hiçbir müellif, şu ana kadar, bu fikirler düzeni içinde, İslâm ahlâkının en hâkim unsurunu çıkarmaya çalışmadı, işte biz daha şimdiden bu ahlâkın bizzat kurucusu tarafından söylediği hadisi verdik. Bir kez daha bu çalışmanın merkezî fikrini açıklayan şey budur; yani îslâmî doktrinin onları tam orta yola doğru yönelterek, ahlâkî hayat için gerekli çeşitli prensipleri ahenkli bir sentez içinde birleştirmesidir.
Biz konumuza dönelim ve mü'minde net bir korku veya ümit duygusunun vaadedilen kurtuluşun vuku' bulması yoluyla faydacı bir itaati belirleyebildiğini farz edelim. Şu halde biz, onun vasıtasıyle iradenin bu eg-siztansiyel gayeden iradî bir gaye, yani amelin bir saiki yaptığı fiilin, şüphesiz kanun koyucusunun nokta-i nazarı ile süjeninki arasında yeni bir ilişki veya belli bir mesafe yarattığını söyleyeceğiz. Yalnız bu mesafe, zayıf nefislerde aşağı yukarı kaçınılmaz olarak, ahlâkî bir suçu değil, fakat onu her müsbet değerden tamamen mahrum kılarak, âdil bir kanunun müsamaha etmesi gereken belli bir bayağılığı meydana getirir.Biz, Gazâlî'nin, kelimenin en yüce anlamında iyi niyeti nasıl tarif ettiğini gördük[123]. Ondan sonra ceza korkusuyla veya sevap cazibesiyle itaat etmeye sevk edilen kimselerden söz ederek müellif şunu ilave ediyor: "Hakikat olan, kişinin ameli ile, yalnız Allah rızasını istemesidir. Bu da sıddıkların ihlâsıdrr ki, mutlak olan ihlâs da odur. Cennet ümidiyle ve Cehennem korkusuyla amel eden kimse de muhlistir. Fakat bu ihlas mutlak olmayıp, dünyevî arzularına göre bir ihlastır. Yoksa bu kimse de, şehvetleri ardından gitmektedir. Akıl sahipleri için istenmesi gereken sırf Allah rızasıdır."[124] Gelecek saadetin aranışı yalnızca, meşru fakat bayağı olarak nitelendirdiğimiz sübjektif gayelerin ardından koşma olan daha umumî bir kavramın Özel bir durumudur. Bu vasatî takdirin, iradenin kanundan bağımsız olarak istenen mevzuya kapılmamış, fakat şu veya bu amelle bu mevzuun arkasından giderek kanunun muvafakatma, en azından zımnî olarak dayanması gerektiği şartının bulunduğunu söylüyorduk.Biz, buraya biraz örtülü ve yetersiz derecede serbest bırakılmış kalan başka bir şartı da ilave edelim. Bu vasatî adlandırmaya lâyık olmak için ahlâkî kanunun bu menfaatçi irade üzerinde yaptığı tesiri, aynı şekilde yalnızca hasredici ve tahdit edici düzende olmalıdır; fakat onu amele teşvik etmek için ona hiçbir elverişli sebep sunmaz; çünkü aksi takdirde, irade yeniden itibara kavuşmuş ve niyete ahlâkî yönden iyi olarak bakılmış bulunulacaktır. Gerçekten irade, istenilen konunun ancak mubah olan karakterini tuttuğu sürece, eğer o, kanun dışında eğilim veya alışkanlık gibi herhangi birşeyle sevk edilmemiş ise, (faraziye ile aynı şekilde mubah olan) ters yönüne doğru gitmekten çok, bu istenilen konuya doğru nasıl yönelebilir? Kural tarafından sınırlandırılmış da olsa, bir arzu, daima bir arzudur. Bunun için, yalnız mubah olmak sıfatiyle, şimdi veya gelecek bu şahsî menfaatin ardından koşmayı basit ve bayağı sayıyoruz.Eğer irade, kanunun bu zahiri ilgisizliğinin altında ameli, ahlâkî bakımdan çekimserliğe tercih edebilir kılan müsbet sebepleri keşfederek bu mevzu-yu yalnız bir arzuyu tatmin edici olarak değil, aynı zamanda bu tatminin, kanunun onu davet edeceği ahlâkî bir hayır için fırsat olması itibariyle takip ederse, durum aynı olmayacaktır.işte size Peygamber'in sünnetinden alman bazı misâller :
[108] el-Mâide 5/3.
[109] en-Nûr 24/48-50.
[110] en-Nûr 24/51.
[111] Biz onun iki bakımdan karmaşık olduğunu göreceğiz; çünkü aynı eylemde, esasları olduğu gibi, tabileri de, kanun koyucusunun gayelerini ve süjenin ga-yelerini mülâhaza etmek gerekir.
[112] Krş. Buhârî, Kitâbü'l-Marza, Bab 19,
[113] el-Bakara 2/153. el-A'râf 7/56.
[114] Krş. Ahmed, Müsneâ, c. V, s. 388.
[115] el-tsrâ 17/19.
[116] eş-Şuârâ 26/89.
[117] el-3akara 2/272.
[118] Krş. Buhârî, Kitâbü't-Teheccüd, Bab 6.
[119] Taberânî, Suyûtî, el-Câmi'u's-Sağîr'inde zikretmiştir.
[120] el-Mü'minûn 23/60; el-Ahkâf 46/9.
[121] Bak, meselâ: el-A'râf 7/55-56; eUsrâ 17/57; ez-Zümer 39/9.
[122] Krş. Mâlik, Muvatta'. Kitâb-ı Cami', B.ll: İbn Mâce Kitâbü'z-Zühd, Bab 17.
[123] Bak. daha yukarda, s. 265.
[124] Gazâlî, thyâ', C IV, s. 326.