- Medinelilerin islâmı kabul etmeleri ve akabe biatları

Adsense kodları


Medinelilerin islâmı kabul etmeleri ve akabe biatları

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Hadice
Sat 15 January 2011, 08:57 am GMT +0200
Medinelilerin İslâm’ı Kabul Etmeleri ve Akabe Biatları


274. Yabancı ziyaretçiler üzerinde Muhammed (AS)’ın çaba ve gayretleri öylesine yoğunlaştı ki, Mekkeli müşrikler bu durumdan büyük kaygı duymaya başladılar. Mekke’deki yıllık Hac mevsimi özel bir önem taşımaktaydı. Mekkeli müşrikler, özellikle de zalim ve acımasız Ebû Leheb, İslam aleyhine pek zararlı önyargılarını yayma konusunda büyük bir çaba içerisine girmişlerdi. Samhûdî’nin dayandığı ve Hicret’ten 5 ila 6 yıl öncesine ait kaynaklarına göre (2. bs, s. 221-222), Resulullah (AS), İslam öncesinde icra olunan bir hac mevsimi sırasında, hasımları Hazreçlilere karşı bir ittifak anlaşması imkanı olup olmadığını araştırmak üzere gelmiş olan, Evs kabilesine mensup birkaç Medineliyle buluşmuştu. Bundan kısa bir süre sonra Evslilerin Hazreçlileri yendiği Bu’âs savaşı vuku buldu. Öyle görünüyor ki bu olay, yukarıda sözü edilen ve Resulullah (AS)’ın Mekkelilerin boykotuna maruz kaldığı döneme rastlamaktadır. Tarihçiler275 bize, boykot hareketinin kaldırılmasını ve Ta’if yolculuğunu izleyen yılda, Muhammed (AS)’ın, Mekke’nin banliyösü durumundaki Mina’da onbeş kadar yabancı hacı ile buluştuğunu naklederler. İbn Hişâm’ın gayet açık bir biçimde ifade ettiğine göre,276 Resulullah (AS) o sırada yabancı bölgelere gidebilmek üzere emân (himâye) anlaşmaları yapmaya çalışıyordu. Bu girişimlerin esas konusu şu idi: “Beni himaye ediniz ve dediklerimi izleyiniz, bakarsınız çok yakında komşu İran ve Bizans imparatorluklarının sahibi sizler olmuşsunuz!”; Onun böyle söylemesinin bir nedeni vardı. Zira, ilahi tebliğ görevinin ilk yıllarından itibaren, çoğu olayın bize tanıklık ettiği gibi, bu inanç ve kanaatteydi.277

275. Bu onbeş kabile temsilcisi nezdinde kimi zaman sert ve kaba, bazen kibar, kaçamaklı, alaycı ama hepsinde de olumsuz sonuçlar veren çok değişik görüşmeler yaptı. Art arda aldığı başarısız sonuçlara rağmen büyük bir sebatla çabalarını sürdürdü. Nihayet onaltıncı girişim, Medineli bir grupla Akabe’de buluşmasını sağladı. (Burası, Mekke’den Mina’ya giderken solda, Mina’daki düzlüğe çıkan vadinin önüne bir taş atımı mesafede bir yer olup, başlangıçta özel bir adı olmadığı için, eski müelliflerin İnde’l-Akabe -dağ arası- dedikleri bir yerdi). Resulullah (AS) onları İslam’a davet etti ve bu kez eli boş çıkmadı. Zira Medineliler, kısa bir görüş alışverişinden sonra yeni inancı, yani İslam’ı kabul ettiler.278 Burada tek bir kişinin değil, bir grup insanın İslam’a geçişi söz konusudur. Acaba bu Medineli insanlar niçin Arabistan’daki diğer çağdaşlarından farklı davranmışlardı?

276. Medine şehrinde (39º 44’-24º 33’), Arapların hemen yanı başında, önemli sayıda bir Yahudi topluluğu da oturmaktaydı. Medine nüfusunu oluşturan her iki zümre de kendi içlerinde parçalanmış durumdaydılar; öte yandan, Arapların bir kısmı, kendilerine rakip durumdaki başka Arap ve Yahudi zümrelere karşı birbirlerini savunmak üzere, Yahudilerin bir kısmı ile ittifak yapmıştı. Samhûdî’ye göre (1, 215) 120 yıl boyunca süregelen bu iç savaşlar her iki zümreyi de yıpratmış, hatta Bu’âs’daki savaş meydanından henüz yenik olarak çıkmış olan Arapların temsilcileri Mekkelilerle karşılıklı bir yardım anlaşması yapmak üzere Mekke’ye gelmişlerdi.279 Aslında İslam’ı yeni kabul etmiş olan bu altı Medineli, eskiden beri hep galip geldiği halde son savaşta yenik düşen Hazreç kabilesine mensup idi. Burada, Resulullah (AS)’ın ana tarafından dedelerinin Hazreçlilerle akraba olduklarını ve Mekkeli ve Medineli bu iki kabile arasında sürekli yakın bir ilişki bulunduğunu hatırlatalım. Medineli bir süvari birliğinin Abdu’l-Muttalib’in yardımına gelmesi, Resulullah (AS)’ın babası vefat ettiğinde bu kabilenin topraklarına defnedilmesi, henüz çocuk yaştaki Muhammed’in annesi ile birlikte bu Medineli akrabalara ziyarete gelmiş olması, ve nihayet, Resulullah (AS)’ın amcası Abbas’ın ticari ilişkiler çerçevesinde onları sık sık Medine’de ziyaret etmesi gibi hususlar, bu olumlu ilişkilerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.280 Öte yandan, Medineliler, Yahudilerle olan komşulukları ve onlarla müttefik olmaları dolayısıyla, peygamberlikle ilgili birçok kavrama diğer Araplardan daha çok vakıftılar. Hatta aralarından bazıları Yahudilik dinini benimsemişti. Arap tarihçilerinden öğrendiğimize göre,281 Medineli putperestler, peygamberlikle ilgili konulardaki bilgisizlikleri yüzünden genellikle Yahudilerce hor görülüp küçümsenir ve bu konudaki tartışmalar her zaman, beklenen Resul ortaya çıkar çıkmaz Yahudilerin kendisine tabi olacakları ve putperestlerin üzerine atılacaklarını iddia ve itiraf etmeleriyle sonuçlanırdı. Yahudilerin bu iddiasının müşrikler üzerindeki psikolojik etkisi kuşkusuz çok önemliydi. Müminlerin Annesi Ayşe (RA), çok kanlı geçen Bu’âs savaşında ileri gelen müşrik kabile reislerinden hemen tamamının bu savaşta öldürülmesinin bir bakıma İslam’ın işini kolaylaştırdığı; çünkü bu kişiler hayatta kaldıkları takdirde, gururlarından dolayı sadece İslam’ı reddetmekle kalmayıp, yabancı bir Mekkeli tarafından yapılan dinî tebligat faaliyetine de engel olabilecekleri gözleminde bulunurken hiç de haksız görünmemektedir. (Bk. Buharî, 63/1, İbn Hanbel, VI, 61).

277. Yukarıda belirttiğimiz hususların da yardımıyla, özellikle saf ve duru bir gönüle sahip olan bu altı Medineli, Resulullah’ın ilahi davetine koştular ve böylece Yahudilere karşı bir öncelik elde etmek istediler. İbn Hişâm’ın verdiği bilgiye göre,282 Resulullah (AS), Hazreçlilerin rakibi olan Evs kabilesinden diğer Medinelilere de hitap etmiş, ancak aynı başarıyı onlar üzerinde sağlayamamıştır. Her ne olursa olsun, bu altı yeni Müslüman hiç gecikmeden kendi yurtlarına dönerek “Beklenen Resul”ün getirdiği inanç sistemini yaydılar ve kuşkusuz bütün şehir bu haberle çalkalanmaya başladı. Her ne kadar yeni girmiş oldukları dine ait bilgileri yüzeysel olsa da, başkalarını bu dine kazandırma çabaları çok geçmeden meyvesini verdi. Kureyşliler ise, kendileriyle bir askeri ittifak girişiminde bulunmak isteyen Evslileri düş kırıklığına uğrattılar (Daha ayrıntılı bilgi için bk. Samhûdî, Vefâ’ul-Vefâ, Beyrut 1955, I, 215-216). Dolayısıyla, Medine’deki yeni ihtida (din değiştirme) hareketlerinin Evslileri de etkilemesi bizi şaşırtmamalıdır. Gerçekten, bir yıl sonra, Hac mevsiminde, onu Hazreçli ve ikisi Evsli Müslümanlardan oluşan bir heyet, aynı Akabe denilen yerde Resulullah (AS)’le buluştu ve O’na bizzat kendi ağızlarıyla bağlılık yemininde (biat) bulundu: İlk buluşmadaki altı Müslüman’ın Resulullah (AS)’a şöyle dediğini hatırlatalım:

        “Halkımız dahilî çekişme ve kavgalar yüzünden paramparça olmuş durumdalar; Muhtemeldir ki Allah, senin aracılığınla bizi bu durumdan çekip kurtaracaktır. Hepimiz bu uğurda çalışacak ve halkımızı senin bizi davet ettiğin ve bizim de kabul etmiş olduğumuz şeye davet edeceğiz.”283

        Evsliler de, “Beklenen Resul”e kendilerini ispat konusunda hiçbir zaman Hazreçlilerden aşağı kalmamışlardır. Ancak insanî zaafların da göz önünde bulundurulması gerekiyordu. İbn Hişâm’ın naklettiğine göre,284 ikinci Akabe Biatı’nın hemen ardından, Medineli Müslümanlar cemaatle namaz kılmak istediklerinde, Evslilerin Hazreçlilerin, Hazreçliler de Evslilerin imamlığını kabul etmemişlerdi. Ancak iki kabile, tamamen kendi istek ve arzularıyla, Resulullah (AS)’ın onlara öğretici (muallim) olarak gönderdiği Mekkeli birinin cemaat namazlarında başlarına geçmesine razı oldular. Ancak aradan biraz zaman geçince, durum daha parlak olmamıştır: Hazreçliler ve Evsliler birbirlerinin köylerine gitmeye cesaret edemiyorlardı. Resulullah (AS) Kuba’ya vardığında kendisini misafir edenler Evs kabilesinden Amr ibn Avf oğulları olmuştu. Orada Resulullah (AS):

        “(Hazreçlilerden) Es’ad ibn Zurare nerede?”

        diye sorunca:

        “O, Bu’âs savaşında kabilemizden birini öldürmüştü. Şimdi buraya gelmeye cesareti yok.”

        cevabını verdiler. Ama bir süre sonra, o da gecenin ilerleyen vaktinde, yüzünü bir örtüyle kapatarak çıka geldi. Resulullah (AS)’ın bu duruma hayret etmesi üzerine bu zat şu açıklamada bulundu:

        “Sen bir yerde bulunursun da, ben seni selamlamak için hayatım pahasına nasıl kalkıp gelmem?”

        Adam geceyi Resulullah (AS)’ın yanında geçirdi ve ertesi gün Muhammed (AS), Evs’in ileri gelenlerine, bu zata eman (sığınma hakkı) verilmesi talimatında bulundu. İçlerinden Sa’d bin Hayseme adlı birinin Es’ad’ın evine gitmesi ve onu elinden tutarak Resulullah (AS)’ın huzuruna getirmesi için uzun uzadıya ısrar etmek gerekmişti. Bu beklenmedik manzarayla karşılaşan Evsli Müslümanlar, hep bir ağızdan:

        “Her birimiz ayrı ayrı ona eman veriyoruz ey Resulullah!”

        diye haykırdılar. O günden itibaren Es’ad, sabah ve akşam vakitlerinde gayet rahat bir biçimde gelip Resulullah (AS)’ı görebilmeye başlamıştı (Bk. Samhûdî, I, 249-250). Ancak bu konuda Resulullah (AS)’ın gösterdiği çaba ve gayret hiç de kolay olmamıştır.

278. Akabe’de bu oniki Medinelinin ettikleri yeminin metni elimizdedir. Şöyle ki:

        “Gerek rahat ve huzurlu iken gerekse sıkıntılı anlarımızda, gerek sevinçli gerekse üzüntülü durumlarımızda Seni dinleyip itaat edeceğiz! Seni kendi nefislerimize tercih edeceğiz. Emretme yetkisini elinde bulunduran kim olursa olsun ona itiraz ve muhalefette bulunmayacağız. Allah yolunda, hiç kimsenin bizi aşağılamasından ve ayıplamasından korkmayacağız. Hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmayacağız, hırsızlık etmeyeceğiz, zinaya yaklaşmayacağız, çocuklarımızı asla öldürmeyeceğiz, birbirimize asla iftira etmeyeceğiz, ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı gelmeyeceğiz.”

        Samimiyet ve gayretlerinden dolayı şöyle söylediler:

        “Ey Allah’ın Resulü! Eğer bize izin verirsen, yarın sabah gidip şurada, Mina’da toplaşan inkârcıları kılıçtan geçirelim.”

        Resulullah (AS) şöyle cevap verdi:

        “Allah bana bunu emretmedi” (İbn Hanbel, III, 462; İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 226).

279/1. Resulullah (AS), yemin töreninden sonra şu hususa dikkat çekti: “Eğer yemininize bağlı kalırsanız, mükafatınız Cennet olacaktır, ve eğer herhangi bir hususta yemininizi bozacak olursanız, sizi cezalandıracak olan da Allah’tır, bağışlayacak olan da.”285

279/2. Muhtemelen şu olayı da aynı dönemle ilişkilendirmek gerekmektedir (Samhûdî, 2. bs., s. 857; bkz. İbn Kudâme, el-İstibsâr fî nesebi’s-Sahabe min’el-Ensâr, s. 174): “Râfi’ ibn Mâlik ez-Zurkî Akabe’de karşılaştığında, Resulullah (AS) kendisine o güne dek vahyolunan ayetlerin bulunduğu bir Kur’an nüshası verdi; ve Râfi’, kendi mahallesinde inşa edilen İslâm aleminin ilk mescidinde bu ayetleri okumayı adet haline getirdi.”

280. İki farklı biçimde nakledilen bir başka olay da şudur: Bunlardan birine göre, artık Ensâr (yardımcılar) adıyla anılmaya başlanan Medineli Müslümanlar, Resulullah (AS)’ın derhal İslam fıkhında bilgi sahibi birini, Müslümanlara dinlerini öğretmek ve İslam’ı yaymak üzere, kendileriyle birlikte göndermesini istediler. Diğer habere göre, aradan bir süre geçtikten sonra, kendilerine Mekke’den bir dini bilimler mualliminin gönderilmesi için mektup yazmışlar, ve bu iş için Resulullah (AS) tarafından Mus’ab bin Umeyr seçilmiştir.286

281. Mus’ab’ın işi hiç de kolay değildi. Önce gidip, İslam’ı yeni kabul eden başkanlardan biri olan Es’ad ibn Zurâre’nin evine yerleşti. Bu zat, onu bir gün Sa’d ibn Mu’âz ve Useyd ibn Hudeyr adlı yeğenlerinin yanına götürdü. Öğretmen olarak gelmiş olan Mus’ab, bahçelik bir yerde bir kuyunun başına oturdu ve çok geçmeden onu dinlemek amacıyla çok sayıda ziyaretçi çıkageldi. Bahçe sahibi Sa’d ibn Mu’âz, bu yeni “sapıklık” hareketinden hoşlanmayarak, orada bulunan Useyd’e şöyle dedi:

        “Rica ederim, gidip şu iki kişiyi (öğretmen Mus’ab ve konuğu Es’ad) buradan uzaklaştır. Es’ad teyzemin oğludur. İşin içinde o olmasaydı seni rahatsız etmezdim. Onlara, aramızdaki huzuru bozmamalarını söyle!”

        Useyd, mızrağını eline alıp onlara doğru yönelerek, tahrik edici bir üslupla:

        “Zayıf kişilikli insanları saptırmak için buraya neden geldiniz? Burayı hemen terk edip gitmeniz sizin menfaatinizedir”, dedi.

        Öğretmen Mus’ab yumuşak ve tatlı bir dille:

        “Lütfen bir an oturup sana söyleyeceklerime kulak verir misin? Hoşuna giderse ne ala! Aksi takdirde hemen çıkıp giderim”, dedi.

        Useyd’in “Doğru, haklısın”, demesi üzerine, Mus’ab ona İslam’ın ne anlama geldiğini açıklayarak, Kur’an’dan birkaç ayet okudu. Mus’ab daha sözünü bitirmemişti ki, Useyd’in yüzünde memnuniyet belirtisi bir ifade görüldü. Akabinde Useyd şöyle haykırdı:

        “Ne kadar güzel! Bu dine girmek için ne yapmak gerekiyor?” Sonra şöyle ekledi:

        “Şimdi size kabilenin önde gelenlerinden birini göndereceğim; eğer onu ikna edebilirsen, bütün kabile de ardından hidayete erecektir.”

        Sa’d ibn Mu’az ve arkadaşlarının yanına gelince şu hikayeyi uydurdu:

        “Şuradaki ufak tefek adam pek zararsız birine benziyor. Kendisinden ve arkadaşlarından buradan çıkıp gitmelerini söyledimse de, inat edip, istediklerini yapacaklarını söylediler. Zaten öğrendiğime göre, senin hasmın olan Benî Harise kabilesinin mensupları da, bu yeni sapıklığı kabul eden senin yeğenin Es’ad’ı öldürmek üzere yola çıkmışlar, seni de itaatleri altına almak istiyorlarmış.” Aslında Useyd şöyle söylemek istiyordu: “Es’ad Müslüman oldu, öyleyse sen artık onu dindaşın olan kimselere karşı savunmak istemezsin. Ancak o senin yeğenindir, ve onun kanının akıtılmasına göz yumman da senin için bir boyun eğme, onların itaatleri altına girme anlamına gelecektir.”

        Useyd, bütün bu hikayeyi, sadece Sa’d ibn Mu’âz’ın bizzat gidip bu öğretmenle konuşmasını sağlamak için uydurmuştu. Çünkü bu öğretmenin büyüleyici sözleri onun üzerinde de aynı etkiyi bırakacaktı. Sa’d bu uydurma sözlerden korkup dehşete düşerek: “Sen bu işi halledemedin mi?” diye sordu. Sonra o da mızrağını eline alıp, öğretmen Mu’az’ın yanına gelerek, hiddetle bağırıp çağırdı. Aradan kısa bir süre geçince, onun evine dönüp şöyle haykırdığını görürüz:

        “- Ben kimim?”

        Kabile mensuplarının “Sen bizim efendimiz ve aramızdaki en akıllı kişisin!”, diye cevap vermeleri üzerine, sert tabiatlı reis şöyle gürledi:

        “- İyi dinleyin, eğer derhal İslam’ı kabul etmezseniz, kadın erkek demez, hepinizi kabileden çıkarırım.”

        Bu olup bitenlerden sonra, gün batımına kalmadan, bütün kabilesi İslam’ı kabul etti.287

282. Öğretmen-tebliğci Mus’ab, bütün bir yıl boyunca çalıştı ve Mekke’ye dönmeden önce, Resulullah (AS)’a, üç aile dışında tüm Medineli Arap kabilelerin, mensuplarının çoğunluğu itibarıyla İslam’ı kabul ettiklerini bildirdi.

283. Ertesi yılki Hac mevsiminde Medineliler, aralarında 71 erkek ve iki kadın Müslüman’ın da bulunduğu 500 kişilik bir kervan gönderdiler. Bunlar yine bir gece Akabe’de Resulullah (AS)’la buluşmak üzere anlaştılar ve şüphe uyandırmamak için konakladıkları yerden küçük gruplar halinde ayrıldılar. Vakit gece yarısına geliyordu ve dolunay vardı. Resulullah (AS)’ın yanında, henüz İslam’ı kabul etmemiş olan, ama hemen hemen kendisiyle aynı yaşta ve yeğenini çok seven amcası Abbas vardı. Onun işbilirliğine ihtiyaç duyabilirlerdi. Çünkü alınacak çok önemli kararlar vardı. Şehirlerine yapmış olduğu çok sayıda seyahat nedeniyle, Abbas, Medinelilerce çok yakından tanınıyordu. Belki de Mus’ab’ın Medine’deki tebliğ faaliyetlerini sürdürdüğü sırada, askeri bir anlaşma ile ilgili ilk görüşmeler çoktan sona ermişti. Zira ilk olarak söz alan Abbas konuşmasına şöyle başladı:

        “İyice bildiğiniz gibi, Muhammed şu anda kendi memleketinde ve onu himaye eden kendi ailesi içindedir. Size katılmak üzere Mekke’yi terk etmek istiyor. Eğer vaatlerinizi yerine getireceğinize ve onu koruyabileceğinize inanıyorsanız, sorumluluklarınızın gereğini yerine getiriniz. Ama aksine, eğer kendi hemşehrileri arasından çıktıktan sonra onu bırakıp terk etmek zorunda kalacaksanız, onu şimdiden davet etmemeniz daha iyi olacaktır.”

        Hep bir ağızdan şöyle cevap verdiler:

        “Bize söylediğin şeyi anladık, ama Resulullah (AS)’ın bizimle bizzat konuşmasını istiyoruz.”

        Muhammed (AS) kendilerine birkaç Kur’an ayeti okuyup, İslam’la ilgili açıklamalarda bulundu, ve nihayet kendilerine şöyle dedi:

        “Hanımlarınızı ve çocuklarınızı nasıl koruyup gözetiyorsanız, beni de o şekilde koruyacağınıza söz veriniz.”

        Şu cevabı verdiler:

        “Evet, şüphesiz; Seni Hakikat ile yüklü olarak gönderen Allah’a and olsun ki, emânımız altındaki kimseleri nasıl koruyup gözetiyorsak seni de öylece koruyup gözeteceğiz.”

        Kendilerine, bu sözlerinin bütün dünya ile savaşmayı göze almak anlamına geldiği hatırlatılınca, kararlarında hiçbir tereddüt ve sarsıntı göstermediler. Ve, Taberi’nin Kur’an Tefsiri’nden öğrendiğimize göre,288 Resulullah (AS)’a, kendisi ve Mekkeli arkadaşlarının (Muhacirler) Medine’ye gelmeleri halinde, onları herkese karşı koruyup himaye edeceklerine dair söz verdiler. İçlerinden biri Resulullah (AS)’a şöyle bir soru yöneltti:

        “Ey Allah’ın Resulü! Bizim bölgemizdeki Yahudilerle aramızda bir ittifak anlaşması var. Biz bu anlaşmayı bozacağız. Ama eğer biz böyle yaparsak ve daha sonra da Allah sana zafer ihsan ederse, bizi terk edip kendi hemşehrilerinin arasına dönmez misin?”

        Muhammed (AS) gülümseyerek şu karşılığı verdi:

        “Sizin kanınız benim kanım, sizin affınız benim affımdır. Ben size katılıyorum, siz de bana katılıyorsunuz. Siz kiminle çatışıp savaşırsanız ben de onunla çatışıp savaşacağım, ve kiminle barış yaparsanız ben de onunla barış yapacağım.”289

284. Sonra Muhammed (AS) onlardan, aralarında başkanlık yapmak üzere bizzat kendilerinin kararlaştırdığı isimler seçmelerini istedi. Böylece Hazreçlilerin dokuz sopu için dokuz başkan, Evsliler için de üç başkan (nakîp) belirledi. Hatta onlardan birini de başkanların başkanı (bir tür devlet başkanı naibi) olarak tayin etti. Burada, öğretmen-tebliğci Mus’ab’ın Medine’deki çok faydalı ziyareti sırasında evinde kalmış olduğu, Hazreçli başkan Es’ad ibn Zurare’nin290 seçilmiş olmasına şaşırmayalım. İbn Hişâm (s. 356) ve Samhûdî’ye (2. bs, s. 230) göre, Es’ad, Resulullah (AS)’ın hicretinden kısa bir süre sonra, henüz Mescid-i Nebevî inşa halinde iken vefat etmiştir. Bunun üzerine kabilesi, Resulullah (AS)’den kendilerine yeni bir nakîp (hatta bir nakîbü’n-nükebâ) atamasını isteyince, Resulullah (AS) kendilerine: “Ben sizin akrabanızım, öyleyse bundan böyle sizin Nakîbiniz ben olacağım”, demiştir. (Belki de böyle söyleyerek, Ensâr arasındaki Baş Naiplik (nakibü’n-nükeba) görevini kaldırmak ve böylece Hazreçlilerce pek makbul kimseler olan münafıklardan İbn Übey ve pek mağrur ve kibirli bir insan olan Sa’d ibn Ubâde’yi (ki bu zat, daha sonra Ebu Bekir ve Ömer’in halifeliğine asla rıza göstermemiştir) incitmeksizin saf dışı bırakmak istiyordu.

285. Akabe’de cereyan etmekte olan bu olayların gürültüsü Kureyşlilere kadar ulaşmıştı. Ertesi gün aralarından çıkardıkları bir heyet, özellikle Mekkeli Kureyşlilere yönelik askerî bir anlaşmanın doğuracağı ciddi sonuçlardan haberdar etmek üzere Medineli hacıları ziyarete geldi. Kafile içindeki Medineli Müslümanlar susarken, geceleyip olup bitenlerden haberi olmayan gayr-ı müslim Medineliler böyle bir anlaşma yapıldığına dair haberlerin uydurma olduğuna yemin ettiler. Söz hakkı kendisine gelen Abdullah ibn Ubey ise “Bensiz bunu nasıl yapabilirler?” diye çıkıştı (Bk. Samhûdî, 2. bs, s. 233). Mekkeliler durumdan memnun olarak oradan ayrıldılar, ama çok geçmeden, bu anlaşmanın ayrıntılarını öğrenerek, çoktan dönüş yolunu tutmuş olan Medine kervanının peşine düştüler. Ne yazık ki, kafileden biraz geriye kalmış olan yolculardan biri Mekkelilerce alıkonuldu. Onu uzun saçlarından çekip sürükleyip yumruklayarak Mekke’ye götürdüler. Bu zatın, Mekke’de, Medine havalisinden geçerken kervanlarını himayesi altına aldığı dostları vardı. Onlar hemen gelip yetiştiler ve kendisinin serbest bırakılmasını sağladılar.291

286. Böylece, Mekkeli Müslümanlar, kendi şehirlerine birkaç yüz kilometre uzaklıkta, deniz aşırı bir ülke olan Habeşistan’dan çok daha yakın bir yerde güvenli bir sığınak, özgürlüklerinin sağlandığı ve kardeşçe karşılandıkları bir yer bulmuş oldular. Bu “Üçüncü Akabe Biatı” Zilhicce ayının ortalarında yapılmıştı ve anlaşıldığı kadarıyla, aynı ayın sonuna kadar, Mekkeli Müslümanlar, küçük kafileler halinde Medine’ye hicret etmek üzere Mekke’yi terk etmeye başlamışlardı. Çok geçmeden, Resulullah (AS) ve ailesi, Ebû Bekir ve ailesi, ayrıca köleler, kadınlar, küçük çocuklar vs. gibi bir başkasının emri ve koruması altında bulunanlar dışında, Mekke’de hiçbir Müslüman kalmamıştı.

287. Bu Hicret hiç de kolay bir hadise değildi. Örneğin, ‘Ayyaş ibn Rebî’a’nın durumunu ele alalım. Kendisi Ömer ve Hişâm ibn el-‘As ile birlikte Mekke’yi terk etme kararı almış ve birlikte belli bir mıntıkada buluşacaklarına ve belirlenen saatte kimseyi beklemeksizin hareket edeceklerine dair sözleşmişlerdi. Ama Hişâm gelemedi: çünkü, ailesinden gayr-ı müslim kimseler onun yol hazırlıklarını fark etmiş ve çıkıp gitmesini engellemek için ayaklarından zincire vurmuşlardı. Daha sonra Ebû Cehil, yanında bir akrabası ile birlikte Medine’ye gelmiş, Ömer’den hiçbir ümidi olmadığı için, ‘Ayyaş’a şöyle hitap etmişti:

        “Yaşlı annen senin ayrılığınla perişan bir hale geldi. Ve sen dönünceye kadar, kavurucu güneşin altından çekilmeyeceğine ve saçlarını taramayacağına ant içti.”

        Ömer, bunun basit bir hile olduğu kanısındaydı ve ‘Ayyaş’a hemen gitmemesini salık verdi. Ama annesini çok seven ‘Ayyaş onu dinlemedi. Ömer haklıydı. Nitekim, Medine dışına çıkar çıkmaz, iki Mekkeli ‘Ayyaş’ın üzerine atılıp zincire vurarak esir olarak Mekke’ye götürdüler ve orada damı olmayan bir eve hapsettiler. Daha önce buluşmaya gelemeyen arkadaşı Hişam da aynı hapishanede bulunuyordu. Her ikisi de, Resulullah (AS) bizzat Medine’ye hicret edip, onları kurtarmak ve Medine’ye geri getirmek üzere birtakım gizli görevliler gönderinceye kadar burada uzun bir süre kaldılar.292

288. Anlaşıldığına göre Muhacirler, yola çıkarken yanlarında götürebildikleri dışında, taşınır ve taşınmaz tüm mallarını kaybetmişlerdi. Mekkeli müşrikler bu malları ganimet olarak ele geçirip zaptettiler.293 Yüzlerce muhacir Müslümanın maruz kaldığı zarar oldukça önemli boyutlardaydı.

289. Suheyb er-Rûmî’nin başından geçenler ise çok daha değişikti. Mekke’de oturduğu için, büyük bir olasılıkla ticaretle uğraşmaktaydı. İslam’ı kabul edip Medine’ye hicret etmek isteyince, Mekkeliler kendisine şöyle dediler:

        “Sen bizim aramıza bir dilenci olarak geldin ve bizim mallarımızla zengin oldun, şimdi de bu servetle çıkıp gitmek istiyorsun ha! Hayır, bunu yapamazsın!”

        Suheyb de şöyle cevap verdi:

        “Ya tüm mallarımı bırakıp, tek başıma çıkıp gitsem de mi?”

        Ve böylece tamamen fakir bir halde, ama gösterdiği şevk ve gayretten dolayı Müslümanların ve Resulullah (AS)’ın takdirlerini kazanmış olarak Medine’ye geldi. Kur’an da, bu olayın anısını şu ayetle yaşatmaktadır:

        “İnsanlardan öyleleri de vardır ki, Allah’ın rızasını almak için kendisini ve malını feda eder.”294

290. Çok geçmeden, şehrin ileri gelenlerinden 15 (bir rivayete göre 100) kişilik bir meclis, Müslümanların hicretiyle ortaya çıkan durumu görüşüp Muhammed (AS)’e karşı takınılacak tutumu kararlaştırmak üzere Mekke’de toplandı.295 Herkes, Muhammed’in şehirden sürülüp çıkarılmasının, örneğin Mekke’nin Medinelilerce işgal edilmesi gibi pek çok tehlikeye yol açabileceğinde hemfikirdi. Bu nedenle bu düşünceden vazgeçildi. Hapse atılması da pek güvenli bir yol değildi. Sonunda bir suikast düzenlenmesine karar verildi ve kurbanın kabilesiyle girişilebilecek bir iç savaşı önlemek için de etkili ama ilkel bir yöntem bulundu: Görev, şehrin tüm kabile ve sopları arasından seçilmiş delikanlılardan oluşan bir çeteye havale edildi. Böylece Resulullah (AS)’ın kabilesinin şehirdeki kabile ve sopların hepsine birden karşı çıkmaya cesaret edemeyeceği düşünülmüştü. Mekke’de hemen hemen artık hiçbir Müslüman’ın kalmadığı ihtimali de düşünülmüş olabilir. Ebû Leheb’in tavsiyesi üzerine, Hâşim oğullarının bir kan bedeline razı olacağı da sanılıyordu ve aslında suikaste katılan herkes bu bedeli ödemeye çoktan hazırdı.296 Zühre kabilesinden biri ile evli olan ve Resulullah (AS)’ın halalarından Rakîka bintü Ebî Safiyy ibn Hâşim, komşularının boşboğaz gevezeliklerinden suikast girişimi haberini alır almaz kendisine iletmişti.297 Muhammed (AS) derhal Ebû Bekir’in yanına vardı ve bu alışılmadık öğle vakti ziyaretiyle onu iyice telaşlandırdı. Suikast kararıyla ilgili haberi ona vererek, şehirden ayrılma konusundaki kararını açıkladı. Ebu Bekir zaten bu haberi aylardır beklemekteydi; Olası bir hicret için, saf kan iki deve satın almıştı., Şehrin hemen dışındaki Sevr Dağı’nda bulunan bir mağaraya birlikte gitmek üzere, gecenin geç bir vaktinde buluşmayı kararlaştırdılar. Ebû Bekir, yolda kendilerine rehberlik edecek bir deveciyle anlaşma ve yol için gerekli yiyecek-içecek sağlama işini üstlendi. Abdullah ibn Uraykıt adlı bu rehber-deveci, müşrik olmasına rağmen, sığınmacıları pek bilinmeyen bir yoldan Medine’ye ulaştırarak sadakatini kanıtlamıştı. Resulullah (AS) ve Ebû Bekir, yola koyulmadan önce mağarada birkaç gün geçirmeye karar verdiler.

291. Bundan böyle Mekke İslam’la tamamen bir savaş hali içine girmişti. Bu bunalımlı dönemde Resulullah (AS)’ın takınmış olduğu tavır ve izlediği yol üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. Evlatlık edindiği Ali’ye, kendisi hareket ettikten sonra, Mekkeli müşrik ve hasımlarının kendisine emanet etmiş olduğu eşyaları sahiplerine geri vermesini,298 sonra gelip Medine’de kendilerine katılmasını tenbih etti. Aynı şekilde, suikast gözcülerini yanıltmak için Ali’nin o gece kendi yatağında yatmasını da emretti.299

292. Resulullah (AS) geceleyin Kabe’nin avlusuna gidip ibadet etmeyi alışkanlık haline getirmişti. Mekkeliler de o gece evinin kapısında onu bekliyorlardı. Resulullah (AS) gece yarısı Kur’an ayetlerini okuyarak evinden çıktı; ancak, mucize eseri, düşman kendisini hiç fark etmedi. Bir takım batıl inançlar, adetler ya da sadece ihtiyatlı davranma gibi nedenler canilerin eve girmesine engel olmuştu. Onlar sadece Resulullah (AS) evinden çıkarken üzerine atılmak istiyorlardı. Dışarıdan bakıldığında Resulullah (AS)’ın yatağında biri var gibi görünüyordu. Ancak gün ışırken, orada uyuyanın Ali olduğunu öğrendiler. Onu itip kaktılar, ama asıl kaçıp kurtulanın aranması gerektiğini hatırlayarak, gecikmeksizin peşine düştüler.

293. Öte yandan, Ebû Bekir, muhtemelen kendisi de göz altında olduğundan, evinin penceresinden atlayıp Resulullah’la buluştu ve her ikisi birlikte, kamerî ayın son günlerindeki o zifirî karanlık içerisinde, Sevr Dağı’nın zirvesine doğru tırmanmaya başladılar. Yolda birisi Ebû Bekir’i tanıdı; Ama bizimki hiç belli etmeden ve yalan da söylemeden, bu beklenmedik karşılaşmayı savuşturdu. Resulullah (AS)’ın ayakları, bu birkaç kilometrelik tırmanma sırasında yara bere içinde kalmıştı.

294. Mağaraya varır varmaz, sadık dost Ebû Bekir ilk olarak girip içerisini süpürdü ve yılan çıyan gibi zararlı hayvanların girmesini engellemek için üzerindeki örtüyü yırtarak delikleri tıkadı. Sonra Resulullah (AS)’ı içeri çağırdı. Hadiste ifade edildiğine göre, örtü kafi gelmediği için Ebu Bekir son deliği de topuğu ile kapatmış, ancak gerçekten de bir yılan kendisini sokmuştur. Resulullah (AS) son derece yorgun olduğu için, başını Ebû Bekir’in dizine dayayıp uyuya kalmıştı. Ebû Bekir, topuğunda hissettiği acıya rağmen hiç kımıldamamaya çalışmış, ama gözlerinden akan ve Resulullah (AS)’ın yüzüne dökülen yaşlar onu uyandırmıştı. Ne olup bittiğini öğrenince, Muhammed (AS), elindeki tek çareye başvurarak, kendi tükürüğünü ısırılan yere sürdü. Gerçekten de bu ilaç etkili oldu. Başlarından geçen şu olay daha da mutlu bir sonuca yol açmıştı: Sığınmacıların gelişinden sonra bir örümcek mağaranın girişine bir ağ örmüştü. Ayrıca bir çift güvercin de, bu sakin ve tenha yerde, ağaç dalları içerisinde kendilerine bir yuva yapmaktaydı. Resulullah (AS)’ın geceleyin buraya gelişinden ürkmeyip, ertesi ya da ilerleyen günlerde yuvalarını tamamlamışlar ve hatta Resulullah (AS)’ı arayan kişilerin gelişinden önce dişisi de buraya yumurtlamıştı. İki sığınmacının endişe dolu anlar geçirdiği sığınak böylece gizlenmiş oldu. Daha sonra, bir iz sürücünün rehberliğinde mağaranın kapısına kadar gelen takipçilerin sesini duyduklarında Ebû Bekir dehşete kapılmış ve Resulullah (AS), Kur’an’da da işaret edildiği gibi, şöyle diyerek onu yatıştırmıştı:

        “Mahzun ve kederli olma! Hiç kuşku yok ki Allah bizimle birliktedir.”300

        Yukarıda anlatılan ve daha sonra da gelecek olan olaylardan anlaşıldığına göre, bu Sevr Mağarası Mekkelilerce çok iyi bilinen bir yerdi.

295. Ebû Bekir’in sürülerinin çobanı her akşam süt yoğurt gibi yiyecekler taşırken, Ebû Bekir’in oğlu da şehirdeki haberleri getirdi. Ebû Bekir’in ortadan kaybolması, Mekkelilerin onun ailesine, hatta kızlarına eziyet etmelerine yol açmıştı. Çünkü takipçiler, bu kayıp kişiler hakkında haber getirebileceklere yüz deve ödül vereceklerini ilan etmişlerdi.

296. Üç gün sonra tam şehir biraz sakinleşmişken, Ebû Bekir’in çobanı ve tuttukları rehber, yanlarında iki cins deve ile mağaraya geldiler ve böylece dört kişilik kervan Medine’ye doğru yola koyuldu.301

297. Yolda başlarından çok ciddi bir olay geçti: Yenbû’ yakınlarındaki Mudlic oğullarının arazisinden geçtikleri sırada, kabile başkanı Surâka, bunların başlarına Mekkelilerce ödül konulan kaçaklar olduğundan kuşkulanarak onları atla takip etti. İki kez onlara yaklaşmasına rağmen, her ikisinde de atının ayakları kumlara saplanarak onu düşürdü. Bunun manevi bir işaret olmasından kaygılanan Surâka kendilerinden af ve eman dileyip, bir de onlardan yazılı teminat aldı. Ardından, kervanın ihtiyaç duyabileceği her şeyi onlara sunmak istediğini belirtti. Ancak Resulullah (AS) bu davranışına teşekkürle karşılık vererek, hiçbir şeye ihtiyaçları olmadığını söyledi. Sadece bu haberi gizlemesini kendisinden rica etti. Mudlic kabilesinden Surâka da şöyle karşılık verdi: “Ben de bütün takipçileri geri döndüreceğim.” Ondan sonraki tüm hayatı boyunca sadık bir sahabe oldu.302 İleride kendisinden tekrar söz edeceğiz.

298. Yolculuk on gün kadar sürdü. Bir gün, küçük kervan yaşlı bir kadının çadırının yakınlarından geçmekteydi. Umm Ma’bed adlı bu kadının kocası sürüyü otlatmaya çıkmıştı ve evde onlara satabileceği hiçbir şey yoktu. Çadırın gölgesinde yaşlı ve hasta bir keçi duruyordu. Resulullah (AS) onu getirtip, herkesin şaşkın bakışları altında, besmele çekip hayvanı sağmaya başladı. Arkadaşları ve kendisi için süt sağdıktan sonra, keçi sahiplerine de yeterli miktarda süt bırakıp tekrar yola koyuldular.303

299. Daha ilerde, ticaret mallarıyla Suriye’den dönmekte olan akrabalarından biriyle karşılaştı. Bu zat Resulullah (AS)’a birkaç yeni giysi hediye etti. Ayrıca, Medinelilerin kendisini sabırsızlıkla beklemekte olduklarını haber verdi.304

300. Son olarak, yolda başlarından şöyle bir olay geçmişti: Eslem kabilesinin başkanı Bureyde, kendi arazisinden geçtikleri sırada yolcularımızı takip etti. Rivayetten öğrendiğimize göre, Resulullah (AS)’ın teşvik ve gayreti sonucunda Bureyde ve arkadaşları derhal İslam’ı kabul ettiler ve bayraklarını çekerek, Muhammed (AS)’e muhafız kıtası olarak eşlik ettiler. Sayıları kırk elli kadar vardı.305 Büyük olasılıkla bunlar kendi kabile sınırlarını aşmamışlardır. Zira Resulullah (AS)’ın Medine’ye girişi ile ilgili anlatımlarda bu muhafız alayından söz edilmemektedir. Gerçekte bunların kendilerine ait bir yolculuk tasarıları vardı. Bir başka anlatıma göre, Eslem kabilesinden Evs ibn Hucr da bu kervanla karşılaşmış, Resulullah (AS)’a bir deve temin etmiş ve Medine’ye kadar refakatçi olarak kölesini emrine tahsis etmiştir.306 Anlaşıldığına göre Resulullah (AS), yolculuğun belli bir noktasından sonra Mes’ûd adlı bu köleyi geri göndermiştir. Zira küçük kervan Medine’ye vardığında yolcular arasında ondan da söz edilmemektedir.

301. Medineliler Muhammed (AS)’ın Mekke’de ortadan kayboluşundan çoktan haberdar olmuşlar ve şehirlerine doğru yola çıkmış olduğunu anlamışlardı. Bu nedenle, her gün evlerinden çıkıp, Mekke’den gelen yola hakim bir tepe üzerinde güneş iyice kavurucu olmaya başlayıncaya kadar bekleşip, sonra dağılıyorlardı. Resulullah (AS), mağarada geçirdiği günler nedeniyle oldukça gecikmişti. Medine’nin dış mahallelerine vardıklarında, Resulullah (AS), fiilen geldiğini haber vermek için sahabelerinin yanına bir elçi göndermiş ve şehre girmek için izin talebinde bulunmuştur. Fakat öyle anlaşılıyor ki Resulullah (AS)’ın konakladığı yere bilerek gelmemişler, sadece Kuba’daki Seniyyetu’l-Vedâ adlı hakim tepede Resulullah (AS)’ın gelişini bekleyerek toplanmışlardır. Sonra vakit geç olduğu ve güneş de yakıcı olmaya başladığı için, Resulullah (AS)’ın muhtemelen akşam serinliğinde ya da ertesi sabah erken bir saatte geleceğini düşünerek dağılmışlardı. Ama ansızın bir Yahudi koşup bekledikleri kervanın gelmekte olduğunu kendilerine haber verdi. Bu Yahudi, sahibi olduğu hisarın kulesinin tepesinden kervanı görmüştü. Herkes Seniyyetu’l-Vedâ tepesine doğru koşuşmaya başladı. Müslümanlar en güzel giysilerini giyinmişler, gözbebekleri gibi sevdikleri Resulullah (AS)’a şeref kıtası olarak hizmet etmek üzere, her türlü silah ve teçhizatlarını donanmışlardı. Delikanlıların heyecanı da görülmeye değerdi. Tam bir sevinç ve neşe havası esmekteydi. İçlerinden biri doğaçlama olarak şu beyitlerden bir şarkı yaptı:

        “Ay doğdu üzerimize Veda Tepeleri’nden!

        Şükür bizlere farz oldu, Allah’a kulluk ettiğimiz sürece!

        Ey bizlere Allah tarafından gönderilen Elçi!

        Uyulması gereken ilahi bir emir ile geldin bize!”307

302. Erkek ve kız çocukları defler çalarak bu mısraları terennüm ediyor, şehrin profesyonel folklor oyuncuları olan genç zenciler de, içlerinden gelen bir coşkuyla, dirkele denilen mızraklarını atmaktaki becerilerini sergiliyorlardı. (Bk. İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 252.) Bu arada yetişkinler de sevinç çığlıkları atarak, Resulullah (AS)’ın kendi evlerine konuk olmasını sağlamak için ısrar ediyordu. Bu arada küçük kervan Medine’nin güneyindeki Kuba köyü yakınlarındaki Seniyyetu’l-Vedâ tepesine varmıştı.

303. Böylece tarihten bir yaprak daha çevrilmiş oluyordu. O güne dek birçok sıkıntıya maruz kalmış olan İslam, artık kendisine sığınılacak bir barınak bulmuş ve Medine, tüm dünya tarihini etkileyecek bir hareketin merkezi haline gelmişti. İşte, Hicret, yani Resulullah (AS) ve sahabesinin Mekke’den Medine’ye gelip yerleşmesi olayı bu idi. Hicret, İslami takvimin başlangıcına da adını vermiştir. Her ne kadar Muhammed (AS) Medine’ye 12 Rebiu’l-Evvel günü varmışsa da, sahabesi, son Akabe Biatı’nın akdedilmesinden birkaç gün sonra, yine onun emir ve izni ile, üç ay önce küçük kafileler halinde hicret etmeye başlamışlardı. Bu nedenle, 1 Muharrem, Hicri takvimin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Bu yıl Miladi takvimde 622 yılına denk düşmektedir.


275 İbn Hişâm, s. 281 vd.

276 A.g.e., s. 282, 283.

277 A.g.e., s. 278, 326; Suheylî, II, 6; Belazurî, I, § 506.

278 İbn Hişâm, s. 278; Belazurî, I, § 506

279 İbn Hişâm, s. 285; Belazurî, I, § 562. Samhûdî’nin eserinde (I, 218, 216) üzerinde durulması gereken bazı ayrıntılar mevcuttur. Örneğin, aralarında yaygın bir adete göre, eğer kabileye aslen mensup olan bir kimse, o kabileye sığınan bir mevlayı ya da müttefiki öldürecek olsa, kısas hükmü uygulanmazdı. Bir gün Evs kabilesinden biri Hazreçlilere sığınmış bir yabancıyı öldürdü ve Hazreçliler suçlunun idamını istediler. Evsliler bu karara karşı çıktı ve Bu’âs Savaşı da bu nedenle patlak verdi… Bu çatışma sırasında Evsliler, boş yere, müttefikleri olan Yahudilerden askerî yardım talebinde bulundular. O zaman akıllarına Mekkeli Kureyşliler geldi; görünüşte Umre amacıyla Mekke’ye geldiler ve heyetin sözcüleri kendileriyle Hazreç aleyhine bir askeri anlaşma imzalamayı başardı. Şans eseri Ebû Cehil görüşmeler sırasında yoktu; Dönüp geldiğinde, hemşehrilerini, kendi çıkarlarına zarar verecek olan bu anlaşmayı bozmanın gereğine ikna etti ve durumu, Evsli Medinelilerin imzalanmış olan anlaşmayı iptal için kendiliklerinden başvuracak şekilde yeniden ayarladı. Mekkelilerle bir anlaşmaya varılamayınca, aralarında Abdu’l-Eşhâl, Zufar ve Za’vara’nın bulunmadığı, sadece Benî Harise’den oluşan Nebit oğulları, Resulullah (AS) henüz Medine’ye hicret etmeden önce Hayber’e göçüp yerleştiler.

280 İbn Hişâm, s. 294.

281 A.g.e., s. 276.

282 İbn Hişâm, s. 285.

283 A.g.e., s. 287.

284 A.g.e., s. 290; Samhûdî (2. bs., s. 224, 249-250).

285 İbn Hişâm, s. 289; Belazurî, I, § 566.

286 Birinci rivayet için İbn Hişâm, s. 289: ikincisi için Belazurî, I, § 566.

287 İbn Hişâm, s. 290-293.

288 Taberî, Tefsîr (İlk neşir), IX, 163.

289 İbn Hişâm, s. 297.

290 Belazurî, I, § 584.

291 İbn Hişâm, s. 301, Belazurî, I, § 585.

292 İbn Hişâm, s. 320-321.

293 Haşir Suresi, 59/8; Buhârî, 64; 48 nº 3; Sarahsî, Mebsût, X, 52; İbn Hişâm, s. 339; İbn Habîb, Munemmak, s. 287 (Burada, Ebû Süfyan’ın Benû Cahş’ın evini nasıl zapt ettiği anlatılmaktadır); Makrızî, İmtâ’, I, 38.

294 Bakara: 2/207, İbn Kesir’in yukarıda anılan Tefsir’i.

295 Makrızî, İmtâ’, I, 38; İbn Hişâm, s.323-326.

296 İbn Hişâm, s. 325.

297 İbn Sa’d,, VIII, 75.

298 Resulullah (AS)’in bu tutumu, Tevrat’taki şu bölümün tam tersi bir yöndedir: Çıkış, 11/2, 12/35-36.

299 İbn Hişâm, s. 325-326; Belazurî, I, § 606.

300 Tevbe: 9/40

301 İbn Hanbel’e göre (IV, 175), Mekkeliler her tarafa elçiler göndererek şöyle dedirtiyorlardı: “Kim Resulullah (AS)’ı ya da Ebû Bekir’i ölü ya da diri ele geçirirse kendisine ödül olarak 100 deve verilecektir.”

302 İbn Hişâm, s. 331-332.

303 Belazurî, I, § 608.

304 İbn Sa’d, III/i, s. 153; Buhârî, 63: 42, Nº 9.

305 Makrızî, İmtâ’, I, 42-43. (80, bk. İbn Kesîr, Bidâye, VIII, 216-217). Bu bedevinin oğlu Abdullah ibn Bureyde’nin kısa bir süre sonra Merv şehrine kadı olması insanı heyecanlandırmaktadır. Bu zat, aynı zamanda Buharî’nin de nakillerde bulunduğu büyük hadis bilginlerinden biriydi.

306 A.g.e., I, 43; İbn Hişâm, s. 333; Suheylî, II, 9-10 (Bu eserdeki kayda göre, babasının adı Hucr ya da Hacer idi).

307 Halebî, II, 71. İbn Hanbel’e (3/122, 222, 287 ve Buharî’ye (63/44) göre, Resulullah (AS), Kuba köyüne hemen girmemiş, belli bir uzaklıkta konaklayarak, gelişini Medinelilere, özellikle de Ebû Umâme Es’ad ibn Zurâre’ye bildirmek için bir haberci göndermişti. Bunun üzerine 500 kadar insan koşarak karşılamaya çıktılar. Ve şehre girdiği sırada, kadınlar evlerinin balkonlarına çıkarak gözleriyle onu aramakta ve aralarında “Hangisi O, hangisi O?” diye sormaktaydılar (Bk. Samhudî, 2. bs, s. 255; İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 246).