- Mağaraya Giren Üç Arkadaşın Kıssası-Sebe´ Kıssası

Adsense kodları


Mağaraya Giren Üç Arkadaşın Kıssası-Sebe´ Kıssası

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Esila
Thu 3 February 2011, 01:20 pm GMT +0200
Mağaraya Giren Üç Arkadaşın Kıssası-Sebe´ Kıssası


Mağaraya Giren Üç Arkadaşın Kıssası

Kör, Alaca Ve Kelin Hikayesi

Arkadaşından Bin Dinar Borç Alıp Ödeyen Kimseyle İlgili Hadîs.

Doğruluk Ve Emanet Hususunda Buna Benzer Başka Bir Kıssa.

Başka Bir Kıssa.

Başka Bir Hadîs.

Tevbe Eden İki Hükümdarın Kıssası

Fasıl

Ehl-İ Kitabın Kendi Dînlerini Tahrif Edip Değiştirmeleri

Cünüp Kimsenin Tevrat´a El Süremeyeceği

Önceki Peygamberlerin Haberleri

Araplarla İlgili Bilgiler.

Sebe´ Kıssası (Olayı)

Fasıl

Rebia B. Nasr B. Ebi Harise B. Amir´in Olayı

Rebîa İle Kahin Şıkk Ve Satîh´in Kıssası

Yemen Hükümdarı (Tübba) Ebu Kerîb Tübban Esad´ınmedînelilerle Arasında Geçenler Ve Onun Ka´be´ye Örtü Geçirişi

Lahnia Zi Şenatir´in Yemen´e Hakim Olması



Mağaraya Giren Üç Arkadaşın Kıssası


Üç kişi bir mağaraya sığınmışlardı. Ancak mağaranın kapısı büyük bir kaya parçası ile kapanmış ve dışarı çıkmalarına engel olmuştu. Bun­lar da salih ve iyi amellerini anlatarak Cenâb-ı Allah´tan kapının açılması dileğinde bulunmuşlar, bunun üzerine kapı açılmıştı.

İmam Buharı, İsmail b. Halil kanalı ile İbn Ömer´den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Sizden önceki ümmetlerden üç kişi bir ara yola koyulup yürümekte idiler. Yağmura yakalandılar. Bir mağaraya sığındılar. İçeri girdikten sonra mağaranın kapısına bir kaya gelip kapıyı kapattı. Birbirlerine şöyle dediler; «Vallahi sizi buradan ancak doğruluk kurtarır. Sizden her biriniz, doğru davrandığı bir işini anlatarak dua et­sin.» Onlardan biri şöyle dedi: «Allah´ım, sen de biliyorsun ki, benîm bir işçim vardı. Bir ölçek pirinç karşılığında benim için çalıştı. Ücretini al­madan çekip gitti. Ben de o bir ölçeklik pirinci ektim. Elde edilen mahsul ile bir inek aldım. Bilahare o işçi yanıma gelip ücretini istedi. Ben de ona: «İşte şu ineği al ve götür.» dedim. O bana: «Ben bir ölçek pirinç karşılığında senin yanında çalışmıştım.» deyince ben ona dedim ki: «Şu ineği al ve götür. Çünkü şu ineği, o bir ölçeklik pirinçle satın aldım.» Adam, ineği alıp götürdü. Ey Rabbim, biliyorsun ki ben bu işi, senden korktuğum için böyle yapmıştım. Bizi bu sıkıntıdan kurtar.» Adamın böyle dua etmesi üzerine mağaranın kapısındaki kaya parçası biraz aralandı. Diğeri de şöyle dua etti:

«Allah´ım, biliyorsun ki, benim yaşlı anne ve babam vardı. Her gece onlara koyunlarımın sütünü getirip içirirdim. Bir gece geciktim. Geç va­kitlerde eve geldim. Onlar uyumuşlardı. Çoluk çocuğum ise, açlıktan bağrışıp çağrışıyorlardı. Anne ve babama içirmeden, onlara süt içirmezdim. Takat onları uykudan uyandırmaktan da hoşlanmadım. Onları kendi hallerine bırakmaktan da hoşlanmadım. Şafak doğuncaya kadar onları bekledim. Eğer bu işi sırf senin korkundan dolayı yaptığımı biliyorsan, bizi bu sıkıntıdan kurtar.»

Kapıdaki kaya parçası biraz daha aralandı. Göğü görebildiler. Diğeri de şöyle dua etti:

«Allah´ım, biliyorsun ki, benim bir amcam kızı vardı. İnsanlar arasında en çok sevdiğim oydu. Onunla olmak istedim, ama o -kendisine yüz dinar vermedikçe- benimle olmak istemedi. O parayı bulmaya çalıştım. Nihayet elde ettim. Yamna gittim. Parayı kendisine verdim. O da benimle olmaya razı oldu. Bacaklarının arasına oturduğumda: «Al­lah´tan kork, hakkını vermedikçe (nikah kıymadıkça) mührü bozma.» dedi. Ben de yerimden kalktım ve yüz dinarı ona bıraktım. Eğer bu işi sırf senin korkundan ötürü yapmış isem, bizi bu sıkıntıdan kurtar.» Cenâb-ı Allah, onları, o dar yerden kurtardı, dışarı çıktılar.» [1]



Kör, Alaca Ve Kelin Hikayesi


Buharı ve Müslim, Ebu Hüreyre´den rivayet ettiler ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «İsrail oğullarında biri alaca, biri kör, biri de kel, üç kişi vardı. Cenâb-ı Allah, bunları imtihan etmek istedi. Kendile­rine bir melek gönderdi. Melek, Önce alacalının yanına gitti. Ona sordu:

- En çok neyi arzulayıp istersin

- Güzel bir renk, güzel bir cilt (deri) isterim. İnsanlar beni horladılar. Melek, elini onun vücuduna sürdü. Üzerindeki alacalık gitti. Ona, güzel bir renk ve güzel bir cild verildi. Melek, sonra ona şöyle sordu:

- En çok hangi malı istersin

- Deve (veya sığır) isterim.

Ona, on aylık gebe bir deve verildi. Melek ona:

- Bu mahn sana bereketli olsun, dedi. Sonra kelin yanına gitti. Ona şöyle sordu:

- En çok neyi istersin

- Güzel bir saç isterim ki, kelliğim gitsin. Çünkü insanlar beni horluyorlar.

Melek, elini onun başına sürdü, kelliği gitti. Ona güzel bir saç veril­di. Sonra da melek, ona şöyle soı-du:

- En çok hangi malı istersin

- İnek isterim.

Melek, ona gebe bir inek verdi ve:

- Bu malın sana bereketli olsun, dedi. Sonra körün yanma gitti. Ona da şöyle sordu:

- En çok neyi istersin

- Allah gözlerimi bana geri versin, onu isterim ki, insanları görebileyim.

Melek, elini onun gözlerine sürdü. Cenâb-ı Allah da gözlerini ona geri verdi. Melek, ona sonra şunu sordu:

- Hangi malı daha çok seversin

- Koyunu severim. Melek, ona bir koyun verdi.

Bu üç kişinin hayvanları doğurdular. Birinin bir vadi dolusu deve­si, diğerinin bir vadi dolusu ineği, üçüncüsünün de bir vadi dolusu koyunu oldu.

Yine bir müddet sonra melek, alaca olan şahsa gider ve onun eski şekline bürünerek: «Ben fakir bir kişiyim, beni memleketime götürecek param kalmadı. Muradıma, önce Allah´ın, sonra senin yardımınla erebileceğini. Sana güzel bir ten ve güzel bir renk veren Allah rızası için senden bir deve istiyorum ki, bununla memleketime kavuşayım.» der. Fakat alacalı: «İyi ama hak sahibi çoktur.» diyerek meleğin isteğini red­deder. Bu sefer melek ona: «Ben, seni tanır gibiyim. Sen, halkın iğrendiği alacalı değil miydin Fakir iken Allah´ın zengin ettiği kimse, sen değil iniydin » deyince Alacalı: «Atadan ataya intikal ederek bu mal bana miras kaldı.» cevabım verir. Melek: «Eğer sözünde yalana isen, Al­lah seni eski haline çevirsin.» şeklinde beddua ederek alacalının yanından ayrılır.

Bundan sonra Melek, kelin yanına gelir. Ve aynı şekilde red cevabı alarak ondan da uzaklaşır. Önceden gözü kör olan kimse ise meleğe şöyle cevap verir:

«Gerçekten ben kördüm. Allah, bana gözlerimi geri verdi. Fakir iken beni zengin etti. Onun için işte malım, dilediğini al, dilediğini bana bırak. Allah için bugün benden alacağın şeyden dolayı sana güçlük çıkaracak değilim.»

Bu cevap üzerine melek ona şöyle der: «Malını muhafaza et. Allah, sizi imtihan etti de senden razı oldu. Diğer iki arkadaşın ise O´nun gazabına uğradılar.» [2]



Arkadaşından Bin Dinar Borç Alıp Ödeyen Kimseyle İlgili Hadîs


İmam Ahmed b. Hanbel, Yunus b. Muhammed kanalı ile Ebu ´ Hüreyre´den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «İsrail oğullarından bir adam-, başka bir İsrailliden kendisine 1000 di­nar borç vermesini istedi. Para sahibi de: «Bana şahidler getir de onları, sana borç para verdiğime şahid tutayım.» dedi. Borç isteyen kişi: «Şahid olarak Allah yeter.» deyince para sahibi: «Bana kefil getir.» dedi. Borç is­teyen adam da: «Kefil olarak Allah yeter.» dedi. Para sahibi de: «Sen doğru söyledin.» deyip ona belirli bir vadeye kadar 1000 dinarı borç ola­rak verdi. Parayı alan adam, deniz yoluyla seyahate çıktı. İşini bitirdi, sonra vade tamam olunca para sahibine gidip borcunu Ödemek için bir binek aradı, ama bulamadı. O da bir ağaç parçasını alıp içini oydu, İçine de 1000 dinarı ve alacaklıya hitaben yazdığı bir mektubu yerleştirdi. Ağaçtaki deliği kapattı, götürüp denize attı. Ve şöyle dua etti: «Allah´ım, biliyorsun ki ben falan adamdan 1000 dinar borç aldım, o benden kefil isteyince kefil olarak Allah yeter, dedim. O da buna razı oldu. Sonra ben­den şahid istedi, ben de şahid olarak Allah yeter, dedim. O, buna da razı oldu. Şimdi ben, bana vermiş olduğu 1000 dinarı götürüp kendisine ver­mek için bir binek bulmaya çabaladım ama bulamadım. Ben bu parayı sana emanet ediyorum.» Böyle dedikten sonra paranın ve mektubun içine yerleştirilmiş olduğu tahta parçasını denize attı. Sonra dönüp bir binek aramaya çalıştı. Öte yandan alacaklı olan adam, belki malını ken­disine getirecek bir binekli kişiye rastlar ümidiyle yola çıktı. Beklemeye koyuldu. Beklerken bir de ne görsün: Su üzerinde bir tahta parçası ken­disine doğru geliyor. Onu evde yaksınlar diye ailesine götürmek için aldı. Kırınca içinde 1000 dinarı ve bir de kendisine hitaben yazılmış olan mektubu gördü. Daha sonra borçlu adam gelerek 1000 dinar daha tes­lim etmek istedi ve şöyle dedi: «Allah´a yemin ederim ki senin yanına gelmek için bir binek aradım ancak şimdi bulabildim.»

Alacaklı kişi: «Sen bana birşey gönderdin mi » diye sorunca borçlu adam: «Şimdiye kadar binek bulamadığımı, şimdi bulabildiğimi sana söylemiyor muyum » diye karşılık verdi. Alacaklı adam da şöyle dedi: « Allah, tahta parçası içine koyup yerleştirdiğin ve gönderdiğin 1000 dinarı bana ulaştırdı. Ve borcunu ödedi. Şimdi şu 1000 dinarını al ve doğruca yoluna git.» [3]



Doğruluk Ve Emanet Hususunda Buna Benzer Başka Bir Kıssa


Buharı, İshak b. Nasr kanalı ile Ebu Hüreyre´den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Adamın biri, bir başkasından bir tarla satın aldı. Tarlayı satın alan adam, tarlada altın dolu bir çömlek buldu. Tarlayı kendisine satmış olan adama: «Altınlarını al. Çünkü ben, senden sadece tarlayı satın aldım. Altınları satın almadım.» dedi. Tarlayı satmış olan adam da: «Ben sana tarlayı ve içindeki şeyleri birlikte sattım.» deyince ikisi bir adama gidip hakemlik yapmasını istediler. Hakemlik yapan adam: «Si­zin çocuklarınız var mı » diye sordu. Onlardan biri: «Benim bir oğlum var.» dedi. Diğeri de: «Benim de bir kızım var.» dedi. Hakem; «Bu oğlan ile kızı birbirleriyle evlendirin ve bu altım da onlara sarfedip sadaka ola­rak verin.» dedi. Rivayete göre bu kıssa, Zülkarneyn´in zamanında cere­yan etmiştir. Yani İsrail oğullarından asırlar önce cereyan etmiştir ki doğrusunu Allah bilir.

İshak b. Bişr, "el-Mübtede" adlı kitabında Hasen´in şöyle dediğim rivayet etmiştir:

Zülkarneyn, memleketini teftiş eder, valilerini bizzat denetlerdi. Onlardan birinin hainlik yaptığına vakıf olunca, mutlaka onu kınardı. Bizzat kendisi tesbit etmedikçe, ihbarlara aldırış etmezdi. Bir ara teb-dil-i kıyafet yapıp gezerken bir şehre uğradı. Kadılardan birinin yanma gidip oturdu. Günlerce orada kaldı ama hiç kimsenin dava için oraya müracaat ettiğini görmedi. Bu hal uzun sürünce Zülkarneyn, oradan ayrılmak istedi. Kapıdan çıkacağı esnada iki kişinin dava için kadıya geldiklerini gördü. Bunlardan biri: «Ey Kadı! Ben şu adamdan bir ev satın aldım. Evi onardım. Onarırken evde bir gömü (hazine) buldum. Gelip almasını istedim, ama bir türlü almaya gelmiyor.» dedi. Kadı, evi satmış olan adama: «Sen ne diyorsun » diye sorunca adanı şu cevabı ver­di: «O gömüyü, o eve ben gömmedim ve orada mevcut olduğundan da ha­berim yok. Gömü benim değildir. Bu sebeple onu teslim almam.» Bunun üzerine davacı: «Ey kadı! Öyleyse birine emir ver de gelip bu gömüyü evimden alsın. Sonra sen, onu dilediğin yere saf et.» dedi. Kadı da: «Sen şerli birşeyden kaçıyorsun, ama beni onun içine atıyorsun. Sen, bana insaflı davranmıyorsun. Ve bu işin, hükümdarlığının yargı alanına girdiğini de sanmıyorum. Var mısınız bana teklif ettiğinizden daha insaflı bir karar vereyim size » diye sorunca, davacılar: «Evet.» dediler. Bunun üzerine kadı, davacıya: «Senin oğlun var mı » diye sordu. Davacı da: «Evet.» diye cevap verdi. Diğerine de: «Senin kızın var mı » diye sor­du, o da: «Evet.» deyince kadı: «Gidin bakalım oğlunuzla kızınızı birbir­leriyle evlendirin ve bu malı, çeyiz olarak onlara verin. Artanı da onlara verin ki müreffeh bir şeldlde yaşasınlar. Hayrını da şerrini de doyasıya yorum.» dedi. Kadı da, Zülkarneyn´i tanımadığı halde şöyle dedi: «Bun­dan başka türlü karar veren var mıdır ki » Zülkarneyn: «Evet» deyince kadı şu karşılığı verdi: «O zaman, zalimane karar veren kadıların mem­leketlerine yağmur yağmaz!» Zülkarneyn, kadının bu tutumunu beğendi ve şöyle dedi: «İşte göklerle yer, ancak bu şekilde yerlerinde du­rurlar.» [4]



Başka Bir Kıssa


Buharı, Muhammed b. Beşşar kanalı ile Ebu Said el-Hudrî´den ri­vayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «İsrail oğullarında doksan dokuz kişiyi öldürmüş bir adam vardı. Bu adam evinden çıkıp bir rahibe gitti. Ona: «Benim için tevbe var mı diye sorunca rahib: «Hayır.» dedi. Bunun üzerine o adam, rahibi de öldürdü. Sonra yine kendisine yol gösterecek birini aramaya başladı. Adamın biri ona: «Falan kasabaya git.» dedi. Yola koyuldu. Yolda iken ölüm onu yakaladı. Rahmet ve azab melekleri onu almak hususunda birbirleriyle tartıştılar. Cenâb-ı Allah da o katil ölünün ayrılmış olduğu kasabanın yolunun uzamasını ve git­mekte olduğu kasabanın yolunun kısalmasını vahyetti. Sonra da melek­lere: «Bu iki kasabanın arasındaki mesafeyi ölçün.» diye emretti. Ölçtüler ve gideceği kasabanın yolunun, ayrılmış olduğu kasabanın yo­lundan bir karış daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, o adamı bağışladı.» [5]


Başka Bir Hadîs


Buharî, Ali b. Abdullah kanalı ile Ebu Hüreyre´nin şöyle dediğini ri­vayet etmiştir:

Rasûlullah (s.a.v.), sabah namazını kıldı, sonra halka dönüp şöyle dedi: «Bir ara adamın biri, bir sığın önüne katmış, götürüyordu. Sonra ona bindi ve ona vurmaya başlayınca sığır: «Biz bu iş için yaratılmadık. Biz tarla sürmek için yaratıldık.» dedi. İnsanlar: «Sübhanallah, bir sığır konuşuyor ha!» deyince, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle karşılık verdi: «Ben bu­na inanıyorum. Ebu Bekir ile Ömer de burada bulunmadıkları halde bu­na inanırlar.. Sonra bir ara adamın biri, koyun sürüsünü otlatmakta iken kurdun biri sürüye saldırdı ve bir koyunu yakalayıp götürdü. Adam peşine düştü. Koyunu kurdun ağzından kurtarır gibi oldu. Kurt ona şöyle dedi: «Sen bunu ağzımdan kurtardın. Ama benden başka çobanın bulunmadığı canavar gününde kim bunu benden kurtaracak!» İnsanlar dediler ki: «Sübhanallah, bir kurt konuşuyor ha!» Rasûlullah (s.a.v.) on­lara cevaben şöyle buyurdu:

«Ben buna inanıyorum. Ebu Bekir ile Ömer de burada olmadıkları halde buna inanırlar.»

Buharı, Ebu Hüreyre´den rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Doğrusu, sizden önce geçen ümmetlerde muhaddisler vardı. Be­nim bu ümmetimde de onlardan kimseler vardır. Şüphesiz o, Ömer b. Hattab´tır.»

Buharı, Abdullah b. Mesleme tariki ile Humeyd b. Abdurrahman´m şöyle dediğini rivayet etmiştir: Muaviye b. Ebi Süfyan´m hac ettiği sene­de minber üzerinde bir tutam saçı elinde tutup şöyle dediğini işittim: "Ey Medine halkı! Âlimleriniz nerede Ben, Rasûlullah (s.a.v.)´m böyle yapmaktan (yani takma saç takmaktan) menettiğini işittim. İsrail oğullarının kadınları, takma saç taktıklarından ötürü helak oldular."

Buharî, Said b. Müseyyeb´in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Muavi­ye b. Ebi Süfyan, son gelişinde Medine´de bize hutbe irad etti. Hutbe esnasında bir tutam saç gösterip şöyle dedi: "Ben, Yahudilerden başkasının böyle yaptıklarını (takma saç taktıklarını) görmedim. Çünkü Peygamber (s.a.v.), takma saç takmayı yalancılık sayardı."

Buharî, Ebu Hüreyre´den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Bir ara, köpeğin biri, bir kuyunun etrafında dolaşıyordu. Susuz­luktan ölmek üzereydi. Onu, İsrail oğullarının fahişelerinden biri gördü. Ayağındaki ayakkab^a çıkarıp onunla su çekti ve köpeğe içirdi. Bu yüzden günahı bağışlandı.»

Buharî, Abdullah b. Ömer´den rivayet etti ki, Rasûîullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Kadının biri, bir kediyi yakalayıp hapsetti ve ölünceye kadar ha­piste tuttu. Bu sebeble Cehennem´e girdi. Ne ona yedirdi, ne de içirdi. Çünkü hapsetmişti onu. Yemek yemesi için de onu hiçbir yere bırakmamıştı.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Osman b. Ömer kanalı ile Ebu Said´den ri­vayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «İsrail oğullarında kısa boylu bir kadın vardı. Tahtadan iki ayak yaptırdı. Bunları ayağına geçirerek kısa boylu iki kadın arasında yürümeye başladı. Altından bir yüzük yaptırdı. Kaşının altına, kokuların en güzelini ve miski yerleştirdi. Bir meclise uğradığında yüzüğünü oynatır, böylece kokusu­nu yayardı.»

Buharî, Adem kanalı ile İbn Mes´ud´dan rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«İnsanların ilk nübüvvet kelamından ulaştıkları sözlerden biri sudur: «Utanmadığın takdirde dilediğin şeyi yap.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre´den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Geçmiş ümmetlerde bir erkekle karısı vardı. Bunlar hiçbir şeye sahip değillerdi. Adam seferinden dönüp geldiğinde aç olarak karısının yanma vardı. Çok acıkmıştı. Karısına:

- Yanında birşey var mı diye sordu: Karısı da:

. - Evet, müjdeler olsun sana. Allah´ın rızkı geldi, diye cevap verdi. Adam karısını sık boğaz ederek:

- Yazıklar olsun sana! Yanında yiyecek birşey varsa ben onu istiyo­rum, deyince karısı:

- Evet, sana mübarek olsun. Allah´ın rahmetini ümid ediyoruz, de­di. Adam bir süre daha bekledi, işin uzadığını görünce yine karısına:

- Yazıklar olsun sana. Yanında yiyecek bir şey varsa istiyorum, ge­tir bana, çünkü yoruldum, bitkin düştüm ve acıktım, dedi. Karısı da:

- Evet, var. İşte şimdi tandır neredeyse yemeği pişirecek, acele et­me, dedi. Adam bir müddet daha bekledi, işin uzadığım görünce karısına tekrar soracağı´esnada karısı: "Kalkıp ta şu tandırıma bak-sam." dedi. Kalktı, tandıra gitti. İçinde bir koyun gövdesi gördü. Değirmeni de çalışmaktaydı. Gidip değirmeni temizledi. İçindeki unu çıkardı. Sonra tandırdaki koyun gövdesini de çıkardı. Nefsim kudret elinde bulunan Allah´a yemin ederim ki, eğer değirmenin içindeki unu çıkarmakla yetinseydi ve değirmenin içini tamamen temizlemeseydi, o değirmen kıyamet gününe kadar çalışıp un öğütecekti.»

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Amir kanalı ile Ebu Hüreyre´nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Adamın biri, karısının yanma vardı. Çoluk çocuğunun muhtaç olduklarını görünce çöle çıktı. Karısı, başlarına gelen yoksulluğu görünce kalkıp değirmeninin yanına vardı. Onu kurdu. Sonra tandıra gidip ateş yaktı ve: "Allah´ım, bize nzık ver." diye dua etti. Bir de baktı M değirmenin teknesi unla dolmuş. Tandıra gidip baktı, onun da dolu olduğunu gördü. Sonra kocası eve döndü. Karısına: "Size birşey geldi mi " diye sordu. Karısı da: "Evet, Rabbimizden bize birşeyler geldi." de­di. Kocasını alıp değirmenin yanma götürdü. Sonra da kalkıp Peygam­ber (s.a.v.)´in yanma vardı. Durumu ona anlattı. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurdu: "Ama karın değirmeni kaldırmasaydı o, kıyamet gününe kadar size un öğütecekti.»

Ebu Hüreyre diyor ki: Ben Peygamber (s.a.v.)´in şöyle buyurduğunu işittim: «Allah´a yemin ederim ki sizden biri, bir demet odun alıp çarşıya götürse, onu satsa ve iffetli olup dilencilik yapmazsa, odun taşıyıp satması, bir adama gidip dilencilik yapmasından kendisi için daha hayırlıdır.» [6]



Tevbe Eden İki Hükümdarın Kıssası


İmam Ahmed b. Hanbel, Yezid b. Harun kanalı ile Abdullah b. Mes´ud´un şöyle dediğim rivayet etmiştir:

"Sizden önceki ümmetlerden bir adam, hükümdarlık tahtında iken tefekküre daldı. Ve hükümdarlığının kendisini Rabbine ibadet etmek­ten alıkoyduğunu anladı. Bir gece sarayından gizlice çıktı. Yola koyul­du. Başka bir hükümdarın memleketine girdi. Deniz kıyısına vardı. Orada kerpiç ve tuğla yapmaya başladı. Kazancının bir kısmını yiyiyor-du. Artanı da sadaka olarak dağıtıyordu. Böyle bir müddet yaşadı. Çalıştığı memleketin hükümdarı, onun durumundan haberdar edildi. Hükümdar, ona haber gönderdi. Yanma çağırttı. Ama o gitmeye yanaşmadı. Böyle olunca hükümdar, bizzat kalkıp onun yanma geldi. Adam, hükümdarın gelmekte olduğunu görünce kaçtı. Hükümdar, onu kovaladı. Yakalayamadı. Ona:- "Ey Allah´ın kulu! Benden sana zarar gel­meyecektir." diye seslendi. O da durdu. Hükümdar yanma vardı. Ona sordu:

- Allah sana rahmet etsin, sen kimsin

- Ben falan memleketin hükümdarı falan oğlu falanım, düşündüm ki hükümdarlığım, beni Allah´a ibadet etmekten alıkoyuyor. Bu yüzden hükümdarlığı bırakıp şuraya geldim ki, Rabbime ibadet edeyim.

- Benden kaçmana gerek yok.

Böyle dedikten sonra ikinci memleketin hükümdarı da bineğinden indi. Bineğini salıverdi ve tahtını bırakmış olan kendi memleketindeki hükümdarın peşine takıldı. İkisi birlikte onur ve üstünlük sahibi yüce Allah´a ibadete başladılar. Allah´tan, ikisini de birlikte öldürmesi için dua ettiler ve ikisi birlikte öldü."

Abdullah b. Mes´ud dedi ki: «Eğer ben, Mısır Remliye´sinde bulunsaydım, size o iki hükümdarın mezarlarını Rasûlullah (s.a.v.)´m bize tavsif ettiği şekilde gösterirdim.»

Buharı, Ebu´l-Velid kanalı ile Ebu Said´den rivayet etti ki, Peygam­ber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Sizden öncekilerden bir adam vardı. Cenâb-ı Allah, ona bolca mal vermişti. Vefat edeceği zaman oğullarına şöyle sordu:

- Ben, sizin için nasıl bir baba oldum

- Hayırlı bir baba oldun.

- Ben asla hayır işlemedim. Öldüğüm zaman beni yakın, sonra fırtınalı bir günde külümü savurun! Oğulları onun dediğini yaptılar. Öldüğü günde onu yakıp fırtınalı bir günde de külünü-savurdular. Ama Aziz ve Ceiil olan Allah, onun vücudunu toplayıp bir araya getirdi ve ona

sordu:

- Böyle yapmaya seni sevk eden sebep neydi

- Senden korktuğum için böyle yaptım.

Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onu rahmeti ile karşıladı.»

Buharı, Abdulaziz b. Abdullah kanalı ile Ebu Hüreyre´den rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Bir adam vardı. İnsanlara borç para verirdi. Kölesine de şu talimatı verirdi: "Sıkıntı içinde bulunan bir borçluya gittiğin zaman yakasını bırak, böylece Allah´ın da yakamızı bırakacağını umarız." O adam, Cenâb-ı Allah´ın huzuruna vardığında Hak Teâlâ da onun yakasını bıraktı (Onu azaplandırmaktan vazgeçti).»

Buharî, Abdulaziz b. Abdullah´kanah ile Sa´d b. Ebi Vakkas´ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Üsame b. Zeyd´e sordum:

- Taun hakkında Rasûlullah (s.a.v.)´dan ne duydun

- Rasûlullah (s.a.v.), bu hususta şöyle buyurmuştu: «Taun azaptır. İsrail oğullarından bir cemaat üzerine ve sizden önceki ümmetlerden bi­ri üzerine gönderilmişti. Siz bir yerde taunun baş gösterdiğini duyarsanız, oraya gitmeyin. Sizin bulunduğunuz bir yerde taun baş gösterirse, kaçmak için oradan çıkmayın.»

Müslim, Hz. Aişe´nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v.)´a taun hakkında sordum. O da bana dedi ki: «Taun, Allah´ın, dilediği kullarına gönderdiği bir azaptır. Allah, onu mü´minler için rah­met kılmıştır. Tauna yakalanıp da beldesinde sabredip sevabını Al­lah´tan bekleyerek kalan bir kimse - Allah´ın kendisine yazdığı kader­den başka birşeyin kendisine isabet etmeyeceğini bilirse- o mutlaka, şehid sevabına nail olur.»

Buharî, Kuteybe kanalı ile Hz. Aişe´nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hırsızlık yapan Mahzumiyeli bir kadının durumu, Kureyşlileri iyiden iyiye tasalandırmıştı. Onlar: «Rasûlullah´ın sevgili­si Üsame b. Zeyd´den başka biri bu hususta Rasûlullah´la konuşma cesa­retini gösteremez.» dediler. Gidip Üsame´den rica ettiler. Üsame de gi­dip Rasûlullah´a duruimu arz etti. Rasûlullah (s.a.v.) da: «Sen, Allah´ın hadlerinden bir had için mi şefaat ediyorsun » dedi. Sonra kalkıp cema­ate hutbe irad etti ve hutbesinde şöyle dedi: «Sizden öncekileri helake götüren sebep şu idi: Onların şerefli bir adamı hırsızlık yaptığı zaman, ona dokunmazlardı. Güçsüz biri hırsızlık yaptığı zaman, ona haddi tatbik ederlerdi. Allah´a yemin ederim ki, Muhammed´in kızı Fatıma dahi hırsızlık yaparsa, mutlaka onun da elini keserim.»

Buharî, «Adem kanalı ile Abdullah b. Mes´ud´un şöyle dediğini riva­yet etmiştir: Bir adamın Kur´ân okuduğunu işittim. Ama Rasûlullah (s.a.v.)´m onun okuduğundan başka bir şekilde okuduğunu da işitmiştim. Adamı tutup Rasûlullah´a götürdüm ve Kur´ân´ı kendisinin okuduğundan başka bir şekilde okuduğunu haber verdim. Rasûlul-lahın yüzünde hoşnutsuzluk eseri gördüm. Bize şöyle dedi: İkiniz de iyi yapmışsınız. İhtilaf etmeyin, çünkü sizden öncekiler ihtilaf ettiler, bu yüzden mahvoldular.»

Buharı, Ebu Hüreyre´den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Doğrusu, Yahudilerle Hristiyanlar (saçlarını) boyamazlar. Siz on­lara muhalefet edin.»

Ebu Davud´un süneninde de şöyle bir hadis vardır:

«Ayakkabılarınızla birlikte namaz kılın. Yahudilere muhalefet edin.»

Buharı, Ali b. Abdullah kanalı ile îbn Abbas´m şöyle dediğini riva­yet etmiştir: Hz. Ömer´in şöyle dediğini işittim:

«Allah falanı kahretsin. O, Rasûlullah (s.a.v.)´ın şöyle dediğini bil­miyor mu : «Allah, Yahudilere lanet etsin. Onlara iç yağı haram kılınmıştı. Ama onlar, onu güzel ve hoş bulup sattılar.»

Buharı, İmran b. Meysere kanalı ile Enes b. Malik´in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Cemaat, ateşten ve çandan bahsettiler. Yahudi ve Hristiyanlardan söz ettiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), Bilal´e, ezandaki kelimeleri ikilemesini, ikametteki kelimeleri ise birlemesini emretti.» Bundan maksat da bütün şiarlarında Ehl-i Kitaba muhalefet etmektir. Çünkü Rasûlullah (s.av.) Medine´ye geldiğinde Müslümanlar, herhangi bir çağrı yapılmaksızın namazın vaktini bekleyip gözetiyorlardı. Sonra Rasûlullah (s.a.v.), birisine Müslümanlara namaz vaktini "Essalatü Camia" diyerek duyurmayı emretti. Bundan sonra Müslümanlar, insanların bileceği birşeyle kendilerinin namaza çağrılmasını istediler. Kimi, "Çan çalalım." dedi. Kimi, "Ateş yakalım." dedi. Bu işaretler, kitap ehline benzediğinden Rasûlullah (s.a.v.) tarafından hoş karşılanmadı. Abdullah b. Zeyd b. Abdi Rabbih el-Ensarî, rüyasında ezam gördü ve gidip Rasûlullah (s.a.v.)´a anlatınca o da Bilal´e ezan okuma emrini verdi. O da okudu.»

Buharı, Bişr b. Muhammed kanalı ile Ubeydullah b. Abdullah´ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Hz. Aişe ile îbn Abbas dediler ki: «Rasûlullah (s.a.v.) hastalandığı zaman yüzüne siyah ve kare şeklinde bir örtüyü örterdi. Sıkıldığı zaman o örtüyü yüzünden attı. Ve şöyle buyurdu: «Allah´ın laneti Yahudilerle Hristiyanların üzerine olsun! Onlar, peygamberlerinin mezarlarını

mescid edindiler.»

Rasûlullah (s.a.v.) böyle demekle Müslümanları, Yahudilerle Hristiyanlar gibi davranmaktan menedip sakındırıyordu.»

Buharı, Said b. Ebu Meryem kanalı ile Ebu Said´den rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Siz, sizden öncekilerin âdetlerine karış karış, kulaç kulaç uyacaksınız. Onlar kertenkele deliğine girseler bile onları takip edecek­siniz.»

Dedik ki:

- Ya Rasûlallah! Yahudi ve Hristiyanlara tabi olacağımızı mı kasd

ediyorsun

- Ya kimi kasd ediyorum » dedi.

Burada bazı gayrı meşru söz ve fiilleri anlatmaktaki maksadımız şudur ki, bunları söylediğimiz veya yaptığımız takdirde bizden önceki ümmetler olan Ehl-i Kitaba benzemiş olacağız. Oysa Allah ve Rasûlü, bizi onlara söz ve davranış bakımından benzemekten menetmişlerdir. Hatta mü´minin kasdı, hayır olsa bile bu sözleri söylediği veya bu işleri yaptığı takdirde zahiren onların fiilini yapmış olduğundan onlara benzemiş olacaktır. Nitekim Peygamber (s.a.v.), güneşin doğuşu ve batışı esnasında bizi namaz kılmaktan menetmiştir ki, o vakitlerde güneşe secde eden müşriklere benzemiş olmayalım. Her ne kadar mü´min kişi, bu vakitlerde namaz kılarken müşriklere benzeme hususu aklından ve kalbinden geçmese bile yine de onlara benzemiş olacaktır. Yüce Allah, bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:

«Ey inananlar! Peygambere, «Bizi de dinle.» demeyin. «Bizi gözet.» deyin ve dinleyin. İnkâr edenlere elem verici azab vardır.» (ei-Bakara, 104.) Kâfirler, kendisiyle konuşurlarken Peygamber (s.a.v.)´e gözünle bize bak, sözlerimize kulak ver, derlerdi. Mü´minler, Peygamber (s.a.v.)´e -her ne kadar kâfirlere benzeme hususu kalplerinden geçmese bile- böyle demekten menedilmişlerdir.

İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Ömer´den rivayet etti ki, Pey­gamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Kıyametten önce kılıçla gönderildim ki, bir ve ortaksız olan Allah´a ibadet edilsin. Rızkım, mızrağımın gölgesi altına konulmuştur. Emrime muhalefet eden kimse içinse, alçaklık ve küçüklük mukadder kılınmıştır. Her kim bir millete benzerse, o onlardandır.»

Müslüman kişinin ne bayramlarda, ne törenlerde, ne de ibadetler­de gayr-ı müslimlere benzemeye hakkı yoktur. Zira yüce Allah, bu ümmeti, son peygamberle sere ilendirmiş tir ki, o peygambere mükemmel, yüce ve sağlam bir din verilmiştir. Kendisine Tevrat indiri­len imran oğlu Musa, kendisine İncil indirilen Meryem oğlu Isa hayatta olsalardı ve şeriatlarına kimse tabi olmasaydı, hatta diğer bütün pey­gamberler de hayatta olsalardı, bu temiz, saf, şerefli, kutsal ve ulu şeriata uymaktan başka çareleri kalmayacaktı. Yüce Allah, bizi Mu­hammed (s.a.v.)´e tabi olma lütfuna mazhar kıldığına göre nasıl olur da daha önceleri sapmış, çoklarını saptırmış ve doğru yolun dışına çıkmış, dinlerini değiştirip tahrif etmiş ve orijinalitesini tamamen yitirecek ha­le getirmiş bir kavme benzeriz Bu bize yakışır mı Bu dinlerin tamamı, daha sonra nesh edilmişlerdir. Nesh edilen şeye tutunnıaksa haramdır. Böyle birşeyin, ne azı ne de çoğu Allah tarafından kabul edilir. Böyle bir dine bağlanmakla, Allah tarafından gönderilmemiş birşeye bağlanmak arasında hiç fark yoktur. Allah, dilediği kulunu dosdoğru yola iletir.

Buharı, Kuteybe kanalı ile İbn Ömer´den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Sizden önceki ümmetlere nisbetle sizin eceliniz, ikindi namazı ile güneşin batışı arasındaki müddet kadardır. Sizin durumunuzla Yahudi ve Hristiyanlarm durumu şuna benzer. Bir kimse: «Kim öğleye kadar bir kırat (ölçek) karşılığında çalışır » der. Bunun üzerine Yahudilerden birkaç kişi, bir kırat karşılığında öğleye kadar çalışırlar, sonra o adam: «Kim öğleden ikindi namazına kadar bir kırat karşılığında benim için çalışır » der. Bunun üzerine Hristiyanlar da öğleden ikindi namazına kadar bir kırat karşılığında çalışırlar. Sonra o adamın: «Kim benim için ikindi namazından güneşin batışı müddetine kadar iki ölçek karşılığında çalışır » demesi gibidir. İşte dikkat edin, siz, ikindi namazından güneşin batışına kadar iki kırat karşılığında çalışan kim­seler gibisiniz. Dikkat edin, sizin için iki ücret vardır. Yahudilerle Hris-´ tiyanlar, bu duruma öfkelenip: "Biz daha çok çalıştık ve daha az ücret aldık." dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Size hakkınızı eksik mi verdim » Onlar da: «Hayır.» dediler. Cenâb-ı Allah da: «İşte bu, benim lütfumdur, dilediğime veririm.» dedi.»

Bu hadiste, Muhammed ümmetinin yaşayacağı müddetin, geçmiş ümmetlere nisbetle daha kısa olacağına delil vardır. Çünkü hadiste: «Si­zin eceliniz, Önceki ümmetlere nisbetle ikindi namazı ile güneşin batışı arasındaki müddet kadardır.» denilmektedir. Bizden önce ne kadar za­man geçtiğini ancak Allah bilir. Nitekim kıyametin kopmasına kadar ne kadar süre geçeceğini de ancak Allah bilir. Ama bu süre, önceki süreye nisbetle daha kısadır. Kıyamete ne kadar zaman kaldığını belirlemek Allah´a kalmış bir şeydir. Nitekim yüce Allah buyuruyor ki: «Onun vak­tini, O´ndan başka belirtecek yoktur.» (d-A´râf, 187.)

«Ey Muhammed! Senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını so­rarlar. Nerde senden onu anlatması Onun bilgisi Rabbine aittir.» (en-Nâziât, 42-44.) Halk tabakası nezdinde meşhur olan bir hadiste de anlatıl­dığı gibi bazı kimseler, Peygamber (s.a.v.)´in yer altında vücudunun azalarının bir araya getirilmeyeceğini söylemekte diler ki bunun hadis kitaplarında aslı yoktur. Yine başka bir hadiste anlatıldığına göre dünya hayatının süresi, ahiret cumalarından bir cuma kadardır. Bunun da şahinliğinde ihtilaf vardır. Önceki hadiste işçilere yapılan benzetme­den kasıt, Müslümanlarla Yahudi ve Hristiyanlarm ecir ve mükafatlarının farklı olduğunu belirtmektir. Bu, amelin çokluğuna ve azlığına değil de Allah nezdinde geçerli olan başka şeylere bağlanmaktadır. Nice az amel vardır ki, çok amelin mükafatından daha çok mükafata layıktır. İşte kadir gecesinde yapılan salih bir amel, Allah katında kadir gecesinin içinde bulunmadığı 1000 ayda yapılan ibadet­ten daha faziletlidir. İşte Muhammed (s.a.v.)´in ashabı, bazı zamanlar- -da Allah yolunda infakta bulundular ama onlardan başkaları, Uhud dağı büyüklüğünde altını Allah yolunda infak etmiş olsalardı bile, saha­belerden birinin verdiği bir hurma veya hurma yarısının sevabına erişemezdi. İşte Rasûlullah (s.a.v.)´ı Cenâb-ı Allah, ömrünün kırkıncı senesinde risaletle görevlendirdi ve altmış üç yaşında iken vefat ettirdi. Yirmi üç senelik peygamberlik süresi zarfında faydalı ilimler yaydı, sa-. lih ameller işledi. Böylece kendisinden önceki peygamberlerden, hatta kavmi arasında 950 sene müddetle insanları bir ve ortaksız olan Allah´a ibadete davet eden Nuh peygamberden de üstün oldu. Nuh peygamber ki insanları, bir ve ortaksız olan Allah´a kulluk etmeye çağırıyor, gece gündüz, sabah akşam, Allah´ın taatiyle amel ediyordu. Allah´ın salat-ü selamı, Peygamber (s.a.v.)´in ve diğer bütün peygamberlerin üzerine ol­sun. Bu ümmet de Peygamber´inin efendiliği, şeref, ve azameti sebebiyle diğer ümmetlerden daha üstün ve şerefli oldu. Sevabı da kat kat arttı. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:

«Ey inananlar! Allah´tan sakının. Peygamberine inanın ki, Allah si­ze rahmetini iki kat versin; size ışığında yürüyeceğiniz bir ışık varetsin; sizi bağışlasın; Allah bağışlayandır, acıyandır.

Kitab ehli bilsinler ki, Allah´ın lütfundan hiçbir şey elde edemezler; lütuf Allah´ın elindedir, onu dilediğine verir; Allah büyük lütuf sahibi­dir.» (el-Hadîd, 28-29.) [7]



Fasıl


Gerçekten, Kitap ve Sünnette İsrail oğullarıyla ilgili haberler çoktur. Bunların tamamını burada nakletmeye kalkarsak kitabımız uzar. Ama biz, İmam Ebu Abdillah el-Buharî´nin bu kitapta naklettikle­rini aktardık. Bunlarda, ikna edici, yeterli miktarda haberler vardır. Bu bir hatırlatma ve bir örnektir. Doğrusunu Allah bilir. Tefsir ve tarih âlimlerinden birçoğu tarafından rivayet edilen israiliyat haberlerine gelince, bunlar gerçekten çoktur. Bunların bir kısmı realiteye uygun olduğundan doğrudur. Çoğu da kıssacılar tarafından nakledilmiş olup yalan ve uydurmadır. Kıssacıların zındıkları ve sapıkları bunları uydurmuşlardır. Bu manada israiliyat haberleri üç kısma ayrılır:

1- Allah´ın, kitabında naklettiği hususlara uygun olan sahih haber­ler veya Rasûlullah (s.a.v.) tarafından haber verilen sahih haberler.

2- Allah´ın kitabına ve Rasûlü´nün sünnetine muhalif olduğu için asılsızlığı bilinen israiliyat haberleri.

3- Doğruya da yalana da muhtemel olan israiliyat haberleri. İşte bu haberlere karşı çekinceli ve dikkatli davranmakla emrolunmuşuz. "Bunları, ne doğrular ne de yalanlarız. Nitekim sahih hadiste bununla il­gili olarak şöyle buyurulmuştur:

«EhH Kitap, size bir haber naklederse onları ne doğrulayın ne de yalanlayın ve: «Bize indirilene ve size indirilene iman ettik.» deyin.» Önceki paragraflarda geçen bu hadisle beraber israiliyat haberlerinin bu türünü rivayet etmek caizdir. Şöyle ki: «İsrail oğullarından haberler nakledin, bunun bir sakıncası yoktur.» [8]



Ehl-İ Kitabın Kendi Dînlerini Tahrif Edip Değiştirmeleri


Yahudilerle ilgili olarak diyeceğimiz şudur ki, Cenâb-ı Allah, onla­ra İmran oğlu Musa vasıtasıyla Tevrat´ı gönderdi. Cenâb-ı Allah, bu­nunla ilgili olarak da şöyle buyurdu:

«Sonra, iyilik işleyenlere nimeti tamamlamak, her şeyi uzun uzadıya açıklamak, doğruyu göstermek ve rahmet olmak üzere Musa´ya kitabı verdik.» (ei-En´âm, 154.)

«De ki: «Musa´nın insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği, kitabı kim indirdi -ki siz onu kâğıtlara yazıp bir kısmını gösterip çoğunu gizlersiniz-» (ei-En´âm, 91.)

«And olsun ki, Musa ve Harun´a eğriyi doğrudan ayıran kitabı sakınanlar için ışık ve öğüt olarak verdik.» (d-Enbiyâ, 48.)

«Her ikisine de, apaçık anlaşılan bir kitap vermiştik. Her ikisini de doğru yola eriştirmiştik.» (cs-sarrât, 117-118.)

«Doğrusu biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat´ı indirdik. Kendisini Allah´a teslim etmiş peygamberler, Yahudi olanlara onunla ve Rabbe kul olanlar, bilginler de Allah´ın kitabında elde mahfuz kalan­la hükmederlerdi. Tevrat´a şahiddiler. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun, ayetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin. Allah´ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir.» (ei-Mâidc, 44.)

Yahudiler, bir süre Tevrat´a sarılıp onunla hükmettiler. Sonra onu tahrif etmeye, değiştirmeye, tevil etmeye ve içinde bulunmayan hükümleri ortaya koymaya başladılar. Nitekim bununla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur:

«Onlardan bir takımı, kitapta olmadığı halde kitaptan zannedesi-niz diye dillerini eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı halde: «Allah katmdandır.» derler, bile bile Allah´a karşı yalan söylerler.» (Âi-i îmrân, 78.)

Cenâb-ı Allah, Yahudilerin Tevrat´ı kendi kafalarına göre tefsir ve tevil ettiklerini haber veriyor. Âlimler arasında bu hususta ihtilaf yok­tur. Onlar, Tevrat ayetlerinin manalarını, maksadının dışına çıkararak kendi heveslerine göre yorumluyorlardı. Nitekim recm hükmünü değnekle vurma şeklinde değiştirmişlerdi. Buna ek olarak zinakârm yüzünü boyamayı da tatbik etmişlerdi. Oysa Tevrat´ta recm kelimesi, varlığını yine de sürdürüyordu. Ayrıca onlardan şerefli bir kimse hırsızlık yaptığı zaman ona dokunmuyor, güçsüz biri hırsızlık yaptığı zamansa ona haddi tatbik ediyorlardı. Oysa onlar, had tatbik etme ve el kesme cezasını, hem şerefli hem de güçsüz kimseye tatbik etmekle emr olunmuşlardı. Tevrat ayetlerinin kelimelerini değiştirmeye gelince bazıları, ayetlerin tamamının değiştirildiğini, bazıları da değiştirilme­diğini söylemişler ve şu ayetleri delil olarak ileri sürmüşlerdir: «Allah´ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken, ne yüzle seni hakem ta­yin ediyorlar » cd-Mâidc, 43.) «Rahmetim her şeyi kaplamıştır. Bunu, Al­lah´a karşı gelmekten sakınanlara, zekât verenlere, ayetlerimize inanıp, yanlarındaki Tevrat ve İncil´de yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan peygamber Muhammed´e uyanlara yazacağız. O pey­gamber, onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan men eder, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar.» (ei-A´râf, 107.)

«Ey Muhammedi De ki: «Doğru sözlü iseniz, Tevrat´ı getirip oku­yun.» (Al-i İmrân, 93.)

Tevrat´ın bütün ayetlerinin değiştirilmediğini söyleyen âlimler, de­lil olarak recm kıssasını da ileri sürmüşlerdir. Şöyle ki! Buharı ve Müslim´in sahihlerinde, İbn Ömer´den rivayet olunduğuna göre Yahu­diler, aralarından zina eden bir erkekle bir kadının durumunu karara bağlaması için, hakemliğine müracaat ettiklerinde Rasûlullah (s.a.v.), onlara:

- Recm hakkında Tevrat´ta nasıl bir hüküm buluyorsunuz diye sormuş, onlar da:

- Zinakârları rezil rüsvay ederiz ve sopalarız, diye karşılık vermişlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), Tevrat´ı getirmelerini emretmişti. Tevrat´ı getirip okumaya başladılar. Recm ayetini gizledi­ler. Okuyan Abdullah b. Suriya, parmağım recm ayetinin üzerine koyup gizledi. Bu ayetin öncesi ile sonrasını okudu. Rasûlullah (s.a.v.), ona: «Parmağını kaldır, ey kör!» dedi. O da parmağını kaldırınca orada recm ayetinin bulunduğu görüldü, Rasûlullah (s.a.v.) da zina yapmış olan o Yahudi erkek ve kadının recm edilmelerini emretti ve şöyle dedi: «Al­lah´ım, ben, öldürdükleri zaman senin emrini ilk diriltenim.»

Ebu Davud´dan gelen rivayete göre Yahudiler, Tevrat´ı getirdikleri zaman Peygamber (s.a.v.), altındaki yastığı çıkarıp Tevrat´ın altına koymuş ve: «Sana ve seni indirene iman ettim.» demiştir. Bazılarının anlattıklarına göre Peygamber (s.a.v.), Tevrat´ı getirdikleri zaman onun için ayağa kalkmıştı. Ancak ben, bunun senedini görmedim, doğrusunu Allah bilir.

Bütün bu anlattıklarımız, Tevrat´ın, Buhtü´n-Nasr zamanında tevatüren naklinin kesildiğini ve Üzeyir´den başka hıfz eden birinin kalmadığını söyleyen birçok kelamcının ve diğerlerinin söylediklerine karşı bir müşküllük ortaya çıkarmaktadır. Şayet Üzeyir, peygamber ise o masum bir kimsedir. Tevrat´ın, masum bir kimseye kadar tevatüren gelmesi bizim için yeterlidir. Eğer Tevrat´ın, Üzeyir´e mütevatiren ulaşmamış olduğu söylenirse, biz de deriz ki, Üzeyir´den sonra gelen Ze-keriyya, Yahya ve İsa gibi peygamberlerin tamamı Tevrat´a sarılmışlar, onun hükmü ile amel etmişlerdir. Eğer Tevrat, sahih bir kitap ve kendi-sivle amel edilen ilahî hükümler manzumesi olmasaydı, masum olan bu peygamberler ona dayanmazlardı. Sonra Cenâb-ı Allah, Hâtemü´1-En-biya Muhammed (s.a.v.) ve diğer peygamberlere indirdiği ayetlerinde, kötü maksatlarından dolayı Yahudileri kınamıştır. Çünkü Yahudiler, Rasûlullah (s.a.v.)´m getirmiş olduğu dine karşı tavır takındıkları halde şahinliğine inandıkları Tevrat hükmünden yüz çevirip mutlaka yerine getirmekle emrolundukları ahkamı çiğneyip Rasûlullah (s.a.v.)´m (bir zina meselesinde) hakemliğine müracat etmişlerdi. Güya uydurup orta­ya koydukları sopalama, yüzü boyama gibi şeylerle Allah´ın hükmüne uyacaklardı. Yahudiler, Rasûlullah (s.a.v.)´m hakemliğine müracaat et­tikleri esnada kendi aralarında şöyle konuşmuşlardı: "Eğer Muham­med, zinakârın sopalanmasını ve yüzünün boyanmasını söylerse, bu hükmünü kabul edin. Böylece kıyamet gününde Allah katında bir Pey­gamberin size bu şekilde hüküm verdiğini söyleyerek kendinizi savu­nursunuz. Ama bu şekilde değilde recm hükmünü verirse, sakın ola ki onun bu hükmünü kabul etmeyesiniz." Cenâb-ı Allah da´bu kötü amaçlarından ötürü Yahudileri kınadı. Çünkü Yahudiler, hak dine değil de heveslerine uyma ve kötü amaç peşinde olduklarından, Rasûlullah (s.a.v.)´ın hakemliğine başvurmuşlardı. Bu hususta yüce Al­lah şöyle buyurmuştur:

«Allah´ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken, ne yüzle seni hakem tayin ediyorlar da sonra bundan yüz çeviriyorlar İşte onlar, inanmış değillerdir.

Doğrusu, biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat´ı indirdik. Kendisini Allah´a teslim etmiş peygamberler, Yahudi olanlara onunla ve Rabbe kul olanlar, bilginlerde Allah´ın kitabından elde mahfuz ka­lanla hükmederlerdi.» (ci-Mftido, 43-44.)

İşte bu sebeple Rasûlullah (s.a.v.), zina etmiş olan Yahudi erkek ve kadının recm edilmesine hükmetti ve şöyle dedi: «Allah´ım, öldürdükleri zaman senin emrini ilk dirilten benim». Böyle dedikten sonra Rasûlullah (s.a.v.), Yahudilere, kendilerini bu tahrifata sürükleyen ve yanlış hükümler verdiren sebebi sordu. Allah´ın kendi el­lerinde bulunan emrini, niçin uygulamadıklarım da sordu. Onlar da şöyle cevap verdiler: "Şerefli adamlarımız arasında zina çoğaldı. Onlara had tatbik etme imkanını bulamadık. Biz, zina yapan güçsüz kimseleri­mizi recm ederdik. Neticede dedik ki: Gelin bu işin ortasını bulalım.Böylece varacağımız kararı, hem eşrafa hem de güçsüzlere uygulayabi­lelim. Neticede zinakârları sopalayıp yüzlerini boyama hükmünde ka­rar kıldık." Bu da onların Tevrat´ı tahrif edip değiştirmelerinin ve onu bâtıl şekilde tevil etmelerinin bir Örneğidir. Onlar, bu tahrifat ve teville­ri - kitaplarında recm kelimesi mahfuz kaldığı halde- bu kelimenin manasım değiştirerek yapmışlardı. Nitekim önceki sayfalarda geçen ve doğruluğunda ittifak edilen hadis de buna delalet etmektedir. Bu yüzden bazı kimseler, "Yahudiler, Tevrat´taki kelimeler mahfuz kaldığı halde sadece bu kelimelerin manalarını değiştirmişlerdir." demişler ve bunu da bir delil olarak ileri sürmüşlerdir. Çünkü onlar, kitaplarındaki bütün hükümleri tatbik etmiş olsalardı bu, onları hakka uymaya ve Rasûlullah (s.a.v.)´a tabi olmaya yöneltirdi. Nitekim yüce Allah buyur­du ki:

«Rahmetim herşeyi kaplamıştır. Bunu Allah´a karşı gelmekten sakınanlara, zekat verenlere, ayetlerimize inanıp yanlarındaki Tevrat ve İncil´de yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan peygamber Mu-hammed´e uyanlara yazacağız. O peygamber, onlara, uygun olam emre­der ve fenalıktan meneder. Temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar. Onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir.» (cî-AVâf,

157.)

«Eğer onlar Tevrat´ı, İncil´i ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur´ân´ı gereğince uygulasalardı, her yönden nimete ermiş olurlardı, içlerinde orta yolu tutan bir zümre vardı. Çoğunun işledikleri ise kötü

İdi.» (el-Mâide, 66.)

«Ey Kitab Ehli! Tevrat´ı, İncil´i ve Rabbinizden size indirileni gereğince uygulamadıkça bir temeliniz olmaz.» (el-Mâide, 68.) İşte Tev­rat´taki değişikliklerin kelimelerde değil de manalandırmada olduğunu söyleyen âlimlerin görüşü budur.

Buharî, bunu sahihinin sonunda îbn Abbas´tan nakletmiş ve kendi­si de üzerinde durup benimsemiş ve reddetmemiştir. Allâme Fahreddin er-Razî de tefsirinde bunu kelâmcıların çoklarından nakletmiştir. [9]



Cünüp Kimsenin Tevrat´a El Süremeyeceği


Hanefi fıkıhçılarına göre cünüp olan kimse, gusletme dikçe, Tev­rat´a el süremez. El sürmesi, caiz olmaz. Hanati de fetvalarında, Şafii´nin arkadaşlarından bazılarının bu görüşte olduklarını nakletmiştir ki, bu, gerçekten tuhaf ve gariptir. Diğer bazı alimler, Tev­rat´a el sürmenin cünüp kimse için caiz olacağı veya olmayacağı görüşleri arasında orta bir yol tutmuşlardır. Bu orta yolu tutanlardan biri de şeyhimiz Allâme Ebu´l-Abbas b. Teymiyye´dir. Tevrat´ın baştan sona tamamının değiştirilmiş olduğuna ve değiştirilmedik bir harfinin dahi kalmadığına dair görüş ileri sürenlere gelince, bunların görüşleri de doğruluktan tamamen uzaktır. Aynı şekilde Tevrat´ın hiçbir kelime­sinin değiştirilmemiş olduğunu söyleyenlerin görüşleri de doğruluktan uzaktır. Doğru olan şudur ki, Tevrat´ın bazı kısımları değiştirilmiş ve bazı lafızlarına eklemeler yapılmış,bazı lafızları da çıkarılıp atılmıştır. Yahudiler, ayrıca Tevrat ayetlerinin manalarına da müdahale etmişlerdir. Tevrat´ı okuyup üzerinde düşünen kimseler, bu gerçeğe vakıf olacaklardır. Bunu başka bir bölümde detaylı olarak anlatacağız. Doğrusunu Allah bilir. Mesela, Yahudiler, Hz. İbrahim´in hangi oğlunun boğazlanmak üzere yere yatırıldığı hususunda da Tevrat´ta değişiklikler yapmışlardır. Tevrat´ın bir nüshasında Cenâb-ı Allah´ın, Hz. İbrahim´e hitaben: «Biricik oğlunu boğazla.» dediği yazılı iken başka bir nüshada: «İlk oğlun İshak´ı boğazla.» dediği yazılıdır. İshak kelimesi­nin, Tevrat´a, Yahudiler tarafından eklendiği, kuşku götürmez bir gerçektir. Çünkü Hz. İbrahim´in İlk oğlu İsmail´dir. İsmail, îshak´tan on dört sene önce doğmuştur. Şu halde İshak nasıl olur da İbrahim peygam­berin ilk oğlu olur Yahudiler, Arapları çekemediklerinden onların atası olan İsmail´in bu şerefe nail olmasını istememişler, Arapların İsmail peygamber vasıtasıyla bu üstünlüğe ve fazilete sahip olmalarım kıskanmışlar, bu yüzden Allah´ın kitabında tahrifat yapıp İshak keli­mesini eklemişlerdir. Böyle yapmakla Allah´a ve peygamberine karşı da iftirada bulunmuşlardır. Selef ve halef ulemasından çoğu da bu iftiraya aldanarak boğazlanmak üzere yere yatırılmış olan şahsın İshak olduğu hususunda Yahudilere muvafakat etmiş, onlarla aynı görüşü paylaşmışlardır. Oysa gerçek olan husus şudur ki, önceki sayfalarda da belirttiğimiz gibi boğazlanmak üzere yere yatırılmış olan şahıs, İsmail (a.s.)´dir. Doğrusunu Allah bilir. Sanıira Tevrat´ındaki on kelimede de tahrifat yapılarak namaz esnasında Tur dağına yönelme emri eklenmiştir. Oysa gerçek böyle değildir. Böyle bir emir, Yahudi ve Hristiyanların yanında bulunan diğer nüshalarda görülmemektedir.

Davud peygamberden gelen Zebur´da da bir çok ihtilaflı sözler ve eklemeler vardır. Oysa bu ihtilaflı sözlerle eklemeler, Zebur´un aslında mevcut değildir. Doğrusunu Allah bilir.

Ben derim ki: Yahudilerin ellerinde bulunan Arapçalaştırılmış Tevrat nüshalarında da bir çok değişiklik ve tahrifatın yapıldığına, kıssaların ve kelimelerin değiştirildiğine, bazı yerlere ekleme yapılıp bazı yerlerden eksiltme yapıldığına akıllı olan herkes şüphe etmeksizin inanır. Bu Tevrat nüshalarında açık yalanlar ve fahiş hatalar vardır. El­lerinde bulunan ve kendi dilleriyle yazılmış olan Tevrat nüshalarına ge­lince, biz bunda yanlışlık veya tahrifat olduğunun farkında değiliz. Ama öyle sanıyoruz ki onlar, yalancı ve hain kimselerdirler. Allah´a, peygam­berine ve kitaplarına iftira eden kimselerdirler. Bu işi çokça yaparlar.

Hristiyanlara gelince, bunların ellerinde bulunan Matta, Luka, Yuhanna ve Markos yoluyla gelen dört İncil´de de Tevrat´a nisbetle daha çok fazlalıklar, eksiklikler ve ihtilaflar vardır. Hristiyanlar, Tevrat ve İncil´in bir çok ahkâmına muhalefet etmişlerdir. Kendi kafalarından hükümler uydurmuşlardır. Nitekim dört İncil nüshasının hiçbirinde mevcut olmadığı halde doğuya yönelerek iıamaz kılma hükmünü koymuşlardır. Kiliselerini resimlerle donatmaları, sünnet olmayı terk etmeleri, oruçlarını bahar mevsimine nakletmeleri, orucu elli güne çıkarmaları, domuz eti yemeleri, ibadet etmek isteyen kimselerin ev­lenmekten vaz geçmeleri, rahiplik ihdas etmeleri, 318 piskoposun koymuş olduğu kanunlara uymaları, bu iftira ve tahriflere örnek olarak gösterilebilir. Bu piskoposlar, İstanbul şehrinin kurucusu Kostantin b. Kostan zamanında, yani milattan 300 sene sonra yukarıda sözünü ettiğimiz kanunları koymuşlardır. Kostan, Kostantin´in annesi Heyla-ne ile bir av gezisi esnasında Harran şehirlerinden birinde evlenmişti. Heylane (Helene ), Hristiyan bir kadın olup eski devir rahiplerinin yo­lunda idi. Doğurduğu oğlu Kostantin yetişti, felsefe öğrenimi gördü, felsefî ilimlerde derinleşti ve annesinin bağlı olduğu Hristiyanhk dinine eğilimi arttı, Hristiyan dindarlarını tazim ederek saygı gösterdi. Felse­feye kuvvetli bir inançla bağlıydı. Babası vefat edip kendisi yalnız başına tahta oturunca, halkına adaletle hükmetti. Halk onu sevdi, gönüllerine hakim oldu. Cezireyle birlikte Şam mıntıkasının mülküne sahip olup şanı yüceldi, namı yükseldi. Böylece o, kayserlerin ilki oldu.

Onun zamanında Hristiyanlar arasında ihtilaf baş gösterdi. İskenderiye, patriği Aksandros ile Abdullah b. Aryos adındaki din âlimi arasında anlaşmazlık çıktı. Aksandros, Hz. İsa´nın Allah´ın oğlu olduğunu iddia etti. Abdullah b. Aryos ise Hz. İsa´nın, Allah´ın kulu ve elçisi olduğunu savundu. Hristiyanlarm bir kısmı, Abdullah b. Aryos´a tabi oldu. Çoğunluk olup aslında sapıklığa düşmüş ve hakikati kaybetmiş olan Hristiyanlarsa, patriğin sözüne uydular. Abdullah b. Aryos da bu yüzden kiliseye sokulmadı. Arkadaşlarının kiliselere gir- ´ meşine engel olundu. Abdullah b. Aryos da Kral Kostantin´e gidip Ak­sandros ve arkadaşlarım şikâyet etti. Kral da Abdullah´a görüşünü sor­du. Abdullah, Hz. İsa hakkındaki görüşlerini ona arzederek Hz. İsa´nın, Allah´ın kulu ve elçisi olduğunu söyledi. Buna,ilişkin delillerim ortaya koydu. Kral Kostantin de onun bu delillerini kabul edip görüşünü be­nimsedi. Yanında bulunan adamları da: "Böyle yapıyorsun ama Abdul­lah´ın hasmına haber gönderip yanma çağırtman, onun görüşlerini de öğrenmen ve sözlerini dinlemen gerekir." dediler. Kral da onu çağırttı. Ayrıca ülkenin her tarafındaki piskoposları ve Hristiyanhk dinini bilen âlimleri, Kudüs, Antakya, Rumiye ve İskenderiye patriklerini toplantıya çağırdı. Bunlar gelip toplantı yaptılar. Toplantıları bir yıl iki ay sürdü. Toplantıya katılanların sayısı 2000´i aşmıştı. Bu, Hristiyanlarm meşhur üç konsülünün ilkini teşkil ediyordu. Onlar, bu konsülde gerçekten çok zıt görüşler ileri sürdüler. Çeşitli gruplara ayrıldılar. Hiç bir grup, diğerinin görüşüne itibar etmiyordu. Bir tarafta elli kişilik bir grub, diğer tarafla seksen kişilik bir grub, başka bir taraf­ta on kişilik bir grub, beri yanda kırk kişilik bir grub, öbür yanda 100 kişilik bir grub, diğer yanda 200 kişilik bir grub, Abdullah b. Aryos´un görüşünü benimseyen bir grub, başka bir görüşü benimseyen bir grub, başka bir görüşü benimseyen diğer grub şeklinde parçalandılar. İşleri zorlaşıp ihtilafları yaygın hale gelince Kral Kostantin, onlara ne yapacağına karar veremedi, şaşırıp kaldı. Kendisi, ataları Yunanlıların dini olan Sabilikten (yıldızperestlikten) başka dinlere karşı sıcak bakmadığı halde bu konsülde en büyük grubu teşkil edenlerin görüşlerine yöneldi. Bu grubta 318 piskopos vardı ki bunlar, Aksand-ros´un görüşü etrafında toplanmışlar ve söylediklerini benimsemiş­lerdi. Kral Kostantin de: "Bunlara destek vermem gerekir. Çünkü bunların grubu Diğerlerinkinden daha kalabalıktır." dedi. Ve onlarla özel bir toplantı yaptı. Kılıcını ve mührünü onlara bırakıp: "Sizi, diğer toplulukların en büyüğü ve kalabalığı gördüm. Ve görüşlerinize katıldım. Size yardımcı olacağım. Görüşlerinizin hakim olmasına katkıda bulunacağım." dedi. Onlar da kendisine secde ettiler. Kral Kos­tantin de onlardan, ahkâmla ilgili bir kitap hazırlamalarını, parlak yıldızların doğuş yeri olduğu için namazın doğuya yönelinerek kılınmasını hüküm haline getirmelerini, kiliselerinde heykel bulundurmalarını istedi. Onlar da kiliselerini heykelle değil de resimle donatmak hususunda onunla anlaştılar. Aralarında anlaşma sağlan­dıktan sonra Kral onlara yardım etmeye, görüşlerini ilan etmeye, onlara muhalif olanları sürgün etmeye, muhaliflerin görüşlerini zayıflatıp çürütmeye başladı. Bu grupta olanların hakimiyeti, kral sayesinde sağlandı. Muhaliflerini ezdiler. Onlara karşı üstünlük elde ettiler.

Kral, kendi mezhepleri olan Melekî mezhebine göre ibadet edilecek kiliseler yapılmasını emretti.

Kral Kostantin zamanında Şam´da ve diğer şehirlerle kasabalarda 12.000´den fazla kilise inşa edildi. Kral, Hz. İsa´nın doğduğu yerde Beyt-i Lahm´ın yapılması için gerekli talimatı verdi. Kendisi de bizzat bu hu­susla ilgilendi. Anası Heylane de Beyt-i Makdis alanında yani Hristiyan ve Yahudilerin cahillikleri ve kıt bilgileri nedeniyle Hz. İsa´nın çarmıha gerildiğini iddia ettikleri yerde bir kilise inşa etti. Bilindiği gibi orada çarmıha gerilmiş olan kişi, Hz. İsa değil, onun benzeri olan bir şahıstı. Kral Kostantin, görüşlerini benimsediği grubun düşmanlarım öldürttü. Onlar için hendekler kazıp içinde ateşler yaktı ve onları bu ateşlere atıp işkenceye tabi tuttu ve yaktı. Nitekim biz bunu el-Burûc sûresinin tefsi­rini yaparken anlattık.

Kral, Hristiyanlık dinini yüceltti. Hristiyanlık, Kral Kostantin´in desteğiyle gerçekten kuvvet bulup güçlendi. Ancak kurtuluşu imkansız, ıslahı mümkün olmayan bozulduk ve fesatlar da meydana ge­tirdi. Büyüklerinin her birine atfen düzenlenen bayramlar çoğaldı. Kili­seleri de âbid kimselerin adlarına inşa edildi. Böylece çok sayıda kilise inşa edilmiş oldu. Kafirlikleri de şiddetlendi. Başlarına gelen musibet, kat kat arttı. Sapıklıkları sürekli oldu. Veballeri büyüdü. Allah, onların kalplerine hidayet vermedi. Durumlarını düzeltmedi. Aksine onların kalplerini haktan uzaklaştırdı. Doğruluktan saptırdı. Bundan sonra onlar, Nasturilik ve Yakubilik meselesi üzerinde durdular. Bu grublar-dan her biri, diğerini tekfir ediyor ve ebediyyen Cehennem´de kalacağını kabul ediyordu. Bunlar aynı kilisede ve mabette bir araya gelmezlerdi. Hepsi de teslis inancına inanıyorlardı. Ama Hulul ve Lahut âlemi ile Na-sut âlemi arasında birlik bulunup bulunmadığı hususunda ihtilaf ediyorlardı. Anlaşmazlıkları şiddetlendi. Bu sebeple küfre gittiler. Hep­si de bâtıl yola saplandılar. Ancak Abdullah b. Aryos ve arkadaşları, Hz. İsa´nın, Allah´ın kulu ve elçisi, aynı zamanda Allah´ın cariyesi (mahlu­ku, yaratığı) olan Meryem´in oğlu olduğunu söylüyorlardı. Kurtuluşa eren bu grub, Hz. İsa´nın, Allah tarafından Meryem´e bırakılan bir keli­me ve ruh olduğu fikrini ileri sürdüler. Nitekim Müslümanlar da aynı görüşe sahiptirler. Abdullah b. Aryos ve arkadaşları, bu görüş üzerinde karar kılınca diğer üç grub kendilerine musallat oldular. Onları, memle­ketlerinden sürüp sayılarını azalttılar. Bugün Aryosilerden bilinen bir kimse olduğunu zannetmiyorum. Doğrusunu Allah bilir. [10]



Önceki Peygamberlerin Haberleri


Yüce Allah buyurdu ki:

«İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan Allah´ın kendilerine hitab ettiği, derecelerle yükselttikleri vardır. Meryem oğlu İsa´ya belgeler verdik. Onu, Ruhü´l Kudüs´le des­tekledik.» (el-Bakara, 253.)

«Nuh´a, ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz, İbrahim´e, İsmail´e, İshak´a, Yakub´a, torunlarına, İsa´ya, Eyyüb´e, Yu-nus´a, Harun´a ve Süleyman´a vahyettiğimiz gibi ey Muhammed, şüphesiz sana da vahyettik. Davud´a da Zebur verdik. Peygamberlerden sonra, insanların Allah´a karşı bir hüccetleri olmaması için, gönderilen müjdeci ve uyarıcı peygamberlerden bir kısmını daha Önce sana anlatmış, bir kısmını da anlatmamıştık. Allah, Musa´ya hitab etmişti. Allah güçlüdür, Hakimdir.» (en-Nisâ, 163-165.)

"Sahih" adlı eserinde İbn Hibban ve tefsirinde de İbn Merdeveyh, Ebu Zer´in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

«Dedim ki:

- Ya Rasûlallah, kaç peygamber vardır Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:

-124.000 peygamber vardır.

- Ya Rasûlallah, bunların kaçı Rasûl´dür

- 303´ü Rasûl´dür ki bu da büyük bir sayıdır.

- Ya Rasûlallah, bunların ilki hangisidir

- Adem´dir.

- Ya Rasûlallah, o nebi ve mürsel miydi

- Evet. Allah, onu eliyle yarattı. Ve ona kendi ruhundan üfledi. Son­ra onu ilk ve tas tamam insan olarak meydana getirdi. Ey Ebu Zer! Bunların dördü Süryanidir. Süryani olanlar şunlardır: Âdem, Şit, Nuh ve Hanuh (ki bu da îdris´tir). Hanuh, kalemle yazan ilk kişidir. Bu pey­gamberlerin dördü de Araplardandır ki onların adları şöyledir: Hud, Sa­lih, Şuayb ve ey Ebu Zer, dördüncüsü de senin peygamberindir. İsrail oğullarının ilk peygamberi Musa, sonuncusu da İsa´dır.

Peygamberlerin ilki Âdem, sonuncuları da senin peygamberindir.» Ebu´l Ferec bl Cevzî, bu hadisi mevzu hadisler arasında nakletmistir.

E